28 Şubat 2014 Cuma

"DARBEYE DİRENEN KALEMLER" TYB’DE (Türkiye Yazarlar Birliği) KONUŞTU

"DARBEYE DİRENEN KALEMLER"  TYB’DE KONUŞTU
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi'nin düzenlediği "28 Şubat'ta Darbeye Direnen Kalemler" programında, "medya ve kalem erbapları" o gün yaşadıklarını, darbeye karşı direnişlerini ve duruşlarını anlattı.
Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nde gerçekleştirilen programa  Mustafa Şen, Abdurrahman Dilipak, Sibel Eraslan, Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Hüseyin Akın, Nurettin Durman gibi isimler katıldı.
"Post-Modern darbeden" sonra yaşananların anlatıldığı sinevizyonun ardından manşetler, edebiyat ve şairler olarak 3 oturum şeklinde geçekleşen programın açılış konuşmasını yapan Hüseyin Öztürk; “Dik durmak doğru durmak doğru yolda devam etmek herkesin harcı değil. Bugün bunun hakkını veren isimleri, kalemleri dinleyeceğiz. 28 Şubat devam ediyor. 28 şubatı yapanlar hala devam ettirmek istiyorlar. İnşallah daha güzel günlerde daha mutlu günlerde darbesiz günlerde buluşuruz.”
DARBE TEŞEBBÜSLERİ 2023'E KADAR DEVAM EDECEK

İlk oturum ‘Darbeye Direnen Manşetler’ başlığı ile Mustafa Şen yönetiminde Abdurrahman Dilipak ve Ekrem Kızıltaş konuştu.  Mustafa Şen bugünlere de vurgu yaparak Sizleri her zaman darbelere karşı dik durmaya davet ediyorum'' dileğini dile getirirken;  Gazeteci-yazar Dilipak, ilk darbeyle tanıştığında 11 yaşında olduğunu belirterek, 1960 darbesinin ocaklarına bomba gibi düştüğünü söyledi. Aile olarak 1946'dan beri İslami mücadelenin içerisinde yer aldıkları anlatan Dilipak, darbelerden sonra da en çok kendilerinin etkilendiklerini dile getirdi.
Son günlerdeki "paralel devlet" konusunu da değerlendiren Dilipak, 28 Şubat darbesinin halen devam ettiğini dile getirerek; bir takım yolsuzlukların yapıldığını ancak Başbakan Erdoğan'ın bunlarla mücadele etmek için terör sorununun bitmesini beklediğini öne sürdü.
Dilipak, "28 Şubat post-modern darbesinin" Erbakan hükümetine karşı yapılmadığını dile getirerek, şunları söyledi: "Erbakan hükümetinin kuruluşu, bir gecede Tansu Çiller'in hidayete ermesiyle gerçekleşmedi. Erbakan'ın iktidara getirilmesi, derin yapı içerisindeki ılımlı İslamcılar ile yeşil sermayenin derin yapıya entegre edilmesine karşı çıkan laikçi Kemalist kesimin tasfiyesi için bu hükümet örgütlenmişti. Erbakan o koltuğa oturunca nasıl bir manzara ile karşılaşacağını bilmiyordu. Çevik Bir'in o zaman ses kaydı sızdırılmıştı. Kürt-Türk-Alevi çatışmasında 500 bin insanın ölümünün göze alındığı anlaşılıyordu. Erbakan da onun için 'kanlı mı olacak kansız mı olacak?' derken bu dehşet verici manzarayı ifade ediyordu. Erbakan ülkeyi kan gölüne dönüştürecek böyle bir plana alet olmak istemedi. (Abdullah) Çatlı da bu projenin bir parçasıydı. Eğer Erbakan yargıyı harekete geçirirse, birileri arkadan dönüp bu süreci yönetecek kadroya arka çıkarsa, Çatlı devreye girip o işi orada bitirecekti. Siyasi kanat harekete geçmeyince diğer kanat harekete geçti ve Susurluk olayı meydana geldi."
DARBEYE DİRENEN VE DARBEYİ ÇAĞIRAN MANŞETLER ATILDI
28 Şubat’taki trajikomik anılarını anlatarak sözlerine başlayan gazeteci-yazar Ekrem Kızıltaş; “O günlerde Darbeye Direnen ve Darbeye Çağıran manşetler atıldı. O dönemde imam-hatip bahanesiyle artmakta olan meslek liselerinin önüne geçildi. 28 Şubat insanımızla devlet ve özellikle de silahlı kuvvetler arasında yıkılması oldukça zor duvarlar örmüş ve yaşananlar ülkenin huzur ve istikrarını ciddi şekilde etkilemişken, arka planda ülkenin geleceğinde ciddi etkileri olacak ekonomik bir çöküntünün temelleri atılmış bir darbedir.”  Erbakan Hoca’nın duruşuna da vurgu yapan Kızıltaş, son günlerde yaşanan olayların 28 Şubat’ı hatırlattığını dile getirdi ve ekledi; Türkiye’nin her durumda kendi istedikleri yöne gitmesi ve ancak istedikleri kadar gelişmesi gerektiğini düşünen çevreler ve içimizdeki uzantıları hiç boş durmuyorlar.   
MERVE KAVAKÇI’NIN ALKIŞLARLA KOVULDUGU BİR ÜLKEDE YAŞIYORUZ
28 Şubatın edebiyatımız üzerindeki etkilerinin konuşulduğu “Darbeye Direnen Edebiyatımız”  oturumu Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu ve Sibel Eraslan’ın katılımı ile Cemal Şakar yönetiminde gerçekleşti.
28 Şubat’ta kitapları toplatıldığını dile getiren yazar Cihan Aktaş o gün yaşadıklarını anlattı; Direnmeyen bir edebiyat olamazdı. Direnen kalem tenezzülsüz olur.  Biz, kitaplarımızın toplatıldığı, kendi gazetelerimizde bile tanıtımlarının yer alamadığı, Merve Kavakçı’nın alkışlarla kovulduğu bir ülkede yaşıyoruz. 28 Şubat’ta hiç kimsenin bizi aramadığı günlerde beni arayıp yazı isteyen tek isim Hasan Celal Güzel'di. Devamlı yazılarımı beğendiğini söyleyen yayın yönetmeni yukardan birilerinin benim yazmamı istemediklerini söyledi. bütün bunlar beni yıkmadı.  Diyerek yaşadıklarını anlatan Aktaş, şimdi bana o "insanları" sevdirecek, saygı duyduracak hiçbir şey yok, ömrüm boyunca da olmayacak sanırım
DARBENİN İSMİ CİSMİ ŞEKLİ DEĞİŞİYOR AMA DEVAM EDİYOR
28 Şubat adına yapılan birçok edebi eser ve belgesel çalışmasını hatırlatan Yıldız Ramazanoğlu 100 senden beri yaşadığımızdır 28 Şubat” derken; 28 Şubat darbesi ile bayanların yaşadıklarını ve hala bunun etkilerini dile getirdi.  Ramazanoğlu; “28 Şubat’ta yaşadıklarımızı devamlı yaşıyoruz. 28 Şubat’ta daha hassasiyetle yaklaşıyor, konuşuyoruz artık çünkü devamlı aynı şeylere maruz kalıyoruz. İsmi, cismi, şekli, şemalı değişiyor ama hep aynı şeyler... Bu yaşadıklarımızı kendi kendini sömürgeleştirmeyi başarmış bir aydın güruhunun İslam’ın bütün tezahürleri ile birlikte hayatımızdan çıkarmaya çalıştıklarınızı görüyoruz. Bütün darbeler bunun için yapılıyor.”
28 ŞUBAT’TA LİSTELERDE ADI OLANLAR BUGÜN LİSTE HAZIRLIYOR
“28 Şubat anlatılmamış bir hikâyedir“ sözleri ile konuşmasına başlayan Sibel Eraslan;  “Ben 28 Şubat hep gazete manşetleriyle hatırlıyorum, bu bir medya savaşıydı.  Bin yıl sürecek 28 şubat bitti diye seviniyordum, erken sevinmişim; bugün yaşadığımız olaylar 28 şubatın devamı olarak hayatımızda.
Anılarını ve o gün yaşadıklarının yanı sıra bugün yaşanan olaylara da değinen Eraslan;  “28 Şubat'ta her gün hapse atılacakların listeleri yayınlanırdı; o gün tutuklanacak gazeteciler, yazarlar olanlar, bugün başka listeler hazırlıyor; ben bundan onur duymuyorum. Gazeteciler ve yazarların nasıl birer polis, istihbarat şefine dönüştüğünü görüyorum. Korkunç bir yer değiştirme var.  Bütün darbeler "gerçeklere" karşı yapılır... Bugün yaşananlar cemaat-ak parti savaşı gibi gösteriliyor. Bizim içimizdeki gerçeğe dair inanç imha ediliyor.”
ŞİİR KİT’A DUR… 
HİÇ DURUR MU ŞİİR?
28 Şubat’ta mısraları ile direnen şairlerimizin söz aldığı 28 Şubat’ta darbeye direnen şairler oturumu Yavuz selim Kurt’un oturum başkanlığı ile gerçekleşti.
Süleyman Çelik: Şiir kıt’a dur… Hiç durur mu şiir? Elif cüzüyle koşan çocuklar olduğu müddetçe şiir durmaz...
Ahmet Mercan: 28 Şubat yüzlerce öykü önümüzden geçti. Elbette 28 Şubat kadınlarımızın öncülüğünde bir direniştir, bunu unutmamak lazım.
Adem Özbay: Kendi haklarımıza sahip çıktığımız kadar başkalarının özgürlük problemlerini de sahiplenmeliyiz. Özgürlük sadece bizim bir sorunumuz olduğunda hakkımız olan bir şey değil.
Bünyamin Doğruer:  28 Şubat darbesi bu milletin imanı yükselişine, müslümanlara vurulan bir darbedir. Bunun kuklacılarını, oyuncularını, sermaye ayağını, medyasını hepsini birlikte değerlendirmek gerek. Biz şiiri bir mermi gibi kullanıp böylece bir avuç insan isyan ettik. 
İlhami Atmaca: Şiir kanayan bir şey, kutsal bir yere konulamaz, bir araçtır... "Türkiyeli bir Müslüman olmak başlı başlına sancılı bir şey" o günlerde yaşadıklarımız karşısında elinizden bir şey gelmiyor, öfkenizden çatlıyorsunuz, dönüp diyorlar ki Müslüman'a öfke yakışır mı? Biz henüz edebiyatı, şiiri sofralarda meze yapacak duruma gelmedik. Bizim payımıza direnme düştü. Ben şiiri bir hançer gibi kullanmayı seçtim...
Mevlana İdris: Şöyle bir manşet gördük; topyekun savaş.. Hemen sonrasında Sincan’da tanklar yürüdü. Bu manşeti atan gazetenin muhabiri tankın yürüyüşünü çekememiş onun için bir kez daha yürütüldüğü tanklar. Böyle bir oyunun içinde başladı 28 Şubat.  28 Şubat’ta Müslümanlara kan kusturulurken elimizde yalnız harflerimiz vardı. Ben şiirlerimin içinde bir tank kelimesinin geçeceğini hiç düşünmezdi. Şiir için kaba bir şeydi.   “bin tank dokuz yüz tank doksan tank yedi tank aldırma çiçek bu da geçecek!”
Hüseyin Akın:  Yazık ki 28 Şubatı bütün aksamıyla alkışlayan insanlar bugün bile var.  12 Şubat bizi dövdü, 28 Şubat onları dövdü.  Hayır, 12 Şubat’ta bizi dövdü. Elinde kitaplar ile İran konsolosluğunun önünden geçti diye 15 yaşında bir öğrenciyi gözaltına aldılar. Ve elindeki kitabı 5 saat incelediler. Bin yıl sürecek diye eli silahlı şekilde üzerimize gelmeleri umudumuzu kırmak içindir; bunun imkanı yoktur. Sahip olduğumuz inanç, medeniyetimiz buna izin vermez. 
Nurettin Durman:  Bu gece bir muhasebe oldu, kendimizi sınamak oldu. 28 Şubat’ta yalnız Müslümanlara kaldı ve kimsenin umurunda olmadı. Bunun en büyük ceremesini de genç kızlar çekti.   

URLA’DAN TÜRKİYE’YE BAKMAK !, Özcan PEHLİVANOĞLU

URLA’DAN TÜRKİYE’YE BAKMAK !
Bir dikili ağacım olduğu için biraz Urla’lı sayılırım. Hem bu aralar Urla’ya sık sık gidiyorum. Meşhur“Urla Villaları”da hepimizin dilinde! Bunun için rahatlıkla söyleyebilirim ki; Urla’yı ve Urla’da olup bitenleri görmek Türkiye’yi görmek gibidir...
Urla’ya geçtiğimiz günlerde siyasi propaganda yapmak için gelen HDP – BDP – PKK’lılara bir grup niye saldırmıştır?
Bu sorunun cevabı, daha sonra bu saldırının karşılığını vermek üzere Urla’ya gelen ve Urla’ya güvenlik güçlerince sokulmayan ırkçı bölücü grubun attığı sloganlar ve yaptıklarında gizlidir. Nedir bu sloganlar: “Urla’nın hesabı sorulacak”, “Urla Ovası PKK yuvası”, “Biji serok Apo”, “Dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan”... Bunlarda yetmemiş gibi bu grup, Güzelbahçe’de bir askeri aracı durdurmuş ve içindeki üç askeri darp ederek yaralamış ve araca zarar vermiştir.
BDP son günlerde 30 Mart sonrası özerklikten bahsetmektedir. Ancak bölücüler ve yandaşları ülke sathına yayılmış olduklarından, menfaatlerine gelmeyeceği için bu özerkliği en yetkili ağızlarından “bizim bölgemiz bize, Türkiye hepimize” formülü ile izah etmeye başlamışlardır.
Bütün bunlara karşı, aslan yürekli iktidarımız sus pus vaziyettedir. Cumhuriyetin Savcıları ise ne ile meşguldür? onu da bilemiyoruz. Valiler, kaymakamlar, emniyet ve nihayet “Şanlı Türk Ordusu” ne düşünür ne yapar kamuoyuna yansımadığı için bunlardan da haberimiz yoktur.
Irkçı – bölücü pkk yandaşlarının yaptıkları, sadece Urla ile sınırlı kalsa, olan biteni normal karşılayacağız. Ancak bölücülerin yerleştiği her vatan toprağı, benzer durumda ve tahrik altındadır. Irkçı bölücüler, her yerde halkı tahrik ve taciz etmekte, toprağını zorla elinden almaya çalışmakta, ticaret kapılarını ele geçirmekte, kadınlara ve kızlara taciz ve tecavüze yeltenmekte son söz olarakta Türkiye’nin sahibi olduklarını vurgulamaktadırlar.
Uzaktan ahkam kesmek ve tahriklere kapılmayın demek doğrudur ancak en kolay yoldur. Gelin bakalım siz Urla’da yaşayında, bütün bu olup bitenler karşısında tahrik olmayın!
Urla’lı bir gencin köyünde yaşanan hikaye ve Menemen’in Asarlık Mahallesi’nde geçen bir olayı anlatayım da halimizi görün...
Köyün ismini vermeyeceğim. Bize bunları anlatan Urla’lı genç köyün kahvesinde kendilerinin devamlı birbirlerine düştüklerini ve aralarında parti kavgası yaptıklarını buna karşı köye yerleşen 3 – 5 bölücünün bu kavgaları ve anlaşmazlıkları sessizce ve bıyık altından gülerek izlediklerini söyledi. Ve “biz parçalanıyoruz o üç beş kişi köyümüze hakim oluyor” dedi. Genelde yurt sathında olan budur...
Menemen’deki hadisenin tarafı ise benim bir yakınım. Asarlık bölgesindeki arsasını satmak isteyince kendisine değerin neredeyse onda biri teklif edildi. “Olur mu hiç?” diye itiraz edince de aldığı cevap çok ilginçti; “Satıyorsan sat, yarın bu parayı da bulamazsın. Sen galiba buranın Kürdistan olduğunu bilmiyorsun?”.
Yine Menemen’de tapunun önünde işlerin tamamlanması için beklerken yanımdaki avukat arkadaşa sormuştum: “Buralarda durum nasıl?” diye tam o sırada bölücü dört kişi, bir vatandaşı herkesin ortasında tekme tokat tapuya sokmaya çalışıyor “atacaksın imzayı” diye tehdit ediyordu. O da bana cevaben “İşte gördüğün gibi!” dedi...
Türkiye sathındaki örneklerle, bunları çoğaltmak mümkün. Ya ülkemizin doğu ve güneydoğusunda pkk’nın insafına terk edilmiş vatandaşımız ne yapsın?
Türk Milleti mualesef ırkçı bölücü teröre karşı sokakta, devleti ve iktidarı tarafından yanlız bırakılmıştır. Belki de bu yanlızlık bazıları tarafından Türkiye; Irak, Suriye, Mısır, Ukrayna gibi olsun diye bilerek ve isteyerek yapılmıştır. Ama önemli olan böyle bir tablonun öyle veya böyle ortaya çıkmış olmasıdır.
Peki Urla özelinde olduğu gibi, Türk Milleti; kendisini sokakta yaşayamaz hale getiren, ticaretini engelleyen, malına el koyan, döven, söven ve öldüren, namusuna ve şerefine uzanan bölücü terör karşısında ne yapmalıdır?
Bu şerefsizliğe, zulüme, haksızlığa göz yumup; başını öne eğip geçip gitmelimidir?
Beyler! Siz Urla’lıdan ve Türk Milletinden çok şey istiyorsunuz. Benim tanıdığım Urla’lı ne de Türk Milleti böyle bir şeye razı olmaz. Onun için gelin yol yakınken devlet devletliğini, iktidar da iktidarlığını bilsin... Bunun yanında herkes de millet şuuruyla Türkiye Cumhuriyeti topraklarının Türk Milletine ait olduğunu bilecek ve dizini kırıp insan gibi oturup, insan gibi yaşayacaktır. 
Aksi halde herşey Türk Milleti için meşrudur...

