25 Ağustos 2015 Salı

ATATÜRK’ün TBMM’nde son konuşmasının son cümlesi; Mehmet Arif DEMİRER

ATATÜRK’ÜN TBMM’NDE SON KONUŞMASININ 
"SON CÜMLESİ"
“Kuvvetin yegane kaynağı olan Türk milletinin güzide vekillerini, büyük bahtiyarlıkla eğilerek selamlarım.” 1 Kasım 1937
ATATÜRK’ün eğilerek selamladığı Meclis, 2015 yılında bekleme odasında ve kapalı. Beklenen, Erdoğan’ın Başkan seçilmesini sağlayacak AKP çoğunluğu.
Onun için de 7 Haziran’dan sonra Türk Milletinin güzide vekilleri sandalyelerine oturamadan 1 Kasım’da paldır küldür seçime gidiyoruz. 
Şu anda tek bilinmeyen seçim hükümetine AKP’li başbakanın seçeceği HDP’li üç bakanın girip girmeyeceği.  
MHP’NİN SIK SIK TEKRARLADIĞI SÖZ: 
“ÇOK AÇIK VE NET”
21 Ağustos akşamı Habertürk’te soruları cevaplayan Oktay Vural en az yirmi kez bu sözü tekrarladı. Sayın Vural’a göre MHP’nin davranışları çok açık ve net imiş.
Bence de öyle. Devlet Bahçeli’nin; 2004 yılında AKP’nin Kıbrıs referandumunda desteklediği  “Annan Planı’na EVET” kampanyası sonunda KKTC’nin ortadan kalkacağı için Denktaş’ın; kurduğu devleti yaşatabilmek, Kıbrıs’ta Türk bayrak ve askerinin varlığını koruyabilmek için başlatmak istediği HAYIR kampanyasının Bildirisini imzalamamış olması ile 2015 yılında AKP’li İsmet Yılmaz’ın Meclis Başkanı seçilmesini sağlamış bulunması çok açık ve net bir şekilde siyasi sorumsuzluk.
Ayrıca Seçim Hükümetine bakan vermeyerek AKP’li başbakanın seçim öncesi yine devletin tüm imkanlarını AKP için seferber etmesine yardımcı olması da çok açık ve net bir şekilde aynı siyasi sorumsuzluğun devamı.
HDP’ye oy veren seçmenlerin tanımadığı viski içenlerini ‘şerefsiz’ ilan etmesi de çok açık ve net bir hakaret.
2004 olayı ile ilgili 14 Temmuz 2015 tarihli Anayurt yazımı (Sayın Devlet Bahçeli’ye Açık bir Soru) en az 30 MHP milletvekili ile Ortadoğu ve Yeniçağ gazetelerine gönderdim. Tek bir kişi cevap yazmadı.
Neyi önemsemedi MHP Sayın milletvekilleri yada MHP yandaşı iki gazetenin yöneticileri?
Denktaş’ın ricasını hiçe sayan genel başkanlarının tutumunu?
KKTC’nin ortadan kalkmasını?
Adadan Türk bayrak ve askerinin ikinci defa çıkmasını?
İşte bu sorulara çok açık ve net bir cevap bekledim. Gelmedi.
Kendi adayı dururken bir AKP’li milletvekilini Meclis Başkanı seçtirmesinin çok açık ve net bir açıklaması da çıkmadı.
SAYIN Oktay Vural’ı 22 Ağustos akşamı bir daha dinledim. Çok açık ve net bir şey yoktu !
ALMANLARIN PKK HOŞGÖRÜSÜNÜN KAYNAĞI
ALMANLARIN REŞAT NURİSİ 1892 YILINDA BAKINIZ NELER YAZMIŞ
Karl May (1842 – 1912)
 Karl May (1842 – 1912)
“Ein Feind der Türken MUSSTE ein Freund der Kurden sein”[1]
Almanya sınırlarının ötesine bile geçmeden[2] Osmanlı coğrafyası ile ilgili kitaplar yazmış. 1892 yılında yazdığı Vahşi Kürdistan’dan Geçerken başlıklı kitabının 182 inci sayfasında yer alıyor bu veciz tespit.
Ana dili Almanca olan insanlar (Merkel dahil) mutlaka bir Karl May Kürdistan kitabı okumuşlardır.
Evet adı Karl May ama Öcalan’ın tek yumurta ikizi sanki?
DEMİRTAŞ, KARL MAY’I YALANLAMALIDIR
 22 Ağustos günü Demirtaş, PKK’ya silahları bırakması için seslenmiş: “DERHAL”  
 “Anneler ağlamasın bundan kıymetli söz yoktur. Kürt, Türk, asker, gerilla, polis daha fazla ölmeden önce bunu ancaksız, amasız kurmalıyız. Sözümüz buydu önce ölümler, durdurulmalı. Yarını değil, seçime kadar değil, şu anda İzmir'den çağrı yapmak istiyorum. Ölümlerin durması lazım. PKK'nın amasız olarak silahlı eylemelerini, durdurması lazım. Silahın demokrasi mücadelesi açısından mazereti yoktur"
 (10 Ekim 2009)
Geç, çok geç de olsa, kabulüm. Bir adım daha atması gerekiyor. MHP ve CHP ile kapalı kapılar ardında ucu açık bir toplantı. Tıpkı 1959 yılında Menderes ile Karamanlis’in Zürih’te yaptıkları gibi. 5 Şubat akşamı bir otelde başlamıştı görüşmeler 11 Şubat öğleden sonra geç bir öğle yemeği ile noktalanmıştı. (Arka planda Amerika[3] ya da İngiltere yok !)
(11 Şubat 959)
Oysa 1 Nisan 1955’den itibaren PKK’nın tek yumurta olmasa bile ikiz kardeşi olarak tanımlanabilecek EOKA, başında bir muvazzaf Yunan albay (Grivas) olmak üzere çok insan öldürmüştü adada. 
Bugün de çok geç de olsa hazır 6 milyon T. C. Vatandaşının oyu ile seçilmiş bir siyasi parti var, madem ki bu partinin başındaki Demirtaş isterse makul konuşabiliyor (hanım eş başkan hakkında kuşkularım var) mutlaka silahsız çözüm için daha fazla ve etkili çaba sarf etmelidir. Bunu yaparken de “Sayın Öcalan” gibi kulağı tırmalayan sözcükleri kullanmamaya özen göstermelidir.
Artık şunu anlamış olmalıdırlar, HDP’liler: Öldürerek – ölerek bir yere varmak mümkün değildir. Onun için Demirtaş’ın son günlerdeki çağrıları doğrultusunda, MHP ve CHP ile birlikte hem % 60’lık bloku pekiştirmeli hem de siyasi çözümü sağlamak yönünde ellerinden ne geliyorsa, fazlasını yapmalıdırlar.
Erken seçimden sonra büyük bir olasılıkla çok benzer bir tablo çıkacaktır sandıktan. Onun için % 60’lık (umarım % 70 olur) blok önemlidir ve bu defa Meclis Başkanlığı AKP’ye sunulmamalıdır.
EKONOMİNİN ALARM ZİLLERİ
Seçimden sonra gündemde bir yanda siyasi çözüm öte yanda ise ekonomi olacaktır. Şu göstergelere bakınız:
15 Kasım 2002 – 1 dolar = 1.6 lira
15 Aralık 2013 –  1 dolar = 2.0 lira
30 Ağustos 2014 – 1 dolar = 2.3 lira
20 Temmuz 2015 – 1 dolar = 2.6 lira 
20 Ağustos 2015 – 1 dolar = 3.0 lira
Yıllardır kaynağı belli olmayan sıcak para ile baskı altında tutulan dolar önümüzdeki çalkantılı seçim haftalarında tutulamayabilir.
Herkesin, hepimizin, çok dikkatli olması gerekmektedir. Ekonomiyi olumsuz yönde etkileyecek eylemlerden-söylemlerden kesinlikle kaçınmalıyız. 
Seçim öncesi ağzımızdan çıkanı, daha çıkmadan, kulağımız duymalı ve tartmalıdır.
SONSÖZ: Merkez Sağ seçmenlerine DP-AP-ANAP-DYP çizgisinin (liderlerinin ve kadrolarının) AKP’den, liderinden de kadrolarından da, çok farklı olduğunu hatırlatmalıyız.
EK TABLO
MERKEZ SOL OYLARININ 27 MAYIS SONRASI TARİHSEL GELİŞİMİ
Yıllar
Birinci Parti ve Oyu %
İkinci Parti ve Oyu %
Toplam
1961
CHP - 36


