30 Haziran 2016 Perşembe

ŞEHR-İ MÜBAREK RAMAZAN; KADR SURESİ VE KADİR GECESİ - İsmail Hakkı AMASYALI, 19. Dönem Kocaeli Milletvekili

KADİR SURESİ
İsmail Hakkı AMASYALI
İsmail Hakkı AMASYALI
19 Dönem Kocaeli Milletvekili
19. Dönem Kocaeli Milletvekili
Kur’an da 97. Sure olarak 5 ayetten nazil olmuştur, “Şüphesiz biz Kur’an-ı Levh-i mahfuzdan yeryüzüne KADİR GECESİ indirdik. Kadir Gecesinin ne demek olduğunu bilir misiniz? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlı ve değerlidir. O gecede milyonlarca melek ve başlarında Hz. Cebrail olduğu halde Rab’lerinin izniyle her türlü iş için semadan yere inerler. O gece tan yerinin ağarmasına kadar selamettir”. Kur’an-ı Kerimde 600. sayfada 97. Sure olarak gönderilmiş KADİR SURESİNİN mealini verdikten sonra bu sure ile alakalı Hz. Peygamberin ve müçtehitlerin mutabık kaldıkları tefsir ve yorumlarına yer vererek Kadir gecesinin ehemmiyetine dikkat çekmek istiyorum.
“ŞÜPHESİZ BİZ KUR’AN-I KADİR GECESİNDE (Levhi mahfuzdan yeryüzüne) İNDİRDİK”. 
Kısa ve öz Kur’an dört bölümden ibarettir. Birincisi (itikat) İMAN konularından bahseder, ikincisi İslam’ın şartlarından olan İBADET bölümü, üçüncüsü insanların birbirine karşı olan beşeri münasebetleri anlatan MUAMELAT kısmıdır. Dördüncüsü UKUBAT bölümüdür, hukuka tecavüz edenleri cezalandırmaktan bahseder. Kur ’anın hukuk kısmı olan UKUBAT bölümüne Fetva makamı (Müftü, Hoca) giremez.
Kur’an İMAN, İBADET, MUAMELET bölümleri ile ilgili Fetva verme yetkisini MÜFTÜ VE HOCALARA vermiş. UKUBAT (Hukuk, Fıkıh) kısmını ise Hakim ve Savcıların sorumluluğuna tevdi edilmiştir. Bir önceki yazımda da ifade etmiştim. Ehli Sünnet Vel Cemaat İmamı Ebu Hanife Hazretleri Kur‘anın hukuk kısmını üstlenemediği, kadılık makamını ret ettiği için cezalandırılmış ve cezaevinde irtihal etmiştir. Kadir Gecesi’nde Kur ‘anın hadimi olan Hakim ve Savcıların mesuliyeti, müdrik olmadan verdikleri KANUNSUZ, USULSÜZ kararları BİAD denizine batmış olan, Kur’an ve sünnetin tahripçileri, dinin yağmacısı müftü ve hocaların nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını yazımın son bölümünde anlatacağım. Kadir Suresinin 2. Ayetinde “Kadir Gecesinin ne demek olduğunu bilir misiniz?” devamı 3. Ayetinde, “Kadir gecesi bin aydan daha hayırlı ve daha değerlidir” deniyor. İsa Aleyhiselam ömrünü oruçla geçirmiş, tek bir iftarla ertesi güne niyet ederek sahur yemeği yemeden oruç tutmuş bir Peygamber.