ozcanpehlivanoglu@yahoo.com

HÜSEYİN LÂPTALI, KKTC, "GÖLGE ETMESİNLER; BAŞKA İHSAN İSTEMEZ…"

Kıbrıs Mektubu 1105
GÖLGE ETMESİNLER; 
BAŞKA İHSAN İSTEMEZ…
Libya’da, Yemen’de, Ortadoğu’da, Balkanlarda ve de Çanakkale’de savaş üstüne savaş yaşayan, Anadolu İhtilali (İstiklal Savaşı) ile iyice yorgun ve bitkin düşen Türk Ulusunun bütün dikkati Türkiye Cumhuriyeti’ni güçlendirilme yönünde idi.
Lozan Antlaşması ile İngilizler Kıbrıs’ın mutlak sahibi olunca, Doğu Akdeniz’de denge kurulmuş sanılıyordu. Ancak bu denge Kıbrıslı Türklerin varlığının, milli kimliğinin ve milli kültürlerinin korunmasına bağlıydı. Bu zorunluluktan dolayı ada Türkleri sahipsiz ve ilgisiz bırakılmamalıydı. Yüce Atatürk’ün düşünceleri böyleydi.
Üstelik, 1800’lerin başından beri genişlemesini sürdüren Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması yönünde Ada’da Türklere ve İngiliz idaresine karşı katliamlar, isyanlar dahil her türlü eyleme başvuruyorlardı. Esasında artık Türklerin iki düşmanı vardı. Rumlar ve İngilizler…  
Ada’nın stratejik öneminden dolayı İngilizler, Rum isteklerine karşı çıkıyor, gerektiğinde Türkleri ileri sürerek Ada nüfusunun yalnız Rumlardan oluşmadığını hatırlatıyorlardı. Bu durumda Türkler Rumların affedilmez hedefi haline geldi.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1930’lu yıllarda Antalya Bölgesinde konusu; “muhtemel bir düşman kuvvetinin bölgeyi işgal ettiği” varsayımına dayanan tatbikatında Atatürk’ün subaylara söylediği şu sözler çok anlamlıdır.             
““Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece bu bölgenin ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu Ada bizim için çok önemlidir.”
Şimdilerde değişen ne var ki?
Ada’da meydana gelen 1931 Rum isyanlarından sonra Ankara’ya gelen ve kurulacak olan mukavemet hareketi için yardım isteyen bir Kıbrıs Türk heyetine Atatürk’ün o günlerin zor ekonomik koşulları altında büyük destek ve maddi yardımda bulunması, Kıbrıs’a verdiği bu anlamlı düşüncenin önemli göstergesidir. 
Kıbrıs’ın Türkiye Cumhuriyeti için büyük stratejik önemi, Yüce Atatürk tarafından göz önünde bulundurulmuştur.
Bu bakımdan Atatürk döneminde o günlerin tüm imkansızlıklarına, maddi sorunlarına ve ulaşım zorluklarına karşın geliştirilen kültürel ve sportif ilişkilerle Kıbrıs Türkleri arasında milli bilinç güçlü tutulmuştur. Bu güçlü destek “Bir gün Türkiye gelecek bizi kurtaracak” umut gücüne güç katıyordu.  
Kıbrıslı Türk gençlerinin eğitimi için özel burslar verilmiş, Türk basınına dahi örtülü ödenekten destek sağlanmıştır. Onca önemli dünya ülkesi öncelik taşırken, yeni Türkiye’nin o yokluk ve fakirlik günlerinde, Kıbrıs’ta derhal konsolosluk açılmıştır. Sonra ne oldu?
1 Nisan 1955’de kurulan ve Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakından başka maksadı olmayan EOKA tedhiş örgütünün yemini “Önce İngilizler Ada’dan sürülecek, sonra Türkler temizlenecek” şeklinde idi.
Bu tarihten 1974 Mutlu Barış Harekatına kadar Kıbrıs Türk’ünün Vahşi Batı desteğindeki Rum Yunan ikilisi ile kan ve göz yaşı arasında şehitler vere vere boğuşması bizlere, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni (KKTC) teslim etmiştir.
Ey Kıbrıs Türk İstikbalinin evladı, sakın ha!..
Müzmin Kıbrıs Meselesini çözdüm diyebilmek için, sürdürülen Kıbrıs Müzakerelerini dikkate alma… Memleketine sahip çık… Erdoğan hükümeti düştüğü bataklıktan önce kendini kurtarsın. Sana, şehit, kan ve gözyaşı ile teslim edilen KKTC senin evindir. Gölge etmesinler, başka ihsan istemez…  
Hoşça kalınız. 27 Şubat 2014,
Hüseyin LAPTALI,

22 Şubat 2014 Cumartesi

Kanuni Sultan Süleyman 8 oğlunun 7'sinin ölümümü'ne şahit oldu!