1965
CHP – 28


1969
CHP – 27


1973
CHP – 33 (Ecevit)


1977
CHP – 41 (Ecevit)


1983
Halkçı Parti – 30


1987
SHP – 24
DSP (Ecevit) – 8
32
1991
SHP – 20
DSP – 10
30
1995
CHP - 10
DSP – 14
24
1999
CHP - 10
DSP – 22
32
2002
CHP – 19
DSP – 1
20
2007
CHP – 20


2011
CHP – 26


2015
CHP – 25


1973 ve 1977 dışında ortalama % 27.5
1973 ve 1977 dahil ortalama % 28.9
***
Mehmet Arif DEMİRER
Hedefi ‘Kemalist-demokrat TÜRKİYE’ OLAN Dergi’nin Güncel Yazıları, 
No: 5, 23 Ağustos 2015 – Çökertme Caddesi No: 67/191 – Yalıkavak / MUĞLA
demirer@kemalizm1938.org    0252.385 44 23 – Faks: 0252.385 54 43   demirer@dp1946.org
________________________________________
[1] “Türklerin düşmanı zorunlu olarak Kürtlerin dostudur”
[1] Durch Wüste und Harem (1892) Çölden ve Haremden Geçerken
Durchs wilde Kurdistan (1892) Vahşi Kürdistan’dan Geçerken
Von Bagdad nach Stambul (1892) Bağdat’tan İstanbul’a
In den Schluchten des Balkan (1892) Balkan Geçitlerinde
Osmanlı coğrafyasına seyahati 1900 yılında !
[3] Davutoğlu’nun Ermeni meslektaşı ile yine Zürih’te imzaladığı protokol günü hemen arkası çok kalabalık idi.

18 Ağustos 2015 Salı

Demirel’in yakın çalışma arkadaşı Mehmet Dülger ile röportaj:

