30 Mart 2017 Perşembe

"RUMLARIN KOMPLEKSİNE BAKIN" - Prof. Dr. ATA ATUN & "RUMLARDAN BİR DERS DAHA" - Yurdagül ATUN

RUMLARIN KOMPLEKSİNE BAKIN 
Prof. Dr. ATA ATUN
Kıbrıs Rum Yönetimi Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis dün bir açıklama yaptı. Bir çok medya kuruluşunun sürpriz olarak nitelemesine rağmen bana göre sürpriz olmayan bir açıklamaydı bu.
RUM BAKAN DİYOR Kİ;
1960 yılında kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında yanlışlar yapıldı ve Türklere hak etmedikleri haklar verildi. Azınlık statüsündeki Kıbrıslı Türklere, çoğunluk olan Rumlarla eşit haklar verildi. Artık böyle bir uygulama olamaz. Türklere vatandaşlık hakları vereceğiz, hepsi o kadar. Türkiye’nin garantörlüğü ve Fiili garantisi de kaldırılacak ve bir daha da olmayacak(mış.)
KASULİDİS’İN YEDİĞİ NANEYE BAKIN SİZ.
Sanki kendisi ve Rumlar, bizler Kıbrıslı Türklere hak vermek yetkisinde, bunu kendi istedikleri kadar verecekler ve akıllarınca da bize lütufta bulunacaklar! Öyle zannediyor Kasulidis. “Aç tavuk kendini arpa ambarında sanırmış” atasözümüze çok da uygun bu kendini bilmezin, kim olduğunun ve karşısındakilerin de kim olduklarının farkında olmadan söyledikleri.
Zaten Avrupa Birliğine giriş nedenleri de, asırlardır yaptıkları gibi arkalarına Birliği alıp Türkiye’ye baskı yapmak, aynen Girit’te 120 yıl evvel oynadıkları oyunu sahneye koyarak önce Türk askerinin adadan çekilmesini sağlamak, sonra da Kıbrıslı Türkleri adadan silip atmak.
Rum Temsilciler Meclisi eski başkanı Yannakis Omiru’nun dünkü açıklamasını da Kıbrıs konusu ile ilgilenen herkes okumalı. T.C. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa Birliği üyesi bazı devletlere ve Avrupa Birliği yetkililerine karşı takındığı dik duruşunu kendince  yorumlayan Omiru’nun söyledikleri ibretlik.
Omiru diyor ki “Artık Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan’ın bu zamana kadar Türkiye’nin AB’ye üyeliğine verdikleri destekten vazgeçmeleri ve Türkiye-AB üyelik diyaloğunun sonlandırılması tezini ortaya koyup desteklemelerinin vakti gelmiştir.”
Eski Rum meclisi başkanı Omiru da, aynen Rum Dışişleri bakanı gibi bir hayal ve megalomanisi içinde. Sanki bugüne değin Türkiye’nin AB’ye girmesi için elden geleni yapmışlar da, şimdi artık yapmayalım diyor. Sanki AB-Türkiye katılım müzakerelerinde yer alan 35 adet başlığının altı tanesine veto koyan kendileri değil. Her fırsatta KKTC’de bulunan Türk Silahlı Kuvvetlerinin adadan gitmesi, Türkiye’nin garantörlüğü ve fiili garantisinin  kaldırılması için elden geleni yapmış olan da kendileri değil!
Aklıma en çarpıcı örnek olarak 1974 Mutlu Barış Harekatı sonrasında Cenevre’de başlayan barış görüşmeleri geldi. Görüşmelerin ikinci günü Rum Cumhurbaşkanı Vekili ve Rum Meclisi Başkanı Glafkos Klerides, Rum Milli Muhafız Ordusunun ağrı bir yenilgi alması ve adanın kuzeyindeki toprakların neredeyse yüzde 37’si Türklerin kontrolü altına girmesinden sonra masaya, 1972 yılında Makarios’un “Türklere hiçbir hak vermem, hatta Babutsa Mahallesinin Muhtarlığını bile vermem” diyerek reddettiği anlaşma planını koymuş, rahmetlik Cumhurbaşkanımız Rauf R. Denktaş’a da “Gel bu plan üzerinde anlaşalım” demişti, bizleri aptal zannederek...
Ne vakit Türkiye’ye baş kaldırmaya çalışsalar, ne vakit Kıbrıslı Türklerin haklarını yemeğe yeltenseler ve ne vakit ellerindeki ile yetinmeyip fazlasını isteseler, her seferinde de bir şeyler kaybediyorlar, aynen Annan Planı Referandumunda olduğu gibi. O gün “Evet” deselerdi, bu gün ada Rum hakimiyeti altında ve büyük bir olasılıkla da Türklerin nüfusu 50 binlerin altına düşmüş olacaktı. Şükür ki demediler…
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com & http://www.ataatun.org, Facebook: AtaAtun1 // http://www.twitter.com/ataatun
RUMLARDAN (ADA GREK'LERİNDEN)
BİR DERS DAHA
Yurdagül ATUN
AKEL'den dün iki basın açıklaması geldi. Kıbrıslılar bilir ama bilmeyenler için açıklayayım; AKEL, Rum siyasi parti. Bu parti, birçok Rum kuruluşu gibi sık sık Türkçe haberler gönderiyor. Tüm basın kuruluşlarının e mail adresi olsa gerek ki, hepimiz alıyoruz haberleri. Yayınlanır, yayınlanmaz, o basın kuruluşunun bileceği bir şey ama burada, AKEL’in nezdinde Rumlara imrenmemek mümkün değil.
E maille ilgili iki şey söyleyeceğim. Birincisi can yakan bir özeleştiri; Biz, -bizim partilerimiz- Rum haber sitelerine Türkçe basın açıklaması gönderiyor muyuz? Göndermiyorsak neden göndermiyoruz? Hadi akıl etmedik diyelim; Onlardan neden öğrenmiyoruz? Kıbrıslı Türklerin 1955-1974 arasında yaşadıklarını, gettolara hapsedilmelerini, ekonomik baskılara maruz bırakılmalarını, toplu katliamlara uğramalarını, diri diri toprağa gömülmelerini, yakılan yıkılan köylerimizi, Anavatan gelsin, bizi bu acılardan kurtarsın diye bekleştiğimizi, 1974’te Türkiye’nin, mecburiyetten adaya geldiğini anlatamadığımız için Avrupa, ABD ve diğerleri üzerimize çullanırken, hala daha öğrenemedik lobiciliği.
“Adamların genlerinde var” diyeceksiniz, doğrudur ama öğrenilen şeyler de var hayatta. Yazık ki biz görsek de öğrenemiyoruz. Millet olarak hafızamızın vahim durumda oluşu da, Rumlara inanmaya adanmışlara inanılmaz bir koz veriyor.
BM temsilcisi geliyor, AB Komiseri geliyor, müstemleke müfettişleri geliyor... Gelenin gidenin hesabı yok ama nedense ipe sapa gelmez haberler, ‘komşunun kızı demiş ki’ türünden tevatürlerle bunlar maniple ediliyor. Tahriklere varan yayınlarla da Rumları haklı addedip gidiyor. Biz ise sanal bir savaşın kurşun askerleri olarak içimizi rahatlatma adına kendi aramızda kalem oynatıyoruz, nutuk atıyoruz, politika yapıyoruz. Ki, birileri kalkıp Rum tezine çanak tutarsa, bir başkası anavatanımıza hakaret ettiği halde güllerle, barış güvercinleriyle karşılanırsa, dünyanın Rumlara destek vermesinde yadırganacak bir şey yok. Yadırganması gereken, bizim sergilediğimiz aymazlık.
İkincisi basın açıklamasının içeriğiyle ilgili. İçerikte Türkiye'nin NAVTEX yayınlaması eleştiriliyor ve "Türkiye ile Kıbrıs arasındaki münhasır ekonomik bölgenin belirlenmesi gerektiği, bunun da adadaki mevcut durum nedeniyle sadece Kıbrıs sorununun çözümünden sonra ve BM’nin deniz hukuku anlaşmasının maddeleri temelinde çözülebileceği" savunuluyor. 
Aptal yerine koymaya devam yani. Şimdi sormak lazım; adadaki mevcut durum çözülmeden sen niye kafana göre imza atıyorsun? Fellik fellik gezip, çıkmamış doğalgazı pazarlamaya, sorunlu bir bölgeye insanları çekmeye çalışıyorsun? Sen yaparken iyi de, Türkiye yapınca mı kötü? Haritayı önüne bir koy, sahil şeridini hesap et. KKTC Türkiye arasındaki bölge de benim, Güney de benim diyemezsin kafana göre. Ha dersen ki biz gazla ilgili adımları çözümden sonra atalım, o olur. Yoksa sana mübah, Türkiye'ye günah! Ne ala memleket ama…
“KIBRISLI TÜRKLERE 60 CUMHURİYETİNDE FAZLA HAK VERİLDİ
Alithia gazetesinde, Panayotis Çangaris imzasıyla yayınlanan “neden korkuyorlar ve garanti istiyorlar” başlıklı yazı, Rumların, Kıbrıslı Türklere bakışını, azınlık olarak gördüklerini açık ve net olarak anlatıyor. 1960 Anayasası’nın Kıbrıs Türklere normal demokratik koşullarda sahip olamayacakları imtiyaz ve yetkiler verdiğini savunan Çangaris,  “Mustafa Akıncı ve Kıbrıslı Türklerin, istisna olarak verilen hiçbir imtiyaz ve yetkinin sonsuza dek süremeyeceğini anlamaları gerekecektir” diyor.
Sonuna kadar okumanızı rica edeceğim yazıda özetle şu ifadeler yer alıyor: “Geçmişte ne oldu? Ayrıntılara girmeyeceğiz ve öz-esas (Kasım 1963) üzerinde duracağız: Devleti aksak çalışan bir devlet yapan anayasanın Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının yeniden düzenlenmesi çabasıydı (tarihte ‘Makarios’un 13 Maddesi’ olarak biliniyor.)
Öz; bir toplumun -Helen- anayasanın yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünmesi, diğer toplumun ise -Türk- önerilen düzenlemeyle 1960 Anayasası’nın verdiği imtiyazlarını ve yetkilerini kaybedeceğini ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kendisini azınlık olarak karşılayacak bir devlete dönüşeceğini düşünmesinden dolayı yeniden düzenleme gerekmediğini onaylamasıdır. (Şayet Türk toplumu bunu, çatışmaların provokasyona başlaması için bahane olarak yorumluyorduysa da çok az önemi var). İki noktanın önemi var:
1.1960 Anayasası’nın Türkleri azınlık olarak değil, Kıbrıs’ın Helenleri ile eşit toplum olarak karşılaması ve anayasamızın Türk toplumuna hem o zamanki hem bugünkü demokratik mantığın gerektirdiklerinin ötesinde çok güçlü anayasal yetkiler vermesidir.
2.Türk garantileri vasıtasıyla Kıbrıs’ın Türk toplumunun, Kıbrıs’ın Helen toplumunun hiçbir zaman demokratik mantığı uygulamaya kalkışmayacağına (kalkışsa bile önlem için emniyet sübabı olduğuna) dair korunmuş ve güvende hissetmesidir. ‘Kader’ er ya da geç gelecekti ve bunu biliyorlardı.
*İlk hüküm, Kıbrıs Türklerinin gerçekten, 1960 Anayasası’nın kendilerine normal demokratik koşullarda sahip olamayacakları imtiyaz ve yetkiler verdiğini bildikleridir.
*İkinci hüküm ise sana fazla gelen ayrıcalık ve yetkiler elde ettiğini bildiğin ve aynı zamanda bunları sürdürmeyi istediğin zaman, bu imtiyaz ve yetkilerin gelecekte hiçbir zaman kaybolmayacağına dair bir ‘koruma kalkanı’ talep etmen mantıklıdır.
*Üçüncü hüküm, ‘Gelecekte neden kaybetsinler’ sorusunun yanıtıdır. Yanıt ise; demokratik bir yönetim şeklinin normal gelişmesinin bir grup insana ırkçı imtiyaz ve yetkilerin verilmesi değil, ırk, din ve etnik kökeninden bağımsız olarak tüm insanların eşit imtiyaz ve yetkilerden yararlanması olduğudur. Yukarıdaki üç hükmü hem Kıbrıs Türkleri hem de Ankara biliyordu. Ve bunları bilmelerinden dolayı ‘demokratik mantıktan’ bağımsız olarak Türk garantilerinin sonsuza dek imtiyaz ve yetkiler sağlayacağını düşünüyorlar.
Söz konusu olan tam olarak budur. Mustafa Akıncı ve Kıbrıslı Türklerin, istisna olarak verilen hiçbir imtiyaz ve yetkinin sonsuza dek süremeyeceğini anlamaları gerekecektir.”
Rumların, dörde bir oranlamasının, dört özgürlüğün rahatlığıyla adaya yayılacak olmasının sakıncalarını, Kıbrıslı Türkleri ayrıcalıklı azınlık olarak gördüklerini dile getirenleri “barış düşmanı” olarak nitelendirenlere yukarıdaki yazıyı iki kez okumalarını tavsiye ediyorum. Bilsinler ki bu adada kan, gözyaşı istemediğimiz içindir tüm çabamız. Dili, dini, kültürü, ağladıkları-güldükleri günleri/bayramları ayrı iki toplumu zoraki biraraya getirmek için uğraşıyor, adadaki huzuru kıskanan savaş simsarları. >>Yurdagül ATUN<<
***
Anastasiadis: “Kıbrıslı Hellenizm” ...
Yazar: Prof. Dr. ATA ATUN | Tarih: 31/03/2017 | Saat: 13:07

