19 Ocak 2019 Cumartesi

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi: Bir 2099 vizyonu [BİRGÜN.NET-06 Ocak 2019]

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi:
"Bir 2099 vizyonu"


Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir
BİLİM NE YAPTI – AKADEMİSYEN
Dünyanın ikinci milenyum itibarıyla vardığı iktisadi, siyasi ve sosyal çıkmazlar hemen herkesin malumu. Bu üçlü çıkmazın sürdürülmezliği, iktisadi ve siyasi gücü hızla artan bir azınlığın, geniş toplum kesimlerini keyiflerince, ve gitgide daha fazla, baskılaması şeklinde kendini gösteriyor. İşgücü piyasalarının esnek olmasıyla övünülen ABD’de, işçi örgütlenmelerinin sesi kısılmış da olsa eğitimli geniş kitlelerin finansal güce hükmeden azınlıkla gitgide artan varlık farkının yarattığı hoşnutsuzluk artık silah endüstrisi ve medya aracılığıyla yaratılan senaryolar yoluyla dahi susturulamaz vaziyette. Avrupa, siyasi gücünü iktisadi ve parasal birlikle pekiştirmek için çıktığı rotada ciddi şekilde tökezlemiş vaziyette.

Dünya güçlerinin Orta Doğu ve diğer stratejik konumda olan gelişmekte olan ülkelerdeki kaynakları bitmez tükenmez paylaşım savaşları, o ülkelerdeki insan hayatlarını hiçe saymakta. Savaş oyunlarını inceleyen bilimsel çalışmalarda, az gelişmiş ülkelerdeki sivil halkın uğradığı kayıpları sadece bilgisayar ekranında ‘esas hedef’ yanında bir başka renk olarak algılayan “bilim insanları”nın analizlerini yayınlayan bol atıflı dergiler, bilimin insan hayatından ayrışmasını normalleştirmekte…

İktisadi kalkınma, büyüme, adil bölüşüm ve etkin kurumsal değişim; kurumlar ise, kişilerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyerek beklentileri etkileyen oluşumlar olarak tarif edilebilir. 1970’ler sonrası istikrar ve sonra da büyüme konusunu araştıran yayınların baskın olduğu makro iktisat yazınında, bölüşüm ve kalkınma konuları yakın zamana kadar görece ihmal edildi. Diğer yandan, kalkınma için belirli kurumsal düzenlemelerin desteklenmesini savunan Washington Mutabakatı ise, etkinlik ve uygulanabilirlik açılarından zaafları nedeniyle, bilimsel literatürde saygınlığını gitgide yitirdi; kurumsal düzenlemelerin teşvik yoluyla ve her koşulda uygulanabilir ve etkin olmayacağı anlaşıldı.

Ancak, 1990’lara gelindiğinde, çok sayıda ülkede yaşanan yüksek enflasyonun yıkıcı iktisadi, sosyal ve siyasi etkilerinin üstesinden gelebilmek için para politikalarını şekillendirmek üzere tasarlanan kurumsal mekanizmaların genel kabul görmüş olduğunu da belirtmek gerekli. Para politikalarına dair kurumsal kazanımlar, enflasyon hedeflemesinin ve merkez bankası bağımsızlığının çok sayıda ülke tarafından uygulanmaya başlaması şeklinde kendini gösterdi. Peki, dünyadaki çoğu ülkede ve özellikle ülkemizde de, siyasi ve mali konularda aşılamayan bunca soruna çare olacak kurumsal düzenlemeler uygulamaya konmazken, neden en çok para politikaları alanında kurumsal gelişmeler kaydedilebildi? Bunu anlayabilmek için kurumların kime ne faydası olduğunu ve nasıl evirildiğini anlamak gerekli.

Büyük reformlar, hatta devrimler, genellikle geniş halk kesimlerine zarar veren büyük krizler ya da savaşlar sonucu hayata geçirebilmişlerdir. Geniş halk kesimlerini bir araya getirebilecek kadar büyük krizlerin olmadığı durumlarda ise, kurumsal değişimler ya güçlü iktisadi ve siyasi grupların devlet aygıtını kendi amaçları doğrultusunda etkilemesi, ya da – pek gerçekçi olmasa da, ideal olarak — çoğulcu bir devlet iradesinin zaman içinde evirilen toplumsal ve iktisadi yapıların kurumsal çerçevede gerektirdiklerini yerine getirmesi sonucu gerçekleşir. Yani, eğer büyük yıkımlar sonucu gerçekleşen reformları bir yana bırakırsak, çoğulcu bir devlet iradesinin olmadığı bir ülkede kurumlar, genellikle toplum genelinin evirilen ihtiyaçlarına göre değil, güçlü azınlıkların talepleri yönünde değişir.