Demirel’in yakın çalışma arkadaşı Mehmet Dülger ODA TV’nin sorularını yanıtladı:
“Siyasi hayatımızda bugün yaşanan güçlüklerin kaynağında,  Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi  bir merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması yatıyor…”
Nurzen Amuran: Merkez partisi diye değerlendirip milletvekili olduğunuzu söylediğiniz AKP, bugün dışardan baktığınızda “merkez partisi” olma niyetini sürdürüyor mu, geleneksel muhafazakarlık mı ağırlıkta yoksa dinsel ağırlıklı bir muhafazakarlığı mı ön plana taşıyor, çağdaş demokrasiyle bağlantıları nedir?
Mehmet Dülger: Demokrasiyi ilerletme görüşlerine destek vermek için, benim AK Parti milletvekili olduğum dönemde (2002 – 2007), parti fikriyatının konuşulduğu vesilelerde, AK Parti Genel Başkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, klasik anlamda bir “merkez partisi” olmaktan ziyade, AK Parti’nin “toplumun merkezini” oluşturan bir parti olduğunu ifade ediyordu. Merkez fikriyatını paylaşan insanların reylerini yoğunlaştırdıkları bir parti anlayışı… Yani, seçmenler yeni AK Partiden merkez parti oluşturmasını bekliyorlardı.
Merkez parti denilince siz neyi anlıyorsunuz?
“Merkez parti”, fikriyatında, kişinin ne inancı veya inançsızlığı, ne mezhebi, ne etnik aidiyeti ile ilgilenilir. Merkez Parti, kimlik konusunda, kişinin hiçbir özelliğine karışmaz, o özelliği yönlendirmeye kalkışmaz. Aksine, o özelliklerdeki çeşitliliği ülkenin önemli bir zenginliği olarak görür. Merkez Parti, toplumun genel isteği olan hürriyetler, üretme, istihdam, ihracat, kalkınma, herkese demokrasi, refah artışı, refahtan herkesin pay alması, yaygın ortak kültürün korunması ve yaşanmasını hedef alır. Kişilerin, hayatlarını bu özellikleri muhafaza ederek geliştirerek sürdürmelerini ve bu özelliklerin varlığının garanti edilmesini ön plana alır.
AK Parti, bu konuda, hiçbir zaman, meseleyi ifade ettiğim açıklıkta ortaya koymaya girişmedi. Daha sonra oluşturulan, pek de ne olduğu anlaşılmayan ve anlatılamayan, siyaset literatüründe de yer almayan “muhafazakâr demokrasi” fikri dillerde dolaşmıştır. Bugün, bu konuda kimsenin pek bir şey söylediği yoktur.
“SENİN NAMAZ KILMADIĞIN ANLAŞILIYOR, BAŞKA KAPIYA!”
AKP bugün nasıl bir partidir?
AK Parti, bünyesi ve gelenekleri itibariyle, bir “merkez partisi” olamaz. Bugünkü manzarası açısından, dini hassasiyet vurgusu ile Milli Selamet / Refah / Fazilet / Saadet Partilerini, ekonomik anlayışı ve uygulamaları ile dışa tavizkâr Anavatan Partisi’ni hatırlatan, inşaatçılık ve belediyecilikle rant arayan, üretim-istihdam yerine fakir seçmene iane dağıtan, kendine has bir karışım manzarası arz ediyor. Bu karışımın bir “merkez parti kimliği” ile ilgisi yoktur. İş talebinde bulunan bir vatandaşın ütülü pantolonuna bakıp “Senin namaz kılmadığın anlaşılıyor, başka kapıya!” diye kovalayan muamelenin, bir merkez partisinde yeri yoktur!
Zaten, siyasi hayatımızda bugün yaşanan güçlüklerin kaynağında, partiler yelpazesinde, bence, gerçek anlamı ile - Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol Partisi gibi - bir merkez partisinin anlayışının ve kadrolarının bulunmaması yatıyor. Aslında, gerçek ve sağlam bir siyasi ideoloji olan “muhafazakârlık”, AK Parti’nin fikriyatında, sadece, ileri bir dinî hassasiyet olarak yer almakta idi. Simgeler üzerinden siyaset yaparken gerçek dinî hassasiyetin kaybedildiğini düşünüyorum. Bunun ötesini ele aldığınızda, yaşanan siyasî ortamdan, daha ziyade; din kültürü zayıf, kapalı köy ve kasaba çevresi anlayışını aşamayan, ibadete ağırlık verip, dinin ahlâk anlayışını sessiz geçen, bu bağlamda, geldikleri İmam-Hatip geleneğine bile saygı göstermeyen, bazı tarikat ve cemaatlerin çerçevelediği bir dinî anlayış, şahıs kültü, mutlak itaat davranışı olarak özetleyebileceğim bir ortam anlaşılmalıdır.
Bu çerçevenin, fikir ve ifade özgürlüğünü, tartışma geleneğini, medeni cesareti, toplum içinde organize olma, örgütlenme, hak arama, kitle haberleşme ve iletişim araçlarını serbestçe kullanma, toplumun demokratikleşme eğilimini siyasete taşıma gayreti düşük olmuştur. Ne milletvekili, ne parti gurubu, ne de genel olarak Meclis, konuşmak, tartışmak babında büyük kısıtlamalarla karşı karşıya olup, sabahın ilk ışıklarına kadar süren müzakerelerde, sadece, torbalara tıkılmış maddelerin hızla geçirilmesi hedef alınmaktadır. Dış dayatma ile Oslo-MİT-Öcalan hattında yürütülen gizli bürokratik “açılım süreci”, TBMM’ye getirilmemiştir bile. Bugünün cari anlayışının, özgürlüklerin bütününe sahip olma gibi bir idraki, müsamaha, anlayış, farklılıklarına eşit saygı gibi bir çerçeve içinde yaşamayı hedef alan bir demokrasi ile sıkı bağlarının olduğunu iddia etmek, herhalde fantezi bir düşünce olacaktır.
İÇİNDE YAŞADIĞIMIZ SIKINTILARIN ESAS KAYNAĞI SEÇİM SONRASI GÜVENOYUNA HENÜZ GİTMEMİŞ BİR GEÇİCİ HÜKÜMETİN DEVAM EDİYOR OLMASIDIR.
7 Haziran seçimlerinden sonra çoğunluğu kaybetmiş bir iktidarın eski iktidarın devamı gibi hareket etmesini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Seçim sonuçları ile milletimizin ifade etmek istediği tabloyu isabetle ve samimiyetle değerlendirerek okumak, gerçekten, birikimli siyasetçilerin işidir. Seçim ertesinde, bu tablonun iyi okunduğu kanaatinde değilim. İktidar da, muhalefet de, milletimizin ne demek istediğini kavrayamadıkları için, iktidar, eski iktidar gibi devam etmek istemekte, muhalefet ise, amacını belirleyememiş bir halde, günlük ilhamlarla, çelişkilere düşmekten endişe etmeden, gün doldurmaktadır. Dikkat edilmesi gereken bir nokta da, çok partili hayata girdiğimizden bu yana, seçim sonuçlarının ilanından itibaren, hükümet kurma eyleminin, bu kadar uzun zaman aldığı ilk dönemi idrak etmekte olmamızdır.
Bünyesinde, artık milletvekili sıfatı taşımayan kişilerin Bakan olmaya devam ettikleri, güvenoyunun söz konusu edilmediği, yenisi oluşturulana kadar cari işleri yürütmekle görevli ve şimdiki manzarası ile,uzatmalı bir hükümet, ülkenin karşı karşıya bulunduğu hayatî konuları, milletin iradesine uygun olarak çözebilme gücünden, siyaseten ve hukuken mahrum gözükmektedir. Buna rağmen, ciddî icraat yaptıkları görülüyor. Bugünkü hükümet, dışardan Milli Savunma Bakanı atamış, Meclis’in tatilde olduğu bir dönemde, Askerî Şûra’yı beklemeden, NATO ile istişare edip, sorumluluğa NATO’yu dâhil etmeden, İncirlik Üssü’nü ABD’nin kullanımına açmıştır. ABD, PKK’nın Suriye uzantısı PYD’yi desteklediğini açıklamış, PKK terörü bu ara dönemde tekrar azmıştır.
İçinde yaşadığımız günlerin sıkıntısının esas kaynağı, seçim sonrası, güvenoyuna henüz gitmemiş bir geçici hükümetin devam ediyor olmasıdır.
SEÇMEN İRADESİ SADECE YÜZDE 41’LİK AK PARTİYE TEVCİH EDİLMİŞ BİR TERCİHTEN İBARET DEĞİL
Bu noktada AKP’nin son söylemleriyle ve kararlarıyla önem verdiklerini iddia ettikleri “millet iradesi” veya “sandık iradesine” saygı duyduklarına nasıl inanacağız?
İzin verirseniz, önce “sandık iradesi” veya “millet iradesi” adı verilen kavrama bir açıklık getirelim. Belirli bir seçim sonucunda ortaya çıkan “irade”, sadece iktidarın değil, muhalefetin de siyasi gücünü tayin eder. 7 Haziran seçimi sonucunda, seçmen, AK Parti’ye yüzde 41 oy vermişse, diğer partilere de toplam yüzde 59, her bir partiye de ayrı ayrı, aldıkları oranda oy vermiştir. “İrade” söz konusu seçime mahsustur ve bu oranların tümünün ortaya koyduğu resimdir. O resimde, seçime katılıp TBMM’ye girmiş her partinin rengi ve hakkı yer alır. Başka bir seçimde,oy oranları, başka bir irade tablosu çizecektir. Diğer bir deyişle, seçmen iradesi, sadece yüzde 41’lik AK Parti’ye tevcih edilmiş bir tercihten ibaret değil, aynı zamanda, toplam yüzde 59 olarak TBMM’ye giren diğer partiler için de ifade edilen bir tercihtir.
“İrade”, siyasi mahiyettedir. Siyaseten eylem yapma meşruiyetini ortaya koyar. Seçim sonrası bu irade Meclis’te şekil alır, güvenoyu ile yönlendirilir. “Hukukî meşruiyet” ise ayrı bir konudur. Siyaseten eylem yapmasına meşru olarak Meclis’in rıza gösterdiği iktidar, hukuki meşruiyetini oy oranından değil, yargının objektif olarak uyguladığı hukuk kurallarından alır. Bunun için, devlet nizamını bozacak kanunlar çıkarılmaması, Hükümet Programının örtülü gündeminin bulunmaması, mevcut kanunların ruhuna aykırı yorumlar yapılmaması, hukuk dışı icraata tevessül edilmemesi lazım. Olursa Anayasa Mahkemesi iptal ediyor, ama bu süreç zaman alıyor. Bozuk uygulamaların bir kısmının düzeltilmesi ise beklemede kalıyor. Yozlaşmaya yol açılıyor. Bozulan düzen, bundan güç kazananlarda iktidardan uzaklaşma korkusu ve isteksizliği doğurur.
Sandık sonuçlarını beğenmeyip, arzu edilen farklı bir sonucu elde etme hedefini güden fikir ve faaliyetlerin, demokratik geleneklerde yeri olmadığını düşünüyorum.
TERÖR ORTAMI İKTİDAR OYLARINI OLUMSUZ  ETKİLER
Talep edilen erken seçim; terör nedeniyle seçim güvenliği riski, seçim maliyetinin halka getireceği yük yanında, dile getirdiğiniz gibi halkın iradesini kabul etmemek anlamını taşıyor. Böylesine bir erken seçimde sonuçlar değişir mi? Sizin düşünceniz nedir?
Ben burada, “erken seçim” deyimi yerine, “tekrar seçim” tabirini tercih ediyorum. Zira, erken seçim, şimdiki 4 yıllık seçim dönemi içinde, dönem bitmeden önce yapılan seçimdir. Dönem başlangıcından, mesela 3 yıl sonra, 3,5 yıl sonra gibi… Hâlbuki bugünkü duruma, daha ilk hükümet bile kurulmadan yeni seçim istemeye, “seçim tekrarı” demek gerekir.
4 yıllık yeni dönemin başlamasından bu yana henüz 2 ay geçmiştir. 7 Haziran 2015 Genel Seçimlerinde, millet iradesinin istikametini gösteren tabloda, temel bir değişiklik olmasını gerektirecek herhangi bir karine yoktur. Ortada, daha önce iddia edilen “sandık sonuçlarının kayıtsız şartsız kabulü” beyanlarının aksine, şimdi 7 Haziran sonuçlarının kabul edilmemesi durumu vardır. İstenen tablo elde edilinceye kadar, seçimler tekrar tekrar yapılacak mıdır? Gerçek şu ki, yenilen pehlivan güreşe doymuyor. Bir seçim tekrarı, sonuçları fazla değiştirmez. Hatta böyle bir manevra halkta tepki doğurup ters de tepebilir. Üstelik terör ortamı iktidar oylarını olumsuz  etkiler.
Güvenlik ve maliyet konularında ifade ettiğiniz ciddi engellerin yanında, ülkenin güven oyu almış bir hükümete ve dolayısıyla, istikrara kavuşması sürecini gereksiz bir biçimde uzatan bugünkü tavır, demokratik olmayan bir saygısızlık sergilemesi yanında, arka planında yer alan sevimsiz hesaplar ile büyük bir risk almayı da içermektedir. Arzulanan sonuç bu seçimde de alınmazsa ne olacaktır? Millet hayatında kumar oynamayı tasvip etmek söz konusu olamaz! Üstelik biz burada seçim tekrarı için vakit kaybederken, dışarda aleyhimize gelişen durumlar da yeni harcamalar demektir.
SİYASETTE PARA KONUSU SESSİZ GEÇİLİR. KİMSE KONUŞMAZ
Halka yüklenecek mali külfetten sözedilince aklıma geldi. Sayın Tayyip Erdoğan’ı Adnan Menderes’e benzettikleri anda ”Ne alakası var?” demiştiniz ve bir anekdot paylaşmıştınız: Aydın Menderes’e, “Senin babanın Demokrat Parti başına geçmeden önce ne kadar toprağı vardı?” denildiğinde, “40 bin dönüm” diyor. “Peki, Yassıada’ya gittiğinde ne kadardı?” diye sorulduğunda ise “3 bin dönüm” cevabını veriyor. Yani Adnan Bey, kendi malını satmış ve siyasetin gerektirdiği harcamalarda kullanmış. Anlattığınız bu anekdottan sonra, şu soru geldi aklıma: Seçimlerde hesap verebilir yönetim anlayışı neden devre dışı kaldı?AKP, “yönetimde şeffaflığı” istemiyordeğil mi?
Fransızların “siyasetin sinir ucu” olarak nitelendirdikleri “para-siyaset ilişkileri” konusunun incelenmesine ve teklifler getirilmesine, siyasi hayatımın yaklaşık 10 yılını verdim. Siyasette para konusu sessiz geçilir. Kimse konuşmaz. Siyasi faaliyet ise, pek çok yönü ile,bazen külliyetli miktarda para gerektirir.
İleri demokrasi kurallarını benimsemiş ülkeler, bu nazik konuya da ciddi kurallar getirmişlerdir. Mesela, bir ABD Temsilciler Meclisi üyesi, her yılın Mayıs ayının başında, muhtevası internetten bütün Amerikan vatandaşlarının incelemesine sunulan bir “servet beyannamesini” vermek zorundadır. Yıllar itibariyle gelişmeler gözlenerek, o üyenin para durumu izlenir. Milletvekilliğim sırasında, ben de her yıl, harcımı, borcumu, varlığımı içeren bir beyanname vermeye devam ettim. TBMM Genel Sekreterliği buna çok şaşardı. Ben vermeye devam ettim. Ak Parti Meclis Gurubuna benzer bir teklif sunduğumda, kabul görmedi.
Benzer biçimde, gerçek demokrasiyi benimsemiş bütün ülkelerde, seçim masrafları, parti giderleri, milletvekillerinin harcamaları vs. gibi nazik konular, ciddi kurallara uygun olarak takip edilmekte ve vatandaş nezdinde siyasetin itibar kaybetmemesine çalışılmaktadır. İtiraf edeyim ki, bizim “ileri demokrasimiz”, bu çeşit mülahazattan mahrumdur ve bu kuralları ne zaman gözeteceği meçhuldür. Şüphesiz, “hesap verebilir” iktidar için, “hesap sorabilir” kurumlara ihtiyaç vardır. Bu konunun henüz kimseyi ilgilendirmediğini sanıyorum. Denetim mekanizmaları kaldırılır, zayıflatılır; olanlar da, başta Meclis, çalıştırılmaz.
PKK terörü giderek tırmanıyor. PKK bazı eylemlerini üstleniyor, bazıları için de, duyulan infial nedeniyle “Bizim böyle bir eylemimiz yok, bizim adımıza verilmiş bir talimat yok, yereldeki inisiyatif ile ortaya çıkmıştır” diyerek sorumluluktan kaçıyor, birkaç oluşum mu var içinde, karar verici otoriteleri birden mi fazla?
Bir eski Bakanımızın internette yayınladığı makalelerde isimlendirdiği üzere, “narko-terorist” bir örgüt olan PKK, esas itibariyle, alanda iktisap ettiği ustalıkla bir “taşeron” örgüttür. Başka bir deyişle, belirli bir bölgede, bazı güçlerin, belirli bir plan muvacehesinde yaratmak istedikleri kaotik durumun gerektirdiği tahribatı, ücreti karşılığı icra eden bir grup haline gelmişlerdir. PKK’da merkezi otoritenin zayıflaması, Oslo-MİT-Öcalan görüşmelerinden beri ortaya döküldü. Kandil dışardan tutum bildiriyor, verilen bazı kararları uygulamıyor, verilen bazı talimatları duyurmuyor. Muhtemelen kendi içinden dolayı duyuramıyor. Mesela, Dolmabahçe kararlarından sonra Öcalan ile Kandil’in tavırları farklıydı. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın elini rahatlattı. Şimdi de, HDP başka PKK başka beyanlarda bulunuyorlar. Hatta “düz ovada siyaset” diye ortaya çıkan HDP’nin eş-başkanları bile ayrı ayrı yerlerin mesajlarını veriyorlar.
PKK Nasıl bir terör örgütü? Bugün hangi görevleri üstlenmiş durumda?
PKK’dan bir çevre olarak bahsetmek daha uygun. Fikriyatlarından ziyade, onlar için, hizmetinde bulundukları güçlerin emelleri önemlidir. Üstlendikleri işlerin güçlüğü nispetinde karşılık almaktadırlar. Şu anda PYD’yi güçlendirmek ve Peşmerge’yi desteklemek, Peşmerge ile beraber, Almanlardan eğitim ve silâh almak, yeni açılacak İran ticaretinden Türk TIR’larının ve şirketlerinin dışlanmasını sağlamak, Ermeni sınırının açılması için Ermenistan’a sınır illerden mesaj vermek, içerde terör ile güveni sarsarak Türk ordusunu Suriye’ye mecbur bırakmak gibi işlerle meşgul oluyorlar.
DIŞ İLİŞKİLERİ VE ÖNLERİNE KONAN İCRA EDECEKLERİ PROJELERİN VARLIĞI PKK’NIN MEVCUDİYETİNİN TEMELİDİR
PKK ile IŞİD arasındaki ilişkileri ve ABD’nin bölgedeki duruşunu nasıl yorumluyorsunuz?
PKK Suriye’de PYD bölgesi hariç, IŞİD’le sorunlu görünmüyorlar. IŞİD Musul’a saldırdı, ABD’nin sesi çıkmadı. Erbil’e saldırdı, havadan gelip Peşmerge ile PKK’yı destekledi. Erbil’i kurtardılar. Barzani’ye özerklik havası veriyorlar, ama manda muamelesi yapıyorlar. Mesela, Barzani Türkiye üzerinden dışarıya petrol satacak oldu, gidip okyanustaki tankerlerini çevirdiler; Türkiye’de biriken satış paralarını talep ettiler. Musul ise IŞİD’in finansman kaynaklarından biri oldu. IŞİD orada oturuyor; petrolden hisse alıyor; onunla Amerikan ve Alman silâhlarını satın alıyorlar. Ele geçen silâhlardan bunu biliyoruz. IŞİD Musul’daki Türk Konsolosluğunu 11 Haziran 2014’te bastı, Konsolosluk kapandı. ABD ve Avrupa sustular; Bölgedeki danışıklı dövüş gözden kaçmamalı.  
Bu açıdan,PKK’nın hiçbir beyanatının önemi yoktur, doğruluğu yanlışlığı tartışılmaya değmez, hiçbir beyanlarında doğruluğun aranması söz konusu olmamalıdır. İşlerine geldiği üzere tavır alırlar. Kesinlikle itimada şayan değillerdir. Etraflarına ördükleri meçhulat ve korku halesi, onları, olduklarından önemli ve kudretli gösterebilir. Haklarında bilgimiz sınırlı ve yetersiz… Dış ilişkileri ve önlerine konan icra edecekleri projelerin varlığı, PKK’nın mevcudiyetinin de temelidir. BOP Projesinin parçasıdırlar. Bu yüzden, altedilmesi zaman alacak bir örgüt olduklarını düşünüyorum.
ABD, Ortadoğu’da, rahmetli Turan Yavuz’un deyişiyle “Kürt kartını” elden bırakmıyor. Ancak, PKK’nın uzantısı olan PYD’yi mi, yoksa Barzani’yi mi asıl sorumlu hale getirecek net değil. Size göre ABD bölge için hangi grubu daha güvenilir buluyor, hangisi kullanılıyor?
Ta 1860’lardan bu yana, Orta Doğu’nun tabiî zenginliklerine gözlerini dikmiş bulunan büyük güçlerin temel amaçları, bu zenginliklere devamlı ve düşük maliyetli olarak sahip olmak, zengin topraklar üzerinde yaşayanları, birbirleri ile tükenmek bilmeyen ihtilaflarla perişan etmek, yandaş idareler ya da hükümetler getirmeye çalışmak, fukaralık, cahillik ve çaresizlik pençesinde helâk olmalarını büyük bir kayıtsızlıkla gözlemektir. Çeşitli vesileler ve anlaşmalarla (!)kurdurulan kukla devletlerin marifeti ile bu zenginlikleri kendi topraklarına ve kendi halklarına transfer etmek, ölçüsüz kazançlar realize etmektir. Bu amaçla, gözlerini binlerce mil uzaktaki efendilerinden ayırmayan, itaatkâr “manda devletler”in oluşturulması, ideal bir çözüm olarak görülmektedir. Büyük Orta Doğu Projesi (BOP) budur.
“PARALEL SAHNESİ” KURULARAK POLİSTEŞKİLÂTI’NIN KOMUTA KADEMESİ TASFİYEYE UĞRADI. DEVLETİN GÖREVİ KURUMLARI TASFİYE ETMEK DEĞİLDİR
TBMM’de 1 Mart 2003 tezkeresinin reddi neleri değiştirdi neleri engelledi?
1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’den geçmemesi, Kerkük-Musul-İskenderun hattına, Türkiye sınırları içinde bir koridor oturtmanın önünü kesmiş oldu. Yani, bizim 1975’te açtığımız Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı varken tekrar gelip üzerine oturuyorlar. Hatırlarsanız, daha tezkere gelmeden İskenderun’dan Mardin’e kadar olan bölgede, sınırdan 100 km içeri kadar yerlerde yabancı birliklerin kira sözleşmeleri bile yapılıyordu. Amerikan uçak gemileri İskenderun Limanı açıklarında demirliydiler.
Yine hatırlarsınız, o dönemde de Genel Seçimler yeni olmuş ve Meclis, AKP ve Hükümet henüz oturmamıştı. Abdullah Gül bir hükümet kurmuş, seçimlere sokulmayan AKP başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Meclis’e girebilmesi için ara seçim yapılıyordu. Demek ki, belirsizliğin bulunduğu dönemlerde, “müttefiklerimizin”, yangından mal kaçırma esasına göre işleyen, asil olmayan bir politikaları var. Eğer bunda ortak menfaatimiz olsa böyle yapmazlardı. Demek ki, Türkiye’nin aleyhine olacak bir durum söz konusu idi.
Tezkere çıkmayınca, Türkiye, toprak bütünlüğünü korudu, ama büyük bedel ödedi. TSK üst kademesini tasfiye eden Ergenekon, Balyoz vb. davaların, darbe tevatürleri ile değil, bu duruşumuz ile ilgili olduğu değerlendirilebilir. İş bitince “paralel tartışması” başladı. TSK operasyonunun uzantısı, tam 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri sırasında, Seçim Kanunu gereği, İçişleri Bakanı’nın görevi bıraktığı, yerine vekâleten bir atama yapıldığı sıraya rastladı! Jandarmanın devletteki yerinin belirsizleştirilmesi, Polis Kolejlerinin kapatılması, öğrencilerin eşyalarıyla birlikte kapı önüne konması ve üst kademe Milli Emniyet Teşkilatı kadrosunun emekliye sevk edilmesidir. Böylece “paralel sahnesi”kurularak PolisTeşkilâtı’nın komuta kademesi tasfiyeye uğradı. Bütün bunlar, Türkiye Genel Seçim tartışmaları içinde iken olup bitti. Olanları denetleyecek, Anayasa Mahkemesine götürecek Meclis, seçimler amacıyla dağılmışken… Yapılan işin vahametini kavrayabiliyor muyuz? Devletin görevi, suçlu olan varsa bunları bulup mahkemeye sevk etmektir, kurumları tasfiye etmek değildir. Stratejik düşünceyle, TSK ve Polis Teşkilâtı’nın üst kademelerinin tasfiyesinin kimin işine yarayacağını çözerek, faillerini bulabiliriz. Yine geliyoruz, “ehliyet” yerine “sadakat” tayinlerine. Kime sadakat? 
Türkiye ile beraber petrol taşımak varken, neden bu kadar dolambaçlı yollara sapıldı? Kerkük-Musul-İsrail hattı için, Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’den bir koridor açılmaya çalışılıyor. Yani 2003 koridor projesi 100 km güneye kaydırıldı. Bölünmüş bir Irak ve Suriye ile bölgeye daha kolay hâkim olunabileceği söylenmekte... Onun için PKK, Peşmerge, Barzani, PYD, hatta IŞİD hiç fark etmez! Hepsi bu oyunda kullanılacak araçlardır. 
PKK SÖYLEMLERİ ÜZERİNE AVRUPA BİRLİĞİ KÜLTÜR FARKLARI ARAŞTIRMASI YAPTIRDI, KÜLTÜR FARKI BULAMADILAR.
Burada önemli olan bizim Kürt kökenli yurttaşlarımızın da güvenliği,değil mi?
Elbette.. Kürt kökenli vatandaşlarımız, ne Öcalan’ın, ne de PKK’nın temsil ettiği gibi bir düşünceyi benimsemiyor. Burada hataya düşülmemelidir. Eylemci grupların medyada yaptığı şamata halkı yansıtmıyor. Hayatını yaşayan Kürt kökenli vatandaşlarımız yanında, Türk-Kürt karma evliliklerle oluşmuş büyük bir kitle var. Kürtçülük bir ayrı siyaset… Ne dediklerini henüz açık bir şekilde söyleyebilmiş değiller. Yabancı enstitülerin yazıp verdiklerini buraya aktarmaya çalışıyorlar.. Bir kısmı ayrılıkçı, bir kısmı değil… Bir kısmı İslâm şuurunda, bir kısmı Marksist... Kürt terörü ayrı bir kanat. İçlerinde bölünmüş olmaları yanında, liderler de birbirine ters düşüyor. Dışardan besleniyorlar. Kürt halkının zenginiyle, fakiriyle, onlara pahalı silahlar alıp vermeye niyeti yok. Ama PKK baskısı altında, sandığa dahi gitmeden oy yollayan yerleşimler var. Öte yandan, bugün artık okumuş, meslek sahibi – iş sahibi olmuş Kürt kökenli kitle artmıştır. Eşit vatandaşlık şartlarını kullanıp istedikleri yerde iş yapıyorlar. Kandırılmaları artık daha zordur. Bu kimselerin kalkıp da “özerk bölge olmuş, yakında bağımsızlık verilecekmiş” diye Kuzey Irak’a göç ettiklerini görmüyoruz. Türkiye’deki herkes gibi ülkenin normal hayatına katılarak, paylaşarak yaşamak istiyorlar. Bu herkes gibi haklarıdır. Neden kullanmasınlar? Bu kesim haraç da vermek istemiyor, düzen kurulmasını istiyor. Kürt kesimin liderliğine soyunanların da bu durumun farkında olduğunu düşünüyorum. Yabancıların işine gelmese bile, politikalarını gözden geçirmeleri gerekecek. Ermeniler yabancılar için savaşıp hayatlarını kaybederek kendilerine yazık etmediler mi? Şimdi neden Kürtler kullanılsın? Biraz akıllı olalım. Bizim bin yıllık kardeşlerimiz. Etle tırnak gibiyiz; tahinle pekmez gibi karışmışız. Neresinde tutup da ayrıştıracaklar? PKK söylemleri üzerine, Avrupa Birliği kültür farkları araştırması yaptırdı. Kültür farkı bulamadılar; dil üzerinde oynuyorlar. Ama Kuzey-Güney dil farkını çözemedikleri için Sudan Modeli önerisi gelebilir.
Hükümetin açılım sürecindeki duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hükümet, açılım sürecinde bazı tavizler vermiştir. Sonuçlarını hep beraber gördük. Sürece katkı olarak PKK silâh teslim edip sınır dışına çıkacaktı. Nerede? Doğu Bölgesi için çıkarılan hâkimiyet söylentilerinin propaganda amaçlı olduğunu bölgeyi tanıyan herkes biliyor. Türkiye’de merkezî otoritenin zayıflayacağını düşünmüyorum. Türkiye devlettir. Geleneği olan bir devlettir. PKK eşkıya gruplarından oluşmuş iken, bir devlet olabilir mi? Yaptıkları halkı sindirmek için şiddet ve haraç toplamak… Ayrıca, aşiretçilikten çıkmak o kadar çabuk dönüşebilen bir yapı değildir.
DEMİRTAŞ YUMUŞAK ÜSLUPLU ESPRİLİ SEVİMLİ BİRİ AMA “SAVAŞ VE BARIŞ” DİYE İKİ KAVRAMLA KONUŞUYOR
HDP bu süreçte neyi kanıtlamaya çalışıyorHDP’nin portresini çizer misiniz?
HDP’nin durumuna gelince, eğer yüzde 13 oy alıp Türkiye Partisi haline geldilerse demokrasi dilini kullanmak zorundadırlar. Halen ayrılıkçı PKK dilini kullanıyorlar. Demirtaş, yumuşak üsluplu, esprili, sevimli biri ama “savaş ve barış” diye iki kavramla konuşuyor. Türkiye’de Türklerle Kürtler savaş yapmadılar. Bir iç savaş olmadı. Varmış gibi davranmamak gerekir. Türk emniyet güçleri terörist saldırıları bastırmakla görevlendirildi, o kadar.. Türkiye’de iç savaş, 1900’lerin başında, dışardan destek ve vaat alan Ermenilerle olmuştur; Ermeniler yenilmiştir. Barış diye bir talep ortaya atıp da, yeni kurgular için kavram kargaşası ile zemin aranmamalıdır. Yani, yüzde 13’ük seçmen Türkiye ile savaşta mıydı? Üstelik, bu kavram açılım sürecinde tartışıldı. “Savaş/ barış" söz konusu olmadığına göre, demokratikleşme programıdır, onun için “açılım densin” dendi. Türkiye de bunu benimsedi. Türkiye’de herkesin demokratikleşme ve açılım ihtiyacı var. Bu kavram onun için tuttu. Seçmen yüzde 13 oranında oy verirken, “şu açılım sürecini herkese açıklayın, Meclis’e getirin,” dedi. Bunu doğru okumak gerekir.
BİR YÖNÜYLE DE TERÖR DOĞU VE GÜNEYDOĞU BÖLGELERİMİZDE GERÇEK KALKINMA HAREKETİNİN SİNSİ BİR DÜŞMANIDIR
Terör devreye sokulduktan sonra, bölgeye ekonomik planda nasıl zarar verildi okuyuculara yeniden anımsatalım:
Kamu ihalelerini alan müteahhitler tehdit edildi, araç parkları yakıldı, ihaleler aleyhine davalar açıldı, boş yere canlara kıyıldı. Başına jandarma dikilerek işlerin bitirildiği pek çok örnek vardır. Bütün ihalelere aynı anda çıkıldığı halde, bakarsınız harcanamamış paralar hep Doğu’dan gelirdi. Bunun en büyük delilini GAP Projesi ve Atatürk Barajı engellemeleriyle gördük. Bir yönü ile de, terör, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde, gerçek kalkınma hareketinin sinsi bir düşmanıdır. Kalkınmamışlığı bahane gösterir. Kalkınma faaliyetlerini engeller.
Bu süreçte görüldü ki, bütün Türkiye gibi, bölge halkın talebi de kalkınmaktır, sanayileşmektir. Kalkınma planları Türkiye’ye çok şey kazandırmışlardır. Bu alanda siyasetçiler çok gayret göstermişlerdir. 1950-1980 döneminde yurt sathını bezeyen büyük eserler satıla satıla halâ bitirilemedi. IMF ile Dünya Bankası, bu hırsla, DPT’yi etkisizleştirme mücadelesi verdiler. Bugünkü Hükümet bunların iddialarına kanıyor,inanıyor. Sonuçta, kalkınma gayreti göstermekte gerilerde kalmış, ekonomik işlevi ise inşaat yapmaktan ibaret kalmış duruma düşüyor. 
TERÖRLE MÜCADELE HARCAMALARI İSTİHDAM YARATICI ÜRETİM YATIRIMLARINI KISITLIYOR
O dönemlerde güneydoğudaki kırsal kesimi biraz daha analiz eder misiniz?
DPT’de çalıştığım yıllarda Köylere gittiğimizde, en çok talep edilen şey, okul ve tohum olurdu. 1980’den sonra köyler jandarma talep ediyorlardı. Kendilerini teröristlerden koruyamıyorlardı. Küçük terörist grupları, köyün malına, ürününe ortak oldular. Köylüler bu yüzden göç etmeye başladılar.. Koruculuk onun için getirildi. Bu olumsuz ortamda bile, halk, refah artışından pay alabilmiş, okumaya, kendini ilerletmeye çalışmıştır. Gidin, İç Ege’nin yolları, köyleri ve dağlarına bakıldığında, Doğu’nun yolları, köyleri ve dağları daha mamurdur. Refahın ilk etkisi, bebek ölümlerinin azalması oldu. Nüfus arttı. Çok çocuktan ise, aile planlaması ile iyi yetiştirebileceği kadar çocuk noktasına iki nesilde gelindi. Terör sadece çok çocuktan beslenmiyor. İstihdam yaratıcı üretim alanları açılmamasından dolayı işsiz kalan genç, terörde geçim arayabiliyor. Öyle aileler gördük ki, bir çocuğu dağda terörist, bir çocuğu köyde korucu, bir çocuğu jandarma olmuş. Çoğu ailede bu bir ekmek parası meselesidir. Halkın sıkıntısı öyle medyada aktarılan gibi değil…
Terörle mücadele harcamaları, istihdam yaratıcı üretim yatırımlarını kısıtlıyor. Türkiye’ye kalkınma planları ile birlikte terörün musallat edilmesinin sebebi de, kalkınma kaynaklarınızı boşa harcatmaktır. .
Terör ile meşru siyasetin arasındaki fark, sadece, iradenin kabul ettirilmesi açısından benimsenen üslupta yatar. Biri ikna yollarını kullanırken, diğeri korku yaratma ve tehdit üslubunu benimser. Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu’sunda 1984’ten bu yana devam eden terör, daha çok, bölge üzerinde yapılan uzun vadeli hesapları örtmeyi hedef alır.
YARIM YÜZYILDIR HALKIN DEMOKRATİK SAĞDUYUSUNU, SİYASETİ ELDE TUTAN KADROLARDAN DAHA ÖNDE OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ
Bugün sürekli özgürlüklerden söz eden demokrasiyi daha da ileriye götürmeyi hedefleyen partilerimiz var. Ama, siyasete, demokrasiye ne denli hizmet ediyorlar,son seçimde alınan sonuçlar ortaya çıkardı. Ülkemizde asıl eksik olan, size göre, nedir?
-     Demokrasinin kavram, kural ve kurumları ile tam olarak bilinmesi, şüphesiz bir eğitim ve idrak konusudur. Kaldı ki, bizim eğitim sistemimizde, “demokrasi” temel bir konu olarak işlenmemektedir. Rejim üzerine yürütülen tartışmalar, toplumumuzun bu konuda hangi seviyelere gerilediğini açık olarak ortaya koyuyor.
Partileri demokratik yapıda olmayan bir ülke demokraside ilerleyemez. Benim AK Parti’nin demokrasiyi ilerletme programına katkı için oradaki bir dönemlik varlığım, Partiler Kanunu’nun ve Seçim Kanunu’nun 1980 Anayasası’nın ilgili maddeleriyle beraber değiştirilmesi ve siyasetin finansmanının şeffaflık ve âdil yarışma ilkeleriyle düzenlenmesi amacıylaydı. AK Parti’nin ilk seçimde beklemediği kadar oy alması, Parti içinde yeni bölüşümlere gidilmesini ve bu tür genel demokratikleşme tasarılarının gündeme gelmesini olumsuz yönde etkiledi.
Hâsılı, demokrasiyi, değil ileri götürmek, gereğini yapmak endişesi kimsenin derdi olarak gözükmüyor.  Bu açıdan, siyasi partilerimizin demokrasiye hizmet ettiklerini iddia etmek pek mümkün değildir. Tartışma kültüründen mahrum, farklılığa müsamaha ve saygı göstermekten aciz, konuları zeminlerinde ele almaktan, diyalog ve mutabakat aramaktan bihaber siyaset amatörlerinin faaliyetlerinin, ne siyaset, ne de demokrasi olarak nitelendirilmesi kabul edilebilir.
Türkiye’nin siyasi hayatında, genel siyasi, ekonomik ve sosyal meseleleri, bir kimlik siyaseti gözlüğü ile ele almaya çalışan ve zaten çetrefil ve tartışmalı olan bu konulara, bir de kimlik ihtilaflarının barış kabul etmeyen çatışmalarını da ekleyerek, işleri büsbütün içinden çıkılmaz hale getiren anlayışların tayin edici olmaması gerekir. Son Genel Seçimlerde, yetersiz de olsa, küçük bir adımın halk tarafından atıldığı görülmektedir.
Yarım yüzyıldır, halkın demokratik sağduyusunun, siyaseti elde tutan kadrolardan daha önde olduğunu görüyoruz. Seçim sonuçlarına bu sağduyu hep yansımıştır. Bunu değerlendirebilen Meclisler, değerlendiremeyen Meclisler oldu. Siyaset halka tercüman olmak yerine yandaşlara imkân aktararak yerini yanlış tanımlamaya kalktı. Hâlbuki siyasetin halka tercüman olmaktan ötede, çağı yorumlayarak toplumu geleceğe taşımak için büyük atılımları ve gelişmeleri tasarlama ve yönlendirme, öncü olma görevleri vardır. Asıl olan, şüphesiz, ülke gerçeklerinin ve sorunlarının ele alınmasında, siyasi partilerin, enerjik, etkili ve yaygın bir rol oynayarak, süreci ve idraki hızlandırma becerileridir. Birikimli bir toplumumuz, eğitilmiş kadrolarımız var. Umalım ki, yakın bir gelecekte, böyle adımlar atılabilsin.
Sizinle asıl mesleğiniz mimarlık olduğu için konuşmak istediğimiz başka konular da var.Rantiyeciliğin yol açtığı çarpık kentleşme sözgelimi. Bir başka söyleşide gündeme getirmek üzere bugünkü sohbet için teşekkürler.
Bu mülakat vesilesi ile Odatv’nin, şahsıma ve fikirlerime gösterdiği ilgi vesilesiyle  ben size teşekkürlerimi sunuyorum.
Nurzen Amuran
Odatv.com

4 Ağustos 2015 Salı

PKK’NIN FÜTUHAT RUHU !, Özcan PEHLİVANOĞLU

PKK’NIN FÜTUHAT RUHU !
 Özcan PEHLİVANOĞLU
ASALA = PKK + PYD + DHP
Nihayetinde düşman kudurdu ve Türk yurdu Türkiye’yi ateşe boğdu.
Bunun böyle olacağını, biraz insan fıtratını ve insanlık tarihini bilen herkes anlardı.
Ama Türk Milletine karşı ezeli bir husumet içinde olanlar işlerin böyle gelişeceğini Türklerden hep sakladı. Halende saklamaya devam ediyor.
Bunu saklarkende, fakir ve eğitimsiz bırakılmış saf insanlar topluluğu olan Türkleri; “bakın çocuklarınız tabutlarda gelmiyor” yada “analar ağlamasın” martavalları ile avuttular.
Halbuki Türk Milleti daha 100 yıl önce Balkanlar ve Anadolu’da başına gelenleri unutmamış olsa veya günümüzde Irak ve Suriye’de yaşananları doğru algılayabilse, başına son günlerde gelen hadiselerin hiç de öyle beklenmedik şeyler olmadığını bilirdi.
Bana göre yurdun dört bir köşesinde, Türk Milletine ve Türk Devletine girişilmiş saldırılar ve can kayıplarımız daha birşey değildir. Gerçekleri görmez ve gereğini yapmaz isek daha ağır saldırılar altında kalmamız ve hatta milyonlarca canımızı kaybetmemiz söz konusu olabilecektir.
Bilmemiz gereken birinci husus, pkk’nın artık bütün Türkiye’ye sahip olma arzusu ve çabasıdır. Bunun dışa vurumu, pkk’nın yaptığı ideolojik çalışmalar ve bunun sonucu ortaya koyduğu stratejidir.
Pkk  tarafından son günlerde fütursuzca yapılan saldırıların nerede ise Türkiye’nin tamamına dağıldığı görülürse yukarıdaki tespitimizin haklılığıda anlaşılmış olur.
Türkiye’nin batısında bulunan Muğla, Aydın, İzmir gibi kentler ile Trakya’da pkk yanlılarının; alaycı ifadelerle bu şehirlerinde sözde Kürdistan olduğunu inanarak ifade ettiklerini şahsen yaşamış biri olarak bunları söylüyorum.
Pkk’nın arkasında ABD, İsrail ve AB’nin kilit ülkelerinin olduğu tartışılmaz olduğu için bu devletler pkk’ya sadece silah ve lojistik destek sağlamakla kalmayıp, Türkiye’yi Kürdistan yapmak için fikirde aşıladıkları gelişmelerden anlaşılmaktadır.
Bu aşı tutmuştur. Pkk’nın peşine takılmış hain takımı, Türkiye’yi Kürdistanlaştırmak hayaline kapılmıştır.
Aslında haksız da değiller. Ülkede büyük bir pkk sermayesi oluşmuş, merkezi ve yerel idarelerde bürokratik makamlar işgal edilmiş, vergi toplanır hale gelinmiş, siyasi partileri mecliste kendine yer edinmiş ve silahlı bir yapı oluşturulmuştur. Şimdi Türkiye’ye topyekün el koyma için, vakti saatin gelmesi beklenmektedir.
Türk Milleti, pkk yanlılarında oluşan bu topyekün Türkiye’yi ele geçirme anlayışının ete kemiğe büründüğünü bilmeli ve anlamalıdır.
Genelkurmay Eski İstihbarat Daire Başkanı Korgeneral İsmail Hakkı Pekin’in yazmış olduğu “Kozmik Oda” kitabında; Türk Milletinin bir ideolojisinin olmadığını ve buna karşılık pkk yanlılarının bir ideolojiye sahip  olduklarını vede yaşamlarını buna göre tanzim ettiklerini askerlik hayatında gördüğüne dair tespiti çok doğrudur. Sırf bu sebeple Türkler, kendi yurtlarında palikarya durumuna düşmüştür.
Türk Milleti içine düştüğü zilleti, mutlaka görmelidir. “Bana bir şey olmaz” gibi yanlış düşüncelerden arınmalıdır. Düşmanlarının, madden ve manen yakaladığı ivmeyi doğru tespit ederek karşı tedbirler almalıdır.
Yoksa Türkiye, pkk’nın fütuhat ruhunu yakalamasından dolayı Kürdistanlaşacaktır. Görüyoruz ki; Türkler arasında yaygın kanaatin; lafla peynir gemisinin yürüyeceği şeklinde olduğudur. Bu da bizi topraklarımızdan ve canımızdan eder!
 ***
Özcan PEHLİVANOĞLU

Cenaze taşıyıcısının öyküsü.... KARA TRENİ

Cenaze taşıyıcısının öyküsü....
KARA TRENİ

Bir hanımefendi diyor ki; 1919 yılı idi. İstanbul baştan aşağı İngilizlerin işgali altındaydı. Liseyi yeni bitirmiştim.
Güzel bir kızdım.
Dünür gelmeye başladılar.
Biri avukatmış.
Gösterdiler uzaktan, boylu poslu yakışıklı bir delikanlıydı, beğendim.
Nişanlandık.
Nişanlımı seviyordum.
Mutlu bir yuva kurmak hevesi ile lamba ışığının altında sabahlara kadar oyalar örüyor, çeyizler hazırlıyordum.
Ama çok geçmedi ki mahallede bir dedikodu yayıldı.
(Ayşe’nin nişanlısı avukat değilmiş, ipsizin biriymiş, üstelik cami önlerinden tabut taşıyarak karnını doyuruyormuş) dediler.
Alt üst oldum.
Babam götürdü, uzaktan izledik, gerçekten de tabut taşıyordu…
Yıkıldım.
Nişanı atıp, ayrıldık.
Aradan 5 yıl geçti.
Evlenmiştim,
Bir de çocuğum olmuştu.
1924 yılıydı.
Artık ülkemiz özgürdü.
Bir gün Beyoğlu’nda rastladım ona.
Oğlum yanımdaydı.
Beni görünce titredi, çeketini düğmeledi.
Saygı göstererek durdu önümde.
Vaktiniz varsa size bir çay ikram etmek isterim, dedi.
Olur, dedim.
Bir büroya girdik.
Burası bir avukatlık bürosuydu ve kapıda adı yazıyordu.
İçerde yardımcıları çalışıyordu.
Siz gerçekten avukat mısınız, dedim.
Evet, dedi.
Peki, avukatsınız da neden cami önlerinden tabut taşıyordunuz, diye sordum.
Durdu, başı öne eğildi.
Beni affedin,dedi.
İstanbul işgal altındaydı,
Her taraf İngiliz askeri kaynıyordu.
Her şeyi didik didik arıyorlardı.
Biz de Anadoluya ,Milli kuvvetlere ancak,cenaze süsü vererek tabutlarla silah kaçırıyorduk.
Bu ülke için hayati bir işti.
Bunu size bile söyleyemezdim...
BU VATANI CANLARINI VE AŞKLARINI FEDA EDEBİLENLERE BORÇLUYUZ. BİR DE ŞİMDİNİN İNSANLARINI DÜŞÜNÜN......
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !