6 Mayıs 2017 Cumartesi

SİLİVRİ MEKTUBU & İSRAİL İZLENİMLERİ!, Nilgün Güresin (Sessiz Çoğunluğun Gazetesi; EKONOMİK DURUM)

SİLİVRİ MEKTUBU
Nilgün Güresin
80’li yıllarda yoğun bir iş haftasının  bitiminde şehirden uçarcasına kaçıp, gittiğim Silivri’ye neler olmuş böyle? Beton yığınlarının arasına sıkıştırılmış bir kasaba olmuş Silivri.  “İstanbul nasıl değiştiyse, Silivri’de öylesine kimlik değiştirdi işte” diyebilirsiniz. Ama benim aklımda ve kalbimde yer etmiş olan Silivri’nin denizindeki sularda, kendimi adeta atarcasına bıraktığım billur bir hafiflik, masmavi bir renk, kumsalında ise binlerce deniz kabuğu, istiridye ve benimle yarış eden balıklar vardı.  Evimiz de sanki bu tarife uygun olsun diye seçilmiş gibi Semizkumlar bölgesindeydi. İstanbul sıcaktan kavrulurken, insanı serinleten o esinti ile kendinizi cennette sanırdınız. Geceleri hafif, hafif yaprak hışırtılarını   duyarak uykuya dalmanın tadına doyum olmazdı.  
Etiler’den sabah 7.5, 8 gibi yola çıkılır; 1 gidiş, 1 gelişli E5’e girilir; Topkapı, Florya, Kumburgaz, Küçükçekmece, Büyükçekmece, Silivri ve Semizkumlar’a  2 saatte varılırdı. Bu yolculuğun benim için en keyifli yönü Büyükçekmece’den hemen sonra ana yolun tam sağından itibaren başlayan, iki taraflı o uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarının olağanüstü görüntüsüydü. Gözlerime ilaç olurdu o sapsarı tarlalar. Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh buralara gelmiş ve eşsiz manzaradan esinlenmiş olmalı diye düşünürdüm.  Semizkumlar E 5’in sahilindeydi ve ev sayısı ise bilemediniz 20-25 kadardı.
Ay çiçeklerinin İngilizce adı olan Sun Flower bana her zaman daha anlamlı gelmiştir. Van Gogh’a ilham olan bu müthiş bitki yüzünü daima güneşe döner; aya baktığını ben hiç görmedim. Bu dingin, sakin, huzurlu ve mutlu küçük sahil kasabasında gündüz ayçiçekleri ile sohbetler yapılırken, geceleri de avaz, avaz şakıyan ağustos böcekleri ve kurbağalarla danslar edilirdi. Ninni gibi gelirdi ağustos böceklerinin sesleri.
***
Hey gidi Silivri hey…
Şimdiki kuşaklar seni bambaşka tanıyorlar. Hapishaneler kasabası mı desem; şikeler yurdu mu? İmajın ve algının her şeyi yönettiği bu devirde senin adın cezaevleri ve mahkemelerle anılır oldu. Deniz kurudu. Balıklar öldü. İstiridye kabukları kırıldı, bozuldu. Ayçiçekleri önce boyunlarını büktüler, sonra da soldular. Hüzün, huzurun yerini aldı.
Aslında nasıl insanların ruhları varsa, binaların da, mekanların da ruhları olduğuna inanırım. Hani bir yere gittiğinizde kendinizi rahat hissederken, bir başka yerde huzurunuz kaçar ya. Kötü   enerji sizi sardı gibi gelir. Kıpır, kıpır olur, bir türlü yerinizde oturamazsınız. Yurt dışında ve özellikle Paris’te yaşarken sık, sık sokakları arşınlardım.  Çok eski bir   şehirdir Paris. Orada hemen her binanın bir öyküsü vardır; binanın dışında da yazar hatta. Örneğin,  “Bu bina 1881’de şu önemli toplantıya sahne olmuş; şu kişiler, şu antlaşmayı bu binada imzalamışlardır” gibi.  Tarihe sahne olmuş bu mekanlar böylece asla ölmez ve öldürülemez. Gelecek kuşaklara miras olarak bırakılır. Bu binaları yıkmak kimsenin aklına da gelmez. Binaların içine ve oradan da avluya girer, tarihsel enerjiyi hafızama kaydederdim. Yüzyıllardır ayakta kalabilmiş, öyküsü demode olmamış, olmadığına inanılmış bu mimari anlayışının benim ülkemde de olmasını dilerdim. Geleneksel olduğu için değil; bazı insani değerleri korumak ve daima hayatımızda kalabilmelerini sağlamak için.
25-30 yılda, kısacık bir zaman dilimi sonrasında Silivri artık benim gençliğimin Silivri’si değil.  Oraları tanımıyorum bile. Halbuki yazları koşarak gittiğim o huzurlu sahil kasabasını unutmamayı ve hayatıma anlam katmış tarihlerin benden bir, bir koparılıp alınmamasını isterdim.
Bugün ne yazık ki İstanbul’un Kadıköy semti de aynı alınyazısını yaşıyor. 14-20 katlı beton binalar rant uğruna daracık sokaklara dikiliyor. İstanbul’u çok sevdiğini söyleyenlere hatırlatmak isterim: Silivri’yi unutmayın.
***
İSRAİL İZLENİMLERİ!
