28 Ağustos 2017 Pazartesi

26-30 Ağustos "BÜYÜK ZAFERİN KARARGÂHI: AHLAT" İlhami NALBANTOĞLU AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI - Yönetim Kurulu Başkanı

BÜYÜK ZAFERİN KARARGÂHI: AHLAT
İlhami NALBANTOĞLU
AHLAT KÜLTÜR SANAT VE ÇEVRE VAKFI
Ahlat, Büyük Zafer’e ev sahipliği yapan, Anadolu’nun kapılarının Türklere açılmasının kilidini kıran bir coğrafyanın adıdır. Aynı zamanda da büyük kumandan Sultan Alparslan’ın çağın koşullarına göre büyük savaş karargâhıdır.
Zafer öncesi yıllarda, Bizans Doğu Orduları Komutanı Domesticos, büyük bir ordu ile gelerek Ahlat’ı işgal etmişti. Kenti ele geçiren Domesticos’un ilk işi, kalıntıları 70’li yıllarda ortaya çıkarılan dönemin en büyük camilerinden olan Ulu Cami’nin minberini söküp yerine büyük bir haç dikmek olmuştu. Bitlis’te de aynı şeyi yapan Domesticos, yöreye büyük bir korku ve şiddet salmıştı.
KENTİN İLERİ GELENLERİNİ HALİFE’DEN YARDIM İSTEMEK İÇİN GÖNDERDİLER
 Bu şiddet ve zorbalık karşısında Kenti terk eden halk, ileri gelenlerini Halifeden yardım istemek üzere Bağdat’a gönderdiler. Ancak umdukları desteği alamamışlardı. Bunun üzerine işgal güçleri ile bölgede bulunan Ermeniler arasında nüfuz mücadelesi başladı. İsyan üzerine isyan eden Ermeniler, ne halka ne de Bizanslılara huzur vermiyorlardı. Bunun üzerine bölgeye gelen Bizans İmparatoru, çevrede büyük tahribata başladı. Bunun ardından baş gösteren isyanlar bölgedeki Bizans hâkimiyetini çökertiyordu.
Sultan Alparslan, karargahını Ahlat’ta kuran ve önemli yararlıklar gösteren Emir Sanduk’a Ahlat’ı bırakmıştı. Türkistan’da kitleler halinde gelen Oğuz Beyleri çevrede yoğunlaşıyorlardı. Kendilerine yurt edinme, hayvancılık ve diğer işlerle meşgul olmanın yanında kendilerinden sonra gelecek Oğuz Taifeleri’ne yer hazırlıyorlardı.
XI. Yüzyıl başlarından itibaren Doğu’dan gelip, Batı’ya doğru kitleler halinde Anadolu’ya  doğru ilerleyen Türkmenler, Bizans İmparatorunu oldukça rahatsız ediyordu. Yıllarca süren Selçukluların bu hareketlerine bir son vermek ve onların kesin olarak bu topraklardan çıkarılmasını sağlamak amacıyla büyük bir sefer hazırlıklarına başlanmıştı. İmparator bu sefer için muazzam bir ordu kurmak için çaba sarf ediyordu.
Kurulacak bu orduda; Peçenek, Uz, Kıpçak, Hazar Türkleri, Slav, Alman, Bulgar, Ermeni ve Gürcülerden oluşan kuvvetler yer alıyordu. Hazırlıklarını tamamlayan İmparator, İstanbul’dan hareket etti. Bunların dışında da bazı kuvvetlerin gelip kendisine katılacağını umduğu için Sakarya ırmağı kıyısında konakladı.
SULTAN ALPARSLAN HALEP ÖNLERİNDE
Bu sırada Sultan Alparslan Halep önlerinde bulunuyordu. Ahlat halkının önde gelenlerinden bir grup Sultan Alparslan’a giderek, Bizans İmparatoru’nun üzerlerine gelmekte olduğunu haber vermişlerdi. Bu haber üzerine süratle geri dönen Sultan Alparslan, beraberindeki askeri birlikleri ile Ahlat’a gelerek burada  karargahını kurdu. Bu sırada Bizans İmparatoru da, Selçuklu kuvvetlerinin savunduğu Malazgirt’i alarak, hamlı kılıçtan geçirip buraya yerleşti. Böylece her iki tarafa ait güçler biri Malazgirt, diğeri Ahlat olmak üzere 25 kilometrelik bir mesafede karşı karşıya gelmiş son hazırlıklarını yapıyorlardı.
SULTAN ALPARSLAN AHLAT’A GELDİ
Sultan Alparslan, Ahlat’a geldiğinde Bizans askerlerinin Ahlat ve çevresinde faaliyet halinde olduklarını gördü. Bunun üzerine hemen harekete geçerek Sanduk Bey’i hassa askelerinden bir bölüğün başına getirerek öncü kuvvet olarak Malazgirt’e doğru gönderdi. Bu öncü kuvvet Ahlat’ın hemen yanındaki Bizans ordusuna uğur getirdiğine inanılan haçı taşıyan birlikle karşılaştı. Bu birlik on bir askerden oluşuyordu. Her iki güç arasında şiddetli bir çatışma oldu. Sanduk Bey, bu birliği yenmiş, üstüne de Bizans’ın Rus komutanı Basilakes’i esir almıştı. Bizans ordusuna uğur getirdiğine inanılan haçı da ele geçirmişti.
Sanduk Bey, esin aldığı Rus kumandan ve uğurlu olduğu söylenen haç ile Sultan Alparslan’ın huzuruna çıktı. Sultan Alparslan burnu kesik bu kumandan ile haçı Bağdat’ta bulunan Halife’ye gönderdi.
Uzun bir süreden beri Ahlat’ta bulunan ve tüm hazırlıklarını tamamlayan Sultan Alparslan, 24  Ağustos 1071 de Ahlat ile Malazgirt arasında bulunan Zahve mevkiine gelerek burada konuçlandı. Savaş öncesi Bizans İmparatoru’na son bir kez daha savaştan vazgeçip memleketine dönmesi için elçi gönderdi. Sultan Aparslan’ın elçilerini sert ve kaba bir biçimde geri gönderen İmparator, savaşı kazanacağından emin olduğunu   belirterek şöyle diyordu: “Ben bu üstün ve kudretli duruma pek çok para ve çaba sarf ederek kavuştum. Barış ancak ve ancak Selçuklu Başkenti Rey’de yapılacaktır. Ben İslam ülkelerine kendi ülkem gibi hakim olmadıkça asla geri dönmeyeceğim.”
İSFEHAN MI GÜZELDER, YOKSA HAMEDAN MI?
Ardında da “İsfehan mı güzelder, yoksa Hamedan mı?” diye sormuştur. Elçinin “İsfehan” yanıtı üzerine, “Öyleyse İsfehan’da kışlayacağım. Hayvanlarımız ise Hamedan’da kışlayacaktır.” şeklindeki sözleri ile alaylı bir üslup sergilemiştir. Bu alaycı tavır karşısında Sultan Alparslan’ın elçisi “Hayvanlarınız Hamedan’da kışlayabilirler, ama sizin nerede kışlayabileceğinizi bilemem.” Diyerek çok anlamlı bir tarz kullanmıştır.
26 Ağustos 1071 Cuma günü, tüm İslam ülkelerindeki camilerde Sultan Alparslan’ın komutasındaki ordunun muzafferiyeti için dualar edildi. Bağdat’ta bulunan Halife de bizzat minbere çıkarak Sultan Alparslan’ın ordusu için dua etti.
O gün büyük kumandan tüm komutan ve askerleri ile önce Cuma namazı kılındı, ardından tarihi konuşmasını yaptı ve cepheye atıldı.
Çetin geçen savaş, Sultan Alparslan’ın zaferi ile ve Bizans İmparatoru Romen Diyojen’in esir alınmasıyla sonuçlandı. Sultan Alparslan büyük bir erdemlik göstererek esir İmparatoru hiç beklemediği bir şekilde ağırladı ve çok nazik davrandı.
Bu büyük zaferin ardından Anadolu’nun kapıları ardına kadar Türklere açılmıştı. Anadolu’nun ilelebet bir Türk yurdu olması sağlanmıştı.
Bu durum karşısında Ahlat’ın önemi ve üstlendiği misyon unutulacak ya da görmezden gelinecek bir noktada değildir. Her yıl Malazgirt Zaferi’nin kutlamaları yapılırken Ahlat’a da gereken özen ve ihtimamın gösterilmesi gerekmektedir.
Biz Ahlat Kültür Haftasını başlatırken özenle 25 Ağustos tarihini tercih ettik ki 26 Ağustos’ta Malazgirt’te yapılan törenlerle bir ilinti kurularak ortak programlar uygulanabilsin. Ne var ki bu ince ve hassas dengeyi anlayan çıkmadı.
Devletimizden bunu beklemek en doğal hakkımızdır.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

"TRUMP’IN ÇAKTIĞI NAZİZM SINAVI" Timothy Snyder (Adana Fikir Platformu)

TRUMP’IN ÇAKTIĞI NAZİZM SINAVI
Timothy D. Snyder
*** Timothy Snyder’in 18 Ağustos 2017’de New York Times’ta çıkan yazısını İlker Kocael çevirdi.
[Adana Fikir Platformu]
47 yaşındaki ABD’li tarihçi ve yazar Timothy D. Snyder, Orta ve Doğu Avrupa ile Holokost tarihi uzmanı. Snyder, Yale Universitesi’nde tarih profesörü.
“Birincisi, ben Yahudi düşmanı olabilecek son kişiyim. İkincisi, ırkçılık diyorsak, ırkçı olabilecek son kişi benim.” Başkan, Şubat ayında düzenlediği basın toplantısında böyle söylüyordu. Bu sözlerden bir miktar rahatsız olmuştum. Virgina eyaletinin Charlottesville şehrinde benim de memleketim olan Ohio’dan gelen genç adamların fotoğraflarına bakarken ve aralarından birinin “Heil Hitler” yazılı bir tişört giyerek vermek istediği mesaj üzerine düşünürken neden rahatsız olduğumu nihayetinde anladım.
Yıllarımı, soykırım sonrasında hayatta kalmış Yahudilerin tanıklıkları ve onları kurtaranların hatıraları üzerine çalışarak geçirdim. Kurtarıcılara bunu neden yaptıkları sorulduğunda, çoğunlukla yanıt vermekten kaçınıyorlardı. Eğer yanıt vermeye meylederlerse, söyledikleri basitçe şu oluyordu: “Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı.” Bu kaynakları okuyan tarihçiler bunun anlamını sezmeye çalışıyorlar. Benim sezgim şu yönde: Yahudileri kurtarmakla şişinen insanlar genellikle yalan söylüyor; gerçekte Yahudi düşmanı ve ırkçı olmaları daha muhtemel.
Bu satırları soykırımın her yoklukta kendini var ettiği Polonya’dan yazıyorum. Şu an, Nobel ödüllü Polonyalı Czeslaw Milosz’un, fotoğraflarda gördüğüm genç adamların yaşlarında olduğu dönemlerde yazlarını geçirdiği evdeyim. 1943 Varşovasında rüzgarın, yanan gettonun küllerini duvarlardan aşırıp atlıkarıncaya binen kızların eteklerine kadar nasıl savurduğuna şahitlik etmişti. İnsanların “kara uçurtmalar” gibi havada süzülen külleri yakalamak için nasıl yukarıya uzandıklarını görmüştü.
Kendimi bir başka Nobel ödüllü Polonyalı şairi, Wislawa Szymborska’yı düşünürken buldum. Tasvir ettiği, günlük yaşamı içinde kaybolan ve görünüşte sıradan bir kadındı. Ancak o an geldiğinde; kadın, kendisinin olmayan çocukları kurtarmak için cayır cayır yanan binaya alelacele girmekten geri durmamıştı.
“Kendimizi ancak…” diyordu Szymborska, “…sınava tâbi tutulduğumuzda tanırız.”
Sınava tâbi tutulana kadar iyiliğimizle böbürlenmemizin anlamı yoktur; sonrasında ise gereği. Charlottesville sonrası, Başkan Trump’ın sınavı kolaydı, ancak bu sınavdan çaktı. Karşısında Nazizm denilen şeytanlığı kınamak için çok açık bir fırsat belirdi, önce bekledi, sonra kaçamak ifadeler kullandı, sonra prompter’dan bir şeyler okudu, en sonunda iki tarafı bir tuttu. “Her iki tarafta da çok iyi insanlar” olduğunu söyledi.
Charlottesville’de yürüyen Nazi grupları, bir “taraf” olarak değerlendirilemez. Ellerinde tuttukları meşaleler ile Nazi ritüellerini taklit ediyorlar. “Trump! Hail!” ve “Zafer! Hail!” diye attıkları sloganlarda, Almanca olarak hatırladığımız “Hitler! Heil!” ve “Sieg! Heil!” sloganlarını kendilerine uyarlıyorlar. Charlottesville’de Amerikalı Naziler, bir sinagogun önünden geçerken ““Sieg! Heil!” diye haykırdılar.
Alternatif sağın destekçileri “Yahudiler yerimizi almayacak” diye bağırdıklarında, dünya çapında Yahudilerin efendi ırkı boğduğu ve dolayısıyla yeryüzünden köklerinin kazınması gerektiği fikrini yeniden canlandırıyor. “Kan ve toprak” diye bağırdıklarında, ırkların diğer ırkları sonsuza kadar acımasız bir biçimde katledeceği anlamına gelen Nazi sloganını tekrar ediyorlar.
Bu görüşlerin işaret ettiği şey bir “taraf” değil; aksine ABD’nin Anayasasıyla ve yasalarıyla, güçlükle kazanılmış haklar ve sorumluluklarıyla yer alamayacağı bir dünya görüşü.
Hitler ve onun yardımcısı kendilerini stratejik olarak başlangıçta bir “taraf”, diğer “taraf”ın (solun) karşısında sistemin savunucuları olarak sunmuşlardı. Hitler iktidara –(şimdinin aksine) o dönemde dünyada önemli bir güç olan- komünizmi kötüleyerek geldi. İktidara geldiğinde Hitler, tüm muhaliflerini diğer “taraf”a iteledi ve onları ya kamplara gönderdi ya da öldürdü. Almanya Meclisi Reichstag yandığında, Hitler kullandığı söylemde diğer “taraf”ı şiddetle eşleştirmişti. Ayrıca diğer tarafın Alman Cumhuriyeti’ni alaşağı etmek için terör yöntemleri kullandığını –temelsiz olarak- iddia ediyordu.
Reischtag Yangını tarihin en büyük komplolarından biriydi
Avrupa’da iki savaş arası dönemde, siyasetin iki “taraf” ile tanımlandığı anlayışın yükselmesi –insanların kendileri adına düşünebildiği ve sorumlu vatandaşlar olarak siyasi sınavlara göğüs gerebildiği- geniş siyasi merkezi çökertti. Eğer herkes bir “taraf”taysa, kimse bir bütün olarak toplum için sorumluluk alamazdı, bu durumda merkezin ayakta durması da mümkün değildi.
Başkan sınıfta kaldı, ve bu konuda hiçbir başarısızlık masum değildir. Amerikalı Nazilere üç hizmeti oldu ve onlar da Başkan’a bu yüzden teşekkür ettiler: İdeolojilerini normalleştirdi; eylemlerini masumlaştırdı ve bir daha Amerika terörle karşı karşıya geldiğinde de hasımlarını suçlayacağı umudunu onlara verdi.
“The Daily Stormer” (ismini Nazi döneminin azılı Yahudi karşıtı gazetelerinin birinden alan bir web sayfası) Charlottesville olayını Hitler’in gücü elde etmek için erkenden giriştiği “Birahane Darbesi”ne benzetti. Yazarın kastettiği şuydu: Virginia’da olanlar, nihai zaferi müjdeleyen erken başarısızlıklardı. Amerikan Nazileri bir başka Reichstag yangınını düşlüyorlar; başkanın gerçek renklerini ortaya koyacağı ve muhalefetin ezileceği bir terör anı.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde kalan slogan ve olayları unutmak istesek de Amerikalı Naziler tarihi kendi istedikleri biçimde hatırlıyorlar, aynı Başkan Trump gibi. Onun bayıldığı Konfederasyon heykelleri çoğunlukla 20. yüzyılın başlarında dikilmişlerdi, Hitler ABD’yi Jim Crow Yasaları dolayısıyla çok severken ve Sayın Trump’ın babası Klan eyleminde bulunurken tutuklandığında, yani henüz Amerika sınavını geçmemişken. Başkanlığın “Önce Amerika” sloganı alternatif bir Amerika’ya davet; gerçek olabilecek bir Amerika, Nazilerle savaşmamış bir Amerika, dünyada yangın varken eve kapanmış bir Amerika, sınavını geçememiş bir Amerika.
Ülkemizin bu Amerika’ya dönüşmesi ihtimali var. Bu ihtimalin gerçeğe dönüşüp dönüşmemesi bizim elimizde. İşte önümüzde bir sınav, böylece biz de kendimizi tanıyacağız.
(Tercüme: İlker Kocael, 20 Ağustos 2017; http://medyascope.tv/2017/08/20/timothy-snyder-trumpin-caktigi-nazizm-sinavi/)

21 Ağustos 2017 Pazartesi

KİMLER NELERİ TARTIŞIYOR? Araştırmacı-Yazar Av Prof Dr Nurullah AYDIN

KİMLER NELERİ TARTIŞIYOR?...

Yandaşlar, dönekler, din simsarları, İslamcılar, hırsızlar, talancılar zafer sarhoşluğu içinde. Her türlü ahlaki, dini, hukuki ve insani değerler altüst olmuş durumda.

Türkiye; Hukuk devletini, yargı bağımsızlığını, oligarşik devleti, askeri vesayeti, sivil vesayeti, ABD vesayetini, İngiliz vesayetini, derin devleti, paralel devleti, dinci devleti, imam devletini, hakimi, savcıyı, polisi tartışıyor.
Türkiye; yalanı, yolsuzluğu, hırsızlığı, soygunu, talanı, ayakkabı kutularını tartışıyor.
Türkiye; kasetleri, pazarlıkları, vurgunu, zenginleşenleri tartışıyor.
Türkiye; teröristlere meşruiyet getirilmesini tartışıyor.

Tartışıyor da ne oluyor ki?
Eski tas eski hamam. Yine etkili ve yetkili olanlar; hak, hukuk, anayasa, kanun, din, iman dinlemeden istediğini yapmaya devam ediyor.

Yandaşlık ve yalakalık; siyasetçi, gazeteci akademisyen kimliği haline gelince gerçeklerle yanlışlar karışıyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda insanların kafası karışıyor.

Sirk cambazları, palyaçolar, ilizyonistler, meddahlar sahnede boy gösteriyor, alkışlanıyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti; var olan anayasasına göre anayasal bir devlettir.
Anayasa; devletin kuvvetler ayrılığı ilkesine sahip olduğunu belirtir.
Anayasa’da; Yasama, yürütme ve yargı erklerinin görev yetki ve sorumlulukları ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.

Yasama organın başı; Anayasa’nın 138’inci maddesi ölmüştür. Mahkemeler bağımsız değildir. Anayasa ayaklar altına alınmıştır, diyor, Hukuk düzeninin kalmadığını ilan ediyor.

Bir ülke meclisi düşünün ki; suçlular meclisine sahip. Dokunulmaz seçkinler zümresi oluşturulmuş. Seçilmişlik adıyla kutsallık, dokunulmazlık ayrıcalıklık yaratılmış. Hertürlü suç işleyeni barındırıyor. Teröristler, kalpazanlar, görevi kötüye kullananlar gibi birçok suç isnadı altında olanlar, yargılananlar, dokunulmazlık zırhı altında mecliste toplum adına topluma zehir kusuyorlar.

Bir ülke anayasa mahkemesi düşünün ki; ideolojik yakınlıklara göre karar veriyor. Siyasilerin emrinde hukukun evrensel kurallarını bir tarafa bırakıyor.
Bir ülke anayasa mahkemesi düşünün ki; Ülkenin çoğunluğu referandumda hayır dedi iç ve dış ortak kanaate rağmen, mühürsüz oy kullanıldığı iddialarına rağmen  evet oylarını yüksek gösteren rakamları açıklıyor.
Türkiye’de demokrasicilik, cumhuriyetçilik oyunu oynanıyor.

Siyasetçilere, bazı bürokratlara, yandaş olana, hukuksal zırh sağlayan, aklatan, paklatan zihniyet;birilerince, cumhuriyet ve demokrasinin yerleşmesi olarak algılanıyor, yorumlanıyor. Gerçekten öyle mi?

Yargı’nın savrulmadan, tarafsızlığı felsefi olarak benimsemesi; hem toplumsal huzur için hem cumhuriyetin daha kucaklayıcı yönde evrimleşmesi için bir zorunluluktur.

Yargı anlayışı; hem bağımsızlığı, hem tarafsızlığı güçlendirecek nitelikte olmalıdır. İktidarın, ve muktedirlerin etkisinde kalmayan, geleneksel tarafsızlığını sürdürecek, bağımsız ve tarafsız bir yargı gerekli ve zorunludur.

Siyasetçilere hakim olan; emir, kesinlik, güç kullanma gibi kavramlardır. Elinde de yetki vardır. Toplumsal hayatın akışkanlığıyla ve çeşitliliğiyle bağdaşmayan ve gerçekten sıkı disiplinli olması gereken matematiksel bürokratik düşünce, hukuk dışarı çıkarsa neler olabileceğinin örneklerini saymaya gerek var mı?

Devletin temel kurumları, yıpranmamalıdır.
Aşırılıklara savrulmamalı, itidal kaybedilmemelidir.
Hukuk düzeni, hukuk kuralları yerine kişi odaklı yönetim, despotizm demektir.
Hukuk devleti olmazsa keyfilikler, baskılar, ayrımcılık, sosyal devlet olmazsa eşitsizlik artar.

Günün Sözü: Hak, adalet, barış, huzur ve güvenlik için tarafsız, adil yargı bir güvencedir.
Av. Prof. Dr. Nurullah AYDIN
21 Ağustos 2017-Pazartesi, ANKARA

19 Ağustos 2017 Cumartesi

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRK KÜLTÜRÜNDE ŞEHİRLEŞME (AKADEMİK KURUL/KOMİSYON: “DERLEME”)

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE
TÜRK KÜLTÜRÜNDE ŞEHİRLEŞME
(AKADEMİK KURUL/KOMİSYON: “DERLEME”)

            Şehir, muhtelif meskenleri, sosyal kuruluşları, bunlara destek olan tesisleri, kendine mahsus bir ticareti, kültür özellikleri olan; belirli, müstakil bir yeri kapsayan, nispeten sürekli yerleşme merkezidir.

            Bir şehrin oluşunda nüfus çokluğunun, kapladığı sahanın büyüklüğünün rolü vardır. Eski şehirlerde büyüklük, bir kale içinden millerce uzanan arazilere kadar değişkenlik gösteriyordu. Şehrin bir başka özelliği tarımla uğraşmayan insanların yerleşme merkezi oluşudur. Ancak tecrit  edilmiş bir yerleşim alanı da değildir. Çevresindeki kasaba ve köyler arasında bir merkez durumu görür ve bu durumuyla çeşitli sosyal ve ekonomik faaliyetleri yürütür. Çevredeki köylerle ilişki, bazı zamanlar doğu illerinde o dereceye ulaştı ki, Avrupa feodalizmine çok benzer şekle geldi.

            Medeniyetler düzeyine erişmiş ve çevresiyle etkileşime girerek belirli bir kültür düzeyine ulaşmış siyasi oluşumlar, şehir kurmaya veya mevcut şehirlere yerleşmeye mecbur kalırlar. Bunun sebebini İbn Haldun, ünlü eseri Mukaddime'de şöyle anlatmaktadır:

            "Bunun sebebi şudur: Uruklar, boylar ve sülaleler devlet kurduktan sonra şehir ve kasabaları ele geçirmeye mecburdurlar. Bu da iki sebepten ileri gelmektedir. Bu iki sebepten biri, devletin sükûnet ve rahatlığı icap ettirmesi ile ağırlıkları ve konargöçerlik hayatında eksik olan imar ve bayındırlığı bütünlemek ihtiyaç ve mecburiyetidir. İkinci sebep ise devleti ele geçirmek üzere harekete geçmeleri beklenenlerden korunmaktır. Çünkü etraftaki şehirlerin devleti ele geçirmek isteyenler için bir sığınak teşkil etmesi mümkündür. Bunlar isteklerine ermek için bu şehirleri birer sığınak edinebilirler. Şehir ve kalelere sığınanlara galebe çalmak son derece zor ve zahmetlidir. Duvar arkasında savaşarak korunmak suretiyle düşmanı yaralamak ve öldürmek kolay olduğu için, az sayıda kuvvetle sayıları pek çok olan askere karşı koyulabilir. Bunlar çok askere ve büyük kudret ve şevkete muhtaç olmazlar. Şevket ve asabiyyetler, savaşlarda düşmana karşı koymak ve dayanmak için gereklidir. Surlarda yaşayanlar ise duvarlar sayesinde dayanabilirler, büyük asabiyyete ve sayı çokluğuna muhtaç olmadan karşı koyabilirler. Bundan dolayı, devletle çekişenlerden kaleye sığınmış olanlar, kale ve şehri ele geçirmek isteyenleri kuvvetten düşürür, onların istila kuvvetlerini hırpalarlar. Bundan ötürü, devlet kuran göçer evliler, etraflarında şehir ve kaleler bulunduğu takdirde hasımlarının sığınmalarına engel olmak üzere o kale ve şehirleri ele geçirirler. Etraflarında kale ve şehirler bulunmadığı takdirde sosyal hayatın eksikliklerini tamamlamak ve ağırlıklarını yerleştirmek için yeni baştan şehir ve kaleler vücuda getirirler. Bu suretle kendi uruk ve boylarından, izzet ve şerefte onlardan yüksek bir derece kazanmak isteyenarin ümitlerini kırarlar. Bundan, devlet kuranlar için kalelerde yerleşmenin bir zaruret olduğu anlaşılır. Ötesini her türlü noksandan münezzeh olan Allah bilir. Onun yardımıyla başarılar kazanılır. Ondan başka yetiştiren ve besleyen yoktur (Haldun, 1978:  249-250).

            Buzul Çağı'ndan beri Orta Asya'nın her yerinde yaşam olduğu kesin denilebilse bile, bununla ilgili buluntular çok azdır. Denis Sinor bu konuda şöyle diyor:

            "Yukarı Paleolitik insanı, buzul döneminde, İç Asya bölgelerinin egemeni olurken, bunun için gerekli buluşları yapmıştı; dünya ile ilişkisini kurduğu 'sanat' aracını ve kendi dünyasını oluşturmuştu." (Sinor, 1990: 150)

            Türkler'in ilk yurdunda, henüz bildiğimiz kabileler belirginleşmeden önceki insanlar yalnızca çetin iklimden korunmayı amaç olarak görüyorlardı.Bu dönemlerde, soğuk ayları geçirmek için, yarı yarıya toprağa gömülü barınaklar yapıyorlardı.

            Eski yaşam toprağa bağlı değildi. Avcıların bozkıra egemen olduğu konargöçer toplumlar egemendi. Zamanla yerleşik toplumlarla etkileşmeler, sosyal ihtiyaçlar ve savunma anlayışının değişmesi, Türk boylarını zamanla yerleşik yaşama -hiç değilse hayati öneme sahip bölgelere kaleler kurmaya- zorladı.

            Çin kaynaklarında, Choular'ın müstahkem hükümdar şehirleri kurdukları anlatılır. Choular, M.Ö. 11. yüzyılın ikinci yarısında Çin'e karşı, sınırları geniş olmasa da siyasi bir birlik kurabilmiş Proto-Türk topluluğudur. Chou anlayışına göre, hükümdar şehrinin planı kare olurdu. Çinliler'e göre Proto-Türk ve peşi sıra gelen Türk topluluklarında bu tarz, evren içinde evrenin ufak bir modelini simgeleyen hükümdar ve ailesinin oluşturduğu küçük evrene bir atıftı. Esas yön kabul edilen güney taraftaki burç yaz mevsimini, kırmızıyı, Çin'in kuş burcunu (Türkler'de Kızıl Sağızgan denilen burç) betimlerdi. Hükümdarın savaşçı ruhunu, gücünü ve erkekliğini yansıtırdı. Kuzey taraftaki surlar ise karanlığı, kışı, geceyi, Çinliler'in kaplumbağa burcunu ( Türkler'de Kara Yılan) ve kadınlığı sembolize ederdi. Hükümdar şehrinin doğu yönü güneşin doğuşunu, bahar mevsimini, sabahı, göğün rengini, Çinliler'in Ejder burcu dedikleri; Türkler'deki Kök-Luu'yu temsil ederdi. Batı tarafı ise güneşin batışını, sonbaharı, akşamı, beyaz rengi, Çin'in Kaplan burcunu (Türkler'deki Ak-Bars) hatırlatırdı. Şehrin planı, Göktürkler'de olduğu gibi kışın başlayan bir takvim sistemine göre düzenlenmişti. Şehrin planına göre sahibinin rütbesi aksediyordu; imparator şehri 12 kapılı, büyük bey şehri 9 kapılı, orta derece bey şehri 7 kapılı, düşük derece bey şehri ise 5 kapılı olurdu. Şehirlerin dokuzar adet sokağı olurdu. Birbirine düzgün açılarla bakan bu sokakların dört tanesi uzun olur ortada buluşarak şehrin geneli haç şekline gelirdi. Türkçe metinlerde bu dört "bertil yol" olarak geçer. Gelişmiş surların hemen iç tarafında, şehrin etrafını kare biçiminde saran bir de devriye sokağı bulunur, surların güvenliğini artırırdı. Şehirdeki erkekler sokakların doğu veya güney tarafından yürürlerdi. Kadınlar da tam tersi, kuzey veya batı tarafından yürürler, sokağın ortası arabalara ayrılırdı. Şehrin tam ortasında, Kutup Yıldızı ve Ayı burcunun altında, hükümdar köşkü bulunurdu. Bu köşke eski Türkçe'de "Temür Kazuğ" veya "Yitiken" denirdi. Hükümdar köşkü; Türk inanışındaki evrenin merkezinde duran kutsal dağı sembolize ederdi. Hükümdar şehri böylece, inanıştaki tüm kutsallıkları kendinde toplayan bir yer durumundaydı. Şehir kurulurken dört tarafa çakılan sınır kazıklarının bulunduğu yere, şehir bitince kuleler yapılırdı. Bu kuleler kutsal mekanın dört köşesindeki dört kutsal muhafız dağlarını temsil ederdi. Güneş olarak temsil edilen hükümdar her mevsimde o mevsimin dağını ziyaret ederdi. Shensi (Ch'ang-ngan) ve Honanda (Loyang) Choular'ın iki başkenti idi. En meşhur Chou şehirlerinden biri, Chou boyundan olan Wu kralı Ho-lü'nün şehri idi. Söz konusu şehrin güney kapısında ejder ve yılan şekillerinin olduğu söylenir (Esin, 1948: 9).

            Anlatılan bu şehir ve kaleler elbette bir bilgi birikimi ve ulaşılabilmiş belli bir kültür düzeyine işaret etmektedir. Bu yüksek medeniyet yapısına katılmamış bir kültürün söz konusu mimari eserleri meydana getiremeyeceğine dair İbn Haldun, mevzubahis eserinde şöyle demiştir:

            "Şehirler ancak insanların bir araya toplanması, çokluğu ve birbiriyle yardımlaşmaları sayesinde kurulabilir. Devlet, şehir ve heykeller vücuda getirmek üzere geniş ülkesinin etrafından işçiler toplar. Bu yapılar için gereken ağır şeyleri nakletmek üzere çok defa, kuvvet ve kudret artıran, ağır şeyleri kaldıran, nakleden ve geometri kaidelerine göre yapılmış olan makinaların yardımına başvurulur. Çünkü beşer kuvveti bu gibi ağır şeyleri kaldırmaktan acizdir. Birçok kimse, eski kavimlerin bıraktıkları büyük eser ve büyük yapıları, mesela, kisraların taklarını, Mısır'ın piramitlerini, Batı Afrika'daki kemerler üzerinde birbirine bağlanarak yapılan su kanallarını ve şarşal eserlerini gördüklerinde, o kavimlerin bunları bir araya toplayarak veyahut ayrı ayrı olarak kendi cismani kuvvetleriyle yapmış olduklarına inanmışlar ve bu eserlerin, o kavimlerin gövdeleri ile orantılı olduğu cehaletine kapılarak onların vücutça iri olduğu kanısına varmışlardır. Bunlar, geometri ilminin, ağır şeyleri kaldıran ve taşıyan makinelerin yardım ve faydalarından ve geometri ilmine dayanan sanayiden gaflet ederler. Şehir ve ülkelerde dolaşan birçok kimselerin, Arap olmayan kavimlerin ilim, fen ve makinelerin yardımı ile büyük yapılar vücuda getirmiş ve ağır nesneleri taşımak hususunda ne gibi hilelere başvurmuş olduklarını gözleriyle görmeleri, bu sözlerimizin doğruluğuna tanıklık eder. Halkın, vücut ve kuvvetçe bize nispetle kat kat üstün olduğu vehmine kapılmış oldukları Ad kavmine nispet edilen ve "Ad binaları" adını verdikleri eski kavimlerden kalma ve hâlâ da mevcut olan eserlerin çoğu ilim, geometri ve makinelerin yardımı ile vücuda getirilmiştir. Yoksa, halkın inandığı gibi, o kavimlerin vücutları bizimkinden büyük ve kuvvetleri bizimkinden fazla değildir (Haldun, 1954: 252)."

            Göçer evli kabilelerle ilgili eski yerleşim izlerinin ilklerinden biri İskitler'den kalmadır. İskitler'in 25 yüzyıl önce yayılmış olduğu Karadeniz'in kuzeyi ve Tuna ötesindeki ormanlarda eski Türk kültürünü yansıtan yerleşimler görülmeye başladı. Özellikle Doğu Kırım'daki Bosporos Krallığı şehirleri civarında bazı konargöçer kabilelerin yerleşikliğe geçişi görülür. Karadeniz sahilindeki eski Yunan şehri Nikonium (günümüz Odessa yakınları) yakınında ve Dinyester Deltası'nın doğu yakasında köy çapında pek çok yerleşim yeri bulunmuştur. Aşağı Dinyeper'de etrafı surlarla çevrili bir şehir ortaya çıkarılmıştır. Bu şehir, M.Ö. 5. yüzyılın sonuna tarihlenir. Bu şehirde etraftaki konargöçer halkın ihtiyacını karşılamak amacıyla, demir ve tunç araç gereçleri yapan metalciler ikamet ediyordu. İç kalede ise muhtemelen hükümdara ait kısım vardı. Günümüzde Kamenskoe Gorodişçe denilen yerde Kamen Şehri M.Ö. 4. yüzyıldan itibaren en az 150 yıl boyunca İskitler'in ticari, siyasi ve ekonomik başkenti idi. Çevredeki tarım alanlarında da ziraat köyleri de İskit ekonomisinde önemli yer tutar (Sinor, 1990: 151).

            Kaşgarlı Mahmud'un belirttiğine göre, Alp-Er-Tunga'nın Türkistan'da birçok merkezi vardı. Ancak bunların en önemlisi, Kaşgar'da kurduğu ordu kentti. Bahsedilen kalıntılar bulunmuştur. Yine Kaşgarlı'nın eserine göre Alp-Er-Tunga'nın oğlu Bars Han'ın kendi adına yaptığı askerî şehri Issık Göl yaknlarındadır. Bu askeri kurganların hepsi dağ geçitlerinin yüksek kesimlerinde kurulmuştu. Bunların bulunan kalıntılarının bazılarından, M.Ö. 11. ve 2. yüzyıllar arasına tarihlenen Wu-sun çömlekleri, bazılarından ise Batı Türkistan beylikleri ve Karluklar'dan kalma eşyalar bulunmuştur (Esin, 1948: 10-11).

            İslam öncesi Türk yerleşmeleri yoğun olarak Harezm, Maveraünnehir, Soğdiyana, Fergana, Orta ve Yukarı Amu Derya boyları, Sistan, Dihistan, Cürcan, Çu ve Talas nehirleri ve Issık Göl çevresi ile Tarun Nehri yörelerinde gelişmeye başlamıştır. Maveraünnehir ve çevresinde İslam etkisiyle kentleşme artacaktır (Akşin, 2009: 369).

            Türklerde askeri mimari örneği, Kırgız ülkesinde M.Ö. 1. yüzyılda inşa edilmiş ordu kurganıyla da görülür (Esin, 1948: 131).

            Birkaç yüzyıl sonraki Hunlar'da ise, Avrasya'nın sert koşullu bölgelerinin gerektirdiği şekilde konargöçer yaşantı sürmüş, sivil şehirleşme yaşanmamıştır. Hunlar'ın yaşamı yerleşik olmadığından, şehirleşmeye uymuyorlar; iklim değişikliği, kuraklık, toplu göç gibi sorunlarda derhal komşu ülkelerdeki yerleşmeleri yağmalıyorlardı. Konargöçerliğe önem veren Hunlar, kalelerin ve kalıcı yerleşmelerin güvenli ve sağlıklı bir sistem olacağına inanmıyorlardı. Yine de kısmen askeri mimari eserleri ve ustalık gerektiren ahşap ve kerpiç yapılar bıraktılar. Avrupa'ya giden Hunlar'da ise zihniyet daha farklıydı. Yeni yerleştikleri Tuna kuzeyi yörelerinde; çevreyi sürekli akınlara uğratmak, komşuları olan büyük ve oturaklı devletlere karşı üstün olmak ve nihayet çevredeki yerleşik yaşantılı kültürlerden esinlenmek için üs niteliğinde yerleşmeler kurmuşlardı. Bunların çoğu muhtemelen geçici yerleşimlerdi. Söz konusu yerleşimlerin günümüze kalan izleri Macaristan topraklarındaki altın eşyalardır. Böylece, bu merkezler muhkem olsa bile, büyük olasılıkla surları ahşaptı diyebiliriz (Çeçen, 2003: 57). Attila'nın sarayı ahşaptandı (Kafesoğlu, 1984: 312).

            Asya Hunları zamanında Çinliler'in mimaride ve şehirleşmede ilerlemiş oldukları muhakkaktır. Ayrıca bazı Yüe-çi unsurlarının Tibet'e göç ettikleri devirlerde Çin askeri mimarisinin konargöçer kabilelere tanıtıldığını görmekteyiz. Ne denli kabul gördüğü tartışılsa da, Çin-Tibet mücadeleleri sırasında Küçük Yüe-çi boyunun kabilelerinden paralı askerler alınıp istihkamlara yerleştirildiği bilinmektedir. Ancak bu döneme ait Hun veya diğer akraba unsurların mimari ve şehircilik namına yaptıkları herhangi bir yapıt yoktur. Daha önceki yüzyıllarda da Batı Türkistan'da yerleşik bir hayat olmadığı, özellikle İran ve Makedon seferlerinin sonuçlarından açıkça tahmin edilebilmektedir. İran seferi sırasında açlık ve hastalıklar, boş bozkırda atlı kavimleri kovalarken ortaya çıkmış olmalıdır. Ancak sonraki yıllarda Türkler şehir kurmadılarsa da, bölgeye yerleşen Grek unsurları Batı Türkistan'ı yerleşime açmışlardır. Sonraki yüzyıllarda bölgeye göçen Sakalar ve Yüe-çiler yerleşmeseler bile bu şehirleri alarak Grek beyliklerini yıkmışlardır. Saka göçleri zamanında (W. A. Smith'e göre M.Ö. 2. yüzyıl) Fergana gibi boyların dayanak merkezini oluşturan bölgelerde imar faaliyetleri gerçekleşmemiş, Türkistan'da o dönemlerde yerel beylikler konargöçer şekilde yaşasalar da belirli coğrafi şekilleri kendilerine dayanak kabul etmişlerdir. Yüe-çiler'in son dönemlerinde ise Baktria'da kurdukları bir başkentten bahsedilir. Fan Yeh, bu başkentin adına Lan-Shih demektedir. Varlığını bilsek de şehrin ne yerini ne de yapısını biliyoruz. Bu başkent sadece toplu yaşanılan bir çadırkent dahi olabilir (Ögel, Yüe-çiler).

            Selenga Nehri kıyısında kalıntıları bulunmuş olan Ulan-Ude Şehri, klasik eski Hun mimarisini yansıtır. Buluntuları 72x380 metrelik bir alana yayılan şehrin, malzemesi dövülmüş balçık olan, dört sıra sur ve hendekten oluşan bir istihkamı vardı. Yapısına bakılarak Ulan-Ude'nin bir ordu kent olduğu sonucu çıkarılır. 9x8 metre boyutlarında ve 1 metre kalınlığında duvarları bulunan, köşelerinde ve ortasında tahta sütunlar bulunan kerpiç yapının da bir beye ait olduğu sanılıyor. Ocağı ve bir bacası bulunan binanın altından gelen, merkezî ısıtma kazanından evin altına uzanan borular evi ısıtıyordu (Esin, 1948: 12).

            Bu şekildeki balçık binaların yapısındaki ahşap unsurların mimari ustalığı (daha eski olan Pazırık Kurganı'nda olduğu gibi) Altay'daki mezar kültüründen gelmektedir. Altay'da bulunan, M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenen Kudirge Mezarlığı, 30 adet oval mezarı barındırır. Bundan daha eski olan Tuva'daki Türk mezarları, M.Ö. 7.-9. yüzyıllara tarihlenir. Bu mezarların hepsinde ahşap malzemeler ustaca kullanılır (Türkler Ansiklopedisi, 2002, 124).

            Akhunlar da Göktürkler gibi at sırtında yaşayan bir kavimdi ancak Akhunlar hiç şehirleşmede ilerlemeyip işgal ettikleri Fars ve Sogd şehirlerinde oturup imara kalkışmadıkları halde, Göktürkler'den başlayarak Türkler'de şehirleşmeye geçiş görülür. Göktürkler demiri işleyen ve kullanan bir kavimdi. Bunun için de kısmen de olsa yerleşim kurulması zorunluluğu doğuyordu. Bildiğimiz şekilde bir şehir örneği olmasa da, erken Göktürk devirlerine ait demir ocakları ve dökümhaneler bulunmuş ve incelenmiştir. Ayrıca başlıca geçim kaynağı hayvancılık olmasına rağmen, Göktürkler'in güney bölgelerinde tarım köylerinin kurulduğunu görmekteyiz (Çeçen, 2003: 134).

            552 yılında ortaya çıkan Göktürkler'in bu tarihten önceki yaşantılarıyla ilgili yazılı bilgi de buluntu da kısıtlıdır. İlk kez milli bilinci devlet adına yansıtan Göktürkler'in güçlü bir sosyal yaşantısı vardı. Belgelerin yetersizliğine rağmen anlaşılan şudur: Göktürkler adlarını duyurmaya başladıklarından itibaren kısmen yerleşik yaşam sürmüş ve şehirler kurmuşlardır. Ayrıca aynı dönemde gelişmiş mimari bilgi gerektiren sulama kanalları yaptılar. Bu kanallardan bazıları yakın zamanda Rus araştırmacılar tarafından fark edilmiştir. Aynı zamanda yüksek matematik bilgisi gerektirdiği söylenen kanalın da karışık bir su dağıtım yoluna bağlı oluşu dikkati çeker. 1935 yılındaki Sovyet çalışmaları, bu bölgeyi tarıma açmak üzerineydi. İncelemeler sonucu o yöreye daha iyi bir sistem yapamayacaklarını gören Ruslar, Göktürk kanalının aynısını yapmak suretiyle sulamayı gerçekleştirmişlerdir. Göktürk tarımının da döneminin bilinen tüm teknikleriyle yapıldığı anlaşılıyor. Doğu Türkistan'da bulunan, Issık Göl yakınlarındaki Barshan (Barsgan) Kenti'nin günümüzde kalıntıları ortaya çıkmıştır. Tanrı Dağları'nın kuzeyinde ise Çargelan, Çumgal, At-baş, Çaldıvar, Şirdak-Beğ, Mana-keldi kentlerinin kalıntıları bulunmuştur (Meram, 1974:111,112).

            Eski Türkler'de şehre "balık" (balığ) denilirdi. Bu kelimenin bugün kullanılan "balçık" kelimesiyle aynı kökendenden olduğu sanılmaktadır. Temelde konargöçerliğe dayanan tüm Türk devletlerinde, biri yazlık diğeri kışlık olmak üzere iki başkent vardı. Mete Han'ın yazlık sarayı, bugünkü Moğolistan sınırları içinde kalan Ongin Çayı kenarında, Orhun yakınlarındadır. Göktürk Hakanı İlteriş'in yazlık sarayı Çugay'da, kışlık sarayı ise Karakurum'daydı. İstemi Yabgu'nun yazlık sarayı İğdağ'da, kışlık sarayı ise Issık Göl'deydi (Hey'et, 1996: 64).

            Doğu Göktürk kağanları Orhun Nehri'nin kaynağının yakınlarındaki Ötüken bölgesinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Burası ormanlık ve verimli çayırların olduğu bir yöre idi. Burada oturmak devletin bekası için mutlak zorunluluk sayılır, bu bölge "ıduk", yani kutsal sayılırdı. Uygur ve Moğol hükümdarlarınca da burası kutsal sayılmıştır. Ancak burada ne bir ev ne de bir sur kalıntısı vardır. İlerleyen dönemlerde bazı Göktürk hükümdarlarında Çin hayranlığı ortaya çıkmış ancak kısa vadede şehir kurma düşüncesi doğmamıştı. Yine de şehircilikten önce Göktürkler'de tarım gelişti, hatta abidelerin dikildiği yıllarda tarım üstün bir duruma gelmişti. İleriki yıllarda yine de askeri ve sivil mimari alanında Göktürk eserleri ortaya çıkmaya başladı. Çinli rahip Hüen-Çang, Göktürk ülkesine geldiğinde burada birçok gelişmiş şehir gördüğünü bildirir. Çin sınırından Maveraünnehir'e dek gelen Hüen-Çang, bazı şehirlerin kilometrelerle ölçülen büyüklükte olduğunu, çoğunun Göktürk kağanına bağlı beylikler olduğunu kaydeder.Yine de bu dönem şehirlerinde daha çok asker ve yöneticiler ikamet ediyordu. Çünkü, Tonyukuk'un yazıtında belirttiği gibi, Türkler'in yerleşik yaşama uymadığı kabul ediliyordu. Oğuzlar'da yerleşik Türkler'e "yatuk" yani tembel deniliyor, şehirliler aşağılanıyorlardı (Sümer, 1984).

            Taş surlu ve kare planlı bir Türk şehri olan Taşkent, 605'ten, Sâmânoğulları'nın şehri ele geçirdiği 819 yılına dek karakteristik Eski Türk kültürünü yansıttı. Türk beylerinin ordu şehirlerinden biri de Taşkent yakınlarındaki Aktepe'deki kale-garnizondur. Bu kale iki kat surla çevrili olup, iki sur arasında hendek bulunuyor, bu hendekleri köprüler birbirine bağlıyordu. Yine kare planlı olan kalenin dört köşesinde birer tane olmak üzere kuleleri vardı (Esin, 1948: 13-14).

            Hazar hükümdarları da Göktürkler'de ve Basmıllar'da olduğu gibi Aşına (Asena) soyundan geliyordu. Hazar kağanı tüm ülkenin sahibi kabul edildiği için özel mülk sahibi olmazdı. Ayrıca bağlı beyliklerin işine karışılmadığı için kültürel etkileşim Hazarlar arasında çok çabuk etki gösteriyordu. Bu ortamda konargöçerlikten şehirleşmeye geçişin dönüm noktasının koşulları oluştu. Hazar Türkleri ele geçirdikleri bölgelerde büyük şehirler kurup buralara yerleştiler. Yine de konargöçerlik hiç bitmedi. Yerleşikliğe geçilmesinin bir diğer sebebi de yoğun ticaret ve göç yollarında bulunulmasıydı. Bazı Hazar malları (mızrak uçarı ve eyerler gibi) bölge dışına dek ün yapmıştı. Hazar kılıcı da meşhurdu. Bu ürünler hep büyük ve bayındır şehirlerde üretilirdi. Hazar halkı şehircilikle iç içeydi. Kuzeydeki şehirlerde Bulgarlar yaşıyordu. Bu şehirler arasında kurşun paralarla ticaret yapılırdı. Bu ticaret yollarında kumaştan yapılan paralar da kullanılmıştır, bu paralara ekin adı veriliyordu. Daha sonraları Uygurlarda da şehirler arası ticarette kamdu adı verilen kumaş paralar kullanıldı. Kaynaklardan, Hazar ülkesinde ticari malların ucuz ve halkın da refah içinde bulunduğu anlaşılır. Tarım da gelişmişti. İdil ve Semender kentleri arası çok verimli olduğundan bu bölgede beş binden fazla bağ vardı. Hazar kültüründe bilim ve sanatın da ileri düzeyde olduğunu anlayabiliyoruz. Saksın Şehri Hazarlar'ın bilim merkezi idi. Hazar devlet yapısında diğer Türk devletlerinden ayrı olarak, bir yazlık bir kışlık değil; üç başkent bulunuyordu. Diğer önemli şehirler ise; Semerkant, Yüzkent, Bezkent idi. Şehirler her ne kadar gelişmiş bir kültürü barındırıyorsa da, halkın çoğu kışı şehirlerde geçirmesine rağmen yazın çadırlarda hayvancılık yaparlardı (Çeçen, 2003: 168).

            Hazarlar'da evler genellikle ahşaptan olurdu. Ancak hakan sarayı ve kaleler taş ve kerpiçtendi. Volga Bulgarları'nın sarayı da tahtadandı. Oğuzlar'da da 10. yüzyılda başlayan şehircilik daha çok askeri ve ticari sahada gelişti. Karacuk (Farabsut), Altuntepe, Yengikent(Yenikent), Sayram, Cend önemli Oğuz merkezleri idi (Kafesoğlu, 1984: 312).

            Klasik Türk geleneğinin devamı olarak, Kimek hakanının da iki başkenti vardı. Arap seyyahı Temim b. Bahr'ın belirttiğine göre hükümdarın şehri, Hudud el-Alam'da geçen "Nimekiye" idi. Minorski, buna "Yimekiye" der. İdrîsî'nin çizdiği haritada "Hakan Yimake" ve "Hakan Şehri" adında iki şehir vardır. Muhtemelen kışlık başkent olan Hakan Şehri, İdrîsî'nin anlatımına göre surlarla çevrili ve demir kapılar ile ateş kuleleri tarafından desteklenmiş idi. Bazı sokaklarından akarsular geçen şehirde parklar ve yüksek evler olduğunu da belirtir (Ankara Üni. Yay., 1987: 265).

            Uygurlar devrinde esas şehirleşme atılımı başlamıştır. Hunlar zamanından beri Orhun ve Selenga nehirleri kıyılarında yaşadıkları bilinmektedir. Başta Uygurlar'a Çinliler tarafından değişik isimler verilmekteydi: sırasıyla Kao-ch'e, Yüan-ho, Wuhu, Wu-ho, Wei-ho, Wei-hu, Hui-ho, Hui-hu isimleri verilmiştir. Uygur adının ilk geçtiği dönemlerde Uygur nüfusunun az olduğu bilinmektedir(İzgi, 1987:11). Bu şekilde, Çin'e yakın olmalarına rağmen, askeri mimari dahil, şehirleşmeyle ilgili herhangi bir adım atılmamıştır. Ancak klasik dönemde Uygurlar çok zengin bir mimari miras bırakmıştır. Yeni bir anlayışla Uygurlar, Orta Asya ordu ve otağ kültürünü, Çin'in mimarlık geleneği ile birleştirmiştir. Uygur şehir mimarisi belirli şekillerde gelişti: surlarla çevrili şehir veya garnizon kalesine balıg (balık), içinde hükümdar kalesinin bulunduğu şehir olarak ordu-örgin (ordu-balık), özellikle sivil yerleşimlerin bulunduğu kent (balıktan farkı kesin değildir), köyler (uluş), hayır işleri için yapılan dinî külliye (ködüş), budist tapınağı (burkan-orun), kule tapınak (ediz-ev), budist türbesi (stupa), yüksek köşk (kalık). Ordu-Balık'ta büyük bir Mani ibadethanesi vardı. Önceleri Ordu-Balık, Bay-Balık, Karabalgasun gibi şehirler kuruldu, sonraları şehirlerin sayısı arttı (Gömeç, 1998: 87).

            Kao-Ch'ang (Turfan) Uygurları zamanında Kho-Ch'ang (Turfan), Hoço ve Beşbalık kentlerinin öne çıktığını görmekteyiz (İzgi, 1988: 31).

            Uygurlar'da en büyük şehirleşme çabası Bayan Çor (Moyun Çur) zamanında yaşandı. Onun devrinde Araplar ve Çinliler arasında Talas'ta yapılan savaş sonucu Çinliler savaşı kaybetmiş ve Tarım Bölgesi Uygur egemenliğine girmişti (751). Çin'de çıkan karışıklıklar sonucu Uygurlar Çin'e karşı üstün konuma gelmişler ve batıda Türkistan, doğuda Çin gibi bölgelerde yerleşik unsurlar barındıran halklardan etkilenmişlerdir. Böylece sivil ve askeri olarak ilk kurulan görkemli Uygur şehri, Bayan-Çor tarafından kurulan Ordu-Balık idi (İzgi, 1987: 15).

            Miladî 982'de yazılmış olan Hudud el-Alam'da Uygur ülkesi ve yerleşimlerinden şöyle bahsedilmektedir:

            "Bu ülkenin doğusunda Çin ve güneyinde Tibet ve Karluk ülkeleri bulunur. Kısmen batısında ve kuzeyinde de sadece Kırgız ülkesi vardır. Toğuz Guzz (Uygur) ülkesi Türk ülkelerinin en genişidir. Aslında onlar kalabalık bir toplum idiler. Eski zamanlarda Türkistan'ın hükümdarları Toguz Guzzlar'dan çıkardı. Onlar silahları çok, savaşçı insanlardır, yazın ve kışın elverişli otlaklar bulmak için yer değiştirirler.

            1- Çinâncketh: Tokuz Guzzlar'ın baş şehridir. Orta büyüklükte bir şehirdir. Burası devlet merkezidir ve Çin ülkesine yakındır. Bu şehrin yazın çok sıcak, kışın çok hoş bir havası vardır.

            2- Bu şehrin yanında Tafgân adı verilen bir dağ görülür. Bu dağın arkasında beş köy bulunur. Bu köylerin isimleri şunlardır: Köz Erk, Çomul Keth, Penciketh, Barlığ, Camğar. Tokuz Guzz hükümdarı yazın Penciketh Köyü'nde oturur. Tokuz Guzz ülkesinin kuzeyinde bir bozkır olup bu bozkır Tokuz Guzz ile Kırgızlar arasındadır. Bu bozkır Kimek ülkesine kadar gider.

            3- K.m.siğiyâ (?): Bu, iki dağ arasında bulunan bir köydür.

            4- S.t.kath: Küçük bir yöredir. Bu yörede üç köy vardır.

            5- Erk (?): Küçük bir şehirdir. Bu, Khulandgûn Irmağı'na yakın bir yerdedir. Burada çok meyve vardır. Fakat üzüm olmaz. Yedi köy bu şehre bağlıdır. Erk ve yöresinden yirmi bin kişi (asker) çıktığı söylenir.

            6- K.râr khun (? yahut: K.vârk hûn ?): Kum çölü içinde bulunan bir köydür; geliri azdır fakat nüfusu çok bir köydür.

            7- Beg Tigin Köyleri: Bunlar beş köydür ve Soğdlar'a aittir. Bu köylerde Hıristiyanlar (Tersayân), Zerdüştler ve puta tapanlar (? Budistler: Sâbiyân) yaşarlar: Burası soğuk bir yerdir; çevresinde dağlar bulunur.

            8- Kûm.s Art: Bir dağın üstünde bulunan bir köydür. Bu köyün insanları avcılardır.

            9- K.h.mûd (Humu-Kumul?): Burası çayırlı, otu bol bir yöredir. Burada Toguz Guzzlar'ın alaçık ve çadırları bulunur. Bunlar koyuncudur.

            10- C.m.liketh: Büyük bir köydür. Bu köyün beyine Beygu denilir. Beygulular orada otururlar. Kimekler, Karluklar (Khallukhıyân) ve Yağmalar bu köyü daima talan ederlerdi.

            11- T.nzağ (?) Art (Toprağ?Art): Topraktan bir dağdır. Burası tacirlerin konağıdır.

            12-Mab.nc C.râbas (?): Bir konaktır; büyük bir çayı vardır ve otlağı geniştir.

            13- B.l.kh.m.kân (?): Bir konaktır; eskiden burada Tokuz Guzzlar yaşarlardı, şimdi örendir.

            14- S.d.n.k (?): Her zaman karlı ve yağmurlu bir konaktır.

            15- H.k (?) Art: Bir konaktır.

            16- İr Közkü Keth (?): İçinde çayırları ve pınarları olan bir konaktır.

            17- Igrâc Art: Asla karı eksik olmayan bir konaktır. Burada vahşi hayvanlar ve geyikler çoktur. Bu dağdan çok geyik boynuzu elde edilir (Sümer, 1984: 46-47)."

            Burada geçen Uygur köy ve şehirlerinin yeri hakkında ihtilaf vardır.

            13. yüzyılda Uygur hükümdarı Burçuk'un ismi, günümüzde Maralbaşı denilen yerle aynıydı. Eski Türkler'de yer isimlerini çocuklara vermek yaygındı. Burçuk ve çevresindeki şehirler daha sonraki yıllarda Kıtay ve Cengiz hakimiyetini kabul ettiler. Böylece hem yıkılmaktan hem de göç etmekten kurtuldular. Moğollar'a çok etkisi olan Uygur kültürü, onların yerleşikliğe geçip yerel kültürlerle bütünleşmesini hızlandırdı (Sümer, 1984: 48-49).

            İleriki yıllarda Uygur ve Karluk yerleşimleri olan Germsir, Toharistan, Herat gibi şehirler Ögeday zamanında Moğol işgaline uğradı. Bunun sonucu buralara başarılı Moğol komutanları yönetici olarak atandı. Cengiz Han döneminde yakılıp yıkılan bu yöreler, yeniden şekillendirildi, hazineye katkı için düzenlenip yeniden imar edildi (Alan-Kara-Yorulmaz, 2008: 278).

            Çin kaynaklarında Ko-lo-lo olarak geçen Karluklar, 8. yüzyılın başlarında Kara İrtiş yakınlarında yerleşmişlerdi. Uygur ve Basmıllar ile birleşerek Göktürkler'e son veren Karluklar, daha sonra Basmıllar'a saldıran Uygurlar'a yardım ettiler. Sonraları Uygurlar'a yenilerek On Ok (Batı Türkleri) ülkesine kaçan Karluklar, Türkistan'a yerleştiler. Çinli komutan Kao-Sien-Çi'nin komutasındaki Çin orduları Talas'a geldiklerinde Karluklar Arap tarafında savaştılar. Böylece Çinliler yenildi, Karluklar da Doğu Türkistan'a yerleşmeye başladılar. Temim b. Bahr'a göre, 9. yüzyılın başlarında, Barsgan bölgesinde dört büyük şehir ve dört kasaba bulunur, bunlardan mükemmel silahlı 20.000 atlı asker çıkardı. Bu Barsganlılar Karluklar'dan daha güçlüydü, Temim b. Bahr'ın dediğine göre, 100 Barsganlı 1000 Karluk'a karşı koyabilirdi. Bu Barsganlılar ve çevre şehir ahalisi, her yıl baharda toplanır, eski bir şehir kalıntısını tavaf ederlerdi. Gerdizî, Sûyâb'a yakın Khôtkîyal Köyü'nden 5000 asker çıktığını yazar (Sümer, 1984: 50-58).

            7.-14. yüzyıllar arasında yapısı değişmeden duran İsficab Şehri'nin haç şeklinde dört büyük sokağı vardı. Burada, ordu kışlası doğuda, çarşı güneyde idi. Can-kent (Yengikent)'de kerpiç surlar yeryüzü şekillerine uyarak olabildiğince dörtgen planlanmıştı, içindeki kare planlı iç kalede hükümdar köşkü vardı. İlerleyen zamanda Merv ve Karacuk da aynı şekil çerçevesinde gelişmiştir (Esin, 1948: 17-18).

            Karahanlılar Devleti'nde şehir olgusu ve şehir hayatı gelişmişti. Batı sınırını oluşturan Talas Kenti, kalabalık tüccar topluluklarıyla kervanların uğrak noktası idi. Pek çok ticaret yolunun birleştiği şehirde, batıdan gelen Müslüman tüccarlar da barınıyordu.Burana Mescidi ve Babacı Hatun Türbesi İslam etkisiyle yapılmış en eski mimarî eserlerdendir (Çeçen, 2003: 232).

            Batı Türkistan'da İslam'ın etkisi 8. yüzyılın başında görülmeye başlandı. Abdurrahman b. Muhammed komutasındaki Emevi ordusu, vergi vermeyi reddeden Kabil kralına karşı sefere çıkmıştı. Kabil vergiye bağlandıktan sonra, Kuteybe b. Müslim, Amu Derya tarafına bir ordu ile gitti. Kuteybe, Belh ve Buhara'yı aldı. Semerkant ve çevresini itaat altına aldı. Harezm'i de fethettikten sonra 713 yılında Fergana'yı aldı. Böylece Maveraünnehir İslam egemenliğine girmiş oldu (Mahmud, 1962: 50).

            Buradaki Karahanlı şehirleri, İslam döneminde de gelişmeye devam etti. İbn Havkal, Sûret el-Arz isimli eserinde Maveraünnehir'deki şehirler hakkında, bölgede kıtlık olduğunda eldeki bolluk sebebiyle kalan yiyeceklerin halka yettiğini söyler. Savaş için çok hayvan beslendiğini anlatır. Soğd, Fergana taraflarında öyle bol meyve üretilirmiş ki, hayvanlar da onlardan yerlermiş. Soğd'da bir ev gördüğünü yazan İbn Havkal, bu evin yolcu uğrağı olduğunu ve en az 100 yıldır kapısının kilitlenmediğini söylemektedir. Bazı gecelerde, evde hazırlık olmasa bile, ortalama 150 yolcunun muhafızları ve hayvanlarıyla gelip konakladığı olurmuş. Maveraünnehir genelinde on binden fazla ribat olduğunu da belirten İbn Havkal, Sâmâniler'in, Horasan ve Maveraünnehir bölgelerinin toplamından, yıllık 40 milyon dirhem haracın saraya yollandığını yazar. Listelenen önemli yerleşimler şunlardır: Semerkant, Erbencân, Uşrûsene, Hocende, Huttal, Âmul, Firebr, Zemm, Cürcâniyye, Merv, Serahs, Ebîverd, Bâdgis, Tûs, Cüzecen, Tâlakân, Kûhistan, Nîşâbûr, Sağâniyân, İştihân, Keşâniyye, Şâş, İlâk, Fergâna, Büst, Belh, Kişş, Harezm, Kunc-rustâk, Bağ, Merverûz, Herat, Bûsenc, Kuvâdiyân, Tirmiz, Şûmân, Sermencî (Şeşen, 1998: 212).

            Sonuç olarak anlıyoruz ki, sanıldığı gibi Türk kavimlerindeki halkın hepsi konargöçer değildi. Eskiden beri şehirler, kaleler ve ticarî mimarlık yapıları yapan Türk toplulukları, ordu dahil olmak üzere, sadece çadır kentlerde değil, kerpiç, tahta gibi malzemelerden, zaman zaman da taştan yapılar inşa etmişlerdir. Şehirleşme özellikle Göktürkler döneminde başlayarak Uygur döneminde hız kazanmış, Karahanlılar devrinde zirveye ulaşmıştır. Ancak bundan sonra Müslüman olan Batı Türkistan halkları, klasik Türk şehirleri yerine İslam-Türk şehirleri şeklinde imara girişmişlerdir. Orta Asya ve Uyguristan'daki, kaynaklarda sadece isim olarak keşfedilen veya yazılı kaynaklarda bile geçmeyen balçık, ahşap ve taş yapılar araştırılmakta veya keşfedilmeyi beklemektedir.

KAYNAKÇA:
ALAN Hayrunnisa  - KARA Abdulvahap -YORULMAZ Osman , İslam Öncesinden Çağdaş Türk Dünyasına, İstanbul, 2008
BERKTAY Halil, HASSAN Ümit,ÖDEKAN Ayla  (Yay. Yön. Sina Akşin), Türkiye Tarihi, İstanbul, 2009
BUHARALI Eşref,Kimekler,Ankara Üniversitesi Yayınları, Tarihte Türk Devletleri, c. 1, Ankara, 1987
ÇEÇEN Anıl, Türk Devletleri, 2. Baskı: Ankara, 2003 (ilk baskı: İstanbul, 1986)
ESİN Emel, Orduğ (Başlangıçtan Selçuklulara Kadar Türk Hakan Şehri), Tarih Araştırmaları Dergisi, VI/10-11, Ankara 1948
GÖMEÇ Sadettin, Uygur Türkleri Tarihi ve Kültürü, Ankara, 1998
HEY'ET Cevat, Türkler'in Tarih ve Kültürüne Bir Bakış, Ankara, 1996
İbn-i Haldun, Mukaddime, , Cilt 2, Ankara, 1954
İslam Ansiklopedisi, MEB
İZGİ Özkan, Wang Yeng-Te'nin Seyahatnamesi, Ankara, 1988
İZGİ Özkan, Uygurların Siyasi ve Kültürel Tarihi (Hukuk Vesikalarına Göre), Ankara 1987
KAFESOĞLU İbrahim, Türk Milli Kültürü, 30. Baskı, İstanbul, 1984
MAHMUD S. F., İslam Tarihi (Çevirenler: A. Kevenoğlu, Ayhan Sümer), İstanbul, 1962
MERAM Ali Kemal , Göktürk İmparatorluğu, İstanbul, 1974
NEAGOE Manole , Bozkırın Üç Atlısı, İstanbul, 2011
ÖGEL Bahaeddin, Eski Ortaasya Kabileleri Hakkında Araştırmalar: I- Yüe-çiler
SİNOR Denis, Erken İç Asya Tarihi, İstanbul, 1990
SÜMER Faruk , Eski Türklerde Şehircilik, İstanbul, 1984
ŞEŞEN Ramazan , İslam Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara, 1998
Türkler Ansiklopedisi, Kurul (bşk. Yusuf Halaçoğlu), Ankara, 2002

4 Ağustos 2017 Cuma

Türk Milletini Kahir Ekseriyetine Düşman Bir Güruh Var Bu Memlekette: 1. GDO İLE ZEHİRLENEN BİR MİLLET Batuhan ÇOLAK, & 2. GAMZE BAL: HALKA (İHRAÇTAN İADE) ZEHİRLİ (GDO'LU, HORMONLU, HASTALIKLI VE MİKROPLU) ÜRÜN YEDİRİYORLAR. STOKLAR BİTİNCEYE KADAR ZEHİR TÜKETMEYE DEVAM

GDO İLE (HAİNCE, ALÇAKÇA VE KALLEŞÇE) ZEHİRLENEN BİR MİLLET
Batuhan ÇOLAK
Bir toplumun; gelişmesini, kalkınmasını engellemek istiyorsanız, o toplumun düşünme yetisini ortadan kaldırmanız gerekir. Düşünme yetisinin yitirilmesi sürecinde çok sayıda etmen vardır. Bunların başında sağlıksız beslenme gelir.
Düzgün beslenemeyen, fiziki aktiviteleri sınırlı, genetik bozukluklar taşıyan toplum, fikri anlamda gelişemez, bilgi üretemez hale gelir.
Bilginin dünyaya hükmettiği, bilgi üreten toplumların "ileri medeniyet" seviyesine ulaştığı günümüz şartlarında, bu gereklilikleri yerine getiremeyen milletler; sömürülmeye, kaderlerini başka ülkelerin inisiyatiflerine bırakmaya meyilli hale gelir, sistematik sağlık sorunları yaşarlar. Bu gibi ülkelerin en büyük gider kapısını da sağlık harcamaları oluşturur.
Erdoğan Bayraktar, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yaptığı günlerde "Bizden mucit çıkmaz, biz ara eleman ülkesiyiz" sözleriyle Türkiye'ye bakış açısını ortaya koyuyordu. Bayraktar'a göre Türkiye'nin bilgi üreten, mucit çıkaran bir ülke olması imkansızdı. Bunun için "ara eleman ülkesi" olmalıydık! Bayraktar'ın gafı aslında gerçeğin ta kendisiydi. Bayraktar zihniyetindeki yöneticilerin eliyle, Türkiye birçok alanda geriye giden bir toplum pozisyonuna geçti.
(İNSANLIK DÜŞMANI KÂFİRLERİN BİR KISMI GÖKTEN "TANKER UÇAKLARLA 'CHEMTRAILS' ZEHİR YAĞDIRIYOR; DAHA HAİN, ALÇAK, ZALİM VE KALLEŞ BİR DİĞER KISMI DA "GDO'LU, HORMONLU VE ZEHİRLİ GIDALARLA" BU ÖLÜM ABLUKASINI YER'DEN TAMAMLIYORLAR) 
Türkiye, PISA'nın geçtiğimiz yıl yayınladığı eğitim raporunda birçok üçüncü dünya ülkesinin gerisine düşmüş, 2006'daki seviyesinden daha da kötü bir noktaya gelmişti. Eğitimdeki bu tablo; sanat, edebiyat, spor, mimari gibi alanlarda da etkisini gösterdi ve göstermeye devam ediyor.
Ecdadının tarihiyle övünen Türkler, giderek uluslararası yarıştan kopmaya, birçok alanda geri kalmaya başladı. Övündüğümüz tek alan, yeşili ortadan kaldırarak diktiğimiz çirkin binalar oldu... O binalarda kullanılan malzemelerin çoğunu da yurt dışından ithal ettik.
Birbiriyle ilinti olan bu süreçlerin fiziki anlamdaki en temel sebebi beslenme problemi! Çünkü Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı ve gündeme getirilmeyen en büyük sorunu; "*doğal beslenme"* den tamamen uzaklaşmış olması. Bir dönem tereyağını kötüleyip, dışarıda günlerce kalsa bile bozulmayan margarinleri sofralara sokanlar şimdi de farklı yöntemlerle bu çalışmalarını sürdürüyor.
Bu kapsamda Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) kullanımı neredeyse her yere yayıldı. Pirinç, arpa, buğday gibi temel tarımsal ürünlerimizi bile dışarıdan alır hale geldik. İthal ettiğimiz bu ürünlerin neredeyse tamamı GDO'lu!
2010 yılında Biyogüvenlik Kanunu çıkarıldı. Amacı GDO'lu ürün kullanımlarının denetlenebilmesi, zararlı ürünlerin tespit edilebilmesiydi. Kanunla birlikte Biyogüvenlik Kurulu oluşturuldu. Kurulun amacı da, GDO'nun kullanılmasıyla ilgili talepte bulunanlara gerekli incelemeleri yaptıktan sonra onay veya ret vermek.
Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçılar Birliği, GDO'lu dört soya ve mısır çeşidinin hayvan yemlerinde kullanılabilmesi için Biyogüvenlik Kurulu'na başvurdu. Kurul, MON87708, BPS-CV127-9, MON87705 kodlu soya çeşitleri ile MON87460 kodlu mısır çeşidinin hayvanların yemlerinde kullanılmasına onay verdi. Kararın Resmi Gazete'de yayınlanması ile birlikte GDO'lu hayvan yemi ithalatının da önü açılmış oldu.
Türkiye gibi tarım ve hayvancılık açısından bu kadar değerli olan bir ülke neden dışarıdan GDO'lu yem ithal etme gereksinimi duydu?
Kurul, dünya üzerinde bile tartışmalı olan bu ürünlerin hayvan yemlerinde kullanılmasına hangi gerekçelerle onay verdi?
Bu sorular uzar gider...
Ancak tablonun daha iyi anlaşılabilmesi için "MON87705" kodlu GDO'lu soyanın hangi ülkelerde kullanıldığına bakalım. Kolombiya, Meksika, Yeni Zelanda, Vietnam! Şimdi bu ülkelere Türkiye de eklendi.
Bundan sonra sofralarımıza girecek beyaz etler, GDO'lu yemlerle beslenen hayvanlardan oluşacak.
Anlaşılan o ki; zeytinlik arazilerini talan etmede başarılı olamayanlar, sağlığımızı bozmak için farklı yöntemler deniyorlar.
Amaç; Az düşünen, kavrama ve yorumlama yetenekleri kısıtlı, sağlık problemleriyle boğuşan bir toplum oluşturabilmek...
Bu uğurda yapılan çalışmaların sonuçlarını görmek istiyorsanız; hastanelere gitmenizi öneririm. Oraya gittiğinizde gelen vakaların büyük çoğunluğunun; sindirim, bağışıklık, enfeksiyon gibi doğrudan beslenme problemleriyle alakalı olduğunu göreceksiniz.
Batuhan ÇOLAK, 3 Ağustos 2017
***
GAMZE BAL: "STOKLAR BİTİNCEYE KADAR ZEHİR TÜKETMEYE DEVAM!.."
Klorpirifos zehiri içeren bitki koruma ürünü kullanımını 80 bin tona çıkaran Türkiye’nin ihraç ettiği gıda ürünleri iade edilirken; iç piyasada satılarak sofralara taşınıyor. (29 Temmuz 2017)
ZEHİRLİ MADDE KALINTILARI NEDENİYLE İHRAÇTAN “İADE EDİLEN” GIDA ÜRÜNLERİ İÇ PİYASAYA!.. (DOMUZ YAPMAZ BUNLARIN YAPTIĞINI)
En korunaklı üretimin gerçekleştiği gıda ürünleri olarak belirtilen ihracat ürünlerinin zehirli madde kalıntıları sebebiyle Türkiye’ye iade edilmesi, dikkatleri iç piyasada tüketilen gıdalara çekti. Geçen yıllarda çiçek tripsi ve domates güvesi gibi zararlılar nedeniyle geri gönderilen gıda ürünleri, bu yıl en çok klorpirifos zehri nedeniyle iade ediliyor. Buna göre Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne (AB) ihraç ettiği gıda ürünlerinde 2013 ve 2014’te klorpirifos kalıntısı bulunmazken; 2017’de bu oran üst seviyelere çıktı. Zehrin AB’de 2015’in Ocak ayında yasaklanmasının ardından Türkiye’de de 31 Mayıs 2016’ya kadar piyasadan toplanıp, satışının yasaklanmasına karar verilmişti. Zehrin imalatı ve ithalatı durdu ancak, mevcut stoklar bitinceye kadar kullanılmaya devam ediliyor. Bu, iç piyasada tüketilen domates, biber, patlıcan, elma, armut, şeftali ve üzüm aracılığıyla zehrin yurttaşın sofrasına taşınması demek.
‘İMHA EDİLMELİ’
‘Tarımsal ürünlerin üretiminde böcekleri öldürmek için kullanılan pestisit’ olarak nitelendirilen klorpirifos zehrinin, stoklarda en az yıl sonuna kadar bitmeyeceğinin uyarısını yapan TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası (ZMO) Genel Başkanı Özden Güngör, "Bu ürünlerin imha edilmesi gerekir. İç piyasada satışa sunulması sunulması anne karnındaki bebeği bile zehirler"dedi.
SATIŞ SÜRÜYOR
7’sini ihraç eden Türkiye’de en fazla domates, biber ve asma yaprağında klorpirifos aktif maddesi görülüyor. Zehrin bayi satışlarına, toplatılma kararı olmasına rağmen devam ediliyor. Bu da, iç piyasada tüketilen gıda ürünlerinin zehir içermesi tartışmasını beraberinde getiriyor.
İHRACATI DÜŞÜRÜYOR
2016’da 18 milyon 694 bin ton meyve; 28 milyon 629 bin ton yas sebze üretimi gerçekleştiren Türkiye, bitki koruma ürün kullanımını artırdı; bu sayı ilaç firmalarının ithalatı da göz önüne alındığında 80 bin tona çıktı. Avrupa, Rusya ve Ortadoğu’ya yapılan ihracatın son 2-3 yılda ciddi derecede düştüğünü ifade eden Güngör, kullanılan tarımsal ilaçların da bu düşüşte etkili olduğunu söylüyor. Buna göre, ilaç kalıntısı ve klorpirifos içeren bitki koruma ürün kullanımını , en çok ihracatın yapıldığı AB ülkelerinde hızlı alarm sistemiyle farkedilip iade ediliyor.
DENETİM EKSİK
Klorpirifos içeren bitki koruma ürünlerinin Türkiye’de kullanımının devam etmesinin, fiyatının ucuz ve kullanım alanının geniş olması sebebiyle insan, canlı ve çevre sağlığını olumsuz etkilemeye devam edeceğini belirten Güngör, kalıntı sorunlarının yaşanacağını dile getirdi. Türkiye’de en çok kullanılan ilaçların Glifosat ve klorpirifos aktif maddesi olduğunu anlatan Güngör, "Ülkemizde bu ilaçların kullanımını denetleyecek mekanizmalar eksik. Bu sebeple böyle sorunlar yaşanıyor" dedi.
SAĞLIĞI BOZAN ‘PAZAR ‘
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, her yıl 3 milyon kişi zirai ilaç zehirlenmesine maruz kalıyor. Her yıl en az 20 bin tarım işçisi de zirai ilaç uygulaması sebebiyle ölüyor. Bu ilaçların kullanımının tüketicilerde yarattığı hastalık ve ölüm vakalarının sayısal olarak tespitinin mümkün olmadığını belirten Özden Güngör, gıdalardaki kalıntıların vücutta biriktiğini söyledi.
SATIŞ TUTARI 600 MİLYON AVRO
Zirai ilaçların yüzde 30’u Akdeniz Bölgesi, yüzde 17’si İç Anadolu Bölgesi, yüzde 19’u Marmara Bölgesi, yüzde 18’i Ege Bölgesi ve yüzde 12’si Güney Doğu Anadolu Bölgesi’nde kullanılıyor. Türkiye’de tüketilen pestisitin yıllık satış tutarı ise 600 milyon Avro’yu geçiyor.
ALINTI & BAĞLANTISI: 

1 Ağustos 2017 Salı

İsrail-doğumlu bilim adamının yaptığı son genetik araştırmasına göre Filistin’i işgal eden bugünkü İsrailliler, Orta Doğu’dan değil Hazarların soyundan geliyor.

DR. ERAN ELHAİK: "DÜNYA'DA YAHUDİ DİYE BİR IRK ARTIK YOK!.."
İsrail-doğumlu bilim adamının yaptığı son genetik araştırmaya göre: Filistin’i işgal eden bugünkü İsrailliler, Orta Doğu’dan değil Hazarların (Hazar Türklerinin) soyundan geliyor.
TIMETURK / Oğuz Eser
İsrail devletinin kurulmasının en temel argümanlarından biri olan “Yahudi vatanı” efsanesi yıkıldı. “Özel Yahudi geni” diye bir şeyin bulunmadığı tartışmaya yer bırakmadan ispatlandı.
Haaretz’deki haberde Ofer Aderet’e konuşan İsrail-doğumlu Yahudi bilim insanı Dr. Eran Elhaik, bugün dünyada yaşayan Yahudilerin “ortak bir genetik kökene sahip olmadıklarını” ve bugünkü İsraillilerin kökenin “çoğunlukla Hazar olduğunu” belirtti.
ABD’nin en saygın üniversitelerinden John Hopkins’ten genetik alanında çalışan 32 yaşındaki Dr. Eran Elhaik’in “Avrupa Yahudilerinin Soyunun Kayıp Halkası: Rhineland ve Hazar Hipotezlerinin Karşılaştırılması” çalışması Oxford Üniversitesi Yayınları’nca yayınlandı.
Elhaik’in çalışması İsrail’i kuran Avrupa Yahudilerinin kökeninin Hazarlar olduğunu akademik olarak ispatladı. Karadeniz’den Hazar Denizi’ne büyük bir imparatorluk kuran Hazarlar, 8’nci yüzyılda Yahudiliği kabul etmişlerdi. Hazarlar, Türk, İran, Slavlar ve Kafkas ırkından insanları barındırıyordu.
Bu çalışmanın öncesinde Yahudilerin atalarının kadim Yahudiye Krallığı’ndan geldikleri kabul ediliyordu. Bu krallığın sakinleri “binlerce yıllık sürgünün sonunda vatanlarına yani İsrail’e döndükleri” iddia ediliyordu. Ancak Elhaik’in çalışması Yahudilerin, Yahudiliği kabul etmiş Akdeniz Bölgesi’nde yaşayan çeşitli kavimlerden geldiğini ortaya koydu. Yani “Yahudiye’den sürgün hikayesi, Yahudilerin birçok ülkedeki sürgün hayatı ve vatanlarına dönme arzuları” efsaneden başka bir şey değil.
Elhaik, “Araştırmam Yahudilerin diğer uluslardan genetik olarak farklı olduğunu kabul eden 40 yıllık iddiaları reddediyor” diyor. Elhaik’in çalışması diğer araştırmalarda yayınlanan kapsamlı bir genetik datayı kullanıyor. Bu alanda yapılan diğer araştırmaların yöntemlerini izleyen araştırma, Hazarların genetik haritası için genetik olarak ilişkili Gürcüleri, Ermenileri ve Kafkasya halklarına bakmış. Elhaik, “Aynı genetik çorbadan ortaya çıktılar” diyor.
Yahudi genetikçi bu çorba içerisinden Avrupa Yahudiliğinin Hazar unsuru adı verdiği kısmı ayırabilmiş. Bu unsurun, Merkez ve Doğu Avrupa’nın yani bugünkü İsrail halkının genlerinde yüzde 30 ila 38 oranında baskın olduğunu ortaya çıkarmış.
Haaretz’in “Avrupa Yahudiliğinin genetiğinin diğer unsurları nedir” sorusuna şu cevabı veriyor: “Genelde Batı Avrupa kökenli. Bunun kökleri Roma İmparatorluğu ve Orta Doğu yani Mezopotamya.”
Bu kısım o kadar az ki istatistik olarak Yahudileri, Yahudiye Krallığı’na bilimsel olarak bağlayamıyor. Elhaik’in çalışmasına göre bugünkü İsrail Yahudileri, Hz. Musa zamanındaki Yahudilerden çok İranlılarla genetik olarak daha fazla akraba. Bir başka deyişle İsrailler, Hz. Yakub'un neslinden ziyade Hazarlardan geliyor.
Elhaik’in çalışması geçen yaz Dr. Harry Ostrer’in “Yahudilerin Tarihi” adlı araştırmasında “Yahudilerin ortak bir gene sahip olduğunu ve bu ortak unsurun Hazarlar değil Orta Doğu kökenli olduğunu” iddia etmişti. Ostrer Yahudilerin Hazarlardan çok Filistinliler, Bedeviler ve Dürzülerle genetik olarak daha yakın olduğunu iddia etmişti. Ostrer’in çalışması işgal altındaki Filistin’in “Yahudilerin vatanı olduğu” efsanesine delil gösteriliyordu.
Ostrer ve benzer çalışmaları “deneysel bir temeli yok, kendisiyle çelişiyor ve sonuçları ikna etmekten uzak” olarak niteleyen Dr. Elhaik, “Sonuçları araştırmaya başlamadan yazılmış. Önce oku atmışlar sonra da hedefi okun etrafına çizmişler” diyor.
“Özel Yahudi genine inanmayan” Dr. Elhaik şunları ekliyor: “kadim Yahudilerin mirasçıları olarak bulmayı bekleyeceğimiz Orta Doğu genetik unsuruna (bugünkü) Yahudiler sahip değil.”
Haaretz, araştırmayla ilgili görüş almak için sayısız tarihçi ve genetikçiye ulaşmış. Tarihçiler “genetik alanında deneyimleri olmadığı”  gerekçesiyle ve genetikçiler de “diğer nedenlerden” ötürü yorum yapmayı reddetmiş.
Bir tek yorum yapmayı kabul eden Tel Aviv Üniversitesi’nden “Yahudi Halkının İcadı” adlı kitabın yazarı tarihçi Shlomo Sand olmuş. Sand, “Benim gibi bir karacahil için genetik her zaman, niceliksel bulgularla uğraşan ve sonuçları reddedilemez olan bir bilim olmuştur” diyor.
Sand bir ironiye de dikkat çekiyor: “Eskiden Yahudileri bir ırk olarak tanımlayanlar Antisemit olarak kötülenirdi. Bugün onları hazırlıksız şekilde bir ırk olarak tanımlamaya kalkanlara Antisemit deniyor”.  
Bugün küresel İsrail hasbarasıyla Yahudilere “Yahudi’siniz” demek neredeyse antisemit ile eş anlamlı hale getirildi. Bu araştırmadan sonra Yahudilere “Yahudi değil Hazarsınız” demenin antisemit diye yaftalanmasına rastlamak hiç de şaşırtıcı olmayacak.