Kanuni Sultan Süleyman 8 oğlunun 7'sinin ölümümüne şahit oldu!
Nakleden: Zekeriya TÜMER
Muhteşem Yüzyıl dizisi ile tarih bir kez daha sayfa sayfa açıldıç. Kanuni, Sultan Süleyman'ın oğlu Mustafa'yı öldürtmesi yürekleri dağlarken, aslında onun bu acıyı daha sonra Şehazde Bayezıd ve torunlarında da yaşadığı ortaya çıktı. Fakat Kanuni Sultan Süleyman hayattayken 7 oğlunun ölümüne şahit olmuş biridir. 2 çocuğunu kendi öldürtmüş,diğerleri de başka sebeplerle genç yaşta kaybetmiştir
Bir sihirli söz düşünün, kılıç olup başlarda gezen, yine aynı söz ki tek hamlede savaşlar kesen. Ne taht bırakan, ne baht, kendinden gayri. Ama kader ağlarını o sözün sahibine öyle bir örüyor ki, o meş'um kelime zaman geliyor evlâtlarının başını gövdesinden alıyor. Kendi diliyle yağ ile balını ağulu aş ediyor efendisine.
Hiçbir Osmanlı padişahına nasib olmamış olan 46 yıl gibi uzun bir süre cihana hükmeden Muhteşem Süleyman, ne yazık ki bu yarım asırlık dönemi, acıların en büyüğü olan evlât acılarıyla geçirmiş, sekiz oğlundan yedisinin ölümüne şahit olmuştu. Bunlardan Murad, Mahmud ve Abdullah henüz çocuk yaşta gözlerini hayata yumarken, nur-i ayini şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed ile, ömrünü sırtına yüklediği gam yükü ile geçiren Cihangir, gençlik çağında hayatının baharında toprağa gark olan taze fidanlar misali göçüp gitmişlerdi.
ZEKERİYA TÜMER
ULUSAL HABER
Ulu Sultan, geriye kalan oğullarından yüce gönüllü yiğit alperenler, Mustafa ve Bayezid'in öldürülmesi için nişan-ı şerif-i alişan hükmünü kendisi vermek zorunda kalmıştı da, koca cihanın mülkü en gerideki tek oğlan Sarı Selim'e kala kalmıştı. 
Görüldüğü gibi, kader bir yandan gülsüz, çemensiz, lâlesiz bir baharın hükmünü verirken, çiçeksiz, lâlesiz kalan bu çemenzârın bülbülünü avlamak görevini de maalesef nizam-ı âlem uğruna yaslı babaya vermişti.
Oysa, oğullarının ikbali penceresinden ne hayaller kurmuştu koca sultan. Özellikle Şehzade Mehmed'i, diğer kardeşlerinden apayrı tutmuş, onun eğitiminden gelişmesine dek her anını özenle izlemişti. Genişleyen imparatorluğu, istidat gördüğü bu şehzadesinin yönetmesini istiyordu çünki. Bu emelini gerçekleştirmek için de 22 yaşına geldiğinde onu sultanlığa giden basamak olan Manisa Valiliği'ne atamıştı.
Ne var ki, hayallerini bitiren acı haberi aldığında takvimler hicri 950 milâdî 1543 senesini gösteriyordu. Macaristan seferinin muzaffer komutanı (Estergon seferi olarak da anılır) dönüş yolunda Belgrad menzilinde almıştı kara haberi. Dört kıt'aya yayılan zafernamenin muştusuyla Osmanlı coğrafyasında bayram yaşanırken, 'şehzade-i güzin'in ölüm haberi uğrak yeri Belgrad'ı koca sultana zindan etmişti. Gözbebeği Mehmed'i, çiçek hastalığından ölmüştü. Bütün menzilleri yıldırım hızıyla aşıp geçmiş, İstanbul'a ulaştığında şehzadesinin tabutuna kapanıp iki saat ağlamıştı.
Padişahla birlikte Şehr-i İstanbul dahi yasa boğulmuş da, esnaf üç gün kepenklerini açmamıştı. Kırk gün boyunca oğlunun kabrini ziyaret eden Pâdişâh-ı âlem-penâh 40 günün sonunda, Mimar Sinan'ı huzuruna çağırıp "Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'im Merkad-i Sultan Mehemmed bad Firdevs-i ebed". Mısrasıyla tarih düşürdüğü merhum necabetlû şehzade hazretlerinin hatırasını yad edecek bir cami ve medresenin yapım emrini vermişti.
Muhteşem Süleyman'ın muhteşem mimarı evlât acısıyla inleyen bir yüreğin nağmelerini taşlara ustalıkla işlemişti. Yaslı babanın toprağa verdiği civanına yaktığı ağıt Şehzade Camii ve külliyesi adıyla tecessüm etmiş heybetli bir yalnızlığa ve ağırbaşlı bir sükunete bürünmüştü. Babanın hüznü de inancından aldığı destek ve caminin külliyesindeki işlenen sadaka-i cariyelerle her geçen gün biraz daha hafifleyerek sönmeye yüz tutmuştu.
Zaman her acının olduğu gibi evlât acısının da en tesirli ilacıydı elbette. Dindirmese de hafifletici etkisi muhakkaktı. Şehzade Mehmed'in ölümünün üzerinden tam 10 yıl geçmişti. Doğu'dan batıya sürekli seferler ve her seferde kazanılan yeni zaferlerle geçen 10 koca yıl.
Ama Nevruzla birlikte başlayan sefer hazırlıkları yeni bir evlât acısının, taze bir yürek yangınının da habercisi gibiydi adeta. İran üzerine sefere çıkan muhteşem Süleyman sefere iştirak etmek üzere Konya ovasında orduya iltihak eden Amasya Valisi güzünün nuru, ferzend-i şehriyari şehzade Mustafa'nın ölüm emrini vermek zorunda kalacaktı. Bu diğerinden daha zor bir ölümdü elbette. Şehzade Mehmed ecel cellâdının ellerinde can verirken, padişah tarümar olan tahammül mülkünün enkazından tevekkül sığınağında bulmuştu kurtuluşu. Ama bu başkaydı, öz evladının celladı olmak başkaydı. Nasıl bir duyguydu ki yürek dayansın. En acımasız insanın bile ciğerlerini yangın yerine çeviren, akıl muvazenesinin zembereğini yerinden söküp alan bir durumla karşı karşıya idi şimdi cihanın kudretli padişahı. Ama fitne ateşi yanmıştı bir kez. Nizam-ı alem için ya söndürülecekti ya da o yangında cihan hakimiyeti mefkuresi kül olup gidecekti. Emrem Yunus'un söz ola kese başı dediği hakikat Ereğli Ova'sında tecelli edecekti.
Neydi Koca Sultan'ı henüz Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'inin acısı sönmeden yeni bir acıya kendi eliyle gark eden sözün sırrı. İktidar mı, ihtiras mı, yoksa "füsun-ı fitneye geldik ey behzad neylersin" diyen şairin dizelerinde hayat bulan "ateş-i Suzan" mı?
Nedir insanın evladını öldürtecek kadar tahrik eden bu efsunkâr sır? Elbette tarih denilen mazinin derelerinde akan sularda insan bedeni birden fazla yıkanamadığı için tahlil beyanında oldukça müşkil bir ameliyedir bu sırra vakıf olmak.
Ne var ki levh-i mahfuz açılmadan vakıf olunamayacak sırların künhüne vakıf olmak bütünüyle mümkün görünmese de zaman tünelinde hayalen olsun yapılacak bir yolculuk bazı gerçeklerin insan zihnindeki bulanık noktaları tebellür edeceği de bir vakıadır. Bu anlamda görünürde her ne kadar devlet-i ebed müddet ve nizâm-ı âlem için siyâseten katl caizdir fetvası muktezasınca bu ölümler gerçekleştirilmişse de gerçekte olayların arkasındaki sırrı anlamaya giden yol hadiselerin seyrini iyi takip etmeye vabestedir. Bu meyanda nedenlere nasıllardan varmak mümkün olduğundan yolumuzu aydınlatacak soruların cevabı da nedenlerden ziyade nasıllarda gizlidir.
Buna göre tümdengelimci bir yaklaşım geliştirmek doğru hükümleri bütüncül bir bakış açısıyla yakalamak açısından oldukça önemlidir. Yine sır perdesini aralama yönünde geliştirilen empatik yaklaşımın ataerkil bir karakter arz etmesi de sebebten ziyade sonuca tesir eden etkenleri eksik ya da yanlış anlamanın bir başka nedenidir. Oysa olaylara sadece baba şefkati açısından bakmak yerine bir de anne zaviyesinden bakılsa Şehzâde Mustafa ile devam eden bir dizi evlât katillerinin nedeninin de Fatih Sultan Mehmed'in Osmanlı Devlet yönetiminin temel esaslarını belirlediği ve kendisinden sonra asırlarca uygulanan meşhur kânun-nâmesinde bulunan 'her pâdişah tahta çıktığında erkek kardeşlerini öldürür' hükmü olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu noktada Şehzâde Mustafa'nın Kardeş katli kanunu gereği kardeşlerince öldürülmemiş olmasına rağmen ölümünün bu kanuna dayandırılmasının nedeni sorgulanabilir evvel emirde. Bu sorgu bizi tahta çıktığında kardeşlerini öldürme ihtimali şehzade Mustafa'nın hazin sonunu hazırladığı yargısına ulaştıracak ve son tahlilde genç şehzade bir üvey annenin oğullarını kaybetme korkusuyla hazırlanan Hürrem ve Rüstem ortak yapımı bir entrikanın kurbanı olacaktır.
Yine söz konusu kanun Fatih döneminde hazırlanmasına rağmen neden Hürrem Sultan'a kadar geçen dönemde böyle bir şey olmamış ta Hürrem bu işi başlatmış sorusu akla gelebilir.
Bu sorunun gayet yalın bir cevabı vardır. Hürrem kadar güçlü ve tesirli olmadıklarından naşi, Hürrem Sultan'a gelinceye değin saray kadınları çocuklarının ölümü noktasında müdahil rol oynamamış, teslimiyetçi bir tavır takınmışlardı. Hürrem Sultan ise kendisinden önce gelen şehzâde annelerinin mütevekkil tavırlarının aksine oğullarının katline engel olmak için her türlü desiseye başvurmuş, kimi zaman zekâsını, kimi zaman da kadınlığını ustalıkla kullanarak seferden sefere koşarken yollarda yaşlanan Kânunî'yi aşkıyla, yörüngesine almağı başarmıştı.
Cariye olarak geldiği sarayda Haseki Sultanlığa kadar yükselen Hurrem, dirayetli bir devlet adamı olmasının yanında oldukça duygusal bir yapıya sahip olan Kânunî'nin ruh halini çok iyi tesbit etmiş, diğer saray kadınlarının başaramadığı şeyi başararak cihana hükmeden ama kalbine hükmedemeyen bu melankolik hünkârın yüreğindeki boşluğu ona sunduğu sevgisiyle doldurmuştu. Şair ruhlu koca sultanın kalbine mukabil bir kalp olmuştu Hürrem'in kalbi. Her iki taraf da böylece sevgilerini, aşklarını, şevklerini değiştirip, lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve kederli anlarda da birbirlerine yardımcı olup, destek verir hale gelmişlerdi.
Hürrem'le geçirdiği saatlerde cihanın gam ve kederinden kurtulup teneffüs ruhuna nefes aldıran koca sultan kâh Doğu'ya kâh Batı'ya uzayıp giden yorucu ve kasvetli seferlerinde de Hürrem'den aldığı mektuplarla teselli buluyordu.
"Ey Sabâ Sultânuma zâr u perîşân diyesin
Gül yüzünsüz işi bülbül gibi efgân diyesin"
diye başlayan şiirler yaşlı pâdişahın kalbini ateşliyor. Hürrem'in vuslatının arzusuyla yanıp tutuşan, Muhibbi ruhunu ihtizaza getiren bu iştiyakı
"Nâmeler gelse kaçan İstanbul-ı âbâddan
Bûy-ı zülfini seher-geh aluram Bağdad'dan"
dizeleriyle dile getiriyordu.
İşte, Hürrem Sultan yukarıdaki dizelerden de anlaşılacağı üzere böylesi bir aşkla kendisine bağladığı cihanı titreten kudretli pâdişaha istediğini yaptırmak için, işe Şehzâde Mustafa'nın kendisini tahttan indirmek için hazırlıklar yaptığı yolunda dedikodular yayarak başladı. Bu dedikodular oğlunun ortadan kaldırılacağı korkusunu yüreğinde hisseden bir başka anneyi harekete geçirmişti ki bu da oyunun bir parçası idi. Babası Yavuz Sultan Selim'in dedesi Bayezid'i tahttan indirmesi olayının kendi başına gelmesi gibi bir evhamla, Kânunî'nin bu dedikodudan etkileneceği ve bu korkuyla onu ortadan kaldıracağı korkusuna kapılan Mustafa'nın annesi Mahidevran, galeyana gelerek dedikoduyu çıkaran Hürrem'e saldırınca, Hürrem'in de isteği olmuştu. Pâdişah Mahidevran'ı çiçeğine saldıran bir yabani gibi telâkki edip o sırada Kütahya Valisi olan oğlu Şehzâde Mustafa'nın yanına gönderince Hürrem sarayda rakipsiz kalmış ve Kanunî'nin nezdindeki itibarını hızla artırarak "Haseki Sultan"lık mertebesine kadar ulaşmıştı.
Aradan geçen yıllar bir yandan savaşçı, cesur ve atak kişiliği ile dedesi Yavuz Sultan Selim'e benzeyen Şehzade Mustafa'nın Anadolu'daki Türkmen aşiretleri ve askerler arasında sempati halesi genişlemesine vesile olurken, diğer yandan çocuklarının isitikbali açısından Hürrem'in giderek artan korkusunu da beraberinde getirmişti. Bu sırada Mustafa önce Manisa'ya daha sonra Amasya'ya oradan da son alarak Konya'ya vali olarak atanmış olan Mustafa'nın buralardaki askerler ve halk arasındaki etkinliği Kütahya'dan aşağı kalmamış, sevilen ve saygı duyulan karizmatik kişiliğinin etrafındaki yandaşları her geçen gün artmıştır.
Bu sırada sadrazamlık görevinde bulunan Rüstem Paşa, Hürrem Sultan'a yakınlığı ile tanınmaktadır. Kânunî Sultan Süleyman'ın Hürrem'den doğma kızı Mihrimah Sultan ile evlenmiş, bu evlilik Paşa'nın Hürrem Sultan'a yakınlaşmasına sebep olurken, Mustafa'nın taraftarı İbrahim Paşa'yı öldürten Hürrem'in de evlâtlarını koruma ve tahta çıkarma uğruna çevirdiği entrikalar için uygun bir piyon bulmasını sağlamıştır.
Nitekim öyle de olmuş Hürrem, Mihrimah ve Rüstem üçlüsü Şehzâde Mustafa'nın ağzıyla Şah Tahmasb'a bir mektup yazarak Kânunî Sultan Süleyman'a karşı işbirliği teklif etmişler, bu teklife Şah'ın verdiği olumlu cevabı getiren elçiyi yolda yakalatan Rüstem Paşa mektubu Şehzâde Mustafa'nın bağîliğine delil olarak doğrudan pâdişaha göndermiş, pâdişah da bu mektup üzerine Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırmak için kesin kararını vermiştir. Kararı uygulamak için, plan gereği İran seferini bahane ederek, Konya Ovasında orduya katılan Mustafa'nın işi oracıkta bitirilecektir. Celalzade Mustafa, pâdişahın hasta olmasına rağmen İran Seferine, Hürrem Sultan ve Vezir-i A'zam Rüstem Paşa'nın tahrikleri sonucu Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırmak ve Anadolu'da gelişen olayları yerinde görüp düzeni sağlamak niyetiyle çıktığını söyler.
Şah Tahmasb'ın önce Biga Sancakbeyi Mahmud Bey'e mektup gönderip sulh istemesi, arkasından da Seyyid Şemseddin Dilicani aracılığı ile özür dilemesine rağmen Pâdişah'ın bu sefere bizzat çıkması Anadolu'nun dirliğini sağlamak için Şehzâdenin ortadan kalkması gerekliliğine inandığı ve bunu bizzat uygulamak için kararlı olduğunu göstermektedir. 18 Ramazan 960 / 28 Ağustos 1553'te yola çıkan pâdişah Ramazan Bayramı'nı Yenişehir'de geçirdikten sonra 26 Şevval / 5 Ekim 1553'te Konya-Ereğli civarındaki Aköyük (Akdepe) menziline gelmiştir.
Şehzâde Mustafa Ereğli Ovasında konaklayan babasının elini öpmek üzere girdiği çadırında babası yerine dilsiz cellâtlar ile karşılaşmış ve bu cellatlar tarafından boğularak öldürülmüştür. Yavuz'un bu yiğit torunu üzerine çullanan yedi dilsizden kurtulmayı başarıp babasına doğru koşarken saray hademelerinden Zal Mahmud Ağa'nın arkadan saldırması sonucu yere yıkılır ve oracıkta boğulup cesedi çadırın önüne asılmıştır.
Bu yiğit civanmerte gönül bağlayan yeniçeriler Taşlıcalı Yahya'nın
"Meded, meded ki cihanın yıkıldı bir yanı/
Ecel Celâlileri aldı Mustafa Han'ı"
beytiyle başlayan mersiyesini okuyarak teselli bulmuşlar. Ama 60 yaşındaki koca sultan 39 yaşındaki oğlunun acısını içine gömmek zorundaydı. Öyle de yaptı, ya da yapmış gibi davrandı. Devlet işinde acz yakışmazdı Osmanlı sultanına. Ağlamak yoktu. Ama yüreği Karacaahmet olmuştu adeta. Paramparça permiperişan bir yürek.
Cihan padişahının evlât acısı açısından kara yazgısı bitmemiş, bu sefer Mustafa'nın katliyle dağlanan yüreğindeki yangın sefer sırasında yanından ayırmadığı şehzade Cihangir'in ölümüyle katmerleşmiştir.
Şehzâde Cihangir rûhen, duygusal bir karaktere; fiziksel olarak da zayıf bir yapıya sahip idi. Doğuştan kambur olarak dünyaya gelen Cihangir için babası, dünyayı sırtında taşıyan anlamına gelen Cihangir ismini vermişti. İyi bir eğitim alan Cihangir de diğer kardeşleri gibi aruz veznini ustaca kullanarak şiir yazma yeteneğine sahip idi. Cihangir, bu sebeple ağabeyi Mustafa'nın cellatlar tarafından öldürülmesine çok üzülmüş ve ağabeyinin çadırın önünde asılı duran cesedinin görüntüsü onun hassas kalbini derinden yaralamıştı. Ereğli yakınlarında hastalanan Cihangir, babası ile birlikte Halep'e kadar gitmiş, yol boyunca hastalığı şiddetlenen genç Şehzâde burada babasının kollarında son nefesini vermiştir. 27 Kasım 1553'te vefat eden Şehzâdenin cenazesi İstanbul'a gönderilmiş ve Şehzâde Mehmed Camiinin haziresindeki türbede ağabeyi Mehmed'in yanına defnedilmiştir.
Sefer sırasında tutulan ruznâme kayıtları arasında insanı dilhûn eden bir kayıt var ki, zikretmeden geçemeyeceğim. Bu kayıda göre, ölümünden bir gün önce Şehzâde Cihangir'e dolama alımı için ayrılan parayla tabutunun örtüsüne kumaş alındığı anlaşılmaktadır. Kader işte.
Topkapı Sarayının pencerelerden bakınca masal gibi bir hayat. Ah bir de içeriye girince, saadet denen şeyi yakalamaya hiçbir zaman gücü yetmemiş bir padişah görüyor insan, gerçekte. Çekilen çileler, her yenilen vurgunda gönülde açılan yaraları daha da büyütmekte, acılar tam hafifledi derken, yeni bir fitne ateşi ile yeniden alevlenmektedir. Bir babanın akıllara durgunluk veren evlâdını öldürme kararı gibi en radikal tedbirler bile taht kavgası için fitillenen fitne ateşinin 5 sene sonra yeniden alevlenmesine engel olamamıştı.
Bu kez ateşin efsununun yeni kurbanı olan Şehzade Bayezid idi. 1558'de Kütahya'dan Amasya Valiliğine nakledilince kendisinin yerine Şehzade Selim'in taht varisi olarak seçildiği vehmine kapılarak babasına karşı isyan bayrağını açmış, üzerine gönderilen ordunun başındaki kardeşi Selim ile Konya Ovasında yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine de ordusuyla beraber İran'a sığınmak zorunda kalmıştı. Kalmıştı kalmasına, lâkin hatasını da çok geçmeden anlamış, iş işten geçmiş ve ok yaydan çıkmıştı bir kere. Baba ile oğul ilişkisinde sözün bittiği yerde, af dilemek için kaleme aldığı aşağıdaki manzum mektup her şeyi açıklıyor.
Ey ser-a-ser âleme Sultan Süleymanum baba
Tende cânum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultânum baba
Enbiyâ ser-defteri ya'ni ki Adem hakkıçün
Hem dahi Mûsi ile İsi-i Meryem hakkıçün
Kâinâtun serveri ol Rûh-ı A'zam hakkıçün
Bi-günâham Hak bilür devletlü sultânum baba
Sanki Mecnûnam dağlar başı oldı durak
Ayrılup bi'l-cümle mâl ü mülkden düşdüm ırak
Dökerem göz yaşını vâ-hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Kim sana arz eyleye hâlim eyâ şâh-ı kerîm
Anadan kardaşlarımdan ayrılup kaldum yetîm
Yok benüm bir zerre isyânum sana Hakdur alîm
Bi-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Bir nice masumun olduğun şehâ bilmez misün
Anların kanına girmekden hazer kılmaz mısun
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Hak Taâlâ kim cihanun şâhı itmişdür seni
Öldürüp ben kulunı güldürme şâhum düşmeni
Gözlerüm nurı oğullarumdan ayırma beni
Bî günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Tutalum iki elüm başdan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse nola
Bâyezid'ün suçını bağışla kıyma bu kula
Bî günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Yukarıdaki manzum mektubu okuyan Sultan'ın feleği şaşar, aklı ile gönlü arasındaki derin uçurumun başında ağlayan bir oğulun cellâdına yalvarışlarını hisseder yaralı yüreğinde. Babalık ve cellâtlık arasındaki uçurumun mesafesini ince bir çizgi haline getiren karar aşamasında geceleri kâbuslarla bölünür uykuları. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe düsturu sultanlıkla pederlik arasında yaşadığı paradokstur onun için. Nihayet alır eline kalemi, adeta "tut ellerimden baba tut, Uçurumun kenarındayım...itildim, düştüm düşeceğim" diye inleyen oğlunun manzum mektubuna mukabil yine bir o kadar ustalıkla verir manzum cevabını.
Ey dem-a-dem mazhar-ı tugyân u isyânum oğul
Takmayan boynına hergiz tavk-ı fermânum oğul
Ben kıyar mıydum sana ey Bâyezid hânum oğul
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a'zam hakkıçün
Nûh ü İbrahim ü Mûsi İbn-i Meryem hakkıçün
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet Fahr-ı Âlem hakkıçün
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Adem adın itmeyen Mecnûna sahralar durak
Kurb-ı tâatdan kaçanlar dâima düşer ırak
Tan degüldür dir isen vâ hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Neş'et-i Hakdur nübüvvet râm olan olur kerîm
"Lâtekul üf" kavlini inkâr iden kalur yetîm
Tâata isyâna alîmdür Hudâvend-i Kerîm
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Rahm u şefkat zîb-i îmân olduğın bilmez misün
Yâ dem-i masûmı dökmekden hazer kılmaz mısun
Abdi âzâd ile Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Hak reâyâ-yı muti'e râi itmişdür beni
İsterem mağlûb idem agnama zib-i düşmeni
Hâşâlillah öldürürsem bî-güneh nâgâh seni
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Tutalum iki elüm başdan başa kanda ola
Çünki istiğfâr idersün biz de afv itsek nola
Bâyezidüm suçını bağışlaram gelsen yola
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Okurken bile insanın içini sızlatan, yüreğini yakan mektubun sonundan da anlaşılacağı üzere Bayezid'i affetmek istemiş, ancak bilinen sonu engelleyememişti. Tarih kitaplarında melankolik tabiatlı, şair yaratılışlı iyiliği seven, zeki, mütevazı ve cesur bir kişi olarak nitelendirilen Bayezid'in, ağabeyi Mustafa'ya benzeyen hazin sonu, yaşlı babasının kurumuş olan göz pınarlarından süzülemeyen yaşları içine akıtmasına sebep olmuştu. Şöyle sarılamamıştı tabutuna Mehmed'ininkine sarıldığı gibi. "Aslanlarım" deyişi Topkapı Sarayının duvarlarında yansıyamamıştı, ama yüreğinde yankılanıyordu adeta. Duymasını istiyordu belki de ciğerparesinin.
Ama nafile.. Çok uzaklarda Sivas vilayetinin surlarının dışındaki Melik-i Acem türbesine defnedilen civanının ve dünya tatlısı torunlarının öpemedi cansız yanaklarından ve ellerinden. Son kez sarılamadı tabutlarına doya doya.. Şöyle kucaklayamadı ölümüne. Ağlayamadı arkalarından. Adını söyleyemedi şöyle bağıra bağıra. Şöyle bir haykıramadı; "Güle güle oğlum" diye. Bu kadar mı acı verirdi, bu kadar mı yakardı. Yaktı, kül etti, ama renk vermedi koca sultan. Acılara tutunarak yaşamayı çoktan öğrenmişti.
kaynak : os-ar.com

19 Şubat 2014 Çarşamba

İstanbul'un 1964 senesindeki hali (ACABA MI?...)‏ Serendip ALTINDAL

Ne mutlu ki, o günlerini gördüm İstanbul'un...
Nüfus 2 milyondu. İnsanlar birbirini tanır, selamlaşırdı. Halkı varlıklı değildi ama namuslu, ahlaklı ve saygılıydı. Muhafazakardı ama kimse kimseye dert olmazdı. Atatürk, Vatan Sevgisi ve Türk Bayrağı ortak ve sarsılmaz değerleriydi.
Yalan ve talan, yağma, soygun ve rant yoktu. İstanbul, içinde yaşayan halkındı.
BAŞARDILAR, YOKETTİLER BU GÜZELİM ŞEHRİ VE HALKINI... 
LÜTFEN TIK'LAYINIZ (aşağıda) VİDEO&FİLM

Resimlerle Türkiye'nin Markalaşması; ‏ Cihan Demirpençe, TURKISH AIRLINES









15 Şubat 2014 Cumartesi

DİKKAT!... Bu numara ararsa sakın açmayın! 444530-44424‏1

Açmamanız gereken yeni numaralar; 
444530* - 444241*
Şikayetvar’ın haberine göre: Son zamanlarda çığırından çıkan telefon dolandırıcılığının önüne geçilemiyor. Her gün farklı yöntem deneyen kötü niyetli kişiler, yüzlerce vatandaşı tuzağa düşürüyor. Çaresiz kalan tüketiciler ise dolandırılma yöntemlerini ve arayan numaraları deşifre ederek, önlem alınması için çaba gösteriyor.
"Hakkınızda yasal işlem başlatıldı”
Cep telefonu ya da sabit telefonları 444530* - 444241* numaralarından arayan dolandırıcılar, bir yıl önce sigorta yaptırdığınızı öne sürüyor ve ücretsiz deneme süresinin dolduğunu belirterek, para ödemeniz gerektiğini bildiriyor. Eğer gün içerisinde ödeme yapmazsanız hakkınızda yasal işlem başlatılacağını, bir sonraki telefon görüşmesini avukatlar ile yapacağınızı konuşmaya ekleyerek, gözdağı vermeye çalışıyor. Arayan kişilere inanan ve korkan vatandaşlar kredi kartı bilgilerini veriyor, hesaplarından 299 TL ücret kesiliyor.
Yapılan bütün uyarılara rağmen dolandırılan birçok vatandaşın olduğunu belirterek, ”bu oyuna kanmayın” uyarısı yapan tüketicilerin şikayetleri şöyle:
"Olmayan Sigorta İçin İcra Takibi Başlatacaklarmış”
"Bugün beni aradılar. Eğer ödeme yapmazsam 7000 TL icra takibi başlatacaklarını söylediler.. Bende yanımda kartım yok dedim, sonra aramadılar.”
"Yaptırmadığım Sigortanın Bedelini İstiyorlar”
"10/02/2014 tarihinde saat 18:07 'de 0212914...le başlayan telefonundan adının D.Ö. olduğunu belirten bir bayan 24/12/12 tarihinde sesli onayımla iki yıllık sigorta yaptırdığımı, ilk bir yılın ücretsiz olduğunu, diğer yılın 299 TL ücreti olduğunu belirterek kredi kartımın bilgilerini istedi, peşin mi yoksa taksitle mi ödeyeceğimi sordu. Ben kendisine böyle bir sesli onay vermek koşuluyla hiçbir şekilde sigorta yaptırmadığımı, madem borcum varsa kendilerinin, beni mahkemeye verip tahsil etmelerini söyledim.”
" 299 TL Borcunuz Var Diye Arıyor”
"08,02,2014 tarihinde saat 12' de arayıp Sağlık Bakanlığı’na ait kurumdan aradıklarını 2012 Ağustos ayında arandığımı ve telefonla sigortayı kabul ettiğimi söylediler. İlk 1 yıl ücretsiz, 2 yıl 299 TL borcum olduğunu, kart bilgilerim verildiğinde borcumun kapatılacağını, eğer hemen bilgileri verip ödemezsem 3 gün sonra avukat masrafı da ekleneceğini söyledi. Ben de inatlaştım telefon kaydını istedim, fakat bayan bana yüksek bir sesle müşterilerle en fazla 4 dakika görüştüklerini ama benim 11 dakika görüştüğümü belirterek daha fazla bilgi veremediklerin söyledi. Bulunduğum şehirde nereyle görüşeceğimi sorduğumda da böyle bir şey yok. Sizde kabul ettiniz mecbursunuz ödemeye dediler. Böyle bir işlem yapmadım tüm bilgilerim ellerinde.”

KAYNAK; Mynet Finans

14 Şubat 2014 Cuma

KEMALİST ATILIM BİRLİĞİ'NİN OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI...

KEMALİST ATILIM BİRLİĞİ'NİN OLAĞAN GENEL KURULU YAPILDI...

MANİFESTO

ATATÜRK, BAYAR, MENDERES VE DEMİREL ÇİZGİSİ
MUASIR MEDENİYET VE MİLLİ YAPININ BİLEŞKESİ
Türk İstiklal Savaşı dünya tarihine bir ilk …
Tarih boyunca Türk Milleti üzerinde değişik senaryolar uygulamaya kondu. Her senaryonun hedefi değişmiyor, sadece aktörleri ve yerli işbirlikçileri değişiyordu. Hedef, Türk varlığını bu coğrafyadan silmekti. Son ve tehlikeli senaryo 1. Dünya Savaşı sonrası “Sevr” adlı olanı idi.
Bu senaryo, Mustafa Kemal adında bir askerin ve liderin başlattığı Türk İstiklal Savaşı ile akamete uğratılacak ve emperyalizm “geldiği gibi gidecekti…” Öyle oldu, emperyalizm Anadolu topraklarından geldiği gibi gitti.
Bu öyle bir savaştı ki; bir milleti tarih sahnesinden silmeye yönelik ölümcül saldırıya, o millet yaşama azmi ile karşı koydu.
Bu öyle bir savaştı ki; dünyanın mazlum milletlerine istiklalin nefes almak kadar yaşamsal olduğunu gösterdi.
Bu öyle bir savaştı ki; toplumların birlik ve beraberlik içinde olabilirlerse “yedi düveli” yenebileceklerini gösterdi ve mazlumların kendilerine güvenmelerini sağladı.
Sonuç olarak Türk İstiklal Savaşı dünya tarihine bir ilk olarak kaydedildi… Celal BAYAR bu kutsal harbin Kuvayi Milliye komutanı, Galip Hocası idi
Ardından Mustafa Kemal ATATÜRK’ ün Türk aydınlanmasının kilometre taşlarını oluşturan büyük devrimleri ışığında toplumsal ve ekonomik kalkınma savaşı başladı.
Bir başka ifadeyle Türk insanının milli yapısı ile muasır medeniyetin oluşturduğu bileşke genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu felsefesi, temel düşüncesi haline geldi.
Bu dönemde BAYAR, ATATÜRK’ ün en yakınındaki kişilerden biri, ekonomiyi emanet ettiği İş bankası Genel Müdürü, İktisat Vekili ve Son Başbakanı idi.
Milli Yapı ve Muasır Medeniyet bileşkesi
ATATÜRK’ü kaybedişimizden ve peşinden gelen 2’nci Büyük Savaştan sonra Dünya yeni bir döneme girdi.
1946’da Mustafa Kemal Atatürk’ün formüle ettiği temel felsefe, demokratik rejime geçerken bu kez yine BAYAR’ ın liderliğinde yeniden yapılandırıldı.
Demokrat Parti felsefesi milli ve manevi değerlere saygıyı, ekonomi ve bilim temelinde kalkınmayı esas aldı. 1946-1960 arası dünyanın yeniden kuruluşuna sahne olurken genç Türkiye Cumhuriyeti açısından demokrasinin yerleştirilmeye çalışıldığı, milli hassasiyetlerin korunarak uluslararası gelişmelerin takip edildiği dönem oldu.
O dönem, etnik ve dini ayrım gözetilmeksizin Mustafa Kemal’in çizdiği yol haritasına uyulan bir dönemdi.
Demokrat Parti’nin en önemli varlık sebebi ise, Celal Bayar’ın Atatürk İçin söylediği, “seni sevmek milli bir ibadettir” cümlesi ile formüle edilmişti. Celal Bayar’ın Atatürk’ün mirasını gelecek nesillere aktarma misyonu olan “Milli Yapı ve Muasır Medeniyet bileşkesi,” süreç içinde Merkez sağ olarak adlandırıldı.
Bu misyon Adnan Menderes, Süleyman Demirel gibi liderlerle sürdürüldü.
Ve ne yazıktır ki sonraki dönemde bu miras kesintiye uğradı. Merkez sağı besleyen damarlar kesildi.
Ancak bir gerçek, özellikle bugün çok net olarak ortaya çıktı. Her ne kadar sahipsiz bırakılsa da, yaşam damarları kesilse de bu felsefe yaşamaya devam etti. Çok daha önemlisi, bugün Türkiye’ de ve bölgemizdeki son gelişmeler ışığında “Tek çözüm” olduğunu ispat etti.
Atatürk-Bayar ikilisinin şahsında vücut bulan, Menderes ve Demirel tarafından sürdürülen “Merkez Sağ” çizgi, yani “Milli yapı ve muasır medeniyet bileşkesi” tek çaredir.
ATATÜRK, BAYAR, MENDERES VE DEMİREL ÇİZGİSİ
Bu çizginin temsil ettiği düşüncede Türk-Kürt, Alevi Sünni veya bir başka isim altında ayrışma yoktur. Türkiye Cumhuriyeti bir bütün olarak kabul edilir, bu toprakları vatan yapan ve etnik-dini kökenlerine bakmaksızın, kefensiz toprağa düşen kınalı kuzuların yüzüsuyu hürmetine bu toprakların üzerinde yaşayanlar bu devletin eşit vatandaşları olarak görülür.
Bu çizgide felsefesinde Atatürk ve İslam birbirinin alternatifi değil, birbirini tamamlayan unsurdur.
Bu fikrin gücü, İstiklal Savaşı’nda Türk’ünü de Kürt’ünü de, Müslüman’ını da gayrimüslimini de tek bir ideal etrafında toplamayı başaran Atatürk’ten kaynaklanmaktadır.
Bu ideal; emperyalizme karşı vatan aşkıdır.
Bu ideal; Müslüman kimliğini koruyarak laik, çağdaş birey olabilme ilkesidir.
Bu ideal; Türkiye’ye sömürge anlayışı ile yaklaşan dönemin Dünya Bankası Türkiye temsilcisini ülkeden kovabilme iradesidir. Bütün ülkeyi bir baştan bir başa barajlarla, dumanı tüten fabrikalarla, altın başaklı tarlalarla, rafinerilerle, limanlarla donatma sevdasıdır
Bu ideal; Kıbrıs’taki Türkler’in haklarını koruyan anlaşmayı yaparak 1974’e imkan sağlayan milli duruştur.
Bu ideal; o dönemin şartları gereği NATO’ya girerken milli menfaatler gereği Avrasya politikalarını da geliştirme öngörüsüdür.
Bu ideal; Atatürk’ün çizdiği yol haritasında ilerleyerek, laik, demokratik yapısını koruyarak bölgesinde model ülke olabilme başarısıdır.
SONUÇ: Bugün merkez sağı besleyen damarların yeniden açılması gerekmektedir.Gaye bu ülke insanının milli ve manevi değerlerini kullanarak “geldikleri gibi gidenleri” geri çağırmak değil, o gidenlerin temsilcilerinin Türkiye önünde saygıyla eğilmelerini sağlamaktır. Bu toprakların genlerinde yeralan “hoşgörü, anlayış” kavramlarını yeniden hakim kılmak, “sabah namazı için sabahın köründe camiye gitmek için evinden çıkan ile sabahın köründe evine gitmek üzere meyhaneden çıkanın sokakta selamlaşacağı hoşgörü iklimini” yaratabilmektir.
Laik, demokratik, kalkınmış, yurtta ve dünyada barış ilkesi ilkesini hayata geçirmiş, mutlu ve huzurlu yurttaşları olmaktan kıvanç duyacağımız bir ülkeyi yeniden hayata geçirebilmektir.
Atatürk-Bayar felsefesinin bugünün şartlarına uyarlanarak yeniden hakim kılınması sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti için değil, dünyanın mazlum milletleri, İslam alemi ve İslam dini açısından da yaşamsal önem taşımaktadır.

10 Şubat 2014 Pazartesi

'Suriye’yi kaybetmemek için Şam’a asker diye Mevlevîler’i göndermiştik'

'Suriye’yi kaybetmemek için Şam’a asker diye Mevlevîler’i göndermiştik'
Murat Bardakçı yazdı
Birinci Dünya Savaşı’nın en hüzünlü hadiselerinden biri, askerin manevî hislerini arttırıp daha fazla cesaret vermek maksadıyla kurulan Mevlevî ve Bektaşî alayları idi. 1915’te binden fazla Mevlevî dervişi üniforma giydirilerek Şam’a, Bektaşî dervişleri de Kafkas cephesine gönderilmiş ama 1918’de yaşanan bozgundan sonra dervişlerin çoğundan bir daha haber alınamamıştı.
Türkiye ve dünya günlerden buyana merak içinde bekliyor: Suriye’ye müdahale yapılacak mı, yapılmayacak mı? Esed kalıcı mı, gidici mi? Gitmeyecek ise müdahale yapılıp da ne olacak? Şayet kalacak ise bundan sonra neler yaşanacak? Ve daha dünya kadar soru... Dünya gündeminin ilk sırasında bulunan Şam’ı, biz Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, 1 Ekim 1918’de İngilizler’e terketmek zorunda kalmıştık. 402 sene boyunca toprağımız olan ve İstanbul’dan giden valilerin idare ettiği Suriye vilâyeti o hafta elimizden tamamen çıkmış; önce İngiliz, sonra da Fransız hâkimiyeti altına girmiş, Suriye’den ayrılan topraklarda “Lübnan” diye yeni bir devlet daha kurulmuş ama bağımsızlığın elde edilmesinin ardından bölgede sükûn ve huzur hiçbir zaman vârolmamıştı...
MEVLEVÎ VE BEKTAŞÎ ALAYLARI
Dünya Savaşı sırasında Suriye’yi ve Şam’ı elimizden geldiği ve gücümüz yettiği kadar savunmaya çalışmış ve askerî imkânların tükenmeye başladığını görünce, dünya askerlik tarihinde örneği olmayan bir yola başvurmuştuk: Suriye ile Filistin’deki birliklerin kumandanı olan Cemal Paşa evliyanın kendisine yardım edeceğini düşünmüş, en büyük yardımın Mevlânâ’dan geleceğini hayâl etmiş, Mevlevî tekkelerindeki dervişleri asker yaparak Suriye’ye göndermiş, hattâ bazı Bektaşî tekkelerinden gönüllü gelen ve “Mücahidîn-i Bektaşî Alayı” ismi verilen bir başka birlik de Kafkas Cephesi’ne yollanmıştı...
Resmî adı “Mevlevi Mücahidin Alayı” olan Mevlevî birliği, “Konya Çelebisi”nin yani Mevlânâ’nın soyundan gelen ve Mevlevî tarikatinin en üst makamında bulunan Veled Çelebi’nin Cemal Paşa ile görüşmesinin ardından hayata geçirildi. İmparatorluğun dört bir yanındaki tekkelerin mensuplarına teşkil edilecek alaya gönüllü olarak katılmaları için çağrılar yapıldı; dervişlere onbaşı ve çavuş, şeyhlere de subay rütbeleri dağıtıldı.
Veled Çelebi alay kumandanı, Yenikapı Mevlevihanesi’nin şeyhi Abdülbaki Efendi de binbaşı rütbesi ile kumandan yardımcısı yapıldılar ve kendisi de Mevlevî olan zamanın hükümdarı Sultan Reşad, alaya sancak ile kılıç verdi. İstanbul’dan dualarla ve törenlerle yola çıkan Mevlevî Alayı’na Konya’da daha başka Mevlevî şeyhleri ile dervişler, hattâ Kadirî ve Rıfaî dervişleri de katıldı ve Konya’dan 26 Şubat 1915’te ayrılan Mevlevîler önce Şam’a gittiler, oradan Cebel-i Lübnan’a geçip kendileri için hazırlanan karargâha yerleştiler.
YENİKAPI İLK SIRADA 
Mevlevî Alayı üzerinde araştırmalar yapmış olan Mustafa Birol Ülker’in yazdıklarına göre, alaya en fazla dervişle katılan tekke Yenikapı Mevlevihanesi olmuş, Yenikapı’nın 138 dervişini 67 dervişle Bursa ve 63 dervişle de Afyonkarahisar Mevlevîhânesi takip etmişti. Halep Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Remzi Dede de 28 dervişiyle beraber gönüllü olmuş, savaş sırasında Halep’teki tekkenin camii ile semâhânesi erzak ve mühimmat deposu haline getirilmiş, Ahmed Remzi Dede üç sene boyunca Şam’daki Emevî Camii’nde Mesnevî dersleri vermişti...
KIŞLADA YAPILAN ÂYİNLER
Alayda, imparatorluğun değişik bölgelerindeki 47 mevlevîhâneden gelen binden fazla derviş vardı ama Mevlevîler bazı askerî talimler görmüş olmalarına rağmen savaşa fiilen katılmadılar ve karargâh görevlerinde, özellikle de sıhhiye işlerinde kullanıldılar. Alay zaten savaşmak için değil, askerin manevî duygularını yükseltip birliklere daha fazla cesaret verebilmek için teşkil edilmişti ve Mevlevîler âyinlerine kışlalarda da devam ettiler.
KİMBİLİR NE OLDULAR?
Ama, büyük hayallerle girişilen Mevlevî Alayı macerası Mevlevîler için gayet acı neticeler verdi. Yaşlı ve hasta dervişlerin bazıları yolculuk sırasında, bazıları da iklimine bir türlü alışamadıkları Şam’da hayata ardarda veda ettiler. Suriye’nin elimizden çıkması üzerine, o taraflarda bulunan dervişler perişan vaziyete düştü, az bir kısmı ordu ile beraber Türkiye’ye dönebilmeye muvaffak oldu, dönemeyenlerden ise artık bir haber alınamadı...
Mevlevîler’e silâh verilmesini Neyzen Tevfik bu dörtlükle hicvetmişti;
Mevlevi Alayı’nın kuruluşunu ve İstanbul’dan törenlerle Şam’a hareket edişini bizzat görmüş olanlardan dinlemiştim: Gönüllü asker olan ve üniforma giyen bazı Mevlevîler’i omuzlarında tüfekleri ile gören Neyzen, şaşkınlığını “Mevlânâ ve silâh birarada! Allah Allah!” diye göstermiş ve Mevlevî Alayı’nın kuruluşunu daha sonra bir dörtlükle hicvetmişti... İşte, Neyzen Tevfik’in son mısraındaki bazı kelimeler “meddedilerek” yani uzatılarak okunduğunda ağır bir mânâ veren dörtlüğü ve günümüzün Türkçesi’ne nakledilmiş şekli:
“Bitti erbâb-ı tarîkin arasında ihtilâf / Cümlesi ıkrâr ile imanını berkittiler / Rehber oldu hepsine bu seferde Şeyh Veled / İbn-i Süfyân’ı ziyaretçün ta Şâm’a gittiler.”
(Tarikat mensupları arasındaki anlaşmazlıklar sona erdi, ıkrâr ederek imanlarını sağlamlaştırdılar, Şeyh Veled bu yolculukta hepsine rehber oldu ve Muaviye’yi ziyaret etmek için tâââ Şam’a gittiler!)
CEMAL PAŞA, MEVLANA'NIN RUHUNDAN MEVLEVİ ALAYI'NA YARDIM BEKLEMİŞ!
Mevlevi Alayı’nın fikir babası, İttihad ve Terakki’nin liderlerinden olan ve Dünya Savaşı senelerinde İngiliz birliklerine karşı Filistin ile Kudüs’ü savunurken bozgunla neticelenen Kanal Harekâtı’nı da yapan Bahriye Nâzırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Cemal Paşa idi. Paşa, hatıralarında Mevlevi Alayı’ndan şöyle bahseder: “...İstanbul’dan hareketimizden 36 saat sonra Konya’ya varmıştık. Veled Çelebi Efendi Hazretleri ile tanıştım. Söz arasında bir gönüllü müfrezesi ile Mısır seferine iştirak edecek olurlarsa ordumun Hazreti Mevlânâ’nın ruhaniyetinden istifade edeceğini söylemiştim. Benim hareketimden bir müddet sonra, ‘Mevlevi Gönüllü Taburu’ adı ile askerî bir birlik tertip ederek Suriye’ye geldi.
Uzun müddet bana refakat etmekten geri durmadığı gibi, maiyetine aldığı Türk gençlerinden meydana gelen ordu, muhtelif hususlarda pek çok hizmet gördü. ...Enver Paşa’nın emirlerine uyarak çeşitli kolordu ve fırkaları Çanakkale, Bağdat ve Bitlis bölgelerine gönderdiğim için nihayet öyle bir hale geldim ki, elimde ordu dahilinde Türk birliği olarak Şam’da bulunan Mevlevi taburu ile Dobrucalı gönüllülerden teşkil ettiğim bir piyade bölüğünden başka hiçbir şey kalmadı..” Mevlevî Alayı, Kurmay Binbaşı Vecihi Bey’in, Murat Çulcu tarafından yayınlanan “Filistin Ric’ati” isimli hatıralarında da geçer: “...Halep’teki İkinci Ordu’nun Yıldırım Orduları Grubu’nun imdadına yetişebilmesi için yeterli kuvveti yoktu, birkaç yerli jandarma taburundan başka elinin altında iki taburlu bir Mevlevi Alayı vardı ama ‘alay’ ile Mevleviler arasındaki bağlantı sadece isimden ibaret kalmıştı. Şam’daki alay askerî ve savaşçı bir birlik olmaktan çok, müzisyenlerden meydana gelen bir zevk ve eğlence kıtası idi.
Şam’da bulunduğum sırada birkaç ziyafette dedelerin ney ve tanbur âhenklerini dinlemek bana da nasip olmuştu.” Mevlevî Alayı’nın kurucusu ve kumandanı olan Veled Çelebi de hatıralarında Şam macerasına yer veriyordu: “...Sultan Reşad ile veliahtlığından tanışırdım. Mevlâna’ya dost idi ve bana da itibar ederdi. ...Şam ve Hicaz havalisinde bulunduğum müddet, en rahat ömür sürdüğüm zamanlarımdır. ...Her türlü dertten kurtulmuş, yeme-içmemiz temin olunmuştu. Şam’da mesut günler yaşadım. Birinci Dünya Savaşı’nda, cihad-ı ekber ilân edildiği sırada teşkilâtı tam olan iki tarikat vardı: Mevlevîler ve Bektaşîler... Şeyhler Meclisi bunlara karışmaz, tarikatler kendi işlerini kendileri görürlerdi. Sultan Reşad da Mevlevî olduğu için bir ‘Mücahîdin-i Mevlevîyye Alayı’ teşkilini arzu etti. Mevlevîler’e bir alay bayrağı ile bir kılıç gönderdi. Ben, bu alayın kumandanı oldum. Konya’da toplandık. Bektaşiler ise Kafkas cephesine gittiler.
Alayın bayraktarlığını Ankara Şeyhi Mustafa Nuri Dede yapıyordu. Mevleviler’e silâh da verildi ve alay trenle Şam’a gitti. Karargâhımız Cebel-i Lübnan’da idi, talimlerimize burada devam ettik fakat harbe iştirak etmedik. Bizim alayla Cemal Paşa meşgul oluyordu. Şam’da üç sene kaldık fakat bozgun başlayınca Konya’ya döndük...”