Finans sektörü oyuncuları -ki bunun büyük kısmını bankalar oluşturmaktadır- organize olup taleplerini devlet aygıtına iletebilme olanakları (özellikle de oligopolistik piyasa yapısı ve teknolojiye erişim) açısından diğer sektörlere göre üstün konumdadırlar. Finans sektörünün bir diğer özelliği de, genellikle uzun dönemli kredi açıp kısa vadeli kaynak toplamaları nedeniyle net kreditör durumunda olmalarıdır ki, bu da beklentilere yansımayan enflasyon gerçekleşmesinden aşırı zarar görmelerine sebep olur. Büyüyen ve globalleşen ekonomiler ile birlikte hızla büyüyen ve güçlenen sektör olan finans sektörü, bu nedenlerle parasal istikrarı sağlayacak yasal kurumsal düzenlemeler yoluyla kendilerini korumaya alabilmişlerdir. Fiyat istikrarının reel ekonomiye etkileri de ‘ideal şartlar altında’ son derece olumludur, zira düşük enflasyon belirsizliğin de azalması ve kaynakların spekülatif kazançlar yerine gerçek yatırımlara yönelmesi için temel gerekliliktir; ancak, parasal istikrar yatırım ve kalkınma için yeterli değildir.

Büyük Resesyonun da sebebi olmuş olan, finansal türev araçların gelişmesiyle finansal varlıklardan varlık elde etme yöntemlerinin denetim ve gözetiminin yetersiz kalışı, bugün dünyada gitgide yaygınlaşan eşitsizliklerin ve iktisadi durgunluğun temel sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir. Ülkelerin yakın iktisadi tarihleri, “önce büyü sonra dağıt” teorisini geçersiz kılmış görünmektedir.

Finans teknolojilerinin azınlığın refahını artırmak için değil, reel sektörün ihtiyaçları ve toplum faydası doğrultusunda –siyasi etkilerden bağımsız— gelişimi için gerekli olan finansal denetim ve gözetim mekanizmalarıdır ki bunlar güçlü azınlığın karlılığını engelleyeceği için siyaseten desteklenmemektedir. 2008’deki Büyük Durgunluğun ve gelecekteki diğer olası finansal krizlerin, ana sebebi de budur. Bunlar ışığında, kısa vadeyi ve en çok finansal varlık sahibi güçlü azınlığı ilgilendiren kur-faiz-enflasyon ve bunların beklentileri konuları medyada ekonomi haberlerini orantısız biçimde işgal ederken, gelişmekte olan bir ülkede reel ekonominin ve istihdamın asıl odak noktasının ‘uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun ve bunların gerektirdiği kurumsal mekanizmaların eksikliği’ oluşu neredeyse göz ardı edilmektedir. Yanlış ekonomi politikalarında ve kurumsal yanlışlarda ısrarcı Türkiye gibi ülkeler hala fiyat istikrasızlığı ve reel sektörde vizyonsuzluk sarmalında debelenmekte ise, çözüm sosyal sermaye birikimi ve kurumsal gelişim odaklı olmalıdır.
BURADAN NEREYE GİDİLİR?
Yukarıda çizilen çerçeve, sürdürülemez iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar karşısında ülkelerin izleyebilecekleri farklı rotalara işaret etmekte. Hangi rotanın izleneceği, yaşanan durgunluğun geniş toplum kesimleri üzerinde artan yükünün siyasi iktidarlar tarafından ne kadar hafifletilebileceği, bu da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri yanı sıra, ülke içinde refah farklarının ne kadar kemikleşmiş çıkar grupları yaratmış olduğu ile ilgilidir. Mesela gelir dağılımının oldukça adil, ve sosyal mobilitenin de yüksek olduğu Finlandiya gibi bir ülkenin oldukça sürdürülebilir siyasi ve iktisadi rotada olduğu düşünülebilirken, geniş toplum kesimlerinin artan yoksunluklarına tepkileri karşısında daha baskıcı olmayı seçen diğer bazı ülkeler kaynak dağılımının düzelmesi için yapılması gereken mali reformları sadece erteleme yoluna gidecek, ancak tepkiler bastırılamaz hale gelince toplumda büyüyen talepleri karşılamak zorunda kalacaklardır. Yani, bu gitgide sürdürülemez gidişat karşısında devlet yönetimlerinin ikilemi, toplumun geneli için gerekli reformları bugün yapmakla yarına bırakmak şeklindedir; ikinci seçim, güçlü azınlığın yol açtığı kurumsal skleroz durumudur.

Demokratik toplumlarda hükümetler kısa süreli iken, toplumların varlığı süresizdir. Bu da devlet yönetimine gelenlerin çoklukla kısa süreli ve çoğulcu değil çoğunlukçu hedeflere yönelik politika gütmelerinin sebebidir. Bu çelişki aşılarak uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun etkinleşmesi, ancak kültürel bir altyapı üstüne inşa edilecek, genel kabul gören hukuki düzenlemelerle mümkün olabilir. Seçimleri ve partileri şekillendiren yasalar, toplumun sadece bir kesimini değil tümünü ilgilendirdiği için, nüfusun sadece “yüzde ellisi artı bir” gibi bir çoğunlukla değil, çok daha büyük bir çoğunluğun desteğini alabilecek şekilde düzenlenmez ise sürdürülebilir olması mümkün olmadığı gibi, toplumu kutuplaşma ve kaosa sürüklemesi beklenir. Oysa politik iktisat ve siyaset bilimcilerin anayasa ve seçim sistemleri üzerindeki bilimsel çalışmaları, uzun dönemde iktisadi, sosyal ve siyasi açılardan sürdürülebilir yasal düzenlemelere ışık tutmaktadır.