Anastasiadis: “Kıbrıslı Hellenizm”  
Anastasiadis, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres ile 23 Mart günü yaptığı görüşmeden sonra bir açıklama yaptı. Bu açıklamanın satır aralarında kullandığı kelimeler ibretlik. Bizim içimizde kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslı” diye tanıtanlara hayal içinde olduklarının dersini veriyor Anastasiadis.
Görüşmeden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan Anastasiadis, Guterres ile Eide arasında farklı bir yaklaşım saptayıp saptamadığı sorusu üzerine yaptığı açıklama içinde yer alan bir paragraf aynı aşağıdaki gibi, kelimesi kelimesine:
Farklı bir yaklaşım olduğunu sanmıyorum. Bu ne herhangi bir arabulucu ne de Avrupa Birliği’nin meselesidir. Nüfusun demografik oluşumunu değiştirebilecek ya da “Kıbrıs’ın Helenizm”ini tehlikeye atacak bir isteğin uygulanması “Kıbrıslı Helenizm”i için bir tehlike teşkil ediyorsa, hiçbir üçüncü şahsın bunun kabul edilmesi ve uzlaşıya varılması konusunda dayatma uygulayamaz.
Kıbrıs’ın Hellenizm”i ve “Kıbrıslı Helenizm” tanımları, bizim aramızdaki kendini “Türkçe konuşan Kıbrıslı” diye tanımlayan kesimler için ders niteliğinde bir tanımlama. Anastasiadis’in ağzından daha bugüne değin “Rumca konuşan Kıbrıslı” veya da “Rumca konuşan Kıbrıslılar” gibi bir laf duymadım. “Biz Heleniz”den başka bir tanımlama da duymadım. Rumlarda Kıbrıslılık olgusu yok, sadece ve sadece “Helen” ırkından olmak olgusu var. Bu inanışlarının kökeni de Bizans dönemine dayandırılmakta. Kendilerini “Bizans’ın torunları” olarak has be has “Helen” addetmekte Rum adadaşlarımız.   
Kıbrıs’ın Hellenizm”i ve “Kıbrıslı Helenizm” tanımları da Kıbrıs adasının Helen dünyasının bir parçası olması ve aynı ülküyü taşıması, diğeri de Kıbrıslı Rumların akıllarındaki ve ruhlarındaki Helen ırkından olmak duygusu ve ülküsüdür. Agona’ları da, yani “en büyük hedefleri” de adadaki Türklerle mücadele edip adayı Yunanistan’a bağlamaktır. Bu düşünce ve idealleri içinde, Kıbrıslı Türklere” ve de kendilerinin Türk olmadıklarını vurgulamak için “Türkçe konuşan Kıbrıslı” diye kendilerini tanıtan kişilere yer yoktur. Olsa olsa, bu kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslı” diye tanıtan ve ırklarının ne olduğu belirsiz kişilere verecekleri hak sadece vatandaşlık hakları olabilir aynen Rum kesiminde yaşayan Maronitler’e, Ermeniler’e ve Venedik döneminden kalan Katolikleri tanımlamak için kullandıkları Latinler’e verdikleri haklar kadar. Zaten 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasında “Maronitler, Ermeniler ve Latinler “Azınlık” olarak tanımlanmasalardı 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Temsilciler Meclisinde (Parlamento) birer adet, konuşma hakkı olan ama oy kullanma hakkı olmayan sandalyeye de sahip olamazlardı. 1960’dan günümüze kadar çoktan asimile olup Rumlaşırlardı.
Lüzinyan, Venedik ve Osmanlı devrini anlatan tarih kitaplarında, batılı tarihçilerin kitaplarında ve Milat sonrasında çeşitli asırlar içinde adamıza gelip, her yeri dolaşarak gözlemlerini anı notlarına döken 167 Avrupalı gezginin notlarında da kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” diye tanıtan ve soyu sopu belli olmayan bu güruha, bu ırka veya da bir millete ait en ufak bir not yok. Nereden çıktı bu “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” tanımlaması, soyları sopları nereye dayanıyor pek de anlamış değilim, son 2 bin yıllık Kıbrıs tarihini tüm detayları ile neredeyse ezbere bilmeme rağmen.    
Rumlar için varsa da yoksa da kendi “Helen” ırkları, “Kıbrıs’ın Hellenizm”i ve “Kıbrıslı Helenizm”leri. Bu tanımlamaların içinde ne Katolik Maronitlere, ne Katolik Latinlereve ne de yarı Ortodoks olarak tanımlanabilecek Gregoryen Ermenilere ait tek bir yer yoktur. “Türkçe konuşan Kıbrıslılar”a ise hiçbir yer yoktur, zaten olamaz da Helen ırkından olmadıkları için.
Anastasiadis’in açıklamasındaki bir diğer önemli yer de ilgili paragrafın son cümlesi. “Kıbrıs’ın Helenizm”ini tehlikeye atacak bir isteğin uygulanması “Kıbrıslı Helenizm”i için bir tehlike teşkil ediyorsa, hiçbir üçüncü şahsın bunun kabul edilmesi ve uzlaşıya varılması konusunda dayatma uygulayamaz.” Özetle Anastasiadis bu son cümle ile, hiçbir kimse bizi ve Kıbrıs adasını “Helen” olmaktan çıkaramaz, herhangi bir dayatma da yapamaz diyor. Yaparsa “giyeriz çizmeleri, takarız silahları ve Agona’mızı başlatırız”ın mesajını veriyor.  
Kendilerini “Türkçe konuşan Kıbrıslılar” diye tanıtan, Türklükten imtina eden, ne oldukları belirsiz kişilerin kulaklarına küpe olsun Anastasiadis’in bu sözleri.             
Prof. Dr. Ata ATUN
e-mail: ata.atun@atun.com veya  ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org 
Facebook: AtaAtun1
http://www.twitter.com/ataatun

