25 Mart 2015 Çarşamba

ERMENİ TEHCİRİ VE GERÇEKLER Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU (MHP Kayseri Milletvekili)

ERMENİ TEHCİRİ VE GERÇEKLER
Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU
(MHP Kayseri Milletvekili)
Osmanlı Devleti tarafından yüzyıllar boyunca millet-i sadıka olarak kabul edilen Ermeniler, Avrupa devletlerinin Şark Meselesi olarak şöhret bulan politikaları neticesinde, XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren zayıflayan Osmanlı idaresine karşı ciddi bir sorun teşkil etmeye başlamışlardır. Fransız Devrimi’nin fitilini ateşlediği milliyetçilik cereyanları ile zayıflayan Osmanlı Devleti’nin topraklarına göz koyan Avrupalı güçlerin Hıristiyan azınlıklardan kendi emellerini gerçekleştirebilmek için yararlanma arzuları, Ermeni Kilisesi tarafından da desteklenen Ermeni milliyetçiliğini teşvik etmiş; başlangıçta burjuva ve şehir kökenli olan ve elitist bir özellik taşıyan Ermeni milliyetçiliğinin Ermeni toplumunun tüm katmanlarına yayılarak ayrılıkçı bir renge bürünmesini hızlandırmıştır. Bu sürecin dönüm noktası, literatürümüzde 93 Harbi olarak bilinen 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ile bu savaşı müteakiben imzalanan Ayastefanos (3 Mart 1878) ve Berlin (13 Temmuz 1878) andlaşmalarıdır.
93 Harbi süresince Rus ordusu ile yakın bir işbirliğine girmiş olan Ermeni meclisi, savaşın ardından, Rus Çarı II. Aleksandr’a "Fırat’a kadar olan bölgenin Türklere geri verilmeyerek burada Rusya’ya bağlı bir Ermenistan kurulması” şeklinde özetlenebilecek bir muhtıra göndermiştir. Siyasi dengeler sebebiyle gerçekleştirilmesi Ruslar tarafından dahi mümkün görülmeyen bu talebin bir nebze olsun telafi edilebilmesi için Ruslar, anlaşmaya, Ermenilerin sakin olduğu Doğu Anadolu vilayetlerinde ıslahat yapılması ve buradaki Hıristiyanların Kürt ve Çerkeslere karşı korunmasının temin edilmesi gerektiğini bildiren meşhur 16. maddeyi eklemişlerdir. Bu, aynı Küçük Kaynarca Andlaşması’nın (21 Temmuz 1774) 7 ve 14. maddelerinin Çarlık Rusyası’na Orta Doğu politikaları konusunda bir meşruiyet sağladığı gibi Anadolu üzerindeki Rus emel ve tasarrufları için de bundan sonra hukuki bir zemin teşkil edecek bir biçimde düzenlenmiştir. Ancak, olası bir Osmanlı dağılmasının nimetlerinin sadece Ruslara bırakılamayacak kadar kıymetli olduğunu idrak eden Düvel-i Muazzama’nın diğer üyeleri Ayastefanos Andlaşması’nın Osmanlı aleyhindeki ağır hükümlerinin toplanan Berlin Kongresi ile tadil edilmesini kararlaştırmışlar; neticede birçok madde tekrar düzenlense de, bundan sonra Osmanlı Devleti’nin içişlerine müdahalede en önemli unsuru teşkil edecek olan ıslahat sorunu, 61. madde ile olduğu gibi bırakılmıştır.
Ermeni Meselesi artık siyasallaşmış ve Düvel-i Muazzama mensupları, özellikle de İngiltere ve Rusya arasındaki çekişme neticesinde uluslararası bir boyut kazanmıştır. Mevcut durumdan istifade etmek isteyen Ermeniler de bir adım daha atarak hızla yurt içinde ve dışında siyasi teşekküller kurmaya başlamışlardır. Bu teşekküllerin en önemlileri siyasi varlıklarını günümüze kadar sürdüren Hınçak (1887 yılında Cenevre’de kurulmuştur) ve Taşnaksutyun (1890 yılında Tiflis’te kurulmuştur) fırkalarıdır.
Oluşumlarında bariz bir Rus destek ve etkisinin görüldüğü bu teşekküller, Makyavelist bir yaklaşımla, salt büyük güçler arasındaki siyasi çekişmelerin nihai hedefleri olan Türk topraklarında bağımsız bir Ermenistan kurulmasına yetmeyeceğini, gayelerini gerçekleştirebilmek için kendilerine büyük güçlerin çifte standartlı yardımını sağlayacak başka vasıtalara da başvurmalarının elzem olduğunu kısa sürede anlamışlardır. Bu vasıtaların en önemlisi, sonuçlarından Türkiye Cumhuriyeti olarak yakın geçmişe kadar muzdarip olduğumuz şiddet ve terördür.
Her ne kadar nüfus içerisinde asla çoğunluğu teşkil etmemiş olsalar da Anadolu toprakları üzerinde hak iddia eden Ermeniler ile bu toprakların gerçek sakini Türk ve Müslümanlar arasında ilk ciddi olaylar 1890 yılında Erzurum ve İstanbul Kumkapı’da patlak vermiştir. Bu, Ermeni terör ve şiddet sinsilesinin ilk halkasıdır. Sultan II. Abdülhamid ve hatta kendisi de bir Ermeni olan Patrik Aşıkyan da dahil olmak üzere Osmanlı idarecilerine suikast teşebbüslerinden masum Müslüman halkın katledilmesine kadar geniş bir yelpazede cereyan eden Ermeni faaliyetleri, başarılı bir propaganda neticesinde, Batı kamuoyunda taraftar bulmuş ve II. Abdülhamid’in "Kızıl Sultan”, Türk halkının ise "masum Ermeni halkının katlinden sorumlu barbarlar” olarak nitelendirilmesinin amili olmuştur. 11 Mayıs 1895’de Sasun olaylarını müteakip Avrupa devletlerinin Osmanlı idaresine verdikleri notada, ıslahat yapılacak vilayetlerin Vilâyât-ı Sitte adıyla Erzurum, Bitlis, Van, Sivas, Mamûretülaziz ve Diyarbekir olarak belirlenmesi, her ayrılıkçı akımın ihtiyaç duyduğu coğrafi alan mefhumunun da Ermenilerin şuurunda yer bulmasını ve toprak iddialarının kendilerince meşru bir zemin kazanmasını hızlandırmıştır.
Batı dünyasına yönelik Ermeni propagandasında, vuku bulan şiddet olaylarının müsebbibinin II. Abdülhamid’in baskıcı rejimi olduğu iddiası, İttihad ve Terakki’nin iktidara gelişini müteakip yaşanan gelişmelerde de görüleceği üzere asılsızdır. İmparatorluğun hızla parçalanmakta olduğunu gören İttihadçıların II. Meşrutiyet’in başlarında iyi niyetli "ittihad-ı anâsır”ları uğruna Ermeni komiteleri ile birlikte hareket etme arayışları, fayda vermemiştir. Ayrılıkçı isyanlar gün be gün artmakta, İmparatorluk kan kaybetmektedir. Üstelik, Osmanlı topraklarında gözü olan iki hasmın, Çar II. Nicholas ile VII. Edward’ın, 1908 yılında, Reval’de, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımı hususunda anlaşmalarıyla Rusya ve İngiltere arasındaki çekişmeden yoksun düşen Osmanlı diplomasisinin harekat sahası hızla daralmaktadır. Türk entelektüelinin zihninde "son yurt Anadolu” özel bir hassasiyet kazanmaktadır. Fonda bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, Ermeniler işte bu topraklar üzerinde de asılsız bir şekilde hak iddia etmektedirler. Birinci Cihan Harbi, artık kırılma noktasıdır.
Osmanlı Hükümeti’nin Birinci Cihan Harbi’ne girme kararı almasının en önemli nedenlerinden biri, hızla akmakta olan kum saatini durdurarak İmparatorluğu Rusya’ya karşı koruyabilme endişesidir. Bu çerçeveden bakıldığında, Doğu’daki Ermeni azınlığın tasarrufları ayrı bir önem kazanmaktadır. Daha 1912 yılında, İstanbul’daki Rus büyükelçisi Dışişleri Bakanı S. D. Sazanof’a gönderdiği raporunda, "Van, Bâyezid, Bitlis, Erzurum ve Trabzon konsoloslarımızın bildirdiklerine göre bu vilayetlerdeki Ermenilerin hepsi Rusya tarafındadırlar ve bizim ordularımızı bekliyorlar...21 Kasımda Bâyezid konsolosunun bildirdiğine göre, bütün Ermeniler Türkiye’ye karşı düşmanca tavırda bulunuyorlar ve Rusya’nın protektörlüğünü, Ermeni topraklarını işgal etmelerini bekliyorlar. Ermeni Patriği Rusya’ya Türkiye’deki Ermeni halkını kurtarması için yalvarmaktadır.” demektedir. 1914 yılına gelindiğinde, Ermeni komiteleri de Türkiye’deki şubelerine şu tâlimatı vermişlerdir: "Rus ordusu sınırdan ilerler ve Osmanlı ordusu geri çekilirse her tarafta birden eldeki vasıtalarla başkaldırılacaktır.
Osmanlı ordusu iki ateş arasında bırakılacak, resmî binalar bombalanacak, iaşe depolarına sabotajlar düzenlenecek; aksine Osmanlı ordusu taarruza geçerse Ermeni askerleri Ruslara katılacak ve silah altına alınanlar kıtalarından kaçarak, Türk birliklerinin geri cephelerine zarar vermek ve ülke içinde çeşitli olaylar çıkarmak için çeteler kuracaktır.”
Nitekim, savaşın başında Doğu Cephesi’nde yaşanan gelişmeler aynen yukarıdaki raporlarda öngörüldüğü şekilde seyretmiştir. Ermeniler, seferberlik ilan edildiği 3 Ağustos 1914 tarihinden itibaren ordudan kaçmaya başlamışlar; Türk askerlerine karşı Zeytun’da silahlı saldırı tertip etmişler; Rusya’ya göç ederek Ruslar tarafından Türk ordusuna karşı savaşmak üzere oluşturulan çetelere katılmışlar; Rus ordusunun 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu üzerine başlattığı taarruzu müteakip de birçok vilayette isyan çıkarmışlardır. Bu Ermeni isyanları arasında en büyüğü ve aralarında tehcir kararı da bulunmak üzere sonuçları açısından en önemlisi, Van’daki isyandır.
Van ve çevresinde memur ve jandarmalar öldürülmüş, karakollar ve Türklerin evleri saldırıya uğramış, resmî binalar yakılarak isyan bütün Van bölgesine yayılmıştır. Osmanlı hükümetinin seferberlik ilânından itibaren dokuz ay boyunca iyi niyetle ve küçük tedbirlerle işi çözmeye çalışması fayda etmemiş, Ermeniler konusunda köklü tedbirler alma lüzumu gün geçtikçe önem kazanmıştır. Bu tedbirlerin en önemlisi, tehcir kararıdır. İşte bu makale tehcir sürecinin nasıl işletildiği üzerinde duracak ve gerçeğin Ermeni propagandası tarafından sunulan manzaradan tamamen farklı olduğunu gösterecektir.
Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU

24 Mart 2015 Salı

ASIRLIK YILINDA ÇANAKKALE; Cemal ÇALIŞKAN

ASIRLIK YILINDA ÇANAKKALE
Cemal ÇALIŞKAN

      Çanakkale savaşları, 
İstiklal harbinin bir ön sözüdür. 
              Osmanlı ordusuna ve komutanlarına güven kazandırmış, yeniden nefes aldırmıştır. Maddi güce karşılık inancın zaferi olmuştur. Komutanların bir sözüyle kendilerini ölüme atan Türk askerini ve onların komutanı Mustafa Kemal ve diğer Paşaları tarihe yazdırmıştır.  Bu Paşalar ve askerleri olmazları oldurmuş, dünyanın saygısı kazanılmıştır. Bu savaş “ inancın top ve tüfeği yenebileceğini ”göstermiştir. Ruhun çeliğe zaferini göstermiştir. İngiliz generalin sözüyle Çeliğe karşı et ve kemiğin savaşıdır”
             Çanakkale destanının yüzüncü yılını yeniden anımsarken Osmanlıya bağlı kalan, geleceğini bu topraklarda gören Müslüman ve Müslüman olmayanların ruh ve gönül birliğiyle ortaya koydukları bir destanın yazılmasıdır. Bu destanı sadece Müslümanlara bağlamak, bu kavgayı dini boyutuyla ele almak eksik olur. Kahramanların çoğunluğu Müslümanlar olsa bile, azınlıklarında BU KAHRAMANLAR ARASINDA unutmayalım.
             Bu Savaşın asıl gayesi, yüzyıllardır yaşadıkları toprakları vatan yapmış, ev bilmiş insanların evlerini korumak, yaşadıkları yerleri düşmanlara teslim etmemek için verdikleri kutsal bir mücadelenin şanlı zaferidir. Tarihi romanlarda çevrilen filmler hiçbir vakit sesli ve sözlü okunan şiirler 1914-1916 yıllarındaki bu milletin yaşadıklarını ve milletin haleti ruhiyesin aksettirmekten acizdir. Bu kanlı harbi görmemiş ve yaşamamış olanlar ancak bu kurgulanmış filmleri izleyerek babalarını, dedelerini ve kardeşlerinin neler yaşadıklarını verdikleri mücadelelerine öğrenebilir, gösterdikleri kahramanlıklardan duygulanarak gözlerinden yaşlar dökmelerine bir katkı sağlayabilir. Buda balı kavanozun dışından yalamakla eşdeğer olur.
            İşte bayrak için, yaşadıkları ev mesabesinde olan vatan için canhıraşına verdikleri mücadeleyi bugünkü konforu yaşayan bizlere ve nesillere anlatmak çok zor olsa da, yollarını bulmada belki yol gösterebilir. Bunu yapabilirsek belki haklarını helal edebilirler. Bugün asırlardır üzerinde yaşadığımız bu topraklar gökten bize zembille hediye edilmediğini, bu toprakları almak bugüne kadar elde tutmak için ne bedeller ödendiğini ve ödenmeye devam edildiğini bilinçle gençlerimize yazılı ve görsel yollarla gerçekleri yazılarla öğreterek işin ciddiyetini fark ettirebiliriz. Yoksa ormandaki yaşlı kurdun haline döneriz. Yaşlı bir Kurt Ormanda bulduğu bir demir parçasını ağzına alır, çiğnemeye başlar. Yanına gelenler ağzındaki akan kana bakarak hayret ederler. Yaşlı Kurt kendisine aval bakan hayvanlara “ gücümü görmüyor musunuz? Demirden bile kan akıtıyorum”  der. Bazı siyasetçiler getirisi götürüsüne bakmadan her ağzına geleni söyleme alışkanlığından vaz geçmeli, esir gürlemeyi bırakmalıdır. Gücümüze yaraşanı yapmalıdır. Geçmişin hamaset duygusu içeride prim yapsa da geçerli bir siyaset olmaz. Enver Paşa çok zeki ve cesur olmasına karşı yanlış hesabını canıyla devletiyle ödemiştir. Tarihten ders almayı unutmayalım. Sonra düşmanlarımız gözümüzün yaşına bakmaz. Fitne kutusunu yeden açarlar. Geriye hayvanlar gibi boğuşan Anadolu insanları kalır.
            Çanakkale milletin ortak ruhunun cephede düşmanların karşısında yumruklaştığı en önemli tarihi belgedir. Bu birleşme cephede ve cephe gerisinde yediden yetmişe geleceğini bu bayrak altında yaşamayı kabul etmiş insanların canhıraş verdiği mücadelenin kahramanlık heykelinin dikilmiş halidir. Mübarek Çanakkale topraklarına ziyarete gidenler bir kitabe ararlar. Çoğunluk kitabelerdeki yaş ortalaması 15-30dur. Gözler şehitlerin memleketlerine baktığında Anadolu’nun her bölgesinden her evinden şehitlerin adres ve isimleriyle karşılaşırlar. Bu kahramanlar ”Bir güneş olup bir hilal uğruna batarken, Sarı kamışta yaşadıklarını da bir acı tebessümle hatırlamışlardır. Bu savaş esnasında zaman bulurlarsa bir siyah beyaz resimleriyle kendilerini hatırlamamız için mektuplarında ebedîleştirmişlerdir. Tokat, Kayseri, Konya, Galatasaray, Sivas, Erzurum ve Kastamonu Liseleri 1924-15 yılarında mezun vermemiştir. 
           Zamanımızdaki gençler bunu bir düşünsünler.
           Kayseri’den bir genç öğretmen Hasan Ethem öğretmenlik yaparken bir taraftan da hukuk tahsili yapmaktadır. Çanakkale’de savaş arasında bir derenin kenarında dinlenmektedir. Okunan Ezanla anasından gelen mektubu okur. Sonra cevaben valideciğim, çamaşır filan istemem paralarım duruyor. Allah razı olsun. Diye yazar. Bitince dereden abdest alır. Namaz kılar. Namazı ardından Allahtan “ Ya rabbi bu toprakları sen Türklere verdin, Yine Türklere bırak. Vatanı kurtarmak için gelmiş askerleri ve vatanı sen koru. Diye dua eder. İşte bu çocuklar cimadan meydana gelmiş değil, bunları gönülde döllenmiş, gönül çocukları ve gençleridir. İşte kültürümüzde” bel evladından yol evladı evla oluyor. Bunların himmeti, Allah olduğu için bunlar Tek başlarına bir ordu gibi davranmışlardır.
            Bu savaşın tarih belleğinde yer alan önemli olanı Mustafa kemal paşanın idare ettiği “57. Alaya şunları söyler: Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar gelecek zaman biriminde yerimizi başka birlikler ve komutanlar alabilir. Der. Bu birliğin yaş ortalaması 24tür. Son ferdine kadar tabur imamı dâhil şehit düşerler. İngiliz generali Liman fon Sanders bu savaşa “çeliğe karşı, etin kemiğin savaşı” der. 
            Şehitlerimizin ruhu bizimle olsun. 
          Rahmet onlara.

18 Mart 2015 Çarşamba

SİNMEDİ, KORKMADI açıkça söyledi Mustafa Altıoklar’ın erdemli savunması, Naci KAPTAN

SİNMEDİ, KORKMADI açıkça söyledi
Mustafa Altıoklar’ın erdemli savunması
“Tayyip Erdoğan için ” Narsistik kişilik bozukluğu var, 46 raporu vermek lazım”
” Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır. Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır”, Mart 17, 2015
Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun…
Mustafa Altıoklar’ın, Tayyip Erdoğan için “Kişilik bozukluğu var, 46 raporu vemek lazım” sözleri mahkemeye taşınmıştı. Mustafa Altıoklar’ın davadaki savunması ortaya çıktı
Ünlü yönetmen Mustafa Altıoklar Cnn Türk Aykırı Sorular programında Başbakan Tayyip Erdoğan için “Narsistik Kişilik Bozukluğu” olduğunu söyleyerek “Kendisine rapor vermek lazım 46 raporu” ifadelerini kullanmıştı.
Başbakan Erdoğan için kullandığı ifadeler için mahkemede savunma yapan Altıoklar’ın Erdoğan için söylediği ifadelereden geri adım atmadı. Altıoklar, hakaret etmediğini bir doktor olarak teşhis koyduğunu söyledi.Oyuncu Levent Üzümcü Altıoklar’ın savunmasını Twitter’dan paylaştı…
İŞTE ALTIOKLAR’IN SAVUNMASI
SAYGIDEĞER YARGIÇLAR,
Ben bugün burada bir hakaret davasından yargılanırken savunmamı DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ kavramı üzerine kurmayacağım. HAYIR… Ben aslında bugün burada bir SAVUNMA YAPMAYACAĞIM… Bugün ben burada sizlere bana daha 24 yaşındayken verdiğiniz resmi bir görevi hatırlatacağım ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI’nın 27.maddesinden bahsedeceğim.
ANAYASAMIZ’ın 27.maddesi; “ Herkes, bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkına sahiptir.” Demektedir.
Bendeniz, 1984 yılında İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden mezun olmuş, bir hekimim. (BELGE 1). Mezuniyetimi takip eden hafta hekim olarak mesleki kariyerime başladım. Henüz 24 yaşındayken sizler gibi hâkimler ya da savcılar karara bağlayacakları dosyaları tarafıma göndererek davalarıyla ilgili şahısların akıl sağlığının yerinde olup olmadığına dair raporlar talep ettiler. Benim ve benim gibi pratisyen hekimlerin, dikkatinizi çekerim psikiyatri uzmanları değil, pratisyen hekimlerin verdikleri kanaat raporları doğrultusunda adaletin gereğini yerine getirdiler. Bizler o akıl sağlığı raporlarını vermeyecek olsak kanun önünde suçlu sayılabilirdik. Özetle şahsımın verdiği kanaat raporları sizlere ışık tuttuğu için yargıya varabildiniz. Şimdi ise o günlerin üzerinden tam otuz yıl geçti ve değirmende değil, hekimliğimin yanı sıra yazar ve yönetmen olarak iştigal ettiğim karakter analizleriyle ağarmış saçlarımla, artık epeyce tecrübeli bir hekim olarak vardığım Narsisistik Kişilik Bozukluğu kanaatimden dolayı “şüpheli” sıfatıyla karşınızdayım. Söz konusu şüphe ise hakaret ettiğimdir. Savcılık makamı iddianamesinde “Akıl hastalığına vurgu yapılması, eleştiri ve düşünce özgürlüğü sınırlarını aşarak hakaret suçu teşkil etmektedir.” Demektedir. Her şeyden önce akıl hastalığına hakaret demek, akıl hastalarına hakarettir. Ben sözlerimde hakaret unsuru bulmamaktayım, eleştirmeye niyet dahi etmedim, hele hakaret yoluyla suç işlemeye kastım hiç olmadı. Çünkü ben teşbih yapmadım, teşhis koydum. Müştekide Narsisistik Kişilik Bozukluğu olduğunu söylerken ne bir benzetme, ne bir yakıştırma, ne bir aşağılama düşüncem olmadı. Hekimlik etiği hastalarının durumlarını alay konusu yapmaz, aşağılamaz, hele hakaret amaçlı asla kullanmaz. Biz hekimler tababet ve şuabatı sanatlarının tarzı icrasına ehliyet almadan önce bu madde üzerine de and içeriz ve içtik. Davaya söz konusu olan açıklamamda ise aynen meslektaşlarım olan Türk Tabipler Birliği mensubu hekimlerin duyduğu kaygıyı kamuoyuyla paylaştım.
“ Bizler hekimiz. İnsanın bin bir ruh halini, bin bir duygu durumunu biliriz. Başbakan Erdoğan’ın duygu durumundan endişe duyuyoruz. Fevkâlâde endişe duyuyoruz. Kendisi, çevresi, ülkemiz adına endişe duyuyoruz. Endişemizi kamuoyuyla paylaşıyoruz.”
(BELGE 2)
Bakın ben sadece altı yıllık tıp fakültesi eğitimi almakla kalmamış, 1987-1991 yılları arasında Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Ana Bilim Dalı’nda Araştırma Görevlisi olarak akademik kariyer yapmış uzman bir bilim adamıyım. (BELGE 3). Bu belgeyle ve Anayasa’nın 27.maddesine göre “bilimi serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma hakkı”na fazlasıyla sahibim. Yayma hakkıma sahip olduğumu ben değil sizlere kılavuzluk eden T.C. Anayasası söylemektedir. Bu kanun maddesinden açıkça anlaşılabileceği gibi, doktor kimliğimle tıbbi kanaatlerimi açıklarken, örneğin; ilk cumhurbaşkanımız Mustafa Kemal Atatürk’ün sol göğsünde, Çanakkale’de aldığı şarapnel yarası nedeniyle ömrü boyunca yanık skarı taşıdığını, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’nün sağır olduğunu, yine Cumhurbaşkanlarımızdan Süleyman Demirel’in obes olduğunu, Başbakanlarımızdan Bülent Ecevit’in parkinson olduğunu söylememle veya Şafak Pavey’de extremite yoksunluğu; Meclis Başkanvekili Sadık Yakut’ta vitiligo varlığı ya da sabık Başbakan’ın uzaktan gördüğüm kadarıyla omurga sorunundan bahsetmem hakaret sayılmazken; bir psikiyatrik kanaat teşhisimin hakaretten sayılması esas itibariyle ikirciklidir. Müşteki vekilleri; “müvekkilimiz Altıoklar’a sormamıştır ki kendi akıl sağlığını. Bu nedenle açıklamaları hakarettir demektedir.” Oysa Recep Tayyip Erdoğan yolda düşse, ilk müdahale edenlerden biri ben olurum. Doğru tedaviyi uygulamadan önce de kalp krizi nedeniyle mi, inme indiği için mi yoksa sara nöbetinden dolayı mı düşüp düşmediğini teşhis etmem gerekir,.Ve bu teşhisi koyarken hastanın bana sormasını da beklemem. Beklersem suç sayabilirsiniz. Çünkü durum acildir. Davamız konusu olan teşhisim de acil bir durumun önlemi olarak kamuoyuyla paylamıştır. Bununla birlikte içinde bulduğum çevrede kuduz hastalığı taşıyan bir vaka teşhis etsem, hem müdahale etmek, hem de kamuoyuna bildirmekle yükümlü olduğumu yasalar söylemektedir. Çünkü burada kamuoyunun sağlığı söz konusudur. Davamızda da kamuoyunun akıl ve bedensel sağlığı tehlike altında olduğu için yetkili kuruluşları uyarmak üzere teşhisimi açıkladım. Teşhisim koruyucu hekimliğin gereğidir. Bunlarla birlikte bir doktorun kamuoyuna mal olmuş, her gün defalarca televizyon başta tüm medya organlarında karşılaştığı şahsiyetlerle ilgili fiziksel hastalık teşhisinin olağan ama psikiyatrik hastalık teşhisinin suç unsuru sayıldığını yazan bir kanun maddesine yazılmamış Magna Carta dâhil hiçbir kanun kitabında rastlayamazsınız. Fiziksel hastalıklarla ilgili teşhis koymam ve rapor vermem suç teşkil etmezken, akıl hastalığıyla ilgili teşhis koymam suç olamaz. Müştekinin doktor yorumu yapmamı hakaret sayarak şikâyet etmesi , narsisistik kişilik bozukluğu teşhisini doğrulamaktadır. Çünkü narsisistik kişilik bozukluğunun en temel teşhis kriterlerinden birisi de eleştiriye tahammülsüzlüktür.
NARSİSİSTİK KİŞİLİK BOZUKLUĞU
Bu noktada Sayın mahkemenin müsadesiyle şikayetçi tarafından hakaret olarak addedilen narsisisistik kişilik bozukluğu hakkında özet bir bilgi vermek isterim. Karar yüce Türk adaletinindir. Narsisistik kişilik bozukluğunun temel özelliği büyüklenmecilik ve üstünlük duygusudur. Tüm dünya Psikiyatristlerinin kabul ettiği DSM-IV tanı ölçütlerine göre, bir kişiye narsisistik kişilik bozukluğu denebilmesi için aşağıda verilen kişilik özelliklerinin beşinin bulunması yeterlidir: (BELGE 4)
1. Kendisinin özel, eşi bulunmaz ve herkesten çok daha önemli olduğunu düşünür.
2. Sınırsız başarı, güç, zeka, güzellik ve yetenekleri olduğunu sürekli deklare eder.
3. Üstün, seçilmiş ve ilahi kuvvetlerce vazifelendirilmiş olarak bilinmeyi bekler.
4. Kendilerine hayrandır. Çok beğenilmek ve sürekli dışardan onay görmek ister.
5. Herşeyi yapmaya hak kazanmış ve özellikle kayırılacak bir kişi olduğunu düşünür.
6. Kendi çıkarları için, amaçlarına ulaşmak için başkalarının zayıf yanlarını kullanır.
7. Empati yapamaz, başkalarının duygularını ve gereksinimlerini tanımaz.
8. Her başarılıyı kıskanır ya da başkalarının kendisini kıskandığına inanır.
9. Küstah, kendini beğenmiş davranış ya da tutumlar sergiler.
Narsisist kişi her yaptığının mükemmel olduğunu düşünür. Eleştiriye duyarlılık ve kırılganlık narsisitik kişilik yapısının en belirgin özelliklerindendir. Narsisistik kişi kendini aşırı değerli hissettiği için eleştirilmeye karşı çok duyarlı ve kırılgandır. Şikayetçi Erdoğan da kırılgandır. Bir doktor teşhisini şikayet ederek dava açtığına göre, belli ki epeyce kırılmıştır. İşte kendisi için de, yakın çevresi için de, ülkemiz için de, içinde yaşadığımız coğrafyamız ve hatta dünya için de endişelerimiz bu noktadan kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede şikayetçi Erdoğan’ın bir sonraki celseye teşrif etmesini, sizlerin huzurunda, sizlere ve şikayetçi olduğu bendenizin gözetiminde şikayetinin derinindeki dinamikleri, nereden rencide olduğunu anlatmasını talep ederim. Bununla birlikte şikayetçinin şikayetlerini ve dinamiklerini dinlemek ve bilirkişi heyet raporu vermek üzere, tarafsız bir üst kurum olan Türk Tabipler Birliği’ni temsilen bir psikiatristler heyetinin yüce mahkemenize gelerek gözlem ve inceleme yapmasını talep ederim. Böylelikle şikayetçi için kullandığım “narsisistik kişilik bozukluğu” kavramının bir teşhis mi, yoksa teşbih mi olduğu konusunda yüce mahkemenizin karara varmasının da daha adil olacağını düşünmekte olduğumu bildiririm. Hal böyle olunca özetle şikayetçi Recep Erdoğan’ın bu mahkemeye gelmeyecek olursa, tam teşekküllü bir hastanede söz konusu belirti ve bulgulara sahip olmadığının belgelenmesini, aksi halde hatalı teşhis ve beyanda bulunduğumu kabul edeceğimi açıkça beyan ederim. Kısaca, Recep Erdoğan’ın akıl sağlığı durumunun bilirkişilerce rapor edilmesini talep ederim.
SON SÖZ:
Yüce mahkemenizin, hekim olan şahsımı, bu davayla suçlu bulması halinde tarihe geçeceğini düşünmekteyim. Şöyle ki; “hakaret davası” olarak anılan bu davada, dava konusu olan bir hakaret söz konusu değildir. Çünkü ben bir teşbih yapmadım, teşhis koydum. Teşhis koyan bir hekimi yargılayan bu mahkeme, hakaret davasına baktığı için değil, teşhis koyan tıp bilimini yargıladığı için tarihe geçecektir. Saygılarımla…
(Gönderen: Naci KAPTAN, İzmir-18 Mart 2015)

13 Mart 2015 Cuma

Ahmet Şimşek Eğitim Kurumları Kurucusu Ahmet Şimşek'in, Eğitimde Değişim Süreci nedeniyle yaptığı açıklama: “Kolejde okumak her gencin hakkıdır.”

Ahmet Şimşek; 
“Kolejde okumak her gencin hakkıdır.”
Ahmet Şimşek Eğitim Kurumları Kurucusu Ahmet Şimşek, “Eğitimde değişim süreci” nedeniyle ailelerin kafalarının karışık olduğunu, “Çocuğuma, nerede ve nasıl bir eğitim aldırmalıyım?” şeklindeki soruların yanıtlarını bulmak için çabaladıklarını söyledi.
Gözden kaçırılmaması gereken asıl konunun öğrenci mutluluğu olduğunu vurgulayan Ahmet Şimşek, “Ailelerin kafası karışık. Çocuklar ne şekilde, hangi eğitim kurumunda mutluysa, hangi ortamda iyi okuyor, seviliyor ve etrafına gülücükler saçıyorsa onu seçsinler ve çocuğun hevesini kırmasınlar.”dedi.
“Ezberci öğrenciler yetişiyor.”
Bir okulun, müfredat dışında sistemler geliştirmesi gerektiğini de sözlerine ekleyen Ahmet Şimşek, “Çocuğu disiplin, kültür, sanat ve teknoloji bakımından iyi yetiştirmek gerekir. Biz bu nedenle sosyal etkinlik kulüplerine çok önem veriyoruz. Etkinlik kulüpleri birer oyun kulübü gibi görünse de öğrencilerin yeteneklerini ortaya çıkartıyor. Bizim öğrencilerimiz yüksek tavanlı 18 kişilik sınıflarda çocuklar tıbbın kabul ettiği oksijeni alıyor. Bir öğrenci ihtiyacı olan oksijeni alamazsa, öğretmenin verdiğini anlayamaz ve öğrenemez. Çocuklara robot gibi ezber yaptırılıyor, ezberci öğrenciler yetişiyor. Onlara düşünce imkanı vereceksiniz, düşünerek çalışacaklar. Biz öğrencilerimizi bu kriterlere göre yetiştiriyoruz. Çocuklarımız ezbercilikten uzak, mükemmel yetişiyorlar.” dedi.
 “Yabancı dile önem veriyoruz.”
İlk günden beri yabancı dile çok önem verdiklerini, temel hedefin yabancı dil eğitiminde fark yaratmak olduğunu, konferans salonuna kurulan dev görüntü ve ses düzenekli Görsel Projeksiyon sistemini yüzlerce öğrenciyle buluşturduklarını da anlatan sözlerine ekleyen Ahmet Şimşek, “Amerika’ya gittim, orada bu sistemi inceledim ve materyallerini getirdim. Bu sistemde Yabancı Dil bölüm başkanlarımız, uzmanlarımız ve öğretmenlerimiz perde başına geçerek ders anlatıyorlar. Öğrenciler de, yabancı dil dersini sinema salonunda film seyreder gibi canlı, yaşayarak, hep bir arada izliyorlar ve eğlenerek öğreniyorlar. Bu derslere veliler de davet ediliyor. Onlar da çocuklarının İngilizce derslerindeki başarılarına şahit oluyor. Görsel Projeksiyon Sistemiyle üstün ve mükemmel yabancı dil eğitimini Türkiye’de ilk defa biz uyguluyoruz. Sadece İngilizceyi değil, Almancayı da çok iyi öğretiyoruz.”dedi.
 “Öğrencilerden kamu giderlerini alıyoruz.”
Eğitimde kar amacı gözetilmemesi gerektiğini de sözlerine ekleyen Şimşek şunları söyledi; ”Kolejde okumak her gencin hakkıdır. Biz öğrencilerimizden devlete ödenen zorunlu kamu giderlerini alıyoruz. A sınıfı bir kolej olmamıza rağmen fiyatlarımız D sınıfı kolejlerden daha düşüktür. Üstelik ailelerin zorlanmaması için, ödemeleri taksitlendiriyoruz.” 

7 Mart 2015 Cumartesi

ACI GERÇEKLER...Prof. Dr. Celâl ŞENGÖR

ACI GERÇEKLER...*
Prof. Dr. Celâl ŞENGÖR
Türkiye’de ahlâk düşüklüğü ayyuka çıkmıştır. Ben bu kadar değişik toplum içinde bulundum, çalıştım, gezdim; ahlâk seviyesi Türkiye’deki kadar düşük bir toplum görmedim. Ahlaksızlık özellikle Özal’la birlikte yukarı doğru hızlanmış, AKP döneminde adeta dikine yükselişe geçmiştir.
Cehaletin Eserleri: 
Bu toplumun hemen hiçbir değeri kalmadı: Tek değer, kişilerin ve/veya grupların hak etmedikleri şeylere uzanmak için olabilen her yolu denemesinin en makbul marifet sayılmasıdır. Türkiye rüşvet ve hırsızlıkta Avrupa birincisi, dünya dördüncüsüdür. Dünya ülkeleri arasında cahillik düzeyiyle en ön saflarda yer alıyor, dünya üniversiteleri arasında adı anılabilecek ilk 500 arasında hiçbir üniversitesi yoktur. Başta Cumhurbaşkanı ve Başbakan olmak üzere devleti yönetenlerin hakkında bulunan suç dosyaları nedeniyle dünya birincisidir (Kemal Baytaş, Sözcü 13 Şubat 2011). İçeri atılan gazetecilerin sayısıyla dile gelen aykırı fikre tahammülde, nihayet İran ve Çin’in bile gerisine düşerek sondan birinciliği kaptı.

Gün geçmiyor ki ırzına geçilen kadın, cinsiyet nedeniyle veya töre denen ahlaksızlıklar yüzünden öldürülen kız ve kadın haberleri gazetelerimizde, televizyonlarımızda yer almasın. En son öğrencilerimizi hatta devlete ait kurumlar ve devletin memurları eliyle harcamak, onların hayatlarını karartmak sıradan olay oldu, bunları yapan ve kötü niyetleri artık her gün dile gelen akıl ve beceri fakirleri devletin ve hükümetin güvencesi altına alındı. MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural Bey bu konuda devlet görevlilerinin «tatmin olduk» sözlerinde suç ortaklığının dile geldiğini televizyonlardan haykırdı.

Tüm bunlar ne zaman oluyor? Muhafazakâr değerlerimizin şahlandığı, Atatürk’ün getirdiği akılcılıktan hızla uzaklaştığımız bir dönemde; bunun öncülerinin üç ay sonra halktan %40’ın üzerinde oy alacağı iddia ediliyor. Türkiye halkı tamamen keçileri kaçırdı mı, yoksa bu ahlaksızlıklar zümresi onun gerçek değerlerini mi yansıtıyor? Bence ne biri ne diğeri... Halk o kadar cahilleşti ki, yaptığı şeylerin veya kendisine yapılanların çoğunun ahlâksızlık olduğunu, bu ahlâksızlıkların er veya geç kendisini zarara uğratacağını, çoluk-çocuğunu süründüreceğini göremez hale geldi, safsatayla uyutulmayı tercih eder oldu.

Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur veya şehirlerini şekilsiz gökdelenlerle doldurup oraları «modernize» ederek yaşanmaz hale getirir ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir. Kendi tarihinden habersizdir. Aslında ne dilini, ne dinini bilir, ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır. Muhteşem Yüzyıl diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, devletinde Amerika’dan gelen gümüşün ilk enflâsyonu başlattığını bilmez (çünkü Avrupalı «gâvur» dünyayı keşfederken, muhteşem [!] padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, dünyayı öğrenelim diyen Pirî Reis‘in kafasını vurdurmaktadır).

Muhteşem (!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna "softa şekâveti" denir). Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem (!) Süleyman devrinde aldığımız gibi (I. Viyana bozgunu: 1529), Hint Okyanusuna her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yeyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük (!) padişah efendimizin devrindedir. Gene onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554’te Hindistan’da karaya vuran büyük (!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı. Elâlemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı! Büyük (!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı I. François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir. Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı? Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?

Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa‘yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu. Artık yeter! Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan âlim pozlu, ukalâ tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi. Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz? Cehalet tüm fenalıkların anasıdır. Biz de o anayı besleyip duruyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz. Artık yeter! Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.

1. Kanuni’nin torunu kadın düşkünü III. Murat’ın devrinde Osmanlı akçesi birdenbire değerinin yarısını yitirmişti. Yani devlet aniden yarı yarıya fakirleşmişti (1593 enflasyonu).
2. Kadırga nedir bilmiyorsanız, yakında Deniz Müzesi gene açılacak, gidin görün. Fatih’in kadırgalardan oluşan 140 parça muhteşem (!) Osmanlı Donanması, 4 tane Ceneviz gemisini İstanbul muhasarasında Marmara’da durduramamıştı!

Prof. Dr. Celâl ŞENGÖR
Bilim Teknoloji (Cumhuriyet) sayı:1258