Bir gün cuşa gelmiş, Allah’a (CC)’a sormuş “Rabbim yeryüzünde benden daha muteber bir kulun var mı, ahir zamanda zuhur edecek mi?” Allah (CC) cevap verir “Var ya İsa ahir zaman Nebisi Muhammed (SA) teşrif ettiğinde onun ümmetine farz kıldığım bir ay oruç içerisinde öyle bir gece tayin edeceğim ki o gün tutulan oruç SENİN BİR ÖMÜR TUTTUĞUN oruçtan daha hayırlı olacaktır” buyurduğunda İsa Aleyhiselam “Allah’ım ömrümün bir bölümünü ref et, sonra beni yeniden dünyaya gönder ki Hz. Muhammed (SA) ümmeti arasında bulunayım, o mübarek Kadir Gecesinden bende istifade edeyim” dediğinde Allah (CC) Hazreti İsa’nın (AS) bu duasını kabul eder. Rivayet edilir ki ahiret zamanında önce İsa (AS) 40 gün yeryüzüne gelecek, Muhammed (SA) ümmeti arasında bir Kadir gecesini ihya edecektir. Kadir Suresi 4. Ayette, “O gecede milyonlarca melekler ve başlarında Hz. Cebrail olduğu halde rablerinin izni ile her türlü iş için (semadan yere) inerler” denirken bu surenin Bakara Suresi 30. ayeti ile doğrudan alakası vardır, bakın Allah (CC) ne diyor “Ey Habibim Ahmet Resulüm Ya Muhammed hani bir vakitler rabbin meleklere:
BEN YERYÜZÜNDE BİR HALİFE (insan) YARATACAĞIM” buyurmuştur. Melekler “ORADA FESAT ÇIKARACAK KAN DÖKECEK BİRİSİNİ Mİ YARATACAKSIN SENİN NEYE İHTİYACIN VAR?” dediklerinde Allah (CC) “BEN SİZİN BİLEMEYECEKLERİNİZİ BİLİRİM” buyurmuştur. 
Allah’ın halife olarak vasıflandırdığı insanların Kadir Gecesindeki halini görmek müşahade etmek üzere milyonlarca melek ve ruhlar yeryüzüne inmek için Allah’tan ruhsat isterler. Yeryüzü bugün olduğu gibi dünde aynı idi. Hz. Peygamberden sonra fetva makamında olan müftü ve hocaların bilgileri yüzeysel olup İslam’ı bozuk düşüncelere karşı savunacak güçte değildirler. Yetkilerini kendilerine makam, şöhret ve servet toplamak için kullandıklarından karşı çıkanları FASIK, KAFİR olarak itham ettiler. Hakim ve Savcılar, Kur’anın UKUBAT bölümünü dikkate almayarak HUKUKA TECAVÜZ EDENLERİ cezalandırmak yerine rüşvet, irtikap peşinde koşarak beraat ettirdiklerinden mümin ile münafık, hırsız ile dürüst KADİR GECESİNDE bir arada bulundular. Bu hal Gayretullah’a dokundu. Allah yeryüzüne inen milyonlara, melek ve ruhlara münafıkları insan suretinde değil çeşitli mahluklar olarak izletti ve gösterdi. Kadir Gecesi Huzuru İlahiye’ye çıkan melekler Bakara Suresi 30. ayeti hatırlayarak Allah’a, “Rabbimiz ne muhteşem bir gece idi. Halife olarak gönderdiklerini sana ibadet halinde gördük. Biz size insan yaratma onlar sana isyan eder kan dökerler demiştik, Siz Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim buyurmuştunuz. Sarayları, muhteşem malikaneleri kuran insanlar oralara hayvanatı, çeşitli mahlukları yerleştirmiş kendileri bodrum katlarında ibadet halindeler”. İmam-ı Rabbani ismi ile meşhur Ahmet Farukı Serhendi, miladi 1563 yılında Hindistan’da yaşamıştır.
Din alimleri fıkıh (Hukuk), kelam ve tefsir sahasındaki bilgileri nedeni ile ikinci bin yılın yenileyicisi unvanını vermişlerdir. Dini, Hukuku kendi keyfine göre anlayan ve uygulayan, 50 yıl Hindistan’ı yöneten EKBER ŞAH’a yazdığı cesur uyarı mektupları ile ünlü kitabı MEKTUBATI’nda bakın ne diyor “Bir Kadir Gecesi idi, derin bir düşünceye daldım. müftü ve hocalar, hakim ve kadılar bidat denizine batmışlar. Yanlış işlerin failleri bidatın vaz edicileri Kur’anın, Sünnetin fıkıh (hukuk) tahripçileri olmuşlar. Hiç kimsenin saray ulemasına karşı konuşmaya cesareti kalmamış. Alimlerin çoğu saraya biadda yöneltmekte Allah’sızların, kanunsuzlukların doğru olduğunu ispatlamaya çalışmaktadırlar. Bugün Mübarek Kadir Gecesi, ADALET TİYATROSUNUN oyunlarına biraz ara verdim ancak yazmaya devam edeceğim.
KADİR GECENİZİ VE BAYRAMINIZI TEBRİK EDERİM.
İSMAİL AMASYALI

27 Haziran 2016 Pazartesi

KISIR SİYASETİN GİRDABINDA!… Yazar: Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN

 KISIR SİYASETİN GİRDABINDA!…
Yazar: Prof. Dr. Tülay ÖZÜERMAN
“Çobanın oyu” tartışması yaşandığında, “Aysun Kayacı’ya vurdukça demokrat?!” başlıklı bir yazı yazmıştım. “Demokrat” olmak için şimdi de  Erol Evgin’e vuruluyor…
             “Dönüp dolanıp niye aynı yerde sayıyoruz?” sorusu sorulmuyor…
             “Türkiye demokrasiyi biliyor olsaydı, bugün yaşadıklarımıza “demokrasi” adı verilebilir miydi? Otokrasiyi aşan, totaliter rejimi aratmayan uygulamaların yaşanışını göz ardı edip, Aysun Kayacı’ya vurdukça demokrat olduklarını zannedenlere duyurulur!… “ demiştim yazının bir yerinde.
            Bilmiyor, öğrenmiyor, kendi yaşamımızda  var etmiyoruz ama çok istiyoruz(!)...
            Türkiye’de siyaset, kendisini sandık üzerinden meşrulaştırma üzerine işliyor. Sandık kurmaya indirgenen yönetim anlayışını “demokrasi”  zannediyoruz ve sandıktan çıktığı için sabah akşam kafamızda boza pişirenleri sorgulamak yerine, başımıza getirenleri sorgulamaya kalkıyoruz.
               Erol Evgin; “Okuma yazma bilmeyen, oyuna parmak basan bir kardeşimizle, ablamızla, annemizle, üç üniversite bitirmiş birinin birer oy hakkı olması adaletli mi geliyor size sorarım. Hiç hakça değil…” deyişi ile topa tutuldu.
               Aysun Kayacı’nın çoban dışlamasını  yadsıyanların, genç kızın  manken oluşunu öne alıp, kendilerini yadsımalarına dikkat çekerek…. “Biri çoban olduğu için, diğeri manken olduğu için önemsizleştiriliyor. Her ikisinin ortak paydası, insan ve yurttaş oluşları. Hepimizin her zaman anımsamamız gereken, insan olmanın insanca yaşamak ve insanca davranışı hak etmek için yeterli olduğudur.” diye yazmıştım.
             Demokrasi; genel ve eşit oy mücadelesi ile var edilmiştir.İktidarı ele geçirenin, bu gücü sınırsız kullanmasının önüne geçmenin mücadelesini verenler,  başlangıçta, eğitim, zenginlik, cinsiyet, ırk gibi farklılıkları yönetimde söz sahibi olmada ayırıcı kriterler olarak kullandılar. Zaman içinde, bu ayrımcılıklar aşıldı. Nasıl ki, demokratik devletin geldiği en ileri aşama hukuk devleti aşaması ise,  demokrasilerin olmazsa olmazı, genel ve eşit oya ulaşmaktır. Siyasal rüştünü, -yasanın belirlediği seçmen olma koşullarını- tamamlamış herkesin tek bir oy hakkı vardır. Bunun artık hiçbir şekilde sorgulanmaması gerekir.  Sorgulanması gereken, seçmek için eşitlik sağlanmışken, seçilmede eşitsizliklerin önündeki pratik engellerin hala ortadan kaldırılamayışıdır.
             Erol Evgin, toplumun akıl karışıklığını özetlemiş aslında. Aynı röportajda; “Neyin eşitliği?…. Bu ülkede eğitim açısından eşitlik var mı? İnsanlara aynı imkânları sunabiliyor muyuz? Bakın kadınların gücüne… Siyasetçiler bunun önemini kavrasalar, siyasetin merkezine oturtsalar müthiş başarılar kazanacaklar. Ama yapmıyorlar. Neden? İktidarları, güçleri ellerinden gider diye yapmıyorlar. Cehaletin korktuğu kadındır. Kadın öğrenirse çocuğu da öğrenir. O yüzden kadınları cahil bırakmak birilerinin işine geliyor. Eğitimde eşit fırsat yaratmazsanız eşitlik nerede kaldı? Önce herkesi eğitelim sonra “demokratız” diye ortaya çıkalım……… Siyaset hep düşük düzeyde yapılıyor, sevmiyorum, beğenmiyorum, çok erkek erkeğe……..  Siyaset pislik,………….. Menderes için çocuğunu kurban etmeye kalkan adam biliyorum ben, asıldığı gün kimse yoktu, kimse kendini yakmaya kalkmadı örneğin….” demiş……Bu doğru tespitler hakkında yorum yapılmıyor; hani cımbızla çekmek denir ya, sadece  okuma yazma bilmeyen ile üniversite bitiren kısmı üzerinden tartışılıyor.
            Aysun Kayacı olayında, “Fikir yanlışsa yanlışı yapanı değil, bu yanlış fikri ortaya çıkaran gerekçeleri sorgulamak gerekir….” diyordum. Erol Evgin’in açıklamalarına gelen yorumlarda çoğunluk fikir yerine, kişiye yönelik eleştiri yaparken; olumlayanlar da, kömür karşılığında oy verenlerin oyunu sorgulamışlar.
             Kömürü vereni değil, alanı sorguluyor!…
             Kömürü alan kim? Yoksul!..
             Veren kim? Yoksulu besliyor gibi, yoksulluğu besleyip, yoksulluktan beslenen!…
             Biz bu hatayı hep yapıyoruz. Nedenler yerine, sonucu sorguluyoruz. Zaten istenen de bu değil mi!…
           Erol Evgin’in “…önce herkesi eğitelim, sonra demokratız diye ortaya çıkalım” sözünü de atlamayalım.  Bu ülkede, bölen siyasete destek çıkan eğitmenlerin; soldan dolanıp, din eksenli siyasete, “yetmez” diyerek destek ve arka çıkanın eğitim düzeyi sorunu yok, bazılarının fazlası bile var. Birilerine biat ederek kendisine yer açmaya çalışanlar hep eğitim düzeyi  düşüklerden mi çıkıyor sanıyorsunuz? “Eğitim alanların hepsi en doğru kararı veriyor” yanılgısına da düşmeyelim. Eğitim kadar toplumu birlikte tutan değerler sistemi de önemli. Kişilere bulundukları yer nedeniyle değil, kendi özelliklerine, topluma kattıkları değere göre önem vermekten söz ediyorum.
            Toplumda, bir şekilde yer edinmişlere yaranarak, “sahibinin sesi” olma gayretine girişenlerin yer buluyor olmasının örneklerinin çoğalması Erol Evgin’in de işaret ettiği “kirli siyaset” algısının pekişmesinde en büyük etken.
             Kim en iyi hizmeti verir? Kim görevi layığı ile yapar? Bu soruların bir önemi kalmamış, “kim kime yakın” üzerinden belirlenen ilişkiler kanıksanmışsa, yozlaşma kaçınılmazdır.
             Dönüp dolaşıp, siyaset ve siyasetçilerin vebalini topluma yüklemek yerine, sorunları besleyerek, beslenen siyasetten kurtulmamız gerekiyor. Demem o ki, demokrasiyi var etmek istiyorsak, temel ilke ve kurallarını değil, bu kuralların uygulan(a)mama nedenlerini tartışmalıyız. 
             Hem yoksul, hem de özgür ve demokrat olacaksınız; eşyanın doğasına aykırı.
              Mucizeyi beklerken, en büyük mucizemiz, Cumhuriyetimizden uzaklaştırılıyoruz. Bize özgür yurttaş olmanın yolunu açan Cumhuriyet’in aydınlanmacı felsefesidir. Biz o felsefe ile aydınlandık. Bu aydınlığı tersine çeviriyorsa birileri, aydınlığı tutan ellerin daha sıkı sarılması ve herkesi toplama becerisini de göstermesi gerekiyor.
            Okumuş, okumamış, hepsi bizim insanımız. Kandırıldığını göremiyor diye onları suçlama hakkımız yok. Kandıranları deşifre edebiliriz ancak.
             Kendi dışında kabul ettiklerini sorgulayan ve özeleştiri yapmayan iktidar anlayışına alternatif, ona benzeyerek olunmaz. Geri kalmışlığın nedenlerine ve sebep olanlara değil de, geri bırakılmışlığın sonuçlarınabakarak toplumu suçlarsak, süreci yönetenlerin istediğinden fazlasını vermiş olmaz mıyız?
           Evrensel  doğrular istikametinde düşünürsek çıkacağız bu girdaptan. Oysa biz hala, nerede durduğumuza göre düşünüp, yorumluyoruz.
           Bu yazı, Sayın Evgin’e de iletilmeli!.. Demokrasinin var edilmesini istiyorsak, toplumdaki farklılıkları ve zayıf bırakılan halkalarını değil, zayıf bırakılma sebeplerini sorgulamamız, kimseyi eğitimsiz olduğu için yargılamadan, eğitimsiz bırakanları yargılamamız gerektiğini görmeliyiz, ki kendisi de aslında bunlara dokunmuş… 
           Demokrasi için, “bize fazla geliyor” demiş ya!…
            Hayır!.. Aslında temel sorun, fazla gelmesi değil, artık hiç uğramayacak şekilde gönderilmek istenmesidir.
            Siyasetin aldığı yoz biçimi, kurumların işlevlerini çarpıtarak yürütenleri, kişileri kurumlara üstün tutan anlayışımızı, hukuku hiçe sayan uygulamaları durdurmayı konuşamıyoruz; 21. yüzyılın olanakları ile, çobana (insana/insanca yaşama) ulaşamayışımızı değil de, hala çobanın “oy”unu konuşuyoruz. İktidar ya da muhalefet fark etmiyor; bulunduğumuz yer burası!..
            Şimdi bu noktaya bakarak nereye gideceğimizin istikametini  belirleyeceğiz!…
            Kısır çemberden ne zaman ve nasıl çıkacağımızı soruyorum!…
            Çobanı eleştirmek mi, çobana ulaşmak mı? Hangisi bizi birleştirir ve güçlendirir?!…         İnsanı “oy”a, seçimi sandığa indirgeyen siyasetin girdabından kurtulmaktan söz ediyorum…

21 Haziran 2016 Salı

DİYARBAKIR’I MERKEZ YAPMA GÖREVİ SÜRÜYOR!.. Mehmet Ali Güller

DİYARBAKIR’I MERKEZ YAPMA GÖREVİ SÜRÜYOR!..
Mehmet Ali Güller
Başbakan Binali Yıldırım’ın ilan ettiği “4 cazibe merkezi” hedefi, Erdoğan’ın 2004 yılında açıkladığı “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız” görevinin gereğidir!
Zira o görev, Erdoğan’ın en büyük hayali olan başkanlığın da zeminidir! Açalım:
CAZİBE MERKEZİ MASKELİ EYALET MODELİ
Başbakan Binali Yıldırım’ın ilan ettiği 4 cazibe merkezi şunlar: Kars, Diyarbakır, Şanlıurfa ve Van.
Binali Yıldırım’ın belirttiğine göre örneğin Ağrı, Iğdır ve Ardahan bu “cazibe merkezlerinden” Kars’a bağlanacak. Yani çevre iller, toplamda da Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgemizdeki tüm iller, bu 4 merkeze bağlanmış olacak!
Açıkça belirtelim: AKP’nin Kars, Diyarbakır, Urfa ve Van’ı “cazibe merkezi” yapıp çevre illeri oraya bağlama projesi, eyalet sistemine geçiş projesidir!
Erdoğanların Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Kalkınma Ajansları ve Bütünşehir yasasıyla adım adım adem-i merkeziyetçi bir idari yapılanma kurma gayretlerinin de dördüncü halkasıdır!
Denilebilir ki, ne var bunda, dört şehir kalkındırılacak ve büyük şehirlere göç engellenecek!
Keşke… Pek çok ilimizin kalkınması, Marmara ağırlıklı sanayileşmenin her bölgeye yayılması hepimizin arzusudur. Ama Erdoğanlar için maksat başkadır.
En iyisi ne demek istediğimizi bizzat Erdoğan’ın ağzından açıklayalım:
ERDOĞAN HEP EYALET MODELİ İSTEDİ
Erdoğan daha 1993’te “ileride Türkiye eyalet sistemine geçebilir” dedi. (Metin Sever, Can Dizdar, 2. Cumhuriyet Tartışmaları, Başak Yayınları, 1993)
Erdoğan bir yıl sonra İstanbul’un Ankara’dan yönetilemeyeceğini söyleyerek “İstanbul’a Osmanlı yönetimi” önerdi. (Milliyet, 23 Mayıs 1994)
Erdoğan, 1998’de bir nikâh sırasında Kenan Evren’e de şöyle demişti: “Sizin döneminizde belediye başkanı olsaydım, İstanbul’u uçururdum.” (Kenan Evren de sonraki yıllarda “Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir” diyerek Erdoğan’a destek vermişti. Sabah, 28 Şubat 2007)
Erdoğan’ın bu hedefleri, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ne uyuyordu. Bu uyum, 3 Kasım 2002’de bir turuncu darbeyle AKP iktidarını doğurdu.
Ardından Erdoğan’a hukuki yollar açıldı ve “muhtar bile olamayacak” Erdoğan, önce milletvekili, sonra başbakan oldu. Tabi aynı zamanda da BOP eşbaşkanı!
Ve Erdoğan ABD dönüşü ekranlardan açık açık ilan etti: “ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi içinde Diyarbakır’ı bir merkez yapacağız.” (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)
2005 Diyarbakır Açılımı, 2009 Kürt Açılımı, 2013 İmralı Açılımı hep bu hedefin gereğiydi…
BAŞKANLIK İÇİN EYALET MODELİ ŞART
Peki, Erdoğan neden eyalet modeli istiyordu? Erdoğan “Diyarbakır’ı merkez yapma” görevini açıkladığı programda başkanlık sisteminden bahsedince, Fatih Altaylı “bunun uygulanabilmesi için eyalet sisteminin de olması gerekmiyor mu?” diye sormuştu. Erdoğan’ın yanıtı netti: “Başkanlık sistemi, eyalet sistemi olmadan üstü kaval, altı şişhane olur!”. (Kanal D, Teke Tek, 16 Şubat 2004)
Yani Erdoğan, hayalini kurduğu başkanlığın üniter yapıda değil, eyalet modelli federatif yapılarda uygulanabileceğini bildiği için, adım adım adem-i merkeziyetçi bir yapı inşa ediyordu.
Sonraki yıllar da zaten böyle oldu…
Burada Açılımlar ve Öcalan’la anlaşmalar, daha doğrusu Washington’un Erdoğan ile Öcalan’ı aynı hedefte birleştirmesi kritik önemdedir. Şöyle:
Örneğin Öcalan 4 Mayıs 2005’te avukatlarına şöyle diyordu: “Türkiye’de 81 il var. Ben aslında Türkiye için 25 bölge; 7 eyaleti Kürt, 18 eyaleti Türk nüfusun yoğun olduğu, diğer kimlikleri reddetmeyen bir yapılanma düşündüm, bunların yerel yönetim parlamentoları olur.”
Peki, Erdoğan hükümeti ne yaptı? 26 Ocak 2006’da Kalkınma Ajansları yasasını çıkardı. Ardından Erdoğan 2010 halk oylaması sonrasında balkondan yaptığı konuşmada “biz ne istiyoruz” diye sordu ve şu yanıtı verdi: “Batı ülkelerini şöyle bir gözden geçirin, orada hep bunları göreceksiniz, federal meclisi göreceksiniz, federal konseyi göreceksiniz.”
12 Haziran 2011 seçimlerinin ardından da Erdoğan Kalkınma Bakanlığı kurup, Kalkınma ajanslarını genişleterek oraya bağladı! Nasıl mı? 7’si Doğu ve Güneydoğu’yu kapsayan, 25 Kalkınma ajansı şeklinde!
Yani tam da Öcalan’ın açıkladığı gibi!
AÇILIM SÜRMEKTEDİR
Şimdi Erdoğan yeni mevziler kazandığı şu süreçte bu büyük hedefini gerçekleştirmek için yeni hamleler yapmaktadır. İşte “cazibe merkezi” diye maskelenen hamle bunlardan biridir.
Sonbaharda başkanlık hedefli yeni anayasasını getirmeye hazırlanan Erdoğan, başkanlığın uygulanacağı zemini adım adım döşemeye çalışmaktadır. Çünkü kendisinin de ifade ettiği gibi, “Başkanlık sistemi, eyalet sistemi olmadan üstü kaval, altı şişhane olur!”
Üstelik bu hazırlık, PKK’nin Türkiye’de “bir süreliğine” silah bırakacağı ve karşılığında Suriye’de tanınacağı yeni süreç için de ön hazırlıktır.
Zira Açılım Erdoğan’ın belirtiği gibi bitmemiştir, buzdolabındadır. Zaten ABD açısından Açılım gerektiğinde pazarlığı, gerektiğinde çatışmayı içeren iki boyutlu bir süreçtir. Bu özelliği nedeniyle de aslında sürmektedir. Çünkü Açılım Türk ile Kürt’ü ayrıştırmaktır, Suriye’de Kürt koridorudur, Türkiye’de başkanlık-federasyondur. Ve bu hedefler masadayken de, sahadayken de yürürlüktedir!
Mehmet Ali Güller
20 Haziran 2016

14 Haziran 2016 Salı

Devleti hunharca kullanan adaletsiz bir hükümet "din tüccarları, hırsız-yolsuz, soysuz ve mel'unları" sevindirir.

“İHLASZEDELERİN” PARASI ATLARA, AVRATLARA VE LÜKS YATLARA GİTTİ!...
BİNLERCE YOKSUL, ÖĞRENCİ, GARİP - GURABA, FAKİR - FUKARAYI; ALÇAKÇA, KALLEŞÇE SOYDULAR.
BDDK tarafından 2001 yılında faaliyetlerine son verilen İhlas Holding’e ait İhlas Finans’ın, mudilerine yönelik ödemeler yılan hikayesine döndü. Son olarak 2009 yılında küresel krizi bahane eden grup, ödemeleri 2016 yılına kadar ertelenmesini sağlamıştı. Holding şimdide, içinde bulunduğu mali krizi gerekçe göstererek, mudilere ödeme yapmaya yanaşmıyor. El koyma işleminin üzerinden geçen 15 yıllık dönemde büyük kısmı vefat eden mudiler ise, haklarını aramak için bir dernek kurdu. Sık sık sosyal medya aracılığı ile AKP Hükümeti’ne seslenen mudiler, “İhlas Holding’e kayyum niye atanmıyor” diye sordular.
İhlas mağdurlarının hazin hikayesi şöyle:
HAÇ VE UMRE PARALARI BATTI
Türkiye’nin ilk özel finans kurumları arasında yer alan İhlas Grubu’na ait İhlas Finans Kurumu, grup şirketlerine örtülü kaynak aktarımı nedeniyle 2000’li yıllarda battı. BDDK da, mali açıdan yükümlülüklerini yerine getiremez hale gelen İhlas Finans’ın faaliyetlerini 2001 yılında durdurdu. Bu dönemde murakıplar tarafından hazırlanan raporda, İhlas Finans’ın kaynakları ile grubun sahibi olduğu TGRT ve Türkiye Gazetesi’nin fonlandığı kaydedildi. Yine aynı raporlarda, 2001’de 222 bin 298 mudiye, 676 milyon dolar ve 245 milyon Euro borcu olduğu bilgisi yer aldı. O dönemde özel finans kurumları garanti kapsamında olmadığı için, mudilerin alacaklarını devlet üstlenmedi. İhlas Holding ise, 222 bin mudinin alacağını kademeli olarak ödeneceğini duyurdu. Bu dönemde, mudilerin alacaklarının bir kısmı, gayrimenkul veya mal olarak ödendi. 2009 yılına gelindiğinde ise 68 bin hesap sahibinin 398 milyon dolarlık alacağı kaldı.
KÜRESEL KRİZİ GEREKÇE GÖSTERDİLER
İhlas Holding, 2009 yılında küresel krizi gerekçe göstererek, yaklaşık 70 bin mudinin alacağını beş yıl ötelenmesini istedi. Devlette holdingin bu talebini olumlu bularak, mudilerin tüm alacaklarının ödenmesi için 2016 yılına kadar süre verdi. 2016 yılına gelindiğinde ise holding yine mudilerin alacaklarının tamamını ödemedi. Şimdi de holdingin içinde bulunduğu mali darboğaz gerekçe gösterilerek, mudilerin alacaklarının yeniden ötelenmesi planlanıyor. Bunun içinde bazı lobi çalışmaları yürütülüyor.
CAMİYE KAYYUM VAR İHLAS’A YOK
İhlas Holding, binlerce aileyi mağdur etti. Aradan geçen 15 yıllık süre içinde, paraları İhlas Finans’ta batan bir çok vatandaş hayatını kaybetti. Geriye kalanlar ise bir dernek çatısı altında birleşerek, haklarını aramayı sürdürüyor. Sosyal medya aracılığı ile seslerini duyurmaya çalışan İhlas mağdurları, sosyal medya üzerinden paylaştıkları mesajlarda, son dönemde camilere yaşatma derneklerine dahi kayyum atanmasını hatırlatarak, “İhlas Holding’e kayyum niye atanmıyor” diye sordular.
ÖREN’İN LÜKS YAŞANTISI TEPKİ TOPLADI
İhlas mağdurları 15 yıldır alacaklarını tahsil etmenin yolunu ararken Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Mücahit Ören’in şatafatlı yaşantısı büyük tepki topladı. Mücahit Ören’in, son dönemde satın aldığı milyon dolarlık yat ve villaların fotoğraflarını sosyal medya üzerinden paylaşan İhlaszedeler, adeta isyan etti. Enver Ören’in vefatının ardından holdingin başına geçen Mücahit Ören, yakın çevresinde lüks yaşantısı ile tanınıyor. Ören’in şatafatlı hayatı, cemaat içinde rahatsızlığa yol açtı.
İKTİBAS: (http://www.taraf.com.tr/ihlaszedelerin-parasi-luks-yatlara-gitti/)