Yazar Notu: Bu yazı başka bir yerde yayınlanmaktadır.(KKTC Diyalog Gazetesi)

23 Mart 2017 Perşembe

"TÜRKİYE'DE KADIN OLMANIN DAYANILMAZ GÜÇLÜĞÜ" & "AZINLIK KİME DENİR? (VE GÜNDEMDEKİ HOLLANDA)" NİLGÜN GÜRESİN

Nilgün GÜRESİN
TÜRKİYE'DE KADIN OLMANIN DAYANILMAZ GÜÇLÜĞÜ
NİLGÜN GÜRESİN
20. Yüzyılda İstanbul’da doğduğumda dahi Türkiye’de “kadının saygınlığı”bugünkünden daha fazlaydı. Cumhuriyet çocuğu olan annem ve onun arkadaşlarının hemen hepsi zor savaş koşullarında yaşamış olmalarına rağmen iyi eğitim almış, çoğu meslek sahibi, özgüveni yüksek, kadın-erkek eşitliğini benimsemiş bireylerdi.
Müslüman, Yahudi, Ermeni, Rum ama laik ve Cumhuriyetçi olan bu kuşaklar birbirlerine düşman değil, komşu, arkadaş olmuş, demokrasiye ve ülkenin geleceğine inanmış kentlilerdi. Mazbut yaşarlar ancak tiyatroyu, konseri, konferansı atlamazlar ve en önemlisi kızları ve oğulları arasında bir ayırım yapmadan onları 21. yüzyıl Türkiye’sine hazırlamaya çalışan fedakar kuşakların temsilcileri idiler. 
Ana, babalarımız ne yazık ki, yanılmışlar.
21. yüzyıl Türkiye’si ileri değil, gerisin geriye gitti. Erkeklerimiz daha bir maço, daha bir şiddet yanlısı, kendinde her hakkı görüp, kadını, kızı aşağı gören, hayvanları, çiçekleri, doğayı sevmeyip,  altına bir cip, eline son moda bir telefon çekip, herhangi bir üniversitenin diplomasını da alınca kendini kral, kural ve sınır tanımamayı ise büyüklük zanneden; hayatında bir kez olsun Fazıl Say dinlememiş, geleneksel, ayakkabılarını hala kapının dışında çıkaran, davranış biçimi kentli değil, taşralı bireyler oldular.
Kadınlarımız ise evde oturmayı tercih edip, bütün gün televizyon seyreden, akılları fikirleri güzellikte, alışverişte, ekonomik olarak erkeğe bağımlı, özgüveni az bireyler olarak yetiştiler. Hani “genç ülke Türkiye” diye övünüyoruz ya, gençlerin davranışlarına, hedeflerine, meraklarına bir bakın, neyin peşindeler göreceksiniz? Amaç “köşeyi dönme”. İstisnalar ise kaideyi bozmuyor maalesef ve onların da birçoğu kendilerini batıya atabilme peşinde. Haksız da değiller. İşte bugün Türkiye’yi ben böyle görüyorum. “Ama başka ülkelerde de şu, bu oluyor” demesin kimse bana. Zira başkaları beni ilgilendirmiyor.
Ben 30 yıla yakın çalıştığım, emek verdiğim, canımı, dişime takarak savunduğum Türkiye’nin hala 7. yüzyıl kafasıyla yönetilmeye çalışıldığını görünce, okuyunca, duyunca destekleyecek bir şey bulamıyorum. 21. yüzyılın 2016 yılında Türkiye’de adaletin, hukukun, demokrasinin  “evrensel tanımlara uyması” gerekmediğini söyleyenler çıkınca üzülüyorum ama pek de şaşırmıyorum. Engelli kızına yıllarca tecavüz etmiş bir sapık adamın müebbet hapse mahkum edilmesi için bir kampanya başlatmaya Gerek Olmadan bu ülkenin kanunlarının, savcılarının, hakimlerinin ve adil yargısının görevini yapmasını bekliyorum. Tüylerimi diken, diken eden meşhur tecavüz önergesi şu veya bu nedenle geri çekilince toplumun memnun, mesut, şarkılar söylemesini değil, Türkiye’nin nasıl oldu da böyle önergeler verebilen vekiller seçtiğini düşünmesi gerektiğini hatırlatıyorum. Şort giyen bir genç kıza saldırana akıl vermek yerine, Türk kadınını, anasını, bacısını yücelten kanunların çıkartılmasını destekleyen erkekler arıyorum.
Türkiye bilmem kaçıncı büyük ekonomiye sahip, şöyle hukuk devleti, Avrupa bize akıl öğretmesin, bu yabancılar önyargılı ve bizi kıskanıyorlar da ondan falan iddiaları ile uyutulmaya çalışılmaktan bıktığımı ve bunları söyleyenleri ise çeşitli dünya istatistiklerini incelemeye davet edip, Türkiye’nin yerine bir göz atmalarını öneriyorum. 
Bu güzel ülkeyi sadece Atatürk ve arkadaşlarına borçlu olduğumuzu bir kez daha hatırlayarak...
***
AZINLIK KİME DENİR? (VE GÜNDEMDEKİ HOLLANDA)
NİLGÜN GÜRESİN
Hollandalılar kendi ülkelerindeki azınlıklara allochtone derler.
Ben de bir Türk olarak o ülkede yaşarken allochtone kategorisindeydim. Bu kategori meselesini ilk duyduğumda çok tuhafıma gitmişti. Kendini bir “dünya vatandaşı” olarak düşünen ve öyle de olan bana, benim alnıma birdenbire bir etiket yapıştırılmıştı. Üstelik de benim rızam olmadan…
Ha, diğer taraftan da sarı saçlı, yeşil gözlü ve yaz ayları hariç beyaz tenli olduğum için de canımı sıkan “ Siz kesinlikle Türk olamazsınız” yorumları…
Azınlık olma duygusunu işte böylece tattım ve zaman içersinde kendi ülkemdeki azınlıkların ve kendini azınlık olarak hissedenlerin duyarlılığını da bu nedenle içten içe anlayabilme yeteneği geliştirdim.
Şimdilerde kendi yaşadığım topraklarda da allochton olma tehlikesiyle karşı, karşıya olduğumu düşünmeye başladım. Başımda türban olmadığı için; oruç tutmadığım için; Asmalımescit için… İstanbul’da artık mahalle baskısını burada doğup, büyümüş ve birkaç kuşak İstanbullu olan ben de hissediyorum.
Geçen hafta (Ramazan öncesi) aniden Asmalımescit’e baskın yapan zabıta ekipleri orada oturmuş ailecek veya arkadaşı, sevgilisiyle sakin, sakin yemeklerini yemekte olanlara hiç ama hiç aldırmadan, masa, sandalye, buzdolabı Allah ne verdiyse toplayıp, götürmüşler. Neymiş efendim “Restoranlar işgaliye ödemeden masaları sokaklara koyuyorlarmış”…
Buna kimsenin itirazı yok. Vergini vereceksin; işgal ettiğin yerin bedeli neyse onu ödeyeceksin. Ama bu baskın yapma tarzı insanı düşündürüyor. Gözdağı gibi adeta… Sovyetler Birliği, Doğu Almanya, Bulgaristan öykülerini anımsatıyor. O gün orada güzel bir vakit geçirmeye gidenlerde ise ister istemez “azınlık” duygusu ve korkusu başladı.
Sorum şu: Bu benim yaşam tarzıma yönelik yeni bir tavır mıydı? Önce Ankara’da ailesiyle birlikte içkili restorana gitti diye gözaltına alınan gencin başına gelenler; daha sonra Boğazkesen’deki galeriye yapılan saldırı….
Bunlara “Dur” demek kime düşer sizce?
Cevabını bilen varsa beri gelsin...

21 Mart 2017 Salı

BABAM SEVDİRDİ (TAYFUN TALİPOĞLU) İsmahan ÇERİBAŞI

BABAM SEVDİRDİ (TAYFUN TALİPOĞLU)
İsmahan ÇERİBAŞI
Cümlenin bittiği ya da bütün ezberinin bozulduğu zamanlar vardır… Dermanın kalmaz bir söz söylemeye, senin için önemli olan insan herkes için önemli olmadığı için canın yanar, üzülür, köşene çekilir bir rahmet okursun…
Bugün; yani 21.03,2017 Salı… O tarifsiz acının yaşandığı günlerden sadece biri…  Saat 10 gibi telefon çaldı, arayan babamdı…
- Duydum mu kızım,
- Neyi baba
- Tayfun talipoğlu ölmüş,
- Ölmüş mü?
Söyleyecek söz bulamadım, ayağıma prangalar vuruldu, dilime bir mühür… İçim den birden cız diye ses geldi… Albüm çalışmalarını izlediğim, kitabını beklediğim, hafta sonu İstanbul da olduğunu bilip gidemiyorum diye üzüldüğüm adam; Tayfun TALİPOĞLU ölmüş… Kalbine yenil, miş böyle bir adam nasıl kalbine yenilir, aklım almıyor… Yüreğimize cemre düşüren, yolların hikâyesini yazan adam, nasıl olur da kendi hikâyesini bu kadar kısa sürdürür… İnanmak kabul etmek istemediğim ölümlerden sadece biri Tayfun TALİPOĞLU…
2010 yılıydı, Üniversite öğrenimi gördüğüm okula söyleyişi için gelmişti Sayın Talip TALİPOĞLU…. Saatler öncesinden yerimi almış can kulağı ile onu dinlemek için hazırlanmıştım… Babamın yıllardır televizyondan gösterdiği adam… Şiirlerini, köşelerini zevkle okuduğum, dinlediği adam karşımdaydı… En başta söylemişti “ lütfen telefonlarınızla dikkatimi dağıtmayın” diye… Belliydi, dağınık olanı toplamaya gelmişti…  
Seviyordum, babam sevdirmişti onu bana… Sabah erken saatlerde “bamteli” adlı programını erkenden kaldırıp “bak çocuklar nasıl okuyor” diye nasılda izletirdi… Ne günlerdi be babam…  Neyi nasıl anlatacağını bilirdi, çaresizliği iki cümle özetler hayatıma ilmek-ilmek işlerdi… Her türküyü sazı çalmayacağı gibi dili her sözü de söylemezdi… 
Bugün 21.03.2017 Salı… Ve…
*** Gidiyor babam… 
Yüreğimize cemreyi düşüren insan,
Bıkmış artık… 
Sevmeyecekmiş, görmeyecek, duymayacakmış…
Gidiyor babam… 
Her sabah soframıza aldığımız adam…
Gözlerde yaş, kapıda gam var,
Yolları, yol hikâyesini yazan adam,
Noktayı koydu gidiyor… Seni beni bizleri görmeden gidiyor…
Mekânın cennet olsun güzel insan…
Ismahan ÇERİBAŞI

9 Mart 2017 Perşembe

İKTİBASLAR: “GAZETE YAZARLARI” DÜŞMANINA BENZEMEK Aydın ÜNAL (*), YENİ ŞAFAK Gazetesi - 26 Mayıs 2016

İKTİBASLAR: “GAZETE YAZARLARI”
DÜŞMANINA BENZEMEK
Aydın ÜNAL (*), 
YENİ ŞAFAK - 26 Mayıs 2016
Derler ki; göçebe Moğollar, şehirlerde kötü ruh olduğuna inanır, şehirlere sadece yıkmak, yakmak, yağmalamak için girerler ve şehirlerde asla kalmazlardı. Şehir insanlarının, şehrin kötü ruhunun esiri olduğunu düşünür, şehirlerde taş üstünde taş bırakmadıkları gibi baş üstünde de baş bırakmazlardı. Ne zaman ki göçebeliği bırakıp şehirlerde yaşamaya başladılar, yani düşmanlarına benzediler, işte o zaman güçlerini yitirdiler.
“Savaş, ölünce değil, düşmanına benzeyince kaybedilir."
Bosna savaşı sırasında Merhum Aliya İzzetbegoviç'e gelen askerler, Sırpların çocukları öldürdüklerini, kadınlara tecavüz ettiklerini, işkence yaptıklarını; buna misliyle karşılık vermek istediklerini söylerler. Begoviç, “Sırplar bizim öğretmenimiz değil" diye cevap verir.
80'lerde üniversite gençliği öğrenci evlerinde sabaha kadar çay ve sigara eşliğinde siyasetin meşru bir araç olup olmadığını tartışır, “düşmanın silahıyla silahlanınız" şeklindeki mevzu hadisle siyaset karşıtları susturulur, tartışmalar sona erdirilirdi.
Neyse ki, Refah Partisi, her araç ve yöntemi meşrulaştıran bu anlayışın tuzağına düşmedi.
Fetullah Gülen hareketi, siyaseti meşru bir yöntem olarak görmüyordu. Ne gariptir ki, siyasetin dışındaki her araç ve yöntemi, hem de istisnasız her araç ve yöntemi, hedefe ulaşmak için meşru ve mübah gördüler.
Yeryüzünde, sınırları, ilkeleri, kuralları bu kadar esnek bir başka yapı yoktur. Hedefe ulaşmak için gerekiyorsa, alkol almak, fuhuş yapmak, hırsızlık, yalan, iftira, nüfuz kullanma, baskı, zulüm, işkence, ayrımcılık, sömürü ve daha nice gayri meşru, insanlık dışı davranışı meşru ve mübah olarak gördüler. Hizmet için alınan alkolün, yapılan fuhşun, hırsızlığın Cennet'e götüreceğine inanmaktan ve inandırmaktan çekinmediler. Sıkıştıkları yerde, rüyalarında gördüklerini iddia ettikleri ya da dizilerine malzeme ettikleri Hazreti Nebi'yi istismardan bile kaçınmadılar.
“Zaferle değil, seferle mükellefiz" ya da “gayret bizden, tevfik Allah"tan" gibi hikmetli sözleri, “zaferin sahibi ancak Allah'tır" gibi ilahi ikazları çiğneyip geçtiler.
Mahremi izlerken, gizliyi dinlerken, soru çalarken, “himmet" adı altında emeği sömürürken, polisleri ve yargıdaki müritleri eliyle suçluları kayırıp masumları hapsederken, bunları hep ibadet aşkıyla yaptıklarına inandılar.
Bu kirli, insanlık dışı ve gayri meşru yöntemleriyle Türkiye'de bir müddet saltanat da sürdüler; hatta tam bir hakimiyetin eşiğinden döndürüldüler.
Haşhaş alıp rahatlıkla, kaygısızca cinayet işleyen ve ölüme gülümseyerek giden Hasan Sabbah'ın Haşhaşilerini bugün nasıl ürpertiyle hatırlıyorsak, Fetullah Gülen ve onun fedailerini de tarih kuşkusuz ürpertiyle hatırlayacak.
2013 yılından beri bu büyük düşmanla kıyasıya mücadele veriyoruz.
Mücadelemizi hukuk içinde, insani ve vicdani ilkeler çerçevesinde yürütüyoruz.
Düşmana benzememek, düşmana, onun gayri meşru araçlarıyla cevap vermemek için de tam bir hassasiyet gösteriyoruz.
Ne var ki, bunun istisnaları ortaya çıkmaya başladı.
FETÖ ile mücadele ederken, FETÖ'nün yöntemlerine başvurmak gibi son derece yanlış, hatta sapkın bir yola tevessül edenler türemeye başladı.
Yalanı, iftirayı, suizannı, yargısız infazı yöntem olarak benimseyen; isimsiz yazıların, bilinmeyen hesapların arkasına gizlenip sağa sola hain damgaları vuranlar ortaya çıkmaya başladı.
Begoviç'in işaret ettiği gibi, düşmanını kendisine öğretmen tutan, düşmanından öğrendiklerini dostlarına uygulayan namertler türemeye başladı.
Sözünü mertçe söylemek, iddiasını mertçe dile getirmek, ortaya çıkıp mertçe mücadele etmek yerine, FETÖ gibi namertçe, gizlenerek, saklanarak, sinsice iş görme sevdasına giren bir güruh zuhur etti.
Gayri meşru araçlarla, gayri meşru yöntemlerle, meşru bir dava güdülmez.
Bizim siyasetimiz en başından itibaren meşruiyet zemininde yürüdü. Gayri meşru yöntemlere tevessül edenler tasfiye olup gitti. Hareketi zehirlemeye çalışanları bünye reddetti.
Onlar edepsiz olabilir; biz olamayız. Onlar küfredebilir; biz edemeyiz. Onlar mahreme, el, dil, göz uzatabilir; biz uzatamayız. Onlar gizli hesapların, sahte isimlerin, perdelerin, hendeklerin, eteklerin, maskelerin arkasına saklanabilir; biz saklanamayız. Onlar Müslüman gibi görünüp gavur gibi hareket edebilir; biz edemeyiz. Onlar haramı helal, helali haram görebilir; biz asla göremeyiz.
Namert yöntemlerle mert olunmaz.
Düşmanına benzediysen, bilesin ki, kazansan da kaybettin.
***
(*) 1970 yılında Ankara'da doğdu. Ankara Merkez İmam Hatip Lisesi, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde okudu. Yörünge, Belde, Ülke, İkindi Yazıları, Hece, Tezkire gibi yayınlarda yazdı. Hak-iş Basın danışmanlığı, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı Danışmanlığı, Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı görevlerinde bulundu. 7 Haziran ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde Ankara Milletvekili seçildi. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu ve NATO PA Üyesi. Türkiye - Filistin Dostluk Grubu Başkanı. Evli, 1 çocuk babası.

7 Mart 2017 Salı

TÜRK MİLLETİ’NE BORCUMUZ VAR (SANAYİCİ, İŞ ADAMI İDRİS YAMANTÜRK) - Eğitimci, Araştırmacı - Yazar: Sıddık DEMİR

TÜRK MİLLETİ’NE BORCUMUZ VAR
(SANAYİCİ, İŞ ADAMI İDRİS YAMANTÜRK)
                                                                                                          Sıddık DEMİR
,
Bir zamanlar İstanbul Teknik Üniversitesi mezunu olup da devletimizin kaderinde önemli rol üstlenmeyen yok denecek kadar azdı. Bir kısmı anlı şanlı devlet adamı oldular. Bir kısmı siyasetten uzak kalsa da kendi alanında bürokrasinin zirvesinde, devletine hizmette bulunmuş, bir kısmı da KAMÇATKALI İDRİS gibi siyasetin mutfağında görünse dahi siyasete girmemeye itina ederek iş adamlığına soyunmuş, birçoğu da kişisel tercihlerinden olsa gerek teknik adam kalarak öne çıkmamış İTÜ mezunlarıdır. Velhasıl bu okul mezunu kadrolar devletimizi uzun müddet yönetmiş çok renkli simalardır.
            Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunları ile beraber bizzat devlet olmuş kadrolardır. Temellerin inşası bu iki okul mezunları tarafından atılmıştır. Bir Süleyman DEMİREL, bir Ferruh BOZBEYLİ, bir Tevfik İLERİ, bir Cemal KÜLAHLI, bir Turgut ÖZAL, bir Necmettin ERBAKAN, bir Recai KUTAN, bir Üzeyir GARİH, bir Mehmet TURGUT ve bir İdris YAMANTÜRK gibi dev hacimli insanların hizmetleri şayet yok kabul edilmiş olsa Türkiye bugün bu noktada olamazdı. Birçoğu ülkesine karşı borcunu ödemiş ve ebedi âleme intikal etmiştir. Onları ve diğer bilumum hizmet erlerini rahmet ve minnetle anarak biz KAMÇATKALI İDRİS olarak İTÜ’ den namlanan İdris YAMANTÜRK büyüğümüzle baş başa kalalım.
            “Türk milletine borcumuz var” adı altında bir cumhuriyet çocuğunun hayat hikâyesi. 2014 yılında kaleme alınmış olup yaklaşık 500 sayfa civarında hacimli bir çalışma etrafında âcizane kalem oynatacağız. Merhum Süleyman DEMİREL kendisine defalarca “İdris’ çiğim hatıralarını kaleme al” uyarısına binaen, gecikmeli olsa da bu işi yazarı Osman Çakır ile uzun bir çalışma sürecinde mesai sarf ederek vücuda getirmişlerdir.
            KAMÇATKA;
            Asya’nın doğusunda Japonya’ya doğru uzanan bir yarımadaya verilen isim olup İdris YAMANTÜRK’ e Solcular tarafından takılan bir lakaptır. Kendisi Rize Hemşinlidir. Velakin İlçe insanlarının kökü kömeci üzerinde oluşturulan yanlış algıyı kırmak için yapmış olduğu araştırmalarda Orta Asya menşeli Türk kökenli olduğu bilgisine ulaşır. Hemşinli hemşerilerini de bu konu da hep uyarır. Tarihi kökenlerle ilgili araştırmaları, solcu arkadaşlarının yanında onu TÜRKÇÜ-TURANCI anlamında KAMÇATKALI olarak tanınmasına vesile olur.
            Demokrat Partinin Milli Eğitim Bakanı merhum Tevfik İLERİ’ de İdris beyin okulda üst devresidir. O da Hemşinlidir. İdris Bey sonradan öğrenir Hemşinli olduğunu. Bir sohbet toplantısında Tevfik İLERİ “Herkesin kalbi KÜT KÜT sesi ile atarken benim ki TÜRK TÜRK diye atar” dediğine şahitlik eder. Zamanla böyle bir münevver adamın bacanağı olur. Aile bağlarını güçlendirir. Bir ömür bacanağı, ağabeyi, hemşerisi ve dava arkadaşı Tevfik İLERİ’ yi hep hayranlıkla takip eder. Ta ki Menderes’e yapılan dramatik eziyetleri o da yaşadıktan sonra, rahmetli olana kadar. Kayseri ceza evinde mahpus yatarken ilerlemiş kanser hastalığından kurtulamaz. İzinli olarak çıktığı Ankara da rahmetli olur.
            27 Mayıs İhtilâli:
            Öyle enteresan konular bu hatıra kitabına girmiş ki, bilenler bilir ama meraklı olanlara kitapta yer verildiği kadarı ile değinilerek aktarmakta önemlidir. Yazıyla da olsa nakil bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılmalıdır. İdris YAMANTÜRK’ ün anılarında değindiği bacanağı Tevfik İLERİ’ nin Bakanlığı sırasında bir köylü bir kilogram var yok tereyağını evine vararak eşi Vasfiye Hanıma zorla verir gibi bırakır. Devletin Bakanı o gün için bacanağı İdris Beyle eve geldiğinde olaya muttali olur. İdris Beyin yanında hanımına bu hediyeyi aldığı için söylemediğini bırakmaz. Bu işler önce küçük, bilahare büyük olur diyerek Vasfiye hanımı uyarır.
            Böylesine şuurlu bir adam henüz 19 yaşında bir İTÜ ‘li iken MTTB Genel Başkanı olur. Kardeşi Ömer İLERİ’ de İTÜ’de öğrencidir. Öğrenci iken iki kardeşin tek ayakkabı ile okula gittikleri söylenir. Fakirlik diz boyu ama insani alt yapı o kadar sağlam ki ileride Bakan olmasına rağmen bozulma emaresi hiç görülmez. Bacanağı İdris Bey ile aynı kumaşın parçaları olurlar. Kardeşi Ömer ile aynı ayakkabının sırayla giyilerek okula gidilme durumundan, bir kilogramlık gönüllü ikramla ortaya konulana tepki aynı şeydir. İTÜ’ne giriş o zaman orta mektepten sonra imtihanla olurmuş. Tevfik İLERİ ve başta saydığımız bilumum kudretli kadroda bu okula aynı şartlarda girmişler. Memleketin kaderinde oynadıkları rollerden dolayı bu kadro karşısında şapka çıkartmamak ne mümkün.
            İdris YAMANTÜRK’ün şahit oldukları:
            Prof. Remzi Oğuz ARIK’ da İTÜ’lü milliyetçi derneklerin flaş isimlerinden. Gençlerle sürekli sohbetleri olurmuş. İdris Beyin unutamadığı, ondan sadır olmuş “Gençler ne mutlu size ki hiçbir meselesi halledilmemiş ülkenin çocuklarısınız. Nereye atarsanız hizmet alanları bol olduğu için meşhur olursunuz” sözüdür.
           Kıbrıs’la ilgili garantörlük hakkını alan Fatin Rüştü ZORLU olmasaydı 1974’de Kıbrıs’a giremezdik. Onun için Kıbrıs Fatihi Fatin Rüştü ZORLU’ dur denilmektedir.  Dolası ile de Menderes merhumu 1953’de General Daniş KARABELEN ve yardımcısı Albay İsmail TANSU’ ya Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurdurarak Kıbrıs davasına sahip çıkmış bu insanları, batı idam ettirerek intikamını almıştır. İdris Bey anlatıyor:
            “Ankara’da çok büyük devlet işi yapıyorum. Alışkanlığımdır, hiçbir gün iş yerine saat 7.30’dan sonra ya kalmam. Duydum ki Başbakan Menderes bizimle beraber diğer şantiyeleri de zamanla ziyaret eder işlerin gidişatını gözlemlermiş. Saat 7.30’dan önce onca işe gidişlerimde bir gün kendisi ile karşılaşmadım. Gece inşaat görevlilerinden duyduğuma göre inşaatların denetimine çok daha erken vakitlerde gelir ve bilahare ayrılırmış. Adamcağız sabah namazından sonra teftiş yaptığı için karşılaşmamız nasip olmadı” demektedir. Merhum Menderesin üç oğlundan kafası en çok çalışanı Aydın’dı. Oğlu Yüksel okulunu bitirip babasının karşısına çıkarak, serbest iş yapacağı hususunda ısrar eder. Merhum Menderes buna müsaade etmez. Ona “Başbakan çocuğu bu işlerle uğraşamaz. Git kendine memuriyetlik bir iş bul” diye uyarır. Öyle de olduğunu yakın çevresi bilir. Böyle bir Başbakana karşı adice kalkışma neticesinde bertaraf edilince ihtilalcilerin akıl hocalarından Prof. Sıddık Sami ONAR ihtilalcilerin huzuruna defalarca çıkarak “Meşruiyetinizi ispat için bu devrik adamların cezalarını vermekte acele edin” diyerek sıkıştırır”.
            İTÜ. Talebe Birliği Derneğinde eski Sanayi Bakanlarından Mehmet TURGUT ve siyasetçi Recai KUTAN ile beraber çalışan İdris YAMANTÜRK, o günün meşhurlarını konuşma yapmak üzere dernekte ağırlarlar. Peyami SAFA’ nın bir konuşmasında neden “Cingöz Recai veya Server Bedi lakaplarıyla yazı yazdın” diyen bir soruya “Şayet Server Bedi olmasaydı Peyami SAFA aç kalırdı. Şu an itibarı ile huzurunuzda bu konuşmayı yapamazdı” der.
            Yine aynı dernekte başka bir tarihte Behçet Kemal ÇAĞLAR’la beraber gelen Peyami SAFA, konuşmaları bittikten sonra Behçet Kemal Çağlar’ın ateist olduğu bilindiği için “Behçet, Behçet Allah’ın varlığı yalan olmuş olsaydı her halde dünyanın en büyük yalanı olurdu değil mi” dediğine hemen yanı başında onlara yol gösteren İdris Bey şahit olur. Bu soru karşısında Behçet Kemal Çağlar sus pus olup cevap veremez. Çünkü onun “Kâbe Arap’ın olsun Çankaya biz yeter” gibi şiirleri önceden yayınlandığı bilinmekteydi.
            Bir başka zaman Romanya Büyük Elçiliğinden yeni dönen Hamdullah Suphi TANRIÖVER’ i ağırlarlar. Gagavuz Türk’leri ile görevli olduğu zaman tanışan ve ülkeye de ilk tanıtan o olmuştur. Mehmet Turgut Bey ile beraber İdris Bey “Türk Ocaklarını tekrar ne zaman açacaksınız” sualini sorarlar. O da yakında inşallah der ve 1949’da ikinci defa Türk Ocakları açılmış olur. Hamdullah Suphi TANRIÖVER Gagavuz Türklüğü için “Ormana bir duvar çekersiniz, altta kökleri üstte dalları iç içe girmek için yarışırlar. Birbirlerinden duvarla ayrılmış olmazlar. Alt ve üstte doğal olarak buluşurlar” ifadesini kullanır.
            Başkanlığını Sait BİLGİÇ’ in yaptığı İdris YAMANTÜRK, Cemal KÜLAHLI ve Ferruh BOZBEYLİ’nin yönetimini oluşturduğu Türk Milliyetçileri Derneği “Milletlere istiklal, insanlara hürriyet şiarımızdır” diyen bir cümleden dolayı kapatılır. Tevfik İLERİ’ nin “Bu çocuklar solun karşısındadır” uyarısı üzerine  “Onlar CHP’ye karşı iseler ben yanında olurum” diyen Celal BAYAR, CHP’yi inkılapların sahibi olarak gördüğü için böyle der. Yıllar sonra gazeteci Ergün GÖZE bu sözünü hatırlatınca Bayar “Hata ettik, hata ettik, af fola” diyerek cevap verir.
          İdris YAMANTÜRK zamanla çok büyük müteşebbis olur. GÜR-İŞ adı altında şirketler topluluğu yurt içinde ve yurt dışında çok ciddi projelere imza atar. İTÜ mezunları memleketin kaderinde birinci sınıf yer tutmaları İdris Beyin de ister istemez daha da büyümesine zemin hazırlar. Kendisi hatıratında “Bir gün Başbakan Demirel kendisini arayarak, falanca bakanlığa bir bürokrat atayacağım İdris, bana bir isim önerir misin dediğinde İdris YAMANTÜRK, Sayın Başbakan’ım, ben o Bakanlıkla çalışıyorum. Onun için istediğiniz bir ismi ne yazık ki öneremeyeceğim” dediğinde Demirel’den daha ziyade bu durumu gerek kendi anılarında gerekse bu yazıda muttali olanlar şahsında değerlendirmeye bırakılır cinstendir. Üstelik rahmetli Menderes’ten sonra o misyonun devamı olan ADALET PARTİSİ Genel Başkanlığı için kendisini ilk dillendiren İdris Bey’dir. Bir gün, DSİ Genel Müdürlüğü de yapmış olan Demirel’e giderek “Bizim bu işi yürütebilmemiz için, bizi silahla vuranlardan sandıkla intikam almak için ve dahası kolay meşhur edebilecek birisine ihtiyacımız var. Bana göre de bu adam siz’ siniz. Bize göre siz’ den iyisi can sağlığı. Önümüze düşer misiniz”  telkinine “Ümit ediyorum ki bize ihanet etmezsiniz” uyarısını da ekleyiverir.  Genel Başkan olduktan sonrada mütemadiyen yanında olup destek veren odur. Arkadaşı Mehmet TURGUT’ un da Demirel’in kabinesinde yer almasını, olağan üstü gün yaşandığı için “Bacına bakmayı göze alıyorsan bende ölümü göze alıyorum” şartıyla sağlar.
            Hatta Parti içi Genel Başkanlık yarışında meşhur Sadettin BİLGİÇ karşısında dahi Demirel’i desteklemiş bir iş adamı olarak bu nimetten istifade etmeyi zül kabul eden bir anlayışla “Ben o Bakanlıkla çalışıyorum, onun için benden böyle bir isim önermeyi beklemeyin” diyerek reddeden bir abide kişilik. Bu nasıl bir duruş, izah etmeden aciz kalıyor insan.
            Meşhur gönül ve fikir adamı Fethi GEMÜFLÜOĞLU, bir gün İdris Beyin kapısını çalar. Kapıyı İdris Beyin açtığını görünce yüzüne karşı “İdris, her gün bir deve keserek günahını affettirmeye çalışsan dahi kendini affettiremezsin” sözünü sarf ederek gerisin geriye dönmek istese de İdris Bey hemen koluna girerek içeri alır. Demirel’e vermiş olduğu destekten böylesi tepkiler almasına rağmen bu desteğin ranta çevrilmemesini izahata söz yeter mi?
            Bu gün itibariyle 90 yaşın üzerinde olan İdris Bey, her daim fakir fukarayı görüp gözetlemiş, darda, sıkıntıda olanlara eli ayağı uzanmış birisi olarak bu yapıyı her daim destekleyen bir Eşinin, yani TÜRKAN Hanımın olması, onun en büyük zenginliğidir belki de. Tam bir Osmanlı Hanımefendisi, şuurlu bir Müslüman, bu yönüyle Bey’inden fersah fersah ileride ama genç denilecek yaşta ebediyete intikal ederek maşukuna kavuşmuş.
            Seksen ihtilali sonrası cezaevlerinde yüzlerce sağ görüşlü mahkûm her türlü fakru zaruret içerisinde mağduriyetler yaşarken, dışarıda koli koli, henüz jelatinleri açılmamış çok çeşitli giysilerin bu mahkûmlara dağıtılması bir muamma olmayıp Hayme Hanım analarının evlatlarını düşünme merhametinde olduğu anlaşılır. Yalnız cezaevlerine mi, kim bilir benzeri isimsiz kolilerin ulaşabildiği kadarıyla onların aileleri başta olmak üzere ihtiyaç sahiplerine ulaştırma eylemlerinden belki de bu hizmetlerin muhataplarının hiç haberi olmadı. İşte O Hayme Hanım ki bu gün itibariyle naçiz bedeni toprak olmuştur, velakin ismi en az üç beş okulda yaşatılmaktadır. Allah senden razı olsun HAYME ANA. Şu son cümleyi yazarken bu fakir evladını gözyaşına boğdun ya, helal olsun sana. Bu millet bünyesinde her daim HAYME analar, her daim Süleyman ŞAH’ lar çıkarttığı gibi…
            Arif Nihat ASYA’ nın  “Takdire açılan kapılar, takdiri değiştiren dualar bilirim” şiirinde ki dualarla ebedi saadette, hep bu zenginliklerle EFENDİMİZE komşu olursunuz temennisini kabul buyurunuz efendim. 
            İsa Yusuf ALPTEKİN:
            Doğu Türkistan mücadelesinde bayrak bir insandır. İdris Beyin anılarından geçtiği gibi bahsedeceğiz. Çin devletinin doğu Türkistan üzerinde uyguladığı onca işkence ve sindirme politikası karşısında bunalan bir kısım doğu Türkistan Türkü yani Uygurlar, memleketlerini terki diyar etme mecburiyetinde kalırlar. Aylarca, yıllarca yer değiştirerek kaçtıkları vatanlarında iki istikamet üzere yürürler.  Arabistan ve Türkiye.  İsa Yusuf ALPTEKİN de Türkiye’ ye ulaşanların lideridir. Aynı zamanda Uygur Türk’lerinin son Devlet Başkanıdır. İdris Bey her daim İsa Yusuf ALPTEKİN’ i ziyaret eder. Maddi ve manevi destek olmayı görev bilir. Aralarındaki hukuk ileri derecede gelişir. Bir gün bu samimiyetten hareketle ona “Sen mi kurtaracaksın Doğu Türkistan’ı İsa Yusuf Bey” diye takılınca, İsa Yusuf Bey cevaben “Evet, benim Doğu Türkistan’ı kurtarmaya gücüm yetmez ama o Öğretmene söz verdim” der.
            Kendileri büyük bir kafile halinde Himalâyaları aşarak son Çin sınırına yaklaşırlar. Fakat geçit veren o yer kalabalık bir Çin askeri birlikle kontrol altındadır. Bütün umutlar tükenmişken içlerinden biri İsa Yusuf ALPTEKİN’ in huzuruna çıkarak, “Ben sizi bu geçitten sağ salim geçireceğim ama bir şartım var. Türkiye’ye varınca Doğu Türkistan davasını unutmayacağınıza dair vereceğiniz sözü kulaklarım iyice duysun” deyince İsa Yusuf Bey yüksek sesle “Kafile adına Doğu Türkistan davasını unutmayacağıma söz veriyorum evladım” diyerek karşıdaki kişinin talebini karşılamış olur. İdris Beyin takılmasına karşı “Kurtaramam ama o Şehit öğretmene söz verdim, sözümün üzerine bu can bu bedenden çıkıncaya kadar duracağım İdris Bey” diyerek kafasını önüne eğer.  Malum o öğretmen canlı bomba olur ve o geçitteki Çin askeri engeli öyle aşılır. İşte bir dava adamı. Sanki İdris Bey ondan daha geri.
            İdris YAMANTÜRK büyüdükçe nüfus alanı da genişler. DEMİREL hükümetlerinde kılıcının sağı da solu da keser. Ancak bu durumu ranta çevirmek ona göre değildir. Bütün iş hayatında yasal meşrutiyetin dışına çıkmaz. Dönemin Sanayi Bakanı Mehmet TURGUT’ la yakınlığını yukardaki cümlelerde belirtmiştim. Turgut ÖZAL mefhumunu Demirel’e tavsiye ederek, DPT Müsteşarlığına atattıran Mehmet TURGUT ve beyan etmemesine rağmen İdris Beyin kendisidir. 1971 muhtırasında Demirel şapkasını alıp giderken Turgut ÖZAL’ da DPT Müsteşarlığından ayrılmak zorunda kalır. Dönemin sıkıyönetimi ile ters düşen Turgut ÖZAL, ABD’ye gitmek üzere hava alanına İdris Beyle gider. Çıkış yasağı olduğu için bir müddet alıkonur. O dönemin meşhur “zehir hafiyesi” iç işleri bakanlığı yapmış olan Faruk SÜKAN’ a ulaşılarak uçuşu gerçekleşir. Bir müddet ABD’de Dünya Bankasında çalışan ÖZAL, ortalık sakinleşince Ülkesine döner. Önce ENKA adındaki bir şirkette çalışır, bilahere İdris Bey’in şirketi olan PARSAN’ da Yönetim Kurulu Başkanı olur.
            İTÜ mezunları devletin birimlerinde etkinlikleri artarak devam eder. Bunlardan biri de Üzeyir GARİH’ tir. Üzeyir GARİH ekalliyet olduğu için genelde arkadaşları ona “Gâvur” diye hitap ederler. Gülüp geçse de zoruna gittiğini seneler sonra İstanbul Hilton otelde karşılaştıklarında ”İdris maide 62’ yi biliyor musun” diyerek belli eder. İdris Bey de “Hayır” deyince, Üzeyir GARİH “Lütfen okuyup bir sonraki karşılaşmamızda kanaatinizi belirtirseniz çok memnun olurum” temennisinde bulunur. Nitekim bir başka oluşumda karşılaşırlar. Üzeyir GARİH  “İdris okudunuz mu” diyerek yanına yaklaşır. İdris Bey de “Okudum Üzeyir Bey” cevabına, halen bana “Gâvur diyor musun” deyince İdris Bey “Hayır, ben sana dün da “gâvur” demiyordum. Bahsedilen ayeti okuyunca zaten demem mümkün değil Üzeyir” diyerek Üzeyir GARİH’İ rahatlatır. Malumunuz bu Musevi iş adamı Üzeyir GARİH, Eyüp mezarlığında İslam mutasavvufu “KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ’yi” ziyareti esnasında mezarlık içerisinde katledilmiştir. Yanılmıyorsam KÜÇÜK HÜSEYİN EFENDİ, Ankara Gölbaşında metfun olan Hasan BURKAY Hz.lerinin Şeyh’inin silsileyi saadetinin içinde görünen bir gönül adamıdır.
            İdris YAMANTÜRK yaşı bir asra yaklaşmasına rağmen halen iyi bir Türk Ocaklıdır. Orası ile irtibatını hiç kesmemiştir. Türk Ocakları çevresinde edindiği dostlarından biri de meşhur tarihçi Prof. Zeki Velidi TOGAN’ dır. Malumunuz odur ki Zeki Velidi TOGAN  Başkurdistan Türklerindendir. Orada doğmuş ve Rus Çar’ına karşı orada mücadele etmiştir. Bolşevik komünist ihtilalinin bir numaralı adamı olan LENİN’ le Moskova’da aynı okulda sınıf arkadaşıdır. 1917’de Ekim İhtilali öncesi Rusya Çar’larla yönetiliyordu. Sosyalist veya Marksist fikir hareketi önünde duramayan ÇAR yıkılıp gitti. Lenin’ le beraber Çar’a karşı mücadele verilirken “Halklara özgürlük. Her halk kendi kaderini tayin edebilme serbestisine kavuşacaktır”  fikrine inanmış Zeki Velidi TOGAN ihtilalden sonra arkadaşı Lenin’e bu sözü, bu vaadi hatırlatır. LENİN “Sosyalizm aleyhine olabilecek hiçbir sözüm geçerli değil” deyince Zeki Velidi TOGAN’ nın dünyası başına yıkılır. Ayni safta, ayni amaçla omuz omuza mücadele veren hemşerisi Kazan-Tatar Türk’ü Sultan GALİYEV başını kurtaramaz ama Başkurdistan Türk’ü TOGAN bir   yolunu bulup Avrupa üzerinden Türkiye’ye kendini atar. Tıpkı ayni mekânda, ayni endişelerle, ayni güzergâhı takip ederek Türkiye’ye kapağı atmış bir diğer hemşerisi Prof. Abdulkadir İNAN gibi. Bu Zeki Velidi TOGAN ki Milli Şef İnönü döneminde Türk’çüsün diyerek bir yıl mapus yatırıldıktan sonra berat etmiştir.
           Zeki Velidi TOGAN iyi bir tarihçidir. Kendi döneminin İsmail Hami DANİŞMENT, Nihal ATSIZ ve Nurettin TOPÇU ile beraber düşünce hayatının önemli âlimlerindendirler. İdris Beyin hatıralarında anladığımız kadarıyla Zeki Velidi TOGAN’ la Nihal ATSIZ aynı ekolün insanıdır. Nurettin TOPÇU ile taban tabana zıt görüş üzere olurlar. Nihal ATSIZ Anadolu’ya sonradan gelerek bu toprakları Vatanlaştırmış Milletin, Türk dünyasının şubelerinden biri olduğu tezine karşı Nurettin TOPÇU  “Anadolu milleti” diye bir söylem ortaya çıkartır. Yani ne mantıklı bir geçmişi ne de Orta Asya Türk coğrafyasıyla bir bağ kurar. Topçu’nun “Anadolu Milleti” dediği bu coğrafyada yaşayan insanlara ataları olarak Etileri, Sümerleri gösterir. Nurettin Topçu dini konuda da samimi biri olarak lanse edilse de bu gün de örneğini gördüğümüz İslam Sosyalizminin en önemli temsilcisi sayılır. Cumhurbaşkanımızın Necip FAZIL ödülünü verdiği Nuri PAKDİL gibi bir şey. Nihal Atsız’ın “Türk DÜNYASI” gibi bir derdi hep olmuştur. Anadoluculuk fikrine hiç itibar etmemiştir. Bu fikri irfanımıza sunulmaya çalışılmış palyatif bir çalışma olarak görmüş. Türk dünyası demekten imtina eden veya bu gerçeğin karşısında eziklik duyan bir takım ekalliyet meşrepli aydınların yanında durduğu durumdur bu.
            1987’de Turgut ÖZAL, seçim kanunu değiştirecek %36 oy aldığı zaman huzuruna çıkarak “Aldığınız bu oyla anayasayı değiştirme gücüne ulaştınız” deyince ÖZAL eliyle “Sus” işareti yaparak “Senden başka kimse bu hesapla gelmedi” der. İdris YAMANTÜRK bu teklifi yapmasındaki gaye Parlamenter sistemde koalisyon Hükümetlerinin gerektiği kadar Ülkeye faydalı olamadıklarını ima etmek ister. Yapmış olduğu imanın da ÖZAL tarafından anlaşılarak “Sus” işaretiyle uyarılması…
            Halkın feraseti her daim çok önemlidir diyen İdris Bey, Halk adına iş yapma potansiyeli olan her kesimle çok rahat temas kurar. Öngörüleri isabetli olmuştur hep. Mesela 27 Mayıs ihtilalinin faturasının Türkeş’e çıktığını beyan eder. Onun içindir ki TÜRKEŞ’in iktidar olması mümkün değildi der. Sebebi ise, seçmenin üçte ikisinin vicdanına mahkum olduğu için marjinal bir noktada kalması tabiidir. Hal böyleyken bir de Rahmetli Muhsin Bey’in ayrılması Türkeş’in daha da marjinalleşmesine vesile oldu. Kim bilir belki de yüzde bazında bugünkü aralıkta olmasını en başta kendi istiyordu. Öyle bir sonuçta istikrar göstermesi belki kendi isteğiydi. Yanlış anlaşılmasın TÜRKEŞ benim arkadaşımdı. YAZICIOĞLU’ nu da çok severdim. Telefon eder gelirdi, telefon ederdim gelirdi. Ancak “milliyetçilik” toplumun ortak değeridir. Bu adla bir parti olmamalıdır. Tıpkı Atatürk’ün adı veya İslam adının kullanılması toplumu böler ifadesi isabetli olup, gelinen nokta itibariyle kendisini göstermiştir.
            İdris YAMANTÜRK, sağın her yelpazesinde adı saygıya değer olduğu için bu özelliğiyle kendinden bekleneni de yapma gayreti içinde olup nemelazımcı olmamıştır. Muhsin YAZICIOĞLU ve Ökkeş ŞENDİLLER ile defalarca görüşmüştür. Yazıcıoğlu’nun ayrılık hareketini bir türlü anlamlandıramadığını bu bölünmüşlüğün telafisi için TÜRKEŞ ile dahi görüşse de Avukat Galip ERDEM merhumunun telkiniyle fazla üzerine gitmediği kendi beyanıdır. 
            Bu yazının başında beri kalem oynattığımız bütün tespitler ve tahliller, bir asırlık ömrüne henüz son noktayı koymadan, kültür hayatımızda emsali az görülen hatıralarını büyük bir emek ve sabırla kayıtlara geçiren GÜR-İŞ’in patronu, ömür boyu Türk Ocaklı, Süleyman Demirel’i keşfeden, Tevfik İleri’nin bacanağı, Mehmet Turgut’un arkadaşı ve dahası Türkan Ana’nın muhterem eşi İdris YAMANTÜRK’ e minnet şükran ve afiyetler dilerken son sözü kendine bırakalım;
            “Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, Malazgirt’te Anadolu’nun tapusunu alanlar ile istiklal savaşında yurdumuza sahip çıkanların bize emanetidir. Bunu başaranlar, yaptıkları işe inanan, insanüstü bir gayretin, azmin ve sabrın sahibi idiler. ALLAH onlardan razı olsun. Bize teslim edilen vatanımızı daha mamur hale getirmek, milletimizi refaha kavuşturmak ve çağdaş medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak için durmadan çalışmak bir vatandaşlık görevidir.

4 Mart 2017 Cumartesi

KÜLTÜR-SANAT "Arzu KÖK" Kültür-Sanat!...

KÜLTÜR-SANAT
Arzu KÖK
Kültür-Sanat!...
“Bir ülkede akıl ve sanattan çok maddi servete kıymet verilirse, bilinmelidir ki, orada keseler şişmiş, kafalar boşaltılmıştır” der Prusya hükümdarı II. Friedrich. Şimdilerde bizim ülkemizde de maddi servet, sanattan ve kültürden önce gelir oldu. İster istemez düşünüyor insan; bizim ülkemizde bunun sebebi keseleri doldurmak mıdır, kafaları boşaltmak mıdır, yoksa her ikisi birden midir?
Yıllardır kütüphane, opera, tiyatro, sinema sahneleri satılır, kapatılır, yıkılır. Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçeden en düşük pay alan bakanlıktır bilir misiniz? Peki tiyatrolarda, operalarda, müzelerde, orkestralarda bilet satışından elde edilen gelirin direkt hazineye aktarıldığını biliyor musunuz? Bunlar yapılırken de oyuncuların ve set işçilerinin taşeron işçi statüsünde çalıştırılması söz konusudur ki tüm bunlar keseleri doldurmak adına yapılanlardır. Ancak işin en tehlikeli kısmı, bunun yanında kafaları boşaltma çabalarıdır.
Çıplak kadın heykeli gördüklerinde(ki onların gözüne çarpan şey eserdeki sanatsallık değil, çıplaklıktır) ‘’Ben böyle sanatın içine tükürürüm’’ derler. Aradan yıllar geçer, İzmir’deki ‘’Müzisyen’’ isimli ahşap heykeli müstehcen bulduklarından birileri parçalar. Kimi heykellere “Ucube” denilir ve yıktırılır. Kadın ve erkeğin yan yana, koro şeklinde çok sesli bir ilahi okunmaları günah sayılır. Filmlere sansür uygulanır, etkinlikleri iptal ettirilir, konserler engellenmeye çalışılır. Beğenmedikleri sanatçıların konserlerine ellerinde satırla, tekbir getirerek saldırır birileri, sanatçılar hedef tahtasına oturtulur, ellerinde benzinle yakmaya koyulur birileri. Bunlar yetmezmiş gibi açığa almalar, ihraçlar…vb ile kafalar boşaltılmak istenir.
Nazilere yakın bir koyu milliyetçi oyun yazarı olan Hanns Johst’a ait, Johst’un Schlageter adlı oyununda geçen bir söz geliyor akıllara: “Kültür lâfı duyduğum anda tabancamın emniyetini açarım.” Schlageter, oyunun birinci perdesinde eder bu sözü ve bu söz, Hitler’in en yakınındaki iki isme, Goebbels’e veya Göring’e atfedilir. Bu söz, yüzeysel yorumuyla, Nazilerin kültür düşmanlığının ikrarı olarak kabul edilegelmiştir. Ancak bu söz, sadece Nazizmin değil, milliyetçi-muhafazakâr ideolojinin, kültürü bir millî hayat-memat meselesi sayan zihniyet dünyasının da ifadesi olmuştur aynı zamanda. Yabancı, zararlı sayılan kültür, nahoş, uygunsuz, mahzurlu filan değil, düpedüz düşmandır. Bu sebepten, zapturapt altında tutulmalı, zor kullanmaktan sakınmadan müdahale edilmelidir kültüre. Öyle de yapıldı o dönem. Örnek alanlar da devam etti yıllardır bu yönteme, ülkemizde olduğu gibi.
Sanat ve kültür özü gereği, insanları kaynaştırıcı özelliğe sahiptir. Müzik her yerdedir, örneğin; halk ayaklanmalarında, din ve inanç törenlerinde ya da savaşlarda müziğin birleştirici etkisi her zaman hissedilegelmiştir. Diğer sanat dalları için de geçerlidir bu ve özü gereği de muhaliftir sanat. Yaşar Kemal’in de dediği gibi ‘’Sanat, gerçek sanat; zulmün, şiddetin, tüketici oburluğun, insanca olmayan her davranışın karşısındadır. Çünkü bana göre ne olursa olsun her biçim sanatın birinci işi başkaldırıdır.’’
Zeybekler bir başkaldırının öyküsü değil midir? Sanat birleştirir, kaynaştırır ve başkaldırır. Bunu bildikleri içindir ki sanatı engellemek için fitne ile taarruza geçer aydınlanmayı istemeyenler. Yaklaşık son 7 aydır, yani OHAL sürecinde, FETÖ operasyonu adı altında birçok kişiye ve sanatçıya karşı başlayan açığa almalar, ihraçlar resmen bir cadı avına dönüştü. Cumhurbaşkanı bir konuşmasında ‘’Siyasetçilerin attıkları her adım, ağızlardan çıkan her söz yakından takip edilir. Halbuki sanatçıların ve sporcuların toplumu etkileme gücü, siyasetçilerden daha az değildir’’ derken hissettiği bir tehlike mi vardı dersiniz? Belki de bu yüzdendir; toplumda sanatçı, sporcu olarak bilinen bazı isimlerin sıkça saraya davet edilmeleri. Belki de bu yüzdendir Devlet Tiyatroları Genel Müdür Vekili’nin ‘’Devlet Tiyatrolarında yalnızca yerli oyunların sergileneceği’’ yönündeki sınırlamasının ardındaki gerçek.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda bir telefonla başlayan açığa almaların gerekçesi ‘’Performans eksikliği’’ olarak gösterildi. Açığa alınanlara bakıyorsunuz Türk tiyatrosunun önde gelen isimleri ki kim karar vermiş, hangi kritere göre karar vermiş, belli değil. Daha sonra Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda 31 kişi işten çıkarıldı. Gerekçesi; ‘’Eğitim durumlarının uygun olmaması’’. Peki yıllardır çalışan bu insanların eğitim durumlarındaki eksiklik yeni mi fark edilmiş, yoksa sebep çok mu farklı? Görevden almaların acıları daha kapanmamışken bu sefer de bu tiyatrocuların öğretmenleri, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden 6 akademisyen ihraç edildi ve bölüm fiili olarak işlevini yitirdi.
Daha sonra da iş müziğe gelmiş olacak ki, orkestra Şefi İbrahim Yazıcı ve Bursa Bölge Devlet Senfoni Orkestrası sanatçısı Filiz Özsoy ihraç edildi. Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı akademisyenlerinden piyanist Dengin Ceyhan 8 gün gözaltında tutulduktan sonra tahliye edildi. Gerekçeler ise çoğunlukla sosyal medya üzerindeki paylaşımları...vb.
Görünen odur ki kültür ve sanata yöneltilen silah net olarak belli. Onlar gibi düşünmeyen, onların yanında saf tutmayan bütün sanatçılar bir şekilde ekmeğinden edilmeye çalışılıyor. Ne yazıktır ki bu gidişat devam edecek gibi de görünüyor. Böyle giderse işçi ya da memur alımlarını sadece bir kişi belirleyecek. Bir kişinin istediği müzik tarzı çalınacak, bir kişinin istediği oyun oynanacak, bir kişinin istediği heykel yapılacak, bir kişinin istediği filmler gösterilecek, bir kişinin istediği resimler sergilenecek ya da bir kişinin istediği dans türü oynanacak. Sanatçılar kutlu doğum haftalarına etkinlik yapmaya zorlanacak. Klasik müzik, opera, bale unutturulacak büyük olasılıkla.
Unutulmamalıdır ki ‘’Sanat çok değerlidir’’ ve ‘’Sanat, içinde geleceği barındıran önemli bir silahtır’’. İşte bu nedenledir ki, sanatçılara büyük iş düşmektedir. Önümüzdeki süreçte tüm sanatçılar, özgünlüklerini, yaratıcılıklarını ortaya koymalı, üretmelidirler. Üretirken de gülmeli, eğlenmeli, halkı sanatla aydınlatarak korku salmalıdırlar birilerine. Zira sanatın gücü çok çok büyüktür. Kültürel hegemonyanın karşısına yine kültürle, sanatla çıkılmalıdır ki mücadele başarıya ulaşsın. Tüm sanatçılar birleşip, HAYIR demeli, HAYIR çalmalı, HAYIR oynamalı, HAYIR çizmeli, HAYIR sergilemelidir. Çünkü, aslında “Sanat, HAYIR içindir.”
Yoksa birileri çıkıp “Kültür lafı duyduğumda…” diyecek…
Arzu KÖK