Dünya çapında ve özellikle de ülkelerin kendi içlerinde artan eşitsizliklere ek olarak, teknolojik gelişmelerin artan hızla işgücü piyasalarından uzaklaştırdığı geniş halk kitlelerinin gitgide karar alma mekanizmalarından da soyutlanması 2000’lerin bir gerçeği olarak görünmekte. Bu gidişatın sosyal sermayeye ve toplumsal refaha büyük zarar verdiği açıktır. Bu nedenle, 2000’lerde mutlaka gerçekleşeceği ve tüm dünya ülkelerine yayılacağı tahmin kolayca tahmin edilebilecek olgu, mali devrimdir! Bu devrim, çoğu ülkede gecikmiş ya da zaman içinde yıpratılmış olan toplumsal katılımcılığı ve ‘adil bölüşümü’ sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yasalaşarak hayata geçirilmesi şeklinde olacaktır.

Siyasi kurumların kapsayıcılığının ve kalkınmanın en önemli göstergelerinden biri sosyal mobilitedir, ki bu ancak kaliteli bilimsel eğitimin saf kamu malı olmasıyla mümkündür. Eşitliği önceleyen mali politikaları sağlayacak kurumsal reformların ‘devrim’ niteliği dünya üzerinde bu tür uygulamaların yaygınlaşması şeklinde olacaktır düşüncesindeyim. Bu vizyonu hayata geçirecek mali devrimlerin güçlü azınlıklara yol açacağı ‘yaratıcı yıkım’ maliyeti, insanlık için edinilecek büyük kazanım yanında önemsiz kalacaktır. Sonuç olarak, adil dağıtımı sağlayacak kurumsal düzenlemelerin hayata bir an önce geçmesi, dünyayı biriken sorunlarla daha fazla yıpratmadan, insanca yaşam için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bunun için gerekli irade, henüz tam mobilize olamamış %99’da mevcuttur.

17 Ocak 2019 Perşembe

Türk Eğitim Sistemi Geriye Gidiyor!.. "DESAM Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi & Democracy and Education Centerfor Strategic Studies"Milli Eğitim Bakanlığı Kapatılmalı mı?... (DESAM Başkanı, Gürkan AVCI)

DESAM
DEMOKRASİ VE EĞİTİM STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Democracy and Education Centerfor Strategic Studies
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) Başkanı Gürkan Avcı,  atanmayı bekleyen öğretmen adaylarının konuğu oldu. Atanamayan öğretmenler platformunun davetiyle Elit Otelde öğretmen adaylarıyla bir araya gelen Gürkan Avcı, öğretmen adaylarının sorularını da yanıtladığı konuşmasında şunları söyledi;
Türk Eğitim Sistemi Geriye Gidiyor!..
150 sene önceki milli eğitim bakanımız söylemişti; “Şu okullar olmasa, milli eğitimi ne güzel idare ederdim!” diye… Görülüyor ki hiç ders alan olmamış… Yine ders alan çıkmayacak gibi… O zaman hakikat bu; Milli Eğitim Bakanlığını kapatmak mı gerekiyor?

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve YÖK pedagojik değil ideolojik davrandığı için birçok şeyi yanlış yaptı. Hızla gelişen/değişen dünyaya uyum sağlayamadı. Bir türlü milli ve kültürel özelliklerimizle evrensel çağdaş değerleri harmanlayarak özgün ve başarılı bir sistem inşa edemedi. Bunu gördük ve eleştirdik…

OKULLARDA GERÇEK ÖĞRENME YAPILAMIYOR!
MEB ve YÖK hükümetlerin ve onun imajının çıkarları doğrultusunda reforme edilip, modellenip durdu sürekli olarak.   MEB ve YÖK’ün amacı insanlara adaletçi ve eşitlikçi olmayan sistem anarşisi içerisinde uslu bir şekilde yaşayıp, rejime sadık olmalarını sağlamak oldu.

Bırakın ilk, orta ve lise öğrenimini bugün üniversitelerimizde dahi gerçek öğrenmeyi yapamıyoruz. Öğretmen anlatıyor, öğrenciler dinliyor ve yazılı/sözlü sınav cevapları ve verilen talimatları ne kadar yerine getirdiği ile başarısı ölçülüyor. Hatırlama ve ezberleme üzerine kurulu derinliksiz, reaktif ve tecrübe etmekten uzak çağdışı bir eğitim modeli. Böylesi bir eğitim sisteminden geçmiş bireylerin küreselleşen dünyada başarılı olması ne kadar beklenebilir?

OKULLAR ÖĞRENCİLERİ KONTROL ALTINDA TUTMAK İÇİN Mİ VAR!
Okullarımız ve üniversitelerimiz öğrencileri gün boyunca kontrol altında tutmak, çoktan tedavülden kalkmış bilgi ve içerikleri demode yöntem ve kolaycı esaslar üzerinden şırınga etmek, bağımlı bir şekilde zamanlarını doldurmaları için varlar. Gerçek hayatta ise özerklik ve aktiflik başarı ve verimlilik için çok büyük önem arz ediyor. Oysa günümüzde neyi, ne zaman ve niçin yapacağının kontrolünü, plan ve organizasyonunu ekip ruhu içerisinde koordine edebilen, özerk hareket kabiliyeti yüksek bireyler yetiştirmektir esas olan.

Özerklik hele çağımızda ve özellikle okullarda verilmesi gereken en önemli kazanımdır. OECD üyeleri içinde en çok okula devamsızlığın yaşandığı ülke Türkiye. Çocuklarımız okulu sevmiyor ve çok isteksizler. Çünkü okuldayken mutlu ve özgür olamıyorlar.

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ YAPAY VE EZBERE DAYALI!
Dediğim gibi Türk eğitim sistemi büyük oranda yapay ve ezbere dayalı öğrenim üzerine kurulmuştur. Müfredatın dayattığı bilgi paketlerini ne kadar hatırladığını ve ezber gücünü ölçer. Oysa bilgi ve eğitim çok daha boyutlu ve yapaylıktan uzak bir gerçeklik ve bağ kurma, uyarlama kapasite becerisi ile ölçülmelidir.

O yüzden öğrencilerimiz okulu bitirdikten sonra hatta hemen sınavın ardından ezberledikleri bilgileri hemen unuturlar. Geride kalan yalnızca sınavda aldığı notun hatırasıdır.

Üniversitelerde de durum aynıdır. Yapay eğitim sistemleri yüzünden öğrencinin aldığı eğitimin kariyerine ve yaşamına sağlayacağı avantajlar çok azdır. Gerçek hayatın sınırlarını zihinsel yetenekleriyle aşması, karşısına çıkan engellere meydan okumak için ihtiyacı olan stratejiyi oluşturan düşünsel vizyon aparatları hep eksiktir ya da yoktur.

TÜRKİYE’DE EĞİTİM ADI ALTINDA ÇOCUKLARA İŞKENCE YAPILIYOR!
Türkiye’de iktidar değiştikçe müfredatta değişir, kitaplarda,  tüm bürokrasi ve yöneticilerde değişir, ta ki okul müdürlerine kadar hemen her şey. Bir şey değişmez! Sorgulamadan ve itiraz etmeden vergisini ödeyen, zorunlu ideolojik eğitime öğrencisini gönderen ve emredildiğinde gözünü kırpmadan savaşa giden, ülkenin sıkıntılarını, borcunu, cefasını ve fedakarlığı sırtlanan fakir halk çocukları değişmez.

Türk eğitim sistemi hiçbir farklı görüşe yer vermediği gibi tahammül de göstermez; öğrenciyse okuldan atar veya kriminalizeye savurur, öğretmense sürgün eder yahut meslekten ihraç eder. Oysa demokratik, bilimsel, sivil ve halkçı eğitim sistemleri özgür, müreffeh, mutlu bir toplum yaratır. Kendi tabanını değil tüm halkı memnun etmeye çalışır.

Milli eğitimin en büyük handikaplarından birisi de bütün yumurtaları bir sepete koyan tek tipleştirici algoritmik dayatmasıdır. Vasat bir tek tipleşme yaratan eğitim sistemimiz her öğrenciye aynı bilgiyi, aynı zamanda ve aynı yollarla öğretmeye çalışır. Bu durum eğitim adı altında çocuklara yapılan bir işkencedir. Oysa her çocuk birbirinden farklı ilgilere, yetenek, beceri ve hedeflere sahiptir. Her çocuk farklı yollarla, farklı sürelerde ve farklı kaynakları farklı şekillerde kullanarak öğrenir. Verimli ve sağlıklı öğrenmek bu farklılıkları dikkate almakla mümkün olur.

Ama bizim okullarımız “Ben kimim? Hangi alanlarda iyiyim? Ne yapmam lazım? Ne istiyorum?” gibi en yaşamsal ve temel konularda dahi öğrencilere yardımcı olamaz. Bizim eğitim sistemimiz öğrencilerin farklılıklarını da dikkate almaz. Ardından farklı birçok öğrenciyi başarısız ve tembel diye etiketleyerek kenara iter.

OKULLARIMIZ MUTSUZ VE KAFASI KARIŞIK ÖĞRENCİLERLE DOLU!
Bu nedenlerle Türk eğitim sistemi insandan uzaktır ve farklılıklara saygısı da yoktur. Farklı ve değişik özelliklere sahip 30-40 öğrenciyi bir sınıfa doldurup hepsine aynı zamanda, aynı şeyleri ve aynı yöntemle adeta zulüm ederek öğretmeye çalışır. Bir taraftan da hepsini susmaya, uslu olmaya zorlayarak bir birleriyle etkileşim içine girmelerine, çocukluklarını/gençliklerini yaşamalarına ve kaynaşmalarına da izin vermez. Bizim okullarımız sıkılan, kafası karışan, geri veya geride olduğuna inanan, mutsuz, kompleksli, baskılanmış öğrencilerle doludur.

YENİ ÜNİVERSİTELER YERLİ VATANDAŞA HAYALLER SATMAK İÇİN AÇILIYOR!
Türk eğitim sistemi pragmatist bir zihniyete sahiptir. Seçimler yaklaşırken yarım milyonu aşkın atanamayan öğretmenlerden oy toplamak için öğretmen atama takvimini işletir. Ülkenin rezerv ve ihtiyaçlarını planlamaksızın hiç olmadık yerlerde üniversite, fakülte açarak yerli vatandaşlara hayaller satar. Lüzumsuz yere açtığı üniversite ve okullara liyakat, ehliyet ve hakkaniyeti gözetmeden torpillileri doldurarak hem kadrolaşır hem istihdam yaratır.

Dijital devrim ve teknolojik gelişmeler bugün bilgi ve eğitime ulaşmada, eğitim sistemlerinde kökten farklılıklara neden olmaya devam etmektedir. Fakat Türk eğitim sistemi bu yenilik ve değişimlere ayak uydurmak şöyle dursun, değişimi anlamakta dahi çok geri kalmıştır.

FATİH PROJESİ TÜRKİYE’NİN ZAMAN, PARA VE İNSAN KAYBETMESİNE NEDEN OLDU!
Yenidünyada eğitim ve bilgi mekân –sınır tanımadan değişip saniyeler içinde gerçekleşiyorken, bütün eğitim sistemlerinde alışılmışın çök ötesinde sıcak hareketlenmelere neden olurken Türk eğitim sistemi ülkeyi ve öğrencileri daha da geriye götürmekte, çağdaş dünyadan kopartan ilkel bir zihniyete bürünmektedir.

Örneğin 2010 yılında büyük hayaller, astronomik harcamalar, yatırımlarla ve eğitimde “Çağ açıp çağ kapatacak” iddiasıyla başlatılan ve 2014 yılında bitmesi gerekirken bugün yarısına dahi ulaşılamadan büyük şaibe ve skandallar eşliğinde çöpe atılan FATİH projesinin hazin sonu ne demek istediğimi açık seçik ortaya koymaktadır.

Kontrolü kaybetme, tek tipleştirememe, asimile edememe korkusuyla eğitimde şeffaflaşma, özgürleşme, teknolojik imkânları kullanma, dijitalleşme gibi trendleri es geçen Türk eğitim sistemi çağdaş yöntem ve teknikleri olabildiğince sınırlamaya çalışmaktadır. Türkiye’nin çağdaş eğitim sisteminden anladığı okullara projeksiyon makineleri, bilgisayar ve akıllı tahtalar koymaktan ve öğretmenler/veliler arasında whatsapp grupları kurmaktan ibarettir.

TÜRK EĞİTİM SİSTEMİ YENİ DÜNYAYI ÖĞRENME GÜÇLÜĞÜ YAŞIYOR!
Oysa dijital teknoloji ve buna bağlı olarak sürekli gelişen, değişen eğitim yöntemleri ve online eğitim araçları Türk eğitim sistemini yetersiz hatta biçare bırakmaktadır. Türk eğitim sistemini yöneten ideolojik politikacılar ve liyakatsiz bürokratlar günümüz gençliğinin evirilme hızına ayak uyduramadığı gibi eğitimde dijital devrimi anlama ve kavramakta dahi öğrenme güçlüğü çekmektedir.

Çünkü bu zihniyet dijital çağın değerleri olan özgürlük, ayrımsız insan sevgisi, insan/yaşam neşesi, kendini ifade etme ve bağımsızlık gibi evrensel değerleri kavramaktan uzaktır. Bu evrensel değerler bizimkilere göre zararlı düşünceler ve tehlikeli fikirler demektir. Bağımlı, itaatkâr, sorgulamayan ve büyüklerimiz her şeyin en iyisini bilir diyen bir gençlik anlayışını arzulayan Türk eğitim sistemi işte bu çatışma, kan uyuşmazlığı ve sorunlar yumağının müsebbibi ve suçlusudur.

EĞİTİM SİSTEMİ TOPLUM MÜHENDİSLİĞİNİN EN ETKİN ARACI OLARAK KULLANILIYOR!
Türk eğitim sistemi toplum mühendisliğinin ve genç beyinleri yıkamanın en etkin aracı olarak kullanılmaktadır halen. Tarih, felsefe, din gibi yoruma açık dersler yanı sıra hemen tüm ders ve konuları, resmi ve özel tüm okullarda tek bir müfredatla, tek bir ders kitabıyla ve tek bir perspektifle öğretmeye çalışır. Bu yüzden de ilkel, korkak ve sevgisiz bir ruha sahiptir.

2019’un dünyasında dahi Türk milli eğitimi özgür düşüncenin ve aydınlanmanın en büyük düşmanı durumundadır. Milli eğitim iktidar için, politikacılar için hamaset, demogoji ve oy toplama aracıdır. Milli eğitim halktan gasp edilen vergiler ve paralarla halka karşı mevzii güçlendirmektir.

Bu yüzden tüm toplumun geleceğini mahveden Milli Eğitim Bakanlığını kapatma gerekliliği tek bir pencereden izah edilebilecek kadar basit bir mevzu olmasa gerek. Gerçekten milli eğitimi kaldırsak Türkiye daha yaşanılabilir ve daha mutlu bir ülkeye dönüşür mü? Hangi girişimler, organizasyonlar bu eğitim işini yapabilir?

EĞİTİM SİSTEMİMİZ ÖZGÜRLÜKLERE TAMAMEN KAPALI!
Aksi takdirde özgürlükleri denetim uğruna kısıtlayan, bağımsızlığa tahammül göstermeyen, adaletsizlikçi sınavlarla eğitimde çeşitli limitasyonlar koyan, farklı ve özgün müfredatları yasaklayan, farklı ekolleri temsil eden okullara müsaade etmeyen, öğrencilerin istedikleri okulların istedikleri bölümlerine girmesine izin vermeyen, gençlerin nitelikli okul ve üniversitelere girip otantik ve sofistike eğitimler almalarına engel olan, herkese ezberci ve merkezi planlamacı eğitimi dayatan, tek düze olmayan otantisitesi yüksek ve özgürlük tanıyan eğitim sistemlerine tamamen kapalı, bakanlıktan medet ummadan kendi çözümlerini üretmeye çalışan okul yönetimlerine tahammül göstermeyen bir eğitim sistemi ile daha ne kadar gidebiliriz ki?

DESAM
DEMOLRASİ VE EĞİTİM STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
Democracy and Education Centerfor Strategic Studies
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) Başkanı Gürkan Avcı, atanmayı bekleyen öğretmen adaylarının konuğu oldu. Sayıları 500 bine dayanan atanamayan öğretmenler platformu temsilcilerinden Ayfer Yıldız’ın davetiyle Ankara Elit Otelde öğretmen adaylarına seslenen Gürkan Avcı, öğretmen adaylarının ve ailelerinin sorularını da yanıtladığı konuşmasında şunları söyledi;
Milli Eğitim Bakanlığı Kapatılmalı mı?...
150 sene önceki milli eğitim bakanımız söylemişti; “Şu okullar olmasa, milli eğitimi ne güzel idare ederdim!” diye… Görülüyor ki hiç ders alan olmamış… Yine ders alan çıkmayacak gibi… O zaman hakikat bu; Milli Eğitim Bakanlığını kapatmak mı gerekiyor?

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) ve YÖK pedagojik değil ideolojik davrandığı için birçok şeyi yanlış yaptı. Hızla gelişen/değişen dünyaya uyum sağlayamadı. Bir türlü milli ve kültürel özelliklerimizle evrensel çağdaş değerleri harmanlayarak özgün ve başarılı bir sistem inşa edemedi. Bunu gördük ve eleştirdik…

MEB ve YÖK hükümetlerin ve onun imajının çıkarları doğrultusunda reforme edilip, modellenip durdu sürekli olarak.   MEB ve YÖK’ün amacı insanlara adaletçi ve eşitlikçi olmayan sistem anarşisi içerisinde uslu bir şekilde yaşayıp, rejime sadık olmalarını sağlamak oldu.

Bırakın ilk, orta ve lise öğrenimini bugün üniversitelerimizde dahi gerçek öğrenmeyi yapamıyoruz. Öğretmen anlatıyor, öğrenciler dinliyor ve yazılı/sözlü sınav cevapları ve verilen talimatları ne kadar yerine getirdiği ile başarısı ölçülüyor. Hatırlama ve ezberleme üzerine kurulu derinliksiz, reaktif ve tecrübe etmekten uzak çağdışı bir eğitim modeli. Böylesi bir eğitim sisteminden geçmiş bireylerin küreselleşen dünyada başarılı olması ne kadar beklenebilir?

Okullarımız ve üniversitelerimiz öğrencileri gün boyunca kontrol altında tutmak, çoktan tedavülden kalkmış bilgi ve içerikleri demode yöntem ve kolaycı esaslar üzerinden şırınga etmek, bağımlı bir şekilde zamanlarını doldurmaları için varlar. Gerçek hayatta ise özerklik ve aktiflik başarı ve verimlilik için çok büyük önem arz ediyor. Oysa günümüzde neyi, ne zaman ve niçin yapacağının kontrolünü, plan ve organizasyonunu ekip ruhu içerisinde koordine edebilen, özerk hareket kabiliyeti yüksek bireyler yetiştirmektir esas olan.

Özerklik hele çağımızda ve özellikle okullarda verilmesi gereken en önemli kazanımdır. OECD üyeleri içinde en çok okula devamsızlığın yaşandığı ülke Türkiye. Çocuklarımız okulu sevmiyor ve çok isteksizler. Çünkü okuldayken mutlu ve özgür olamıyorlar.

Dediğim gibi Türk eğitim sistemi büyük oranda yapay ve ezbere dayalı öğrenim üzerine kurulmuştur. Müfredatın dayattığı bilgi paketlerini ne kadar hatırladığını ve ezber gücünü ölçer. Oysa bilgi ve eğitim çok daha boyutlu ve yapaylıktan uzak bir gerçeklik ve bağ kurma, uyarlama kapasite becerisi ile ölçülmelidir.

O yüzden öğrencilerimiz okulu bitirdikten sonra hatta hemen sınavın ardından ezberledikleri bilgileri hemen unuturlar. Geride kalan yalnızca sınavda aldığı notun hatırasıdır.

Üniversitelerde de durum aynıdır. Yapay eğitim sistemleri yüzünden öğrencinin aldığı eğitimin kariyerine ve yaşamına sağlayacağı avantajlar çok azdır. Gerçek hayatın sınırlarını zihinsel yetenekleriyle aşması, karşısına çıkan engellere meydan okumak için ihtiyacı olan stratejiyi oluşturan düşünsel vizyon aparatları hep eksiktir ya da yoktur.

Türkiye’de iktidar değiştikçe müfredatta değişir, kitaplarda,  tüm bürokrasi ve yöneticilerde değişir, ta ki okul müdürlerine kadar hemen her şey. Bir şey değişmez! Sorgulamadan ve itiraz etmeden vergisini ödeyen, zorunlu ideolojik eğitime öğrencisini gönderen ve emredildiğinde gözünü kırpmadan savaşa giden, ülkenin sıkıntılarını, borcunu, cefasını ve fedakarlığı sırtlanan fakir halk çocukları değişmez.

Türk eğitim sistemi hiçbir farklı görüşe yer vermediği gibi tahammül de göstermez; öğrenciyse okuldan atar veya kriminalizeye savurur, öğretmense sürgün eder yahut meslekten ihraç eder. Oysa demokratik, bilimsel, sivil ve halkçı eğitim sistemleri özgür, müreffeh, mutlu bir toplum yaratır. Kendi tabanını değil tüm halkı memnun etmeye çalışır.

Milli eğitimin en büyük handikaplarından birisi de bütün yumurtaları bir sepete koyan tek tipleştirici algoritmik dayatmasıdır. Vasat bir tek tipleşme yaratan eğitim sistemimiz her öğrenciye aynı bilgiyi, aynı zamanda ve aynı yollarla öğretmeye çalışır. Bu durum eğitim adı altında çocuklara yapılan bir işkencedir. Oysa her çocuk birbirinden farklı ilgilere, yetenek, beceri ve hedeflere sahiptir. Her çocuk farklı yollarla, farklı sürelerde ve farklı kaynakları farklı şekillerde kullanarak öğrenir. Verimli ve sağlıklı öğrenmek bu farklılıkları dikkate almakla mümkün olur.

Ama bizim okullarımız “Ben kimim? Hangi alanlarda iyiyim? Ne yapmam lazım? Ne istiyorum?” gibi en yaşamsal ve temel konularda dahi öğrencilere yardımcı olamaz. Bizim eğitim sistemimiz öğrencilerin farklılıklarını da dikkate almaz. Ardından farklı birçok öğrenciyi başarısız ve tembel diye etiketleyerek kenara iter.

Bu nedenlerle Türk eğitim sistemi insandan uzaktır ve farklılıklara saygısı da yoktur. Farklı ve değişik özelliklere sahip 30-40 öğrenciyi bir sınıfa doldurup hepsine aynı zamanda, aynı şeyleri ve aynı yöntemle adeta zulüm ederek öğretmeye çalışır. Bir taraftan da hepsini susmaya, uslu olmaya zorlayarak bir birleriyle etkileşim içine girmelerine, çocukluklarını/gençliklerini yaşamalarına ve kaynaşmalarına da izin vermez. Bizim okullarımız sıkılan, kafası karışan, geri veya geride olduğuna inanan, mutsuz, kompleksli, baskılanmış öğrencilerle doludur.

Türk eğitim sistemi pragmatist bir zihniyete sahiptir. Seçimler yaklaşırken yarım milyonu aşkın atanamayan öğretmenlerden oy toplamak için öğretmen atama takvimini işletir. Ülkenin rezerv ve ihtiyaçlarını planlamaksızın hiç olmadık yerlerde üniversite, fakülte açarak yerli vatandaşlara hayaller satar. Lüzumsuz yere açtığı üniversite ve okullara liyakat, ehliyet ve hakkaniyeti gözetmeden torpillileri doldurarak hem kadrolaşır hem istihdam yaratır.

Dijital devrim ve teknolojik gelişmeler bugün bilgi ve eğitime ulaşmada, eğitim sistemlerinde kökten farklılıklara neden olmaya devam etmektedir. Fakat Türk eğitim sistemi bu yenilik ve değişimlere ayak uydurmak şöyle dursun, değişimi anlamakta dahi çok geri kalmıştır.

Yenidünyada eğitim ve bilgi mekân –sınır tanımadan değişip saniyeler içinde gerçekleşiyorken, bütün eğitim sistemlerinde alışılmışın çök ötesinde sıcak hareketlenmelere neden olurken Türk eğitim sistemi ülkeyi ve öğrencileri daha da geriye götürmekte, çağdaş dünyadan kopartan ilkel bir zihniyete bürünmektedir.

Örneğin 2010 yılında büyük hayaller, astronomik harcamalar, yatırımlarla ve eğitimde “Çağ açıp çağ kapatacak” iddiasıyla başlatılan ve 2014 yılında bitmesi gerekirken bugün yarısına dahi ulaşılamadan büyük şaibe ve skandallar eşliğinde çöpe atılan FATİH projesinin hazin sonu ne demek istediğimi açık seçik ortaya koymaktadır.

Kontrolü kaybetme, tek tipleştirememe, asimile edememe korkusuyla eğitimde şeffaflaşma, özgürleşme, teknolojik imkânları kullanma, dijitalleşme gibi trendleri es geçen Türk eğitim sistemi çağdaş yöntem ve teknikleri olabildiğince sınırlamaya çalışmaktadır. Türkiye’nin çağdaş eğitim sisteminden anladığı okullara projeksiyon makineleri, bilgisayar ve akıllı tahtalar koymaktan ve öğretmenler/veliler arasında whatsapp grupları kurmaktan ibarettir.

Oysa dijital teknoloji ve buna bağlı olarak sürekli gelişen, değişen eğitim yöntemleri ve online eğitim araçları Türk eğitim sistemini yetersiz hatta biçare bırakmaktadır. Türk eğitim sistemini yöneten ideolojik politikacılar ve liyakatsiz bürokratlar günümüz gençliğinin evirilme hızına ayak uyduramadığı gibi eğitimde dijital devrimi anlama ve kavramakta dahi öğrenme güçlüğü çekmektedir.

Çünkü bu zihniyet dijital çağın değerleri olan özgürlük, ayrımsız insan sevgisi, insan/yaşam neşesi, kendini ifade etme ve bağımsızlık gibi evrensel değerleri kavramaktan uzaktır. Bu evrensel değerler bizimkilere göre zararlı düşünceler ve tehlikeli fikirler demektir. Bağımlı, itaatkâr, sorgulamayan ve büyüklerimiz her şeyin en iyisini bilir diyen bir gençlik anlayışını arzulayan Türk eğitim sistemi işte bu çatışma, kan uyuşmazlığı ve sorunlar yumağının müsebbibi ve suçlusudur.

Türk eğitim sistemi toplum mühendisliğinin ve genç beyinleri yıkamanın en etkin aracı olarak kullanılmaktadır halen. Tarih, felsefe, din gibi yoruma açık dersler yanı sıra hemen tüm ders ve konuları, resmi ve özel tüm okullarda tek bir müfredatla, tek bir ders kitabıyla ve tek bir perspektifle öğretmeye çalışır. Bu yüzden de ilkel, korkak ve sevgisiz bir ruha sahiptir.

2019’un dünyasında dahi Türk milli eğitimi özgür düşüncenin ve aydınlanmanın en büyük düşmanı durumundadır. Milli eğitim iktidar için, politikacılar için hamaset, demogoji ve oy toplama aracıdır. Milli eğitim halktan gasp edilen vergiler ve paralarla halka karşı mevzii güçlendirmektir.

Bu yüzden tüm toplumun geleceğini mahveden Milli Eğitim Bakanlığını kapatma gerekliliği tek bir pencereden izah edilebilecek kadar basit bir mevzu olmasa gerek. Gerçekten milli eğitimi kaldırsak Türkiye daha yaşanılabilir ve daha mutlu bir ülkeye dönüşür mü? Hangi girişimler, organizasyonlar bu eğitim işini yapabilir?

Aksi takdirde özgürlükleri denetim uğruna kısıtlayan, bağımsızlığa tahammül göstermeyen, adaletsizlikçi sınavlarla eğitimde çeşitli limitasyonlar koyan, farklı ve özgün müfredatları yasaklayan, farklı ekolleri temsil eden okullara müsaade etmeyen, öğrencilerin istedikleri okulların istedikleri bölümlerine girmesine izin vermeyen, gençlerin nitelikli okul ve üniversitelere girip otantik ve sofistike eğitimler almalarına engel olan, herkese ezberci ve merkezi planlamacı eğitimi dayatan, tek düze olmayan otantisitesi yüksek ve özgürlük tanıyan eğitim sistemlerine tamamen kapalı, bakanlıktan medet ummadan kendi çözümlerini üretmeye çalışan okul yönetimlerine tahammül göstermeyen bir eğitim sistemi ile daha ne kadar gidebiliriz ki?