Nilgün Güresin
Ocak ayının büyük bir bölümünü İsrail’de geçirdim. Turist olarak ikinci gidişimdi İsrail’e. İlki 2007 yılındaydı. Paris’ten İstanbul’a yeni kesin dönüş yapmıştım. Bir taraftan, 20 yıl sonra doğduğum kente yeniden dönmüş olmanın sevinci ve heyecanını yaşarken diğer taraftan kendimi artık Avrupalı hissediyordum. Benimsediğim batı      değerlerini, yaşam tarzını, kadın eşitliğini, düşünce ve basın özgürlüğünü sembolize eden Avrupalı bakış açısı ile çevremi gözlemliyor,  değerlendiriyordum. Ve neyse ki artık 2007’lerde bizim havalimanlarında da bellerinde kalaşnikoflu askerler cirit atmıyordu; İstanbul bir ölçüde de olsa sivilleşmiş, kafalar demokratikleşmişti. Şimdilerde olduğu gibi kimse kimsenin yaşam tarzına, kıyafetine henüz sataşmıyor, sosyal baskı uygulanmıyordu. 
Dolayısıyla 2007’de Tel Aviv havalimanına indiğimde en çok dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden husus her adım başında dikilmiş silahlı askerlerdi. Yurtdışından gelen her yolcuyu-ne milletten olursa olsun- sorguya çekiyorlar ve valizler didik, didik aranıyordu. Güvenlik adına bile olsa batılı bir Türk olarak yadırgamıştım.
***                                  
İsrail 10 senede çok değişmiş. 2017’nin  İsrail’i olgunlaşmış, kendine güveni daha bir artmış. Sokaklar dingin, insanlar güler yüzlü, yaşantıları mütevazi ve mutlu. Bizde olduğu gibi caddelerde birbiriyle yarış eden bol miktarda en son model özel cip, Mercedes, BMW görgüsüzlüğüne rastlamıyorsunuz; ancak taksilerin tümü Mercedes, pırıl, pırıl tertemiz ve bakımlı. Şoförleri de öyle; hemen hepsi İngilizce biliyor. Restoran tuvaletleri de keza, tertemiz. İsrail kendisine her an yönelebilecek terör tehlikesinin farkında  olmasına rağmen en azından Tel Aviv havalimanı ve sokakları sivilleşmiş. Bir Orta Doğu ülkesi olmasına rağmen halkı batılılaşmış. Askerleri sadece Kudüs’te görmek mümkün. Özellikle büyük şehirlerimizde ve bazı turistik bölgelerimizde de gördüğümüz zengin-yoksul farkı İsrail’de pek yok. Turizmin önemini kavrayan İsrail kapılarını önyargısız her ülkeye açmış. Hem Tel Aviv ve hem de Kudüs’teki müzeler, restoranlar, kafeler her milletten insan dolu. Ören yerlerinde,  Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı ve Holokost Müzesi’nin önünde uzun kuyruklar var; Müslüman’ı, Hiristiyan’ı, Yahudisi kuyrukta. İnsanlık adına hoş bir manzara. Bugün din adına yapılan kavga, gürültü, kışkırtma ile alay edercesine. Tel Aviv’in hemen güneyinde bulunan ve Osmanlı’nın izlerini taşıyan sahil köyü Yafa, Arap restoranları, sokak satıcıları, antikacılar ile cıvıl, cıvıl. Arap usulü humus, nohut köftesi felafel ve bizim Ege otlarına benzeyen meze tabaklarına doyum olmuyor. Yine İsrail’in Yahudisi ve Arabı bir arada, çoluk, çocuk yemekte.  Bu sahneler bizim medyada niçin yer     bulmaz acaba?
Ben İsrail’de hiçbir zorluk çekmedim, bilakis Türk olduğumu duyan İsrailliler  telefonlarına sarılıp bana Antalya’da,   Marmaris’te çekilmiş tatil fotoğraflarını gösterdiler. Ah şu politikacılar olmasaydı diye düşündüm. Halkları kışkırtan da, önyargıları körükleyenler de, bizleri birbirimize düşman edenler de hep siyasetçiler. Tabii halklar da akıllarını başlarına alsınlar ve bu kışkırtmalara pas vermesinler, değil mi?
Olurda Tel Aviv’e yolunuz düşerse Sanat Müzesi’nde çok önemli bir Empresyonist Ressamlar koleksiyonu var. Neredeyse Paris’teki Monet Müzesi ile rekabet edecek kadar zengin. Nazilerden, Kanada’ya, Amerika’ya kaçarken bazı değerli mallarını da yanlarında götürebilen Doğu Avrupa Yahudileri bağışlamış tüm resimleri. Hatta Müzenin kurulmasına öncülük ederek tüm varlığını müzeye bağışlayan aile de Kanadalı.
***
İsrail ile ilgili yazacak çok konu var. Çölün, çöl kumunun üzerine okaliptüs ağaçlarını, portakal ve gül bahçelerini nasıl diktiklerini, beslediklerini ve yaşattıklarını yazmaya 2 sayfa yetmez. Dolayısıyla her şeyi yoktan var etmek için inanılmaz bir toplumsal ruh ile gece, gündüz çalışmış – ve hala da aynı tempoda çalışan - insanların ülkesinde doğa mucizesi ve ileri teknoloji olmaz da ne olur? Yoktan var ettikleri ülkeyi canları pahasına savunmalarını beklemek ise ancak doğaldır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder