16 Şubat 2017 Perşembe

TSK'NIN BOZULAN YAPISI SIKINTI YARATIYOR & Armağan KULOĞLU

TSK'NIN BOZULAN YAPISI SIKINTI YARATIYOR
Armağan KULOĞLU [[ 15.02.2017 - oakuloglu@gmail.com ]]
15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden sonra ilan edilen "Olağanüstü Hal" kapsamında çıkarılan Kanun Hükmündeki Kararnamelerle, TSK'nın tüm yapısında köklü değişikliklere yol açan düzenlemeler yapılmıştır. Bu düzenlemelerin TSK ve dolayısıyla ülke güvenliği üzerinde olumsuz etkilere neden olduğu anlaşılmaktadır.
Düzenlemeler darbe teşebbüsünden önce planlanmış
Yapılan düzenlemelere bakıldığında bunların darbe teşebbüsünden hemen sonra düşünülüp, planlanıp, üzerinde çalışılarak kararname haline getirilip yayımlanmasının maddeten mümkün olamayacağı açık olarak görülmektedir. Düzenlemede sadece siyasi değil, birçok teknik konunun da sosyal hakların ifade edilmesine kadar ortaya konması bu konuyu açık olarak göstermektedir.
Yeni düzenlemede, 2014 yılında 6 kişilik bir heyet tarafından bir yıl süren çalışmanın sonunda hazırlanan "Savunma Reformu" başlıklı raporun temel alındığı anlaşılmaktadır. Bu raporun yayımlandığı tarihten sonra, benimsenen siyasi görüşe göre zamanla geliştirildiği, darbe girişiminin akabinde, darbe ve OHAL fırsat olarak görülüp, istenen revizeler de yapılarak son şekline getirildiği ve kararname olarak çıkarıldığı değerlendirilmektedir.
Köklü ve kalıcı bir düzenleme, amaç dışında, OHAL kapsamında yapıldı
Darbe teşebbüsünden sonra OHAL kapsamında alınan kararların ve yapılan işlerin, ilan edilen OHAL'ın amacına uygun olarak yapılması ve OHAL süresince alınması gereken tedbirleri içermesi gerekirken, TSK'nın tüm yapısını değişikliğe uğratan düzenlemenin köklü ve kalıcı olması, OHAL'in amacının aşıldığını göstermektedir.
Esasen sadece TSK konusunda değil, çıkarılan birçok KHK'nın da OHAL amacı dışında çıkarıldığı da görülmektedir. Ancak konu TSK, Savunma Yapılanması ve Güvenlik olduğu için, bu konudaki amaç dışı düzenleme ayrı bir önem arz etmektedir.
TSK'nın emir komuta birliği bozuldu
Yapılan yeni düzenlemeyle, Kuvvet Komutanlıkları Genelkurmay Başkanlığı'ndan alınarak doğrudan Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır. Ayrıca birçok yönden zaten İçişleri Bakanlığı'na bağlı olan Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı, tamamen İçişleri Bakanlığı'na bağlanarak askeri yapıdan çıkarılmıştır.
Özellikle Kuvvet Komutanlıklarının Genelkurmay Başkanlığı bünyesinden çıkarılması, 9 harp prensibinden en önemlisi olan "emir ve komuta birliği" prensibine ters düşmüş ve pratikte de sıkıntı yaratmıştır. Millî Savunma Bakanlığı'nın hali hazırdaki karargâh yapısının, Kuvvet Komutanlıklarının sevk ve idaresine uygun olmadığı bilinmesine rağmen böyle bir değişikliğin yapılması uygun bir düzenleme olarak görülmemiştir.
Telaş ve aceleyle alınan bu kararın hemen sakıncaları görülmüş, bu sefer Kuvvet Komutanlıklarının İstihbarat ve Harekât konuları Genelkurmay Başkanlığı'na, Personel ve Lojistik konuları da Millî Savunma Bakanlığı'na bağlanmıştır. Bu durum Kuvvet Komutanlıklarının bağlantısında iki başlılık yaratmış, işler daha da zora girmiştir.
Bilahare, Genelkurmay Başkanı'nın Kuvvet Komutanı atamadaki teklifi de dahil bazı yetkilerinin kısıtlanmasıyla emir ve komutada sıkıntı yaratacak bir durum ortaya çıkmıştır. Ancak halen askeri örf, adet, gelenek ve teamüller kaybolmadığı için komutanlar arasındaki sevgi, saygı ve itaat devam etmektedir. Fakat gittikçe siyasileşen bir ortam içinde ileride bunun devam etmesinde tereddütler vardır.
Yeni yapının da ABD'den örnek alınarak düzenlenmeye çalışıldığı kanaati bulunmaktadır. Ancak örnek alınırken ABD'yle Türkiye'nin ve silahlı kuvvetlerinin politik, stratejik ve askeri durumlarının farklı olduğunun hesaba katılmadığı, bu nedenle çarpık bir yapılanmanın ortaya çıktığı görülmektedir.
ABD, Türkiye'den farklı olarak, deniz aşırı ve emperyalist politikaları olan bir ülkedir. Bu nedenle silahlı kuvvetlerinin yapısı kendine özgüdür. Savunma Bakanlığı'na bağlı Kuvvet Komutanlıklarının yapısına bakıldığında onların tüm kuvvetin komutanlığı olmadığı, Eğitim ve Doktrin, Malzeme/Lojistik ve merkezi birkaç birliğe komuta ettiği, ancak ABD Silahlı Kuvvetlerinin bünyesindeki kendi kuvvetine ait tüm unsurları da desteklediği anlaşılmaktadır.
ABD silahlı kuvvetlerinin esas gücü, merkezden Avrupa'ya, oradan da Pasifik'e kadar uzanan 9 adet müşterek / birleşik komutanlıktan meydana gelmektedir.
Genelkurmay Başkanlığı ise, kuvvet komutanlıkları, müşterek komutanlıklar ve diğer unsurlar dahil, tüm silahlı kuvvetlerin koordinesinden sorumlu, savunma planlamaları yapan, savunma bakanı ve başkana danışmanlık hizmeti ve rapor veren bir yapıdadır.
TSK'nın yapısının, farklı politikalara sahip ve demokrasi anlayışı da gelişmiş düzeyde olan ABD'nin özelliklerine göre dizayn edilmiş silahlı kuvvetlerine benzetilmesinin doğru sonuçlar vermeyeceği düşünülmektedir. Her ülkenin kendine özgü konumu, jeopolitik gerçekleri, siyaseti, örf, adet, gelenek, teamül, kültür ve anlayışının olduğu dikkate alınmalı ve TSK'nın yapısına da bu açıdan bakılmalıdır.
Yüksek Askeri Şura'nın yeni yapısı sıkıntılı

Yüksek Askeri Şura'nın yapısı da, maksadını aşan bir şekilde değiştirilerek, askeri şura olarak nitelendirilemeyecek duruma getirilmiştir. Şura'nın askeri durumdan çıkarılması ve sivil ağırlıklı bir yapıya büründürülmesi, Şura'yı işlevini yerine getiremeyecek bir şekle sokmuştur.
Albaylıktan generalliğe ve generallerin bir üst rütbeye terfilerinin, görev sürelerinin ihtiyaca göre uzatılmasının ve emekliliklerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı Şura'ya, bu konuyla yakından uzaktan ilgisi olmayan bakanların dahil edilmesi, şuranın amacına ve işleyişine uygun görülmemektedir.
Şura'ya yeni dahil edilen bakanların, değerlendirmelere kıstas olarak alınan sicil, kanaat, denetleme sonuçları, anket sonuçları, takdirnamelerin kıymetlendirilmesi ve personelin bizatihi tanınması konularına bir katkı yapması mümkün değildir. Düzenlemenin, sadece sivil asker sayısının siviller lehine oluşturulması ve siyasi görüşün değerlendirmeleri etkilemesi için yapıldığı düşünülmektedir.
Bu durumun orduya siyaset girmesine neden olacağı, askerlik anlayışını bozacağı, dolayısıyla güvenliğin bundan etkileneceği, komutanlara güven duygularını zedeleyeceği, dikey ve yatay güven duygusuna zarar getireceği kıymetlendirilmektedir.
Jandarma ve Sahil Güvenlik'in bağlantısında eksiklik var
Jandarma ve Sahil Güvenlik Komutanlığı, olağan hallerde görev itibariyle İçişleri Bakanlığı bünyesinde hareket eder. Olağanüstü durumlar ve savaş halinde ise TSK'nın bünyesinde görev alır. Hatta bu komutanlıklar, personel başta olmak üzere birçok konuda TSK tarafından takviye edilir. Birçok yönleriyle de birbirlerini tamamlar.
Subaylar, Kara ve Deniz Harp Okullarında ve Harp Akademilerinde yetişir. Bu nedenle İçişleri Bakanlığı'yla bağlantının yanında, Genelkurmay Başkanlığı'yla da koordinasyon içinde hareket eder, TSK bünyesinde ve bölünmez parçası olarak mütalaa edilir. Asker olarak nitelendirilir.
Bunların TSK'nın bünyesinden çıkarılması ve her konuda İçişleri Bakanlığı'na bağlanması, güvenlik koordinasyonunda sıkıntı yaratabilecek, personelinin asker olma niteliklerini törpüleyecek ve bu da disiplin, sevk ve idare, moral ve motivasyonunu etkileyecektir.
Yeni düzenlemenin, faydalı olamayacağı, sıkıntılar ortaya çıkarabileceği düşünülmekte, uygulamanın sadece TSK'nın gücünün paylaştırılması için yapılmış olabileceği intibaı yaratmaktadır. Yeniden düşünülmesi olumlu sonuçlar verebilecektir.
Milli Savunma Üniversitesi yapısındaki yanlışlıklar
KHK'larla Harp Okullarındaki öğretime son verilmiş, Harp Akademileri Komutanlığı kapatılmış, yeni bir düzenlemeyle Millî Savunma Üniversitesi (MSÜ) kurulmuştur. Harp Okulları kendi kuvvet komutanlıklarının bünyesinden çıkarılarak MSB'ye bağlı MSÜ'nün bünyesine alınmıştır. Kurmay subay yetiştirilmesinin de, yüksek lisans kapsamında, MSÜ'nün içinde yer alacak olan enstitüler tarafından yapılacağı ifade edilmiştir.
Bu uygulamayla kuvvet komutanlıklarının kendi ihtiyaçlarına uygun, kendi gelenek ve teamüllerine ve ön gördüğü niteliklerine göre subay yetiştirilmesine son verilmektedir. Bilgi, tecrübe ve kültür birikimi yok sayılmaktadır. Yüksek düzeyde planlama yapacak, strateji oluşturacak ve yüksek düzeyde komutanlık yapacak kurmay subay eğitim ve öğretimi de, TSK bünyesi dışında sivillerin yöneteceği bir üniversiteye bırakılmış olacaktır. Diğer bir deyimle sivillerden askeri lider yetiştirmesi beklenecektir.
Darbe teşebbüsünün yarattığı bir ruh haliyle aceleyle alınan bu köklü kararların, pratikte uygun sonuçlar vermesi olası değildir. Sadece kâğıt üzerinde kalan bir durumla karşılaşılacaktır. Bu uygulamaya süratle son verilmediği takdirde, emir komutada sevk ve idarede telafisi mümkün olamayacak sonuçlarla karşılaşılabilecektir.
Bu düzenlemenin hemen değiştirilmesi, subay ve kurmay subay ihtiyacının çok fazla olduğu bu dönemde biran evvel eğitim ve öğretime başlanması gerekmektedir. Buralara alınacak personelin niteliklerinin de cumhuriyetin ilkelerine, silahlı kuvvetlerin de özelliklerine uygun olmasına dikkat edilmelidir. Muharip lider subayın Harbiye'den yetişeceği, dışarıdan toplama personelle bu ihtiyacın giderilemeyeceği, üstelik yapıyı da bozacağı düşünülmelidir.
Yapılan çalışmada, ABD'deki Millî Savunma Üniversitesi uygulamasından örnek alınmak istendiği anlaşılmaktadır.
ABD Millî Savunma Üniversitesi, genelde lisan üstü eğitim veren, birçok subayın olduğu gibi özellikle sivillerin savunma planlamaları konusunda yetişmelerini sağlayan bir kurumdur. Burada yüksek lisans yapan sivillerin bir kısmı Savunma Bakanlığı'nda ve Pentagon'un diğer bölümlerinde, hatta Dışişleri başta olmak üzere, ihtiyaç duyulan diğer bakanlık ve birimlerde çalışan, bir kısmı da çalışacak olan üniversite mezunlarıdır. Bünyesinde ne harp okulları, ne de harp akademileri bulunur. Bizdeki kapatılan Millî Güvenlik Akademisi'yle Kara Harp Okulu bünyesinde faaliyet gösteren Savunma Bilimleri Enstitüsü'ne ve Harp Akademileri bünyesindeki Savunma Araştırmaları Enstitüsü'ne (SAREN) benzetilebilir.
ABD'de Kuvvet Harp Okulları ve Kuvvet Harp Akademileri kendi kuvvet komutanlıklarına bağlıdır. Bu nedenle örnek alınan sistemin yanlış bir şekilde TSK'ya uygulanmak istendiği açıktır.
Askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları kapatılmamalı
KHK'yla askeri liseler ve astsubay hazırlama okulları da kapatılmıştır.
Harp Okullarına gelecek öğrenci kaynağının da tamamen sivil liselerden olması ve öğrenci seçiminde ideolojik düşüncelerin de yer alabilmesi endişe veren bir durumdur. Harp Okulları'na bir kısım öğrencinin sivil liselerden alınması uzun bir süredir uygulanmaktadır. Bunlar askeri liselerden gelen öğrencilerle birlikte eğitim ve öğretim gördüğü için, askerliğin gelenek ve göreneklerine daha çabuk intibak ederek sorun teşkil etmemektedir.
Askeri liseler bir kültür ve gelenektir. Harp okullarına şeklî ve ruhi hazırlık yapan okullardır. Astsubay hazırlama okulları da TSK'ya uygun personel yetiştirir. Bu okullar, eğitim ve öğretimde sosyal ve fırsat eşitliği de sağlayan müesseselerdir. Kapatılması uygun değildir. Yeniden bir düzenlemeyle faaliyetine başlaması uygun olacaktır.
Askeri sağlık ve adalet sistemi ortadan kaldırılmamalı
Asker hastanelerinin sivilleştirilmesi ve tamamının Sağlık Bakanlığı'na bağlanması da birçok sıkıntıyı beraberinde getirmektedir. Ayrıca yeni uygulamanın Sahra Sıhhiye Hizmetini de ortadan kaldırdığı görülmektedir. Savaşta en önemli moral faktörlerinden biri de sıhhiye hizmetinin iyi işlemesi ve her an askerin yanında olduğunu hissettirmesidir.
Belli başlı ülkelerin silahlı kuvvetlerinin tümünde, sağlık ve sıhhiye sistemi, askerî doktor, askerî hemşire, askerî sağlık personeli, asker hastaneleri mevcuttur. Bunların yerleri başka hiçbir şeyle doldurulamaz. Hem savaşta, hem de barışta moral ve motivasyon kaynağıdır. Tecrübeleri de inkâr edilemez.
Terör örgütü haline gelerek darbe teşebbüsünü gerçekleştiren bir cemaatin (FETÖ), buralarda yuvalandığı gerekçesiyle bütün sistemin Sağlık Bakanlığı'na devredilmesi ve sivilleştirilmesi sorunu halletmeyecektir. Devredilen de bir devlet kurumu olup, FETÖ'nün bütün devlet kurumlarına sızdığı da bir gerçektir. Hatta sadece bu örgütün değil, başka cemaatlerin de kurumlarda etkili olabileceği de düşünülmelidir.
Bu nedenle sistemin, çarpık düşüncelerden temizlenip, yeni ve temiz bir sayfayla aslına uygun olarak görevine devam etmesi uygun mütalaa edilmektedir.
Askerî adalet sisteminin de, en azından NATO ülkeleri askeri adalet sisteminin incelenerek yeniden düzenlenmesinde fayda görülmektedir. Nitekim askerî konularda tecrübe kazanmamış bir adalet sisteminin, silahlı kuvvetler için pratikte sağlıklı bir adalet gerçekleştirmesinde sıkıntılar yaratabileceği dikkate alınmalıdır.
SONUÇ
15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsünden hemen sonra ilan edilen OHAL kapsamında çıkarılan KHK'ların en önemlilerinden biri TSK'nın yapısı, bağlantısı ve içeriğiyle ilgilidir. Ancak bu konudaki kararname, OHAL ile sınırlı değil, kalıcı bir durum göstermektedir.
Yapılan yeni düzenlemenin, darbe teşebbüsünün etkisiyle biraz panik, biraz heyecan içinde, biraz da çabuk etkinlik yaratma düşüncesiyle aceleyle yapıldığı ve ayrıca bunun tamamen TSK'ya olan güvensizliğe dayandırıldığı da görülmüştür.
Bir daha darbeye teşebbüs edilememesi düşüncesiyle alınan kararların, o zamanki şartlar ve halet-i ruhiye içinde alınmış olmasını bir noktada makul karşılamak mümkündür. Ancak buna benzer bir yapının, yazının bir bölümünde de belirtildiği üzere önceden hazırlandığı, karşılaşılan durumdan sonra birkaç değişiklikle yürürlüğe sokuldu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan, bunların bir rövanş alma algısı oluşturduğu da bazı çevrelerce ifa edilmektedir.
Bu kapsamda yeni düzenlemenin, TSK'nın görevlerini sağlıklı bir şekilde getirmesine engel teşkil ettiği, moral ve motivasyonunu olumsuz etkilediği, bulunduğumuz coğrafya, jeopolitik durum, karşı karşıya bulunduğumuz canlı ortam ve gerçekler dikkate alındığında, ülkemizin şartlarına uyum sağlamadığı değerlendirilmektedir.
Bu nedenlerle zaten OHAL kapsamıyla sınırlı ve geçici olması gereken yeni düzenlemenin, OHAL döneminin tamamlanmasıyla sona erdirilmesinin, eski sistemin mevcut hafızası kaybolmadan yeniden bir çalışma yapılarak makul ve gerçekçi bir anlayışla yeniden düzenlenerek hayatiyete geçirilmesinin uygun olacağı kıymetlendirilmektedir. Ayrıca böyle bir yaklaşımın, yanlış algılamaları da ortadan kaldıracağı, büyük bir moral, motivasyon ve şevk yaratacağı da düşünülmektedir.
*
Atatürk ve Harbiyeli Anıtı
*
24 metre yükseklikte ve 6 metre genişlikte olan Atatürk ve Harbiyeli Anıtı 1000 insan figürünü barındırmaktadır. Geçmişi ve güçlülüğü simgeleyen 3 metre yükseklikteki büyük bir çınar ağacının kökü üzerinden başlayan anıtın en önünde ve 4 metre yüksekliğinde Atatürk Heykeli, bir adım arkasında çeşitli rütbelerde subaylar grubu ve arkasında gittikçe çoğalan Genç Harbiye Öğrencileri yer almaktadır. Anıt Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümü nedeniyle yaptırılmıştır. Heykeltıraş merhum Prof. Dr. Tankut Öktem bu Kara Harp Okulu Anıtı ile Time Dergisi'ne kapak olmuştur.
(Kaynak: TSK'nın bozulan yapısı sıkıntı yaratıyor - Armağan KULOĞLU)

4 Şubat 2017 Cumartesi

"BURSA’NIN BİR 'PAŞA'SI VARDI", Gazeteci-Yazar: Av. ERTUĞRUL MAT

BURSA’NIN BİR 'PAŞA'SI VARDI
ERTUĞRUL MAT
Bursa’nın yetiştirdiği en iyi haber gazetecilerinden biri olan rahmetli Hüseyin Kuşku, Tercüman Gazetesi’nin Bursa temsilcisiydi. Tercüman Gazetesi o zaman, Hürriyet’le ölümüne bir tiraj yarışına girmiş ve bugün gazetelerin vazgeçilmezi haline gelmiş bulunan magazin ilâvelerinin ilki olan ‘İnci’yi çıkarmaya karar vermişti.
Hüseyin Kuşku’dan İnci’nin ilk nüshası için Zeki Müren’le Uludağ’da karlar üzerinde bir röportaj yapması istenmişti.
Hüseyin için, hiçbir haber ulaşılmaz, hiçbir insan konuşulmaz değildi.
Üstelik Zeki Müren de çocukluk arkadaşıydı.
Hemen randevuyu ayarladı. Uludağ’da karlar üzerinde nefis fotoğraflar alındı.
Müthiş bir röportaj hazırladı.
MİHRACE’NİN YERİ
Röportaj bitince, Zeki Müren de, Hüseyin Kuşku da tatlı bir yorgunluk içinde, otelde güzel bir akşam yemeği yediler. Sonra da Küçük Yazıcı Otel’in hemen yakınında briketlerden inşa edilmiş ve meşhur Foto Mihrace tarafından kurulan ‘Mihrace’nin Yeri’ adlı tavernaya gitmeye karar verdiler. Burası Uludağ sosyetesinin vazgeçemediği bir yerdi.
O zamanların Kulüp rakısı gibi, Kulüp marka çok meşhur bir şarabı vardı. Bu şarap Mihrace’nin Yeri’nde, büyük bakır bir tencereye boşaltılır kaynatılır, üstüne de tarçın ekilerek ikram edilirdi. Uludağ’ın gece ayazında üşüyenler bu terkipte müthiş bir lezzet bulurlardı.
MÜREN KAPIDAN GİRİNCE…
Gece yarısına az bir zaman kalmıştı.
Hüseyin Kuşku ile Zeki Müren, kapıdan adımlarını atmışlardı. Zeki Müren kapıda görününce, müzik susmuş, dans edenler durup kapıya yüzlerini çevirmişlerdi. Sinek uçsa duyulacak gibiydi.
Birdenbire sessizliği Bursa’nın ‘Piç C.’ lâkaplı meşhur avukatlarından C.D.’in gür sesi bozdu.
“Kuşku! Pipin sağ olsun…”
O yarı sarhoş, eğlencenin doruğuna çıkmış toplulukta bile buz gibi bir hava hasıl oldu.
Hüseyin Kuşku, yarı şaşkın, yarı öfkeli…
Sağ elini yumruk yapıp ağzına sokmuş ısırıyor, kalp çarpışlarını bastırmaya çalışıyordu.
GÜLMEKTEN YERE SERİLDİLER
Zeki Müren’in sesi sessizliği bozdu:
“Üzülme Hüseyin Bey! Senelerdir Zekiciğinin poposu milletin ağzındaydı, bu akşamsa senin pipin beyefendinin ağzında…”
Bu sözleri tabii ki şuh bir kahkaha takip etmişti.
İçerde bulunanların bir kısmı alkışlıyor, bir kısmı gülmekten yerlere seriliyordu…
Hiçbir şey olmamış gibi onlar da alkışlar eşliğinde tavernanın kalabalığı arasına katıldılar. Bir masaya ilişip, tarçınlı sıcak şaraplarını yudumladılar.
Paşa da, Kuşku da, avukat da hakkın rahmetine kavuştular.
Mekânları cennet olsun…
Zeki Müren’in Ankara Köşk
Gazinosu’nda misafirleri
Bursa’da avukatlık yaptığım zamanlarda, Ahmet Cenkçiler, Bedri Elibollar, Hüseyin Kuşkular ve Bursa Cumhuriyet Savcısı Turhan Olgaçlarla çok samimiydik.
Sık sık ailece bir araya gelir, bazen de cumartesi akşamları,  eşlerimizle birlikte Gemlik’e, o zaman deniz kenarında olan Tibel Oteli’nin lokantasına gider eğlenirdik.
Turhan Bey’in karısı Sevim Hanım, Zeki Müren’in teyzesinin kızıydı ve Zeki Bey tek akrabası olan Sevim Hanım’ı çok severdi. İstanbul, Ankara veya İzmir’de sahneye çıktığı zaman, Sevim Hanım’la eşi Turhan Bey’i, sahne aldığı şehre davet eder, onları bir otelde misafir eder, akşamları da sahnenin en önünde kurdurduğu bir masada ağırlardı.
MİSAFİRİN MİSAFİRİ OLMAZ
Ben milletvekili olup, Ankara’ya yerleştikten kısa bir müddet sonra,  bir gün Bedri telefon etti. Turhan Bey’le beraberdiler. “Zeki Bey, Sevim Hanım’la Turhan Bey’i Ankara’ya davet etmiş, yarın benim arabayla ve hanımlarla Ankara’ya geliyoruz. Yarın akşam kimseye söz verme, hep beraber Zeki Bey’i dinlemeye gideceğiz” diyorlardı.
“Bedri” dedim. “Misafirin misafiri olmaz. Ama yarın ben Köşk Gazinosu’na telefon eder, şefle konuşur, sizin masaya bitişikmiş gibi iki kişilik bir masa koydurur, aynı masadaymış gibi eğleniriz” demiştim ama şef Zeki Bey’e söyleyince, “Olur mu öyle şey?” demiş, mecburen aynı masada oturmuş, müthiş de eğlenmiştik.
Program bittikten, salon boşaldıktan sonra, “Zeki Bey’i tebrike gidelim” dedik. Soyunma odasında, Zeki Bey, ayaklarını altına almış, bir divanda oturuyordu. Sırtında bir de bornoz vardı.
Sahne yorgunluğunu ve terini atıyordu.
Ben Zeki Bey’le tanışmamıştım ama Zeki Bey, zaman zaman ufak tefek kaçamak için Uludağ’a çıkan Bedri’yi tanıyordu. Sevim Hanım’la Turhan Bey’in, Zeki Müren’i tebrik edip sarılıp öpüşmelerinden sonra, Bedri bir hamle yapıp çok zarif bir şekilde bir erkeğin elini sıkmakla, bir bayanın elini öpmek arasında bir pozisyonla eğildi ve Zeki Bey’in kulağına usulca, “Yanımdaki karım” dedi.
Zeki Bey hafifçe gülümsedi.
NE BENSİZ NE BENİMLE…
Sonra, Sevim Hanım beni ve eşimi “Bursa Milletvekili Ertuğrul Mat ve eşi Fatma hanım” diyerek takdim etti.
Ben hem uykusuzluğa hem de içkiye pek dayanamam.
Kim bilir yüzüm ve bakışlarım nasıldı ki, Zeki Bey birdenbire, “Ay! Ne de yakışıklıymış, beyefendi o ne şehvetli bakış öyle?” demez mi?
Bende ne içkinin ne de uykusuzluğun tesiri kalmazken, hanımın kaşları çatılmıştı.
Zeki Bey, sonra Bedri’yi göstererek, Neş’e Hanım’a “Ah hanımefendi!.. Bu da ne çapkındır bir bilseniz?” diye ilave etmez mi?
Sevim Hanım, Turhan Bey dahil hepimiz şaşırıp irkilmiştik.
Sonra Zeki Bey, şuh bir kahkaha atarak, “Üzülmeyin hanımefendiler, şaka şaka… Biz böyle kotarır, sonra da eşlerine teslim ederiz” dedi.
Tabii biz güler gibi, hanımlar tebessüm eder gibi yaptılar.
Eve gelince, rahmetli eşim, “Ertuğrul, bensiz Zeki Müren’e gidemezdin, bundan sonra benle de gidemezsin” deyip kestirip attı.
Turizm Bakanı, Erol Simavi ile Zeki Müren’i dinlemeye gidince
Ahmet İhsan Bey Turizm Bakanı’yken, Tıbbiye’den sınıf arkadaşı ve o günlerin çok popüler ismi olan Prof. Cihat Abaoğlu bir gün telefon edip, “Ankara’da, Büyük Ankara Oteli’ndeyim. Uğra da hem kahve içer hem de eski günleri yâd ederiz” deyince, Ahmet Bey de, Köşk Gazinosu’nda Zeki Müren’e gitmeyi teklif eder. Mutabık kalırlar.
Ahmet Bey otele geldiğinde Cihat Hoca, Erol Simavi’yle kahve içmektedir. Oturunca ona da kahve söylerler, kahve gelene kadar, gruba katılanlar artmış, sonra da hep beraber kalkıp gazinoya gidilmişti. Hep beraber masaya oturulurken, Ahmet Bey kafadan bir hesap yapmış ve “Maaşın yarısı gitti” diye düşünmüş.
GELSİN ÇİÇEKLER GİTSİN ISTAKOZLAR
Bununla kalsa iyi de, daha masaya oturur oturmaz garsonlar üşüşmüş, herkesin önüne bir şişe viski konulmuş, masaya karidesler, havyarlar, ıstakozlar birbiri ardına sıralanmıştı.
Çile bitmemiş, program başlayınca, her çıkan sanatçıya masadan muhteşem bir çiçek de gitmeye başlamış. Hele, alt kadrodan hanım bir sanatçı sahneye çıkınca Erol Bey’in şef garsonu çağırıp, “Bu hanımın sesi güzel ama tuvaleti kötü, yarın Faize’ye gitsin, kendisine bir tuvalet alsın” deyince, Ahmet Bey, bunu ne bir aylık, ne bir yıllık, ne de bir dönemlik maaş karşılar diye hesap etmiş, dünyası kararmış. Boğazı düğümlenmiş, artık ne bir parça mezenin ne de bir yudum rakının tadı kalmıştı.
SİMAVİ’DEN BAŞKASI HESAP VEREMEZ
Zeki Müren çıkınca, Ahmet Bey için kıyamet kopmuştur. Masada bulunanların her biri için sahneye çelenkler sıralanınca, ne şarkı ne alkış, ne neşe, ne de Zeki Müren vardır artık. Program bitince, son bir gayretle doğrulup, hesabı isteyince, şef garson kulağına doğru eğilip, “Erol Bey’in bulunduğu masada başkası hesap veremez” deyince, Ahmet Bey, “Ulan eşşoğlueşşek! Bunu baştan söylesene… Bütün gece lokmalar boğazıma dizilip durdu” diye bağırmış ve tabii ki masadakiler gülmekten yere yatmışlardı.
Merhum Kırımlı bu anısını anlatınca, “Ah benim sevgili abim, senden sonra gelenler, öyle bir masada, hesap vermeyi düşünüp, hiç terlerler miydi?” demiştim. Mekânı cennet olsun.
Not: Bu yazıyı hatırlarken, Sayın Mehmet Çuhadar’ın fotoğraf ve hatıralarından istifade ettim. Kendilerine teşekkür ederim.