29 Mart 2018 Perşembe

"BİZE DOĞUM KONTROLÜ KENDİLERİNE ÇOCUK TEŞVİKİ!" Gazeteci-Yazar: Dr. Yurdagül ATUN

BİZE DOĞUM KONTROLÜ KENDİLERİNE ÇOCUK TEŞVİKİ!

Dr. Yurdagül ATUN

Geçtiğimiz günlerde facebookta bir arkadaş, KKTC nüfusunun artırılmasına yönelik talepleri eleştirmiş, zengin memlektlerde yaşayanların az çocuk yaptığını veya az çocuklu ülkelerin zengin olduğunu yazmış.

Hani bize okullarda öğretilen pasta hikâyesi.

Sayımız ne kadar artarsa pastadan alacağımız pay azalır dedilerdi bize.

Biz korktuk, payımız azalmasın diye çok çocuk yapmadık, yapanları kınadık. Aklımıza hiç, “ya çoğaldıkça pay azalıyorsa, niye o kalabalık daha fazla pasta yapmasın, illaki bir pastanın tepesinde verilecek dilimi beklesin?” demek gelmedi.

Lafı dolandırmayalım; 1970’li yılların sonunda Türkiye’ye doğum kontrolcü geldi. Çıkınında her tür yöntem mevcuttu. Bırakın hastaneleri, her mahallede “aile planlaması” merkezleri kuruldu. Bu sayede her kadın, kendine uygun yöntemle hamilelikten korunuyordu. Doğum kontrol hapları, spiraller, prezervatifler, iğneler, tüp bağlatmalar, o an için dünyada hangi teknik varsa hepsi… İnanmayacaksınız ama hepsi bedavaydı. Zengin-fakir herkes bu merkezlere gidip, korunma yöntemini seçiyordu. Televizyonlarda, okullarda aile planlamasının gerekliliğine dair açıklamalar yapılıp, bu yöntemlere ulaşmanın kolaylığı anlatılınca, köylüsü kentlisi doğum kontrolüyle tanıştı, Türkiye’nin güneydoğusu hariç!

Ne hikmetse güneydoğu bu kampanyanın dışında kaldı. Doğum kontrolüne yönelik birkaç cılız bilgilendirme yapıldıysa da, kimse takmadı, doğum kontrolcüler de ısrarcı olmadı!

Dedim ya, çok çocuklu olmak ayıptı! Hiç unutmam, bir komşumuzun kızı annesinin üçüncü çocuk isteğine şiddetle karşı gelerek, “ne o öyle, köylüler gibi… Ben arkadaşlarımın yüzüne bakamam, okulu bırakırım” demiş, anne de çaresiz bu düşünceden vazgeçmişti. Sadece komşunun kızı değil, ben de öyle düşünüyordum. Okulda öğretmen kaç kardeşsiniz diye sorduğunda üç yerine, “iki kardeşiz” demiştim, kınanmaktan korkarak.

Özetle; Bu, nüfusumuzu kontrol altında tutma planı, BM kaynaklı, milyonlarca doları bulan bir kampanyaydı ve kimsenin de aklına “sen bize bu parayı niye veriyorsun? Neden biz bu parayı doğum kontrolünün dışındaki sağlık hizmetlerinde kullanamıyoruz?” diye sormak gelmedi. Kampanya çok başarılı oldu, doğum kontrolü bilinci oturdu ve bugün nüfus azalan oranda artsa da Türkiye hala 2,2 seviyesinde doğurganlık oranına sahip.

**
Bugün Avrupa ülkeleri dünyada doğum oranı en düşük ülkeler arasında. Avrupa Birliği’nin 501 milyon olan nüfusunun 2050’de 454 milyona düşeceği ve AB’de çalışma çağındaki nüfusun yüzde 18 azalacağı tahmin ediliyor. Avrupa’da şuan ortalama doğurganlık sayısı 1,59 civarında. Fransa Ulusal Demografi Çalışmaları Enstitüsü'nün 2017 raporuna göre, "çocuksuzluk oranı" Kuzey Avrupa'da yüzde 15, Batı Avrupa'da ise yüzde 18 civarında.

Bu durumda Avrupa ülkeleri çareyi çocuk sayısını arttırmakta buldular. Ki zaten Papa doğum kontrolüne tümden karşı. 1968’de yayımlanan Humanae Vitae başlıklı papalık genelgesinde yasaklanan doğum kontrolü, “ ahlaken kabul edilemez” bir uygulama. Nitekim İsveç basınında geçenlerde yer alan bir yazıda da, “doğum kontrolü dağıtan hemşirelerimiz, rasgele seksin amigoluğundan fazlasını yapıyor. " deniyor.

“Doğum kontrolü insan hakkıdır” derken, kişilerin istedikleri kadar çocuk sahibi olmasının da en temel haklardan olduğunu unutan ve Hristiyan olmayan nüfusu azaltmayı misyon edinen BM ise doğum kontrol yöntemleri sayesinde, her yıl üç milyon çocuğun ölümden kurtarıldığını savunuyor lakin BM’nin ağır topları nüfusu artırmanın peşinde.

Nitekim genç nüfus ve toplam nüfuslarının azalmasından endişe eden birçok ülke farklı teşvik yöntemleriyle, doğum oranını artırmak için çaba harcıyor. Bazen hükümet, bazen de özel şirketler devreye giriyor. Dünyada çiftleri çocuk yapmaya özendirmeyi amaçlayan uygulamalara bir göz atalım;

İsveç 1,5 olan doğurganlık hızını kadın başına 1,7 çocuğa çekmek için 15 ay ücretli doğum izni veriyor.

İngiliz hükümeti ilk çocuk için 84 sterlin ve diğer çocuklar için 55 sterlin veriyor. Ayrıca eğitimine devam eden çocuklar bu yardımdan üniversiteye kadar faydalanabiliyor. Yani 3 çocuk yapan bir İngiliz ailesi yıllık 7 bin lira civarında devletten yardım alabiliyor.

Avrupa Birliği’nin yapı taşlarından Almanya, vatandaşına 25 yaşına kadar bakıyor. İlk iki çocuk için 184 Euro yardım yapan ülke, üçüncü çocukta bu fiyatı 190 Euro’ya çıkarıyor. Üç çocuktan fazlası için ise her bir çocuğa 215 Euro veriyor.

Ailelere eğitim ve konut yardımında bulunan Fransızlar zengin veya fakir ayrımı yapmadan tek çocuk için 320, iki çocuk için 430, 3 çocuk için 540 Euro veriyor.

Ortalama doğurganlık oranı 1,3’ün altına inen İspanya, doğum yapan kadınlara 2 bin 500 Euro destek sağlıyor.

Nüfusu her yıl 700 bin azalan Rusya’nın devlet başkanı Vladimir Putin, vatandaşlarını çocuk yapmaya teşvik etmek için “her doğuma 6 bin dolar” kanununu çıkarmış. Putin’in çocuk kampanyasında, yaz kamplarında özel çadırlar, grup evlilikleri ve "Üç çocuk yapmak istiyorum" yazılı tişörtler de var.

Danimarka, Hollanda ve Finlandiya erkeklere de 2 buçuk ay izin veriyor. Ve hatta 2012 yılında anaokulları, Danimarkalı ailelere bir teklifte bulunmuş: "Biz çocuklarınıza iki saat daha bedava bakarız ama siz de gidin çocuk yapın."

Komşumuz Güney Kıbrıs ikinci çocuktan sonra gelen her çocuk için 20 bin lira civarında yardımda bulunuyor.

Bir dönem çiftlere "iki çocukta durun" çağrısı yapan Singapur hükümeti de, ülkedeki anne-babalara, ilk ve ikinci çocukları için 8 bin dolar, daha fazla çocuk için de 10 bin dolar veriyor. 2012 yılında ise bir rap şarkısı üzerinden kampanya yürütme kararı alınmış. Şarkının sözlerindeki, "Ben vatansever bir kocayım, ben vatansever bir kadınım, yurttaşlık görevimizi yapıp bir yaşam üretelim" ifadeleri mühim.

Nüfusun yaklaşık beşte birinin 60 yaşında ya da daha büyük olduğu Küba'da, yeni doğan bebeklerin büyükanne ve büyükbabalarına da ücretli izin veriliyor.

Ukrayna nüfusu, 20 yılda 52 milyondan 45 milyona gerileyip, BM tahminlerine göre, 2050 yılında bu sayı 30 milyonun altına ineceği öngörülünce, Ukrayna yönetimi, birinci çocuk için 4 bin, ikinci çocuk için 7 bin, üçüncü ve daha fazla çocuk için 14 bin dolar yardımda bulunmaya başlamış durumda. Devlet, 5 ya da daha fazla çocuğu olan ailelere ev dahi hediye ediyor. Ve 5 çocuk doğuran bir anne, bin 500 dolar hediyenin yanı sıra "Milli Kahraman" unvanı alıyor.

Bu teşvikler meyvesini verdiği taktirde Avrupa’nın nüfusunda belli bir artış yaşanacağı açık. Ekonomiye katkı koyacak insan gücünün azalmasıyla dıştan göç alması kaçınılmaz olan Avrupalıların doğurganlık sayısını artırmaktan başka şansları olmadığı istatistiklerle ortaya konunca Avrupalı ailelerin daha fazla çocuk sahibi olması gerekiyor zira Avrupalının, yaşlı nüfusu ölüme terk etmek zorunda kalacağı günler yakın. Ki, vakti olana, İngiltere’deki yaşlı bakımevlerinin durumunu ve sağlık sistemindeki çöküşün nedenlerini incelemelerini tavsiye ederim.

Şunu da son söz olarak ekleyeyim; Kimin kaç çocuk yaptığı/yapacağı beni zerre kadar ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıs Türklerinin sayısının artmasına dair korkuları ve bu sayının –dünyada örneği yok- 1/4 oranına sabitlenme ısrarı. Bırakın ekonomik kalkınmayı, yok olmamak için nüfusun artmasına ihtiyaç duyulurken, bazı kişilerin nüfus denilince yumruklarını sıkmalarının ne manaya geldiğini yazacak değilim. Ama diyorum ki, yeter Rumların lehine çalıştığınız. Bir kere de ortaya Kıbrıs Türkleri lehine faydalı bir maslahat koyun! Türkiye’den adaya göç edenlerin sayısı artmasın diyorsanız, dünyada örneğini göreceğiniz politikalarla Kıbrıs Türkünün sayısını artırmaya bakın. İster çocuk sayısını artırarak, ister yurtdışındaki Kıbrıs Türklerini adaya çekerek… Karar sizin…
Afrin Harekatı neden gerekliydi?
Dr. YURDAGÜL ATUN
Afrin Harekatı, KKTC de dahil, dünyanın birçok yerindeki Türkiye düşmanlarını rahatsız etti. “İşgal” olarak göstermek isteyenler de oldu, sivil halkın katledildiği yönünde algı operasyonu yürütenler de…
Öncelikle şunu söyleyelim; Afrin asla ve asla bir işgal harekatı değil bir zorunluluktu, tıpkı 1974 gibi…
1974’te gerçekleştirilen Barış Harekatının neden gerekli olduğunun açıklamasını bir başka yazıya bırakarak, Afrin’e dönelim. Afrin Harekatı, çok iyi yönetilmiş ve dünyada eşi benzeri olmayan bir harekattı zira Türk Silahlı Kuvvetleri, dünyada hiç görünmedik şekilde, sivilleri ayıklayarak
rasyonel bir strateji ile ilerledi. Zaten harekatın uzun sürmesinin nedeni buydu. Amerika gibi, şehre tepeden bombalar yağdırıp dümdüz etseydi, hem üç günde bölgeyi tüm terörist unsurlardan temizler, hem de hiç askeri zayiat vermezdi. Nitekim Türk istihbaratının teröristle halkı ayırma konusunda
gösterdiği büyük başarı, harekatın nokta atışlarla ve en az zayiatla başarıya ulaşmasına neden oldu. Türkiye’nin iradesini gören PYD de çareyi, ABD ve Rusya’ya söve söve kaçmakta buldu.
***
Gelelim harekatın neden gerekli olduğu meselesine; Kaynak sormazsanız, size ilk ağızdan duyduğum bilgileri aktaracağım.. Gerçi bir kısmı herkesçe bilenen şeyler ama onun dışında çok önemli ayrıntılar var. Şimdi arkanıza yaslanın;
Bilindiği üzere Afrin, Suriye’deki iç savaşın başlamasıyla birlikte YPG’nin kontrolünde. Bölge terörist Kürt gruplar tarafından, yasadışılığın ve uyuşturucu ticaretinin merkezi olmuş. Gazetelerde de okuduğumuz üzere, binlerce dönüm araziye uyuşturucu imalatında kullanılan bitkiler ekiliyor.
Uyuşturucunun kontrolü terör örgütü ağalarında. Oturdukları malikaneler dünyanın hiçbir yerinde rastlamadığınız lükse sahip. Bölgeye uyuşturucu hap imal eden fabrikalar kurulmuş ve bu fabrikalardan Afrika ülkeleri başta olmak üzere dünyanın tüm ülkelerine sevkiyat yapılıyor. Burada
üretilen/işlenen uyuşturucular, Güneydoğu’nun teröre teslim olması ve kontrol zafiyetinden ötürü açılan tünellerden kolayca diğer ülkelere ulaştırılabiliyor(du.) Uyuşturucu baronları, Güneydoğu’da başlayan temizlik operasyonları, ardından da Zeytin Dalı Operasyonu nedeniyle yeni güzergah
bulma peşine düştü. Yeni plana göre uyuşturucu, Kaibe Köyü ve Azez Siccu üzerinden Mersin Taşucu’na ulaştırılacaktı ancak alınan önlemler PYD’li uyuşturucu tacirlerinin planlarına darbe vurdu.
Şimdi konuyu biraz daha genişletelim; Güneydoğu’da, 1983 yılından itibaren hız kazanan terörün nedeni aslında bu ticarete yol açmak. (Hani eşikyalı dizide olduğu gibi.) Terörist unsurları destekleyen ABD, ticaret kanallarını açık tutmak adına kontrolsüz bölgeler yaratma peşinde.
Güneydoğu’ya “özerklik”, diğer Ortadoğu ülkelerine “özgürlük” adı altında silaha davranması ve Kürtleri de bu yönde manipüle etmesi tam da bu yüzden. ABD’nin, PYD <https://www.sabah.com.tr/haberleri/pyd>'ye verdiği silahların 4 bin TIR'ı geçtiğini hepimiz biliyoruz. ABD’nin, utanmayı atarak, hiç çekinmeden Türklerin önünden geçirdiği konvoylarda, üstü kapalı tırlar, iş makineleri, personel taşıyıcı araçlar da vardı. Peki ABD Kürtleri çok sevdiği için mi destek verdi? Onun için mi iş makineleri, tırlar gönderdi silahların yanında? Tabi ki değil. Ticaretinin yürütülebilmesi için tünellerin kazılması, sevkiyatların sürmesi gerekiyordu. Yukarıda da söylediğim gibi, ABD, kendinin kontrol edebileceği insanlarla iş yapmak istedi, Kürtlerin zayıf noktalarına dokundu, “özerklik” sözü verdi. Onlar da ABD’nin, kara kaşlarına, kara gözlerine yardım ettiğini sandı, yanıldıklarını anlamak kendilerine pahalıya maloldu.
İşte tam bu noktada Türkiye yapılması gerekeni yaptı. Türkiye için büyük tehlike arzeden Afrin bölgesini terörist unsurlardan temizledi, uluslararası uyuşturucu masasını çökertti. Türkiye’yi bölünmekten kurtardı.
Tabi ki bu örgütlerin ABD’de olduğu kadar Avrupa’da da bağlantıları vardı.
Bu dostlar da Afrin Harekatını işgal harekatı olarak göstererek, Türkiye’yi durdurmayı denediler. Ajanlar gönderdiler, kara propagandalar yaptılar.
Irak savaşından, Suriye’deki katliamlardan, Arap Baharı günlerinden fotoğrafları çıkarıp servis etmeye çalıştılar ancak gerçeklerin er-geç ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğunu ve masum Afrin halkının, Türk askerine kucak açacağını hesap edemediler.
Merak edenler için son söz; Türkiye Afrin’i işgal etmedi, orayı yönetmek niyetinde de değil. Kısa zamanda bölgede üçlü olması muhtemel bir yönetim kurulacak ve Afrin halkı kendi kendini yönetecek. Afrin’i yeniden imar etmek için kollarını sıvayan Türkiye’nin tek amacı, Afrin ve sınırlarına tehlike arzeden diğer bölgelerde güvenlik çemberi oluşturarak toprak bütünlüğünü korumak. Sınırlarımız, hilal şeklindeki güvenlik çemberiyle korunacak, teröriste göz açtırılmayacak. Şimdi elinizi vicdanınıza koyun, Erdoğanafobiyi bir kenara bırakın ve düşünün Allahaşkına; Afrin Harekatı emperyalist güçlere karşı yapılmadı mı? 50 yıllık vesayetin sona erdirilmesi suç mu? Gerekli değil miydi? Kimleri niçin rahatsız etti? Anlı şanlı ünlü solcular, nasıl oldu da ABD ile aynı çizgide buluştular?
Bunların cevabını verebildiğimiz an PKK’nın da, PYD’nin de, DAEŞ’in de kimin kuklaları olduğu ve Türkiye’nin masumiyeti ortaya çıkacak.
...........................................
*Sevgi ve Saygılarımla*
*Dr. Yurdagül Atun*

27 Mart 2018 Salı

İMAM MATURİDİ’YE GÖRE DİYANET- SİYASET AYRIMI Sönmez KUTLU

İMAM MATURİDİ’YE GÖRE:
 "DİYANET- SİYASET AYRIMI" 
Sönmez KUTLU

Din-Siyaset ilişkisi, doğuda ve batıda tarih boyunca sorun olmaya devam etmiş ve siyasi hakimiyetin kime ait olduğu sürekli tartışılmıştır. Ruhban sınıfıyla devlet adamları arasında iktidar mücadelelerin yaşandığı Batı dünyası, din ve devlet işleri birbirinden ayırmayı amaçlayan laiklik anlayışıyla birlikte soruna farklı bir çözüm üretmeyi başarmıştır. Bütün dünyayı etkileyen bu yeni durum karşısında Müslüman toplumlar, din-siyaset ilişkisini yeniden değerlendirmek suretiyle yeni çözümler üretmek istemişlerse de batı tipi bir laikleşme sürecinin dışında kalmayı başaramamış ve birbirinden farklı laiklik tecrübeleri üretmeye başlamıştır. Ancak İslam’da ruhbanlık olmadığı için, Hıristiyanlıkta olduğu gibi, ruhbanlarla devlet arasında hakimiyet veya iktidar mücadelesi yaşanmamıştır. Genelde din alimleri, siyasetin yanında ve çoğu kere de emrinde olmuştur. İslam’ın ilk dönemlerinde hakimiyet mücadeleleri Kureyş’in iki büyük kabilesi Haşimiler ve Emeviler arasında cereyan etmiştir. Daha sonraları, gerek sünniler gerekse şiiler, halifeleri veya imamları Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak görmüş, onlara sınırsız dinî, siyasi ve hukuki yetkiler vermişlerdir. Hatta Allah’a ait bazı sıfat ve isimler verilerek hiçbir makam tarafından sorgulanamayan dokunulmaz kişiler haline getirilmişlerdir.

İslam dünyasındaki kendine özgü laikleşme çabalarının en köklüsü ve en eskiye gideni Tanzîmât Fermanı’yla birlikte başlayan ve Türkiye Cumhuriyetiyle şekillenen Osmanlı tecrübesidir. Bugün Türkiye Cumhuriyetinde, diğer İslam ülkelerinden çok önce benimsenen ve uygulanmakta olan bir laiklik söz konusudur. Bu ayrım, hukuki, teolojik ve sosyolojik argümanlarla meşrulaştırılmaya çalışılmış olmakla birlikte, henüz tam olarak gerçekleştirilememiştir . Ancak bu meşrulaştırma teşebbüslerinde, Hilafetin kaldırılması ile ilgili Büyük Millet Meclisi’ni ikna etmek üzere bir konuşma yapan ve millî hakimiyet tezini işleyen Türk hukukçu Seyyid Bey’in görüşlerinde, her ne kadar doğrudan Mâturîdî’nin kendi eserlerine referans yoksa da, Hanefî-Mâturîdîliğin hukukî ve kelamî metinlerini referans aldığı ve sık sık atıflarda bulunduğu açıkça görülmektedir. Ancak Mâturîdî’nin eserlerine atıfta bulunmaması, eserlerinin elinde olmaması ve onları inceleme imkanı bulamamış olmasından dolayıdır. Yoksa mutlaka onlardan yararlanırdı. Çünkü görüşlerinin temellendirdiği diğer metinler, aslında Ebu Hanîfe ve İmam Mâturîdî(333/944)’nin yorumcuları veya takipçileri tarafından kaleme alınan metinlerdi. Biz, bu tebliğimizde, diğer Hanefî-Mâturîdî metinlere önemli etkileri olduğunu sandığımız Mâturîdî’nin bir kısım görüşlerini ele almak istiyoruz.

İmam Mâturîdî’nin görüşlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, dönemine kadar Din-Siyaset ilişkisinin dinî metinlerde ne şekilde ele alındığına ve dinî politik ekollerce nasıl anlaşıldığına kısaca değinmenin faydalı olacağını düşünüyoruz.

Kur’ân’da konuyla ilgili ayetler incelendiğinde Din-Siyaset ilişkisi açısından şu tespitleri yapmak mümkündür. Kur’ân, inanç, ibadet ve ahlak konularına doğrudan ve ayrıntılarıyla yer verirken siyasi konulara, evrensel nitelik taşıyan genel ilkelerin dışında herhangi bir belirlemede bulunmuş değildir. Örneğin Hz. Peygamberden sonra halife kim olacak, hangi şartları taşıyacak, devletin yapısı ve yönetim biçimi nasıl olacak gibi kurumsal siyasetin konularına ilgi duymaz ve her hangi bir açıklamada bulunmaz. Siyaset kadar diğer konuları da ilgilendiren bu temel prensipler, genel olarak, Müslümanların işlerinin kendi aralarında meşveret/danışma yoluyla çözülmesi[1], insanlar arasında adaletle ve hakkaniyetle hükmedilmesi[2], yetki sahiplerine itaat edilmesi[3], emanetlerin ehline verilmesi[4], insanlar arasında üstünlüğün takva ile olduğu[5] şeklindeki prensiplerden oluşmaktadır. Din-siyaset ilişkisinde en çok gündeme getirilen halife ve imam kavramları, iddia edildiği gibi, Kur’ân’da, siyasi otoriteyi elinde tutan kimse anlamında kullanılmamaktadır. Birincisi, özgür iradeli ve kendi adına güzel işler yapmaya namzet Allah’ın her bir kulu anlamına gelmektedir.[6] İkincisi ise, farklı farklı anlamlarda kullanılmakla birlikte, bu bağlamda insanlara örneklik ve önderlik yapan kişi anlamında peygamberlik makamı için kullanılmıştır.[7] Aslında bu tür kullanımlarda Peygamberlik makamının dahi bir sülale imtiyazı olmadığı, gönderilen elçinin sülalenin mensuplarına fazilet sağlamadığı ve diğerlerine karşı bir üstünlük kazandırmadığı son derece açıktır.[8] Ayrıca peygamberin seçildiği kabileye, peygamber kendilerinden çıktı diye, ölümünden sonra siyasi veya siyasi olmayan makamları ellerinde tutma imtiyazı da verilmiş değildir. Dolayısıyla hilafet ve hakimiyet meselesi, “ dinî olmaktan ziyade dünyevi ve siyasî bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin işidir. Onun içindir ki, nusûs-i şeri’yye’de bu mesele hakkında tafsilat yokdur.”[9]Dolayısıyla Kur’ân, siyasî ve hukukî konularda hakimiyet yetkisini tamamen insanlara bırakmış ve topluma ait işlerin insanî birikimin sunduğu imkanlardan faydalanarak toplum tarafından düzenlenmesini ve yürütülmesini istemiştir.[10]

Hz. Muhammed’in uygulama ve tavsiyelerinin, diğer konularda olduğu gibi bu konuda da, Kur’ân’ın ortaya koyduğu genel çerçeveyle uygunluk arzettiğini görmekteyiz. Bundan dolayı Hz. Muhammed, öldüğünde, kendinden sonra imam veya halife olacak kişiyi gizli veya açık olarak belirlememiştir. Hz. Muhammed’in, temizlik ve misvak kullanmaya varıncaya kadar son derece ayrıntılı konularda tavsiyelerde bulunmasına rağmen bu konuda, hiç bir açıklamada bulunmaması ve hadislerinde siyaset kelimesinin hiç kullanılmaması son derece anlamlıdır. Öyle anlaşılıyor ki, dünyevi işlerin düzenlenmesi toplumun tamamını ilgilendiren bir konu olduğu için, kendi yöneticisini seçme yetkisini bütün Müslümanlara ait bir hak olarak görüyordu. Bu yüzden, Hz. Muhammed, sahip olduğu hukuki ve siyasi yetkilerini başka birine asla devretmemiştir. Çünkü İslam’da, teolojik olarak, Hrıstiyanlıkta olduğu gibi dinî ve dünyevi otoriteyi elinde tutan ruhbanlık sınıfı yoktu. Eğer o, sahip olduğu yetkileri devretmiş olsaydı, böyle bir sınıfın oluşmasına sebebiyet vermiş olacaktı. Aslında Hz. Muhammed’in devlet başkanlığı misyonu, ilahi kaynaklı olmayıp, tamamen içinde yaşanılan sosyal ve siyasi gelişmeler sonucunda elde edilmişti . Başka bir ifadeyle, bu göreve layık görülmesi onun beşer olarak elde ettiği başarılarının ve bu konudaki kabiliyetinin sonucuydu. Hatta Peygamberlik gelmeden önce de, liderlik vasfını kullanarak ihtilaflı konularda hakemlik yaptığı bilinmektedir. Böyle görüldüğü için Müslümanlar, zaman zaman, Hz. Peygamber’in çeşitli konulardaki vahye dayanmayan kişisel görüşlerini eleştirebilmişler ve ona alternatif görüşler ortaya atabilmişlerdir. Bundan dolayı başta Kur’ân olmak üzere, kaynaklar Hz. Muhammed’i melik/kral vasfıyla tanımlamaktan kaçınmıştır.[11]Çünkü meliklik ve sultanlık, kuvvet, galebe, tağallüb, tasallut, kahır, istila veya cebir yoluyla elde edilir.[12] Halbuki Kur’ân, ” sen onlar üzerinde zorba değilsin”[13] diyerek onu bir kral veya melik gibi güç ve zor kullanmaması konusunda uyarmış ve onun ne insanların ne de Allah’ın vekili olmadığını açıkça bildirmiştir.[14]

Hz. Muhammed’in siyaset ve devlet başkanlığı konusundaki bilinen tavrına ve uygulamalarına rağmen, Hz. Ebu Bekir’in halife olarak seçimi sırasında “İmamlar Kureyştendir”[15], şeklinde bir rivayet nakledilmiştir. Bu sözde hadis, Müslümanların siyasi hayatlarını belirlemede son derece etkili olmuş ve çok erken dönemlerden itibaren Kureyş’in iki büyük kabilesi arasında iktidar mücadelesine sebep olmuştur. Ayrıca her iki Kureyş kabilesinin devlet başkanlığına karşı çıkan ve diğer Arap kabilelerinin de bu konuda hak sahibi olduğunu söyleyen Haricilerin ortaya çıkışını hazırlamıştır. Hariciler, dünyevi ve siyasi hakimiyetle hiç bir alakası olmadığı ve tamamen mutlak gücün ona ait olduğunu bildirdiği halde, “…Hüküm, yalnız Allah’ındır. .. ”[16] ayetine dayanarak “ Hakimiyet Allah’ındır.” demişlerdir. Allah’ın hakimiyetini Müslüman toplumlar vasıtasıyla gerçekleştirdiğine inanan ve kendilerini toplumun yerine koyan Hariciler, bu siyasi eğemenliği kullanma hakkına sahip vekiller olarak gördükleri için toplumsal otorite adına hareket etmişler[17]ve Emeviler ile Abbasiler döneminde İslam toplumlarını tehdit eden pek çok şiddet eylemlerine başvurmuşlardır.

Sonraki dönemlerde sahih kabul edilen ve hadis kitaplarına giren “İmamlar Kureyştendir” rivayetine dayanarak, sünni alimlerin hakimiyeti/hilafeti genel anlamda Kureyş’e tahsis ettiğini görmekteyiz. Şia ise, çoğunlukla, hakimiyeti Hz. Peygamber’in Fatıma’dan olan soyundan gelen 12 kişiye ait olduğunu ileri sürmektedir. Haricilerin Allah’ın hakimiyetini karizmatik bir topluma tahsis etmesi şeklindeki siyaset nazariyeleri bir kenara bırakılırsa, temelde İslam düşüncesinde birisi Şia’nın teokratik siyaset anlayışı, diğeri onlara bir reddiye ve cevap niteliğindeki Sünni anlayış olmak üzere iki farklı siyaset nazariyesi geliştirilmiştir.

Şiî-İmamiyye’nin imamet nazariyesine göre, İmamet konusu dinîn en temel konularından olup, insanların ihtiyarına ve seçimine bırakılması doğru değildir. Bu sebeple Allah’ın peygamber gönderdiği gibi her dönemde bir imam tayin etmesi kendisine vaciptir. Devlet başkanlığı makamına gelecek imam/imamlar, masum olup Kur’ân ve Hz.Peygamber tarafından nas ve tayinle önceden açıkça belirlenmiştir. Bunlar Hz. Ali ve onun Fatıma’dan olan soyundan toplam oniki kişidir. Hz. Peygamberden sonra, dinî ve dünyevî konularda siyasi ve hukuki yetki onların elindedir. İmamet, bir inanç esasıdır, dolayısıyla imamlara itaat dinen vaciptir. Şiî alimler, Hz. Ali’nin tayinini ispatlamak için pek çok eser yazmış ve yüzlerce ayet ve uydurma rivayetleri delil olarak kullanmışlardır. Şia’nın siyaset nazariyesi, hakimiyetin imamlara Allah tarafından verildiğini iddia ettiği için, bir çeşit teokrasi olarak görülebilir. Bu anlayış, İslam’ın siyasallaştırılmasıyla sonuçlanmıştır. Bir başka açıdan değerlendirildiğinde, Şiî siyaset anlayışı ile Tanrı’nın hukuki ve siyasi otoritesini temsil ettiğini iddia eden Katolik Kilisesinin anlayışı arasında benzerlikler vardır.

Sünnî Siyaset nazariyesine göre, imamların seçimi Müslümanların önde gelenlerine veya kendilerine bırakılmıştır. Dolayısıyla İmamların seçimi, Müslümanların ihtiyarı ve beyat etmesiyle gerçekleşir. Ancak onlar, hakimiyeti Kureyş kabilesinin mensuplarına ait görmekle Kur’ân’ın temel ilkesi olan Müslümanların eşitliği anlayışına ters düşmüşlerdir. Ayrıca iktidar tarih boyunca, veliaht tayini yoluyla veya güç ve silah yoluyla elde edilmiştir. Aslında Sünniler, hep Hariciler ve Şia’yı eleştirmekle meşgul olduklarından, hakimiyet sorunu ile ilgilenerek yeni bir siyaset nazariyesi geliştirememişlerdir. Genelde ilk dört halifenin tarihi sırasının fazilet sırası olduğunu ispat etmek ve her birinin halifeliğiyle ilgili delil olabilecek rivayetleri bir araya toplamakla meşgul olmuşlardır. Kimlerin imam olacağı Kur’ân ve Hz. Peygamber tarafından isim olarak değil ima ile belirlendiğini ileri sürerek Hz. Ebu Bekir’in imametin işaret eden pek çok delil getirmeye çalışmışlardır. Kısaca onlar içinde bulundukları devirdeki siyasi yetkinin kime nasıl devredilmesi gerektiği sorunuyla ilgilenmek yerine ilk dört halifenin meşruiyetini isbatlamaya ve onların iktidar dönemlerini bütün dönemler için örnek göstermeye çalışmışlardır. Öyleki Sünnî alimler, Emevi ve Abbasi iktidarına karşı ortak bir tavır dahi geliştirememişlerdir. Kimileri onları meşru sayarken kimileri gayri meşru saymıştır. Taftazânî, Celâlüdddîn Devvânî, Sadruşşerîa, İbn Teymiyye gibi sonraki dönem sünnî alimlerin siyaset nazariyesine getirdikleri Hilâfet-i Hakîkî ve Hilâfet-i Sûrî ya da Hilâfet-i Nübüvvet ve Hilâfet-i Ümmet şeklindeki yeni ayrımlar ise, meseleyi çözmeye yetmemiştir.[18] Bu ayrımı, “ Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı sultanlığa dönüşür.” şeklindeki hilafetin 30 yıl olduğunu bildiren bir hadisle temellendirmektedirler.[19] Böylece Hilâfet-i Nübüvvet’in artık bittiğini Hilâfet-i Ümmet’in olabileceği ileri sürülmüştür. Ümmetin halifesi olabilmek için milletin kendi arzusuyla seçilmiş ve beyat edilmiş olarak bu makama oturmak gerektiği şeklindeki hakimiyet-i milliyye fikri, XX. yüzyılda Seyyid Bey tarafından hukuki açıdan temellendirilebilmiştir.[20]

Sünnî düşüncede Hilâfet-i Nübüvvet’i tartışma dışı bırakmak üzere yapılan yukarıda zikredilen ayrımdan önce, kayda değer en önemli tartışmanın Mâturîdî tarafından “ Hilafetin Kureyşliliği” ile ilgili rivayet üzerinde başlatıldığını görmekteyiz. Bu rivayet genelde Sünni alimler tarafından her durumda doğru olarak kabul edilmiştir. Sadece Mâturîdî, son derece önemli değerlendirmeler yaparak ilk defa bir konunun siyaseten ve sosyolojik olarak doğru olabileceği, ancak diyanet açısından farklı olabileceği tezini ileri sürmüştür. Ancak Mâturîdî’nin pek çok konuda görüş belirtmesine rağmen bize ulaşan eserlerinde ve Mâturîdî edebiyatta onun Hilâfet/İmâmet konusundaki görüşleri ile ilgili yeterli bilgiye rastlanmaması son derece şaşırtıcıdır. Çünkü bizim burada üzerinde duracağımız Diyânet-Siyâset ayrımı ile ilgili görüşleri, ona nisbet edilenMakâlât adlı eserinden Nesefî tarafından aktarılmaktadır. Bu yüzden siyasî konulardaki görüşleri hakkında tam bir sonuca varmak ancak Te’vilât’ın yayımlanması ve İmâmet konusunda Karmatî ve Şiîlere yazdığı kayıp eserlerinin bulunmasından sonra mümkündür.

Mâturîdî’nin Kitâbu’t-Tevhîd’inde İmamet kısmının bulunmayışı oldukça önemli sorular akla getirmektedir. Acaba Mâturîdî, Diyanet-Siyaset ayrımı dolayısıyla bu konuyu hukuki eserlerinde mi ele almak istedi veya siyasî bazı endişeleri ve döneminin iktidarı ile aralarındaki anlaşmazlık dolayısıyla yazmak istemedi mi, ya da ömrü yazmaya kafi gelmedi mi ? Yazdıysa şayet neden bize ulaşmadı ? Hiç yazmadığı ve bu konuda bize hiçbir şeyin ulaşmadığı da söylenemez. Çünkü Te’vilât’ta ” Allah’a, Resulü’ne ve Ulü’l-Emr’e itaat edin.”[21] ayetinin yorumunda Ulü’l-Emr‘i Seriyye komutanları ve Fakîhler olarak yorumlama eğilimindedir. Aynı yerde Şîa’nın özelde Ulü’l-Emr‘i masum imamlar olarak yorumlamasına, genelde de İmâmet nazariyesine ciddî eleştiriler yöneltmektedir.[22] Bu da onun Te’vilât’ta konuyla ilgili diğer ayetlerin yorumunda önemli bilgiler vermiş olabileceğini akla getirmektedir. Bununla birlikte, gerek onun kayıp eserlerinden, özellikle Makâlât’ından alıntılarda bulunan Mâturîdî kaynaklarda gerekse de doğrudan yapılan alıntılarda Din-Siyâset ilişkisi konusuna Mâturîdî’nin özgün ve önemli bazı görüşlerine yer verilmektedir. Onun Diyânet-Siyâset ayrımıyla ilgili görüşünü, Nesefî’nin Tabsıratu’l-Edilleadlı eserinde, “İmâmetin Kureyşliliği” rivayeti ile ilgili tartışmalar bağlamında Mâturîdî’den yaptığı uzunca bir alıntıdan öğrenmekteyiz.

Daha önce ele alındığı gibi, ” İmâmların Kureyşten olması” rivayeti konusunda her mezhep mensubu, birbirinden farklı görüşler ileri sürmüştür. Hariciler, bazı Mürciiler ve Mutezile’nin çoğunluğu hariç, diğer mezhep mensupları bu rivayeti devlet başkanlığı için kureyşten olmayı şart koştuğu şeklinde yorumlamışlardır. Ancak tespit edebildiğimiz kadarıyla, hiç kimse rivayetle ilgili Mâturîdî’nin yaptığına benzer bir yorum yapmamıştır. Mâturîdî, diğerlerinden farklı olarak, diyânet-siyâset ayrımına giderek bu rivayetteki Hilâfetin Kureyş’e tahsisini, diyâneten değil siyâsetendoğru olduğunu savunmuş ve bu görüşünü şöyle açıklamıştır: Dinî açıdan, imâm olacak kişinin öncelikle Allah’tan en çok sakınan, insanların problemlerini çözmede en basiretli ve onların yararına olan şeyleri en iyi bilen birisi olması gözetilmeli ve bu şartları taşıyan kim olursa olsun imâmet onu getirmek gerekir. Çünkü Allah’ın kitabında böyle istenmektedir: ” …. Muhakkak ki Allah yanında en değerliniz, Ondan en çok sakınanınızdır. ..”[23] Ayrıca malların ve ırzların emanet edileceği kişilerde takva özelliğinin aranması da, bunun delilidir. Çünkü bu görevi takva vasfı ile yerine getirebilirler. Bu bakımdan diyânet açısından gözetilmesi gereken şey takvadır.[24] Öyle anlaşılıyor ki Mâturîdî’ye göre, İmâmların Kureyş’ten olması fikri, ister Peygamberin sözü olsun ister sahabe böyle istemiş olsun, bu dinî olmaktan çok siyasî ve sosyolojik bir tercihtir. O’na göre böyle bir tercih iki önemli sebebe dayanmaktadır. Birincisi, İmâmet dinî bir yönü olmakla beraber daha çok idarî ve siyasî bir konudur. Bu yüzden imâm olacak kişinin takvanın yanısıra küçük düşürülmemiş ve nefret edilmeyen bir nesebe mensup olmasına ihtiyaç vardır; insanların kendilerini güçlü ve saygın olarak bildikleri bir soya verilmesi de bundandır. Ayrıca Kur’ân Kureyş lehçesiyle inmiş olması da bu konuda dikkate alınmalıdır. O halde şöyle bir sonuca varabiliriz: Nübüvvetin bir soyda, melikliğin başka bir kavimde devam ettiği bilindiğine göre, Diyânet ve Siyâset konusunda şu iki hususun gözetilmesi gerekir. Siyasî yetki kıralların elindedir, diyânet yetkisiise Nebilerin elindedir. Zaten Kur’ân’da bu ikisinin tek bir kavimde birleşmediğini bildirilmiştir: “ Musa’dan sonra İsrail oğullarının ileri gelenlerini görmedin mi? Peygamberlerine: “ Bize bir hükümdar gönder, (onun önderliğinde) Allah yolunda savaşalım.” demişlerdi….”[25] Durum böyle olunca Diyânet / Nübüvvet, o işi yürütebilecek kişiye verilir; İdare ve siyâset ise halk arasında saygınlığı ile öne çıkan şeçkin kabileye / kavme verilir. Diğer taraftan, soy ve nesebin, insanları iyi ve güzel davranışlara sevkeden, kötü ve çirkin davranışlardan uzak tutan şeylerden biri olduğu da bir gerçektir. Böyle kişiler emaneti daha iyi koruyabilirler. Ayrıca, alimler evlilik ve nikah konusunda Kureyş’i diğer kabile ve soylardan üstün gördüler. Başkalarını bu konularda onlara denk görmediler. Bu sebeplerden dolayı Resulullah, onlara bu şekilde davrandı. Hilâfetin durumu da aynı şekildedir. İmametin Kureyşe tahsisinin iki ayrı sebebi daha vardır. Birincisi, bütün kabilelerden böyle bir şeyi istemek son derece zor bir şeydir. Bundan dolayı tek bir kabileye tahsis edilmek suretiyle diğerlerinden bu ağır yükü kaldırdı. İkincisi, muhtemelen Hz. Peygamber, Müslümanların işlerini idare etmeye layık kimselerin sürekli var olacağını biliyordu.[26]

Mâturîdî’nin Diyânet-Siyâset ayrımı yapması ve birincisini Peygamberlere, ikincisini ise kıral/meliklere tahsis etmesi, dönemine kadar konuyla ilgili yapılmış tartışmalar ve ileri sürülen görüşlerle mukayese edildiğinde son derece önemlidir. Buradan hareketle Peygamberindiyânet/nübüvvet görevinin, Allah tarafından kendisine verilmiş bir görev iken, devlet başkanlığının ilahî bir misyon gereği olmayıp kendi siyasî ve ictihadi tercihi olduğu söylenebilir. Ancak o, bir kral, melik veya sultan değildi. Zaten başkanı olduğu devlet, bütün unsurlarıyla ve kurumlarıyla oluşmuş bir devlet değildi. Bu kurumlaşma ilk dört halife döneminde tamamlandı.

Mâturîdî’nin bu ayrımı, diğer görüşleriyle de uyum içindedir. Hatta hadisle ilgili diğerlerinden farklı bir sonuca varmasına, din-şeriat ayrımı, iman-amel ayrımı ve İctihadi nesih konusunda ortaya attığı görüşleri sebep olmuştur.

Mâturîdî, din-şeriat ayrımı fikrini Ebû Hanife’den alınmış olmakla biraber, bu fikri daha da geliştirmiştir. Mâturîdî, imanı din ve itikad olarak tanımlayarak din şerîat ayrımı yapar. Böylece akılla din arasında, şeriatla vahiy arasında bir ilişki kurar: ” İman dindir, dinler ise inanılan inançlardan ibarettir. İnançların bulunduğu ve varlığını kendisiyle sürdürdüğü yer kalptir. .. Tasdikin baskı ve cebir altında tutulamayan mahiyeti ise kalpte bulunan tarafıdır, çünkü imanın bu noktasına herhangi bir yaratığın tahakkümü nüfuz edemez.”[27] Geçmişte gönderilen bütün peygamberler ve nebiler tek bir din üzere idiler, yani Allah katın’da mutlak ve değişmeyen İslam dinî üzere gönderilmişlerdir.[28] Mutlak dinîn içerisine, dinîn tevhid, inanç esasları, ibadetin sadece Allah’a ait olması, Allah’a şükrün zorunluğu ve ahlaki ilkeler yer almaktadır. Akılla bilinmelerinin zorunlu olması sebebiyle, bunlara Akliyyât da demektedir. Te’vîlât’taAkliyyât’ı şöyle tanımlamaktadır: ” Akliyyât, araştırma ve inceleme sonucu ulaşılan tevhid bilgisi, Peygamber bilgisi ve diğer bilgilere denir”[29]. Bu kısımda hiçbir şekilde nesih olmaz. Çünkü bunlar, akılla da ortaya konulabilen ve isbatlanabilen değişmeyen gerçeklerdir. Şerîatler ise, peygamberden peygamber’e değişen ibadet şekilleri ve şeri hükümlerden oluşur.[30] Her peygamberin şerîatı ve ahkamı birbirinden farklıdır.[31] Bu kısım Peygamberin geldiği dönemin şartlarına ve toplumsal maslahatlara göre oluşturulan dinîn değişen toplumsal boyutunu ifade etmektedir.[32]Din, kalbin fiili iken, Şerîat diğer azaların filidir. Daha çok duyulara hitabeden haram-helal gibi hususları ilgilendirir. Bu bakımdan aklın güzel bulduğu şeylerden farklıdır. Şeriatte değişkenlik söz konusu iken, dinde değişmezlik ve süreklilik sözkonusudur.[33] Dinlerde nesih ve değişiklik veya bir önceki peygamberin şeriatine uymak söz konusu değildir.[34] Aslında belli dönemin şartları içerisinde şekillenen şerîatın, beşerî ve ilahî olmak üzere iki yönü vardır. Bu sebeple Mâturîdî, bir şerîatın kendi içinde de neshin olabileceğini kabul etmiştir. Fakat ona göre, nesih ” bir hükmün yürürlükten kaldırılma vaktinin açıklanmasıdır. Bu bir beda olmayıp daha önceki hükümle de çelişmez. Aksine belirli bir süre için konulmuş olan önceki hükmün süresinin bitmesi üzerine yine belirli bir süre için hükmün yenilenmesidir. …. Allah her hangi bir hükmün süresi bittiğinde geçiçi süresi belirli yeni hükümler ve şerîatlar koyar. Bunu da bazen bizzat kendisi kitabıyla, bazen de Resulü’nün diliyle açıklar.” [35]Bunun anlamı bir hükmün konulmasına esas oluşturan maslahatın ortadan kalkması durumunda hükmün de sona ermesi, ortaya çıkan yeni bir maslahat gereği yeni bir hüküm konulması demektir.[36]

Şerîatlerın oluşmasında, insanların farklı anlayışlarının ve değişen şartların önemli rolü olmasını kabul ettiği için olsa gerek, Şerîattaki her hangi bir hükmün varlık sebebinin ortadan kalkması veya süresinin sona ermesi durumunda beşeri müdaheleyle, yani ictihadla bir hükmün sona erdirilebileceğini ileri sürmektedir. Buna örnek olarak Hz. Ömer’in kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlara ( Müellefe-i Kulûb) zekatı iptal etmesini verir ve ayetten şöyle bir sonuç çıkarır: ” Bu ayette, hükmün uygulanmasına gerekçe oluşturan mananın/maslahatın yok olması sebebiyle ictihadla neshin olabileceğine dair bir delil bulunmaktadır.”[37] Mâturîdî’den önce ve sonra bu olay için ” ictihadî nesih” kavramını kullanan bir kimseyi tespit edemedik. Usûl kitaplarında, kıyasla nesih tartışılmışsa da, başta Mutezile olmak üzere pek çok kişi karşı çıkmıştır. Mâturîdî, bu konuda Mutezile’nin dahi kabul etmekte zorlandığı bir görüş ileri sürmüştür. Diğer yandan yukarıda bahsedilen anlamda şerî’ hükümlerde neshin ne zaman ve nasıl vuku bulacağını aklın yetkisine bırakmış ve şöyle demiştir: ” Nesihten kaçınmanın aklen imkansız hale geldiği durumlarda nesh caizdir, aklen nesihten kaçınmanın mümkün olduğu durumlarda ise caiz değildir.”[38]

Mâturîdî, iman-amel ayrımı yaparak İman’ı, hiç kimsenin sorgulayamayacağı ve kişinin kendi özgür iradesiyle gerçekleştireceği kalbin tasdiki olarak tanımlar. Bu alana hiç kimse müdahele edemez. Ameller ise imandan sonra emredilmiştir. Ameller, imanın bir parçası değildir. İman amelin sebebidir. Amel imanın sebebi değildir. İmandan sonra gerçekleşen ilkelerdir. İman konusunda bütün Müslüman ve müminler eşittir. Kureyşli bir müminle, Arap olmayan bir mümin arasında iman bakımından fark yoktur. İnsanlar arasında, üstünlük sadece takvayladır. Muhtemelen, imamların Kureşten olacağı rivayetini eleştirmesi, iman konusunda müminlerin eşitliği fikrini benimsemesinden dolayıdır.[39] Ayrıca Ebu Hanife’nin, Kureyş soyundan gelen ve kendilerini kabul ettirmeye çalışan Emevi ve Abbasilere halifelerine karşı olumsuz tavırları ve onlarla olan ilişkileri de, rivayetin toplumsal ve siyasi tecrübeyle uyuşmadığını göstermiştir. Bu da Mâturîdî’nin, ilgili rivayeti farklı anlamasına sebep olmuştur.

Kelami ve fıkhi görüşlerinde Ebû Hanife’den etkilenen Mâturîdî’nin siyasi görüşlerinin, kendinden sonrakilerce tam olarak anlaşılıp sürdürüldüğü söylenemez. Yalnız Ebû’l-Muîn en-Nesefî(508/1114), Ebû İshâk es-Saffâr el-Buhârî (534/1139), Ömer en-Nesefî (537/1142), es-Serahsî(571/1176), Sadruşşerîa es-Sâni (747/1346), İbn Hümâm (861/1457) ve diğer bazı fakih ve mütekellimler, satır aralarında da olsa, onun görüşlerinden etkilendikleri sezilmektedir. Özellikle Seyyid Bey üzerinde en fazla etkili olan Hanefî fakihi İbn Hümam’ın hilafet tanımını burada kaydetmek istiyorum. O, hukuki açıdan, hilafeti “ Müslümanlar üzerinde genel tasarruf hakkına sahip olmak”[40], yani Müslümanların işlerini yürütmek üzere kazanılan genel yetki veya vekalet olarak tanımlamaktadır. Bu tanımdan anlaşılıyor ki, İbn Hümâm “ Hilafet, Hz. Peygamber’e halef olarak Müslümanların dinî ve dünyevi işlerinde genel başkanlıktır.” şeklinde kelami bir bakış açısıyla Taftazânî tarafından yapılan tanımı kabul etmemektedir. Gerek Mâturîdî’nin, gerek diğer Hanefî-Mâturîdî alimlerin aynı zamanda fakih olmaları, hilafete hukuki açıdan bakmalarında etkili olmuştur. Bu hukuki bakış açısı, din-devlet ayrımını temellendirmeye çalışan çağdaş araştırmacıların işini kolaylaştırmıştır.

Osmanlı’nın sonlarında başlayan din-siyaset ilişkisi tartışmalarında, Ebu Hanife ve Mâturîdî’nin temsil ettiği Akılcı-Hadari din anlayışına ait kelami ve fıkhi metinlerin kullanıldığını görmekteyiz. Dolayısıyla sorunla ilgili üretilen yaklaşımlarda, Hanefî-Mâturîdî kelami ve fıkhi metinlerin doğrudan ya da dolaylı olarak etkilerine raslamak şaşırtıcı olmayacaktır. Etkilenmenin açık olmadığı durumlarda dahi, yakın benzerlikler söz konusudur. Buna örnek olarak Ziya Gökalp’in sosyolojik, Seyyid Bey’in hukuki ve Ali Abdurrazık’ın teolojik yaklaşımını zikredebiliriz.

Ziya Gökalp’in sosyolojik yaklaşımına göre, toplumların gelişmesine bağlı olarak işler, meslekler, hizmet alanları, yetki ve uzmanlık alanları ortaya çıkmıştır. İnsanları her bir işi tek başına yapmaktan kurtaran iş bölümü (Taksîmu’l-A’mâl) neticesinde, çeşitli uzmanlık daireleri oluşmuştur. Diğer alanlardaki iş bölümü kaidesi, diğer sahalarda olduğu gibi dinî sahada ve hizmet alanlarında da geçerlidir.[41] Buna ilaveten daha önce varolan dinî velayetin dışında siyasi ve harsi velayetler ortaya çıkmıştır.[42] Gelişmiş cemiyetlerde dinî velayetin dünyevi, siyasi, maddi, hukuki müesselere şamil olması doğru değildir. Bu sebeple dinî hükümlerin İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren başlayan diyânî-kazâî hükümler ayrımı[43], daha köklü bir şekilde bügün yapılmalıdır. Çünkü “ ilk asırlarda diyani hükümleri bildirmek üzere müftülük, kazâî hükümleri bildirmek üzere kadılık makamları tesis etmiştir.”[44] Gökalp, bu ayrımını Ebû Hanife’nin, müftülük ile kadılık makamını birbirinden ayırması örneğiyle meşrulaştırmaya çalışır. Çünkü Ebu Hanife, bu iki makamın birleşmesini caiz görmediği için, ölümü göze alarak, Abbasilere başkadı olmayı kabul etmemiştir. Gökalp’e göre, diyânî-kazâî hükümler ayrımında, vicdan alanına mahsus diyânî hükümler ibadet ve itikadî içermekte olup ifta makamı olan müftülere bırakılmalıdır; yasama alanına ait kazâî hükümler ise muamelattan (hukuk) ibaret olup kaza makamı olan hukukçulara bırakılmalıdır. Hukukçular için bu konuda en önemli kaynak her zaman değişebilen örftür. Bu konuda da Ebû Hanife’nin örf ve istihsan görüşünü delil getiren Gökalp, hukukun örfe bağlı olan kısmının örfün değişmesiyle değişebileceğini savunur.[45]

Görüldüğü gibi Gökalp, din-devlet ayrımı konusunda ileri sürdüğü görüşlerinde Hanefî-Mâturîdî kültür çevresinden istifade etmektedir. Onun diyânî-kazâî ayrımı, bazı yönleriyle Mâturîdî’nin Diyanet-Siyaset ayrımına benzemektedir. Şöyleki, Gökalp, diyânet içerisine sadece ibadet ve itikadî dahil etmekte, ahlakı dışarda bırakmaktadır. Mâturîdî ise, her üçünü Diyanet içerisine sokmaktadır. Gerek Gökalp gerekse Mâturîdî, diyânet denilen kısmın, kimsenin müdahele edemiyeceği veya tahakküm altına alamıyacağı kalbe veya vicdana ait bir alan olduğunu söyler. Aynı şekilde her ikisi de dinîn Şeriat kısmında değişen ve değişmeyen yönler bulunduğunu, örfe bağlı olanların örfün değişmesiyle değişebileceğini ileri sürer. Ziya Gökalp, şeri hükümlerin değiştirilmesinde örfe önemli bir yetki vererek, bunu maşeri vicdana uygun olarak hukukçulara bırakmakta iken, Mâturîdî, ictihad yetkisine sahip fakihlere bırakmaktadır.

Seyyid Bey’in din-siyâset ayrımındaki hukuki yaklaşımına gelince, bu yaklaşımı bütün yönleriyle burada ele almak mümkün değildir. Biz daha çok Hanefî-Mâturîdî metinlere dayanarak din-siyaset konusuna ilişkin ileri sürdüğü önemli bazı görüşlerine değinmek istiyoruz. Seyyid Bey, Kur’ân’da devlet ve devlet başkanı ile ilgili şartların belirlenmediğinden ve Hz. Peygamber’in de halife olacak kişiyi tespit etmediğinden hareketle bu işin Müslümanlara bırakıldığını ileri sürer. İslam’ın hem diyanet, hem de siyaseti kapsayan bir din olduğuna, Hz. Peygamber’in de şahsında hem Nübüvvet, hem de siyaset görevinin birleştiğine inanır. İşte bu siyasi görev, Nübüvvet dolayısıyla terettüb etmiş olan İmamettir. O, dinî hem tebliğ etmiş hem de uygulamıştır. Bu ise, Müslümanlar üzerinde genel yetki demek olup İslamiyetin siyasi yönünü oluşturur.[46] Ancak, peygamberin şahsındaki şeriat koyma yetkisi, hiç kimseye devredilmemiştir. Bunun için imamet/hilafet kelimesinden anlaşılan hükümettir. Yoksa şeriat koymakta peygamberin vekili ve halefi demek değildir.[47] Hatta genel yetkiyi elinde bulunduranların veya fakihlerin ortaya koydukları kanunlar veya hükümler, şeriat, din veya ilahi hükümler olarak kabul edilemez.[48]Dolayısıyla buna uygun olarak İbn Hümam’ın daha önce zikrettiğimiz fıkhî tanımını benimser. Bu tanıma göre hilafet “ Müslümanlar üzerinde genel tasarruf (tassarruf-u âmme) hakkına sahip olmak” demektir. Halife’nin sahip olduğu halk üzerindeki genel tasarruf yetkisine, fıkıh dilinde tam idari yetki (velâyet-i âmme) denir. Halife bu kuvveti doğrudan doğruya milletten alır. Bu kuvvet ve bu hakimiyyet, milletin kendi hakkıdır. Millet, bunu beyatle halifeye devreder.[49] Ona göre, hilafet vekalet türünden bir akit olup karşılıklı icab ve kabul ile gerçekleşir. Bu vekaleti verme yetkisi ise, milletindir. Dolayısıyla hilafette hakimiyetin kaynağı millettir/halktır.[50]Halkın verdiği bu yetkiyi elinde tutan kişi, onu sadece halkın menfaatine kullanabilir, zararına kullanamaz.[51]

Seyyid Bey’e göre, Kur’ân ve hadislerde belirlenmediği için Müslümanların siyasi tecrübeleri de, tarih boyunca farklı farklı olmuştur. Bu tecrübeler, Hakikî Hilâfet ve Şeklî Hilâfet olmak üzere iki grupta toplanabilir. Birincisi, Hz. Peygamber’den sonra otuz yıl sürmüştür. İkincisi ise, otuz yıl sonrasında oluşturulan şekli hilafettir. Bu, mülk ve saltanattan, tahakküm ve tasalluttan ibarettir.[52] İlk zamanlarda hilafetin bu türünde aranan şartların büyük bir kısmı, artık geçerliliğini yitirmiştir. Mesela, halife olacak kişide Kureyşlilik şartı aranırdı. Bunun sebebi “ Kureyş kabilesinin, en şerefli ve bilcümle araplar üzerinde en nüfuzlu olmasıydı. Daha sonra şartların değişmesiyle Kureyş’in eski satvet ve şevketi tamamen zail olduğundan zorunlu olarak bu şartın hükmü kalmamıştır.”[53] Çünkü İslamiyyet, hiçbir kimseye şahsen ve resen halk üzerinde tasarrufa yetki vermemiştir. Millet, o kimseye bu yetkiyi vermelidir ki tasarrufa hakkı olabilsin.[54]

Görüldüğü gibi, Seyyid Bey, din-siyaset ilişkisine dair hukuki yaklaşımını temellendirirken, doğrudan Mâturîdî’nin eserlerine başvurmamaktadır. Ancak Hanefî-Mâturîdî hukuki ve kelami metinlerden hareketle hilafetin bir çeşit akit olduğunu ve bu akdin karşılıklı beyatle gerçekleşeceğini savunmakta ve buradan hareketle hilafetin bugün için milli hakimiyet anlamına geldiği şeklindeki hukuki bir yaklaşım sergilemektedir. Onun Hz. Peygamber’in şahsında siyaset ve nübüvveti topladığı konusundaki görüşleri Mâturîdî’nin görüşlerine terstir. Ancak hilafetin kureyşliliği konusunda, hemen hemen aynı görüşleri savunmaktadırlar. Mâturîdî, halife olacak kişinin özelliklerine önem verip halkın seçimine vurgu yapmazken Seyyid Bey, bu kişinin halk tarafından seçilmesi ve hakimiyetin halka ait olduğu üzerinde durmaktadır. Seyyid Bey üzerinde etkili olan Hanefî-Mâturîdî alimlerin başında es-Serahsî (571/1176), Sadruşşerîa es-Sânî (747/1346), İbn Hümâm (861/1457) gelmektedir.

Din-siyaset ilişkisinde geliştirilen yaklaşımlardan birisi de Ali Abdurrazık’ın teolojik yaklaşımıdır. Bu yaklaşımda en dikkat çekici husus, din-siyaset ilişkisini Hz. Peygamber’in şahsında Nübüvvet/Risâlet ve hükümet ilişkisinin sorgulanmış olması ve kendinden önce Mâturîdî hariç hiçbir kimsenin üzerinde konuşmadığı bir tartışmayı gündeme getirmiş olmasıdır. Ali Abdurrazık, Hz. Peygamber’in şahsında bunu tespit edebilmek için şu köklü soruyla işe başlar[55]: Hz. Muhammed siyasî bir devletin kurucusu, bir hükümetin başkanı, aynı zamanda bir peygamber ve bir dinî birliğin reisi mi idi? Yoksa yalnız bir peygamber mi idi? O, bu soruyu şöyle cevaplandırır: Risalet hükümdarlıktan tamamen ayrı bir şeydir. Bu iki makam arasında hiçbir ilişki yoktur. Çünkü Risâlet ayrı bir makam, padişahlık ayrı bir makamdır.Nice peygamberler vardır ki hükümdarlık yapmamışlardır. Nice hükümdarlar vardır ki risalet payesine sahip değildir. Peygamberlerin çoğunluğu, sadece risalet görevini yerine getirmişlerdir.[56] Dine davet, Allah’a imana çağrıdır. Bu davetin esasını, açık ve seçik bir şekilde dinîn anlatılması oluşturur. Etkileyici yollarla ve iknayla kalbleri kazanmak söz konusudur. Bu davette, cebre ve ikraha asla yer yoktur. Çünkü hiçbir peygamber, kılıç zoruyla insanları Allah’a imana çağırmamıştır. Hz. Peygamber’in risaletinde temel ilke, diğerlerinde olduğu gibi, vaaz ve irşada başvurmak, asla cebir ve zor kullanmamaktır. Eğer bunlar olsaydı, o zaman Hz. Peygamberin bir hükümranlık kurmak istediği veya İslami bir hükümet oluşturmak istediğini söyleyebilirdik. Çünkü hükümetler, kılıçla, zor ve baskıyla kurulurlar.[57] Hz. Peygamber, asla böyle bir devlet kurmaya teşebbüs etmemiştir. O, bir dinî davetin peygamberidir ve sadece din getirmiştir. Bu davetin, hükümdarlık arzuları ve devlet kurma hırsıyla yakından uzaktan ilişkisi yoktur. Onun bir memleketi veya hükümeti yoktur. O, asla bir hükümdar değildir.[58] Onun nebevi hakimiyet oluşturması veya siyasi faaliyet sayılabilecek bazı teşebbüslerde bulunması, risalet görevi dışında bir faaliyettir ve bunlar Allah tarafından vahyedilenlerin bir parçası değildir.[59]Ali Abdurrazık, Nübüvvetle siyâset yetkisini şu şekilde karşılaştırmaktadır: “Hz. Peygamber’in resul olmakla sahip olduğu yetki/velâyet ile padişahlarla emirlerin sahip olduğu yetki birbirinden farklıdır. Peygamber’in taraftarları üzerindeki manevi bir velâyettir ve kaynağı kalbin imanıdır. Hakimlerin yetkisi ise, kalplerle alakası olmayan maddi bir yetkidir. Peygamberlik yetkisi, hidayet ve irşad yetkisidir. Hakimlerin velayeti hayatın maslahatlarını idare ve yeryüzünü imar yetkisidir. Birisi Allah için, diğeri insanlar içindir. Birisi dinî liderliktir, diğeri siyasi liderliktir.”[60]

Ali Abdurrazık’ın Nübüvvet-siyaset ayrımı konusundaki teolojik yaklaşımı Mâturîdî’nin Diyanet-Siyaset ayrımıyla karşılaştırıldığında bir çok yönden birbirine benzemektedir. Onun, bu konuda kimden etkilendiğini tespit edebilmek zordur. Ancak Seyyid Bey’in eserinin Arapçasını okuduğu dikkate alınırsa, Seyyid Bey’in yaklaşımlarından etkilendiği söylenebilir. Fakat Mâturîdî’nin ifadelerine yakın ifadeler kullanması son derece şaşırtıcıdır. Muhtemelen o, Mâturîdî’nin görüşlerini Nesefi’nin Tabsıratu’l-Edillesi’nden okumuş olabilir. Biz, onun bu görüşleri Mâturîdî’den aldığı gibi bir iddiada bulunmuyoruz. Ancak her ikisinin de, siyasetin Nübüvvet’in bir parçası olmadığı, Hz. Muhammed’in nebilik ve hükümdarlık özelliklerini birlikte şahsında toplamadığı, onun siyasi hakimiyet şeklinde ilahi bir misyonunun bulunmadığı gibi hususlarda birleştiklerini söylemek istiyoruz.

Burada Mâturîdî’nin ve yukarıda görüşlerine yer verilen üç çağdaş düşünürün yapmış olduğu ayrımlar madde ve mana, din ve dünya ayrımı olmayıp din-siyâset ayrımıdır. Bu açıdan, seküler bir form içerisine yerleştirilebilir. Ancak onlara göre, asıl sorun hakimiyetin kaynağının halka dayandırılmaması ve Müslüman alimlerin ortaya koyduğu hukuki hükümlerin, ilahi hüküm, şeriat veya din olarak kabul edilmesindedir. Bu hükümler müctehidler tarafından, ictihad yoluyla zannı galip üzere konulmuş zamanla değişebilen dinî veya ictihadi hükümlerdir. Siyasî ve hukuki hakimiyeti elinde tutan ruhbanlık sınıfı ve kilise olmadığı için, teorik olarak İslam, özünde laiktir ve laikleştirilmeye ihtiyacı yoktur. Bundan dolayı yapılan bu ayrımlar kendine özgü olup Batı dünyasında geliştirilen laiklikten bazı bakımlardan farklılık arzetmektedir. Batı’daki uygulamadan dinîn laikleştirilmesi olarak bahsedilebilir. İslam dünyasındaki laikleşmeden ise, Türkiye’deki gibi, devletin laikleşmesinden sözedilebilir. Aksi takdirde Batıda olduğu gibi, toplumun dünyevileşmesi, dine kayıtsızlaşması ya da dinsizleşmesiyle sonuçlanan bir laiklikleşmeye sebep olabilir. Dikkate alınması gereken bir husus da şudur: Batı’da ruhban sınıfının siyasî hakimiyetine tepki olarak, laiklik doğdu. İslam kültüründe ise, Batı tipi bir laiklik aynen alınıp uygulandığı takdirde, ruhban sınıfını doğuracaktır. Bu durum, Müslümanlar açısından din-siyaset ilişkisi konusunda daha büyük sorunların yaşanmasına sebep olacaktır. İslam dünyasında din-devlet ilişkilerinin yeniden tanımlanmasında, İslam’ın kendine özgü yapısı ve tarihte üretilen dinî kültürünün mutlaka dikkate alınmasında fayda vardır. Türkiye örneğinin, İslam dünyasında yaşanan laikleşme tecrübelerinden farklı ve daha başarılı olmasının sebeplerinden birisi, Seyyid Bey ve Ziya Gökalp’in Hanefî-Mâturîdîliğe ait hukuki ve fıkhi metinlere başvurarak din-devlet ayrımını meşrulaştırmaya çalışmış olmalarıdır. Bu grişimlerin, o günkü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki milletvekillerinin ikna edilmesinde ve din-devlet ayrımının daha kolay kabul edilmesinde etkili olduğu kanaatindeyiz.

[1] 42. Şûrâ, 38; 3. Âl-i İmrân,159.
[2] 4. Nisâ, 58.
[3] 4. Nisâ,59.
[4] 4. Nisâ,58.
[5] 49. Hucurât, 13.
[6] Bkz.: 2. Bakara, 30; 6. En’âm, 165.
[7] “Hz.İbrahim’e Cenab-ı Hak: ‘Seni insanlara İmam (başkan) yapacağım’ buyurduğu zaman, bu Peygamber:’benim zürriyetimden de’ diyerek,kendi sülalesinden de imamlar gelmesi niyazında bulunmuş,fakat şu cevabı almıştır:’ Benim ahdim (vazife teklifim) zâlimlere erişmez’.” 2. Bakara,124.
[8] Bkz.: Hatiboğlu, Mehmet Sait, “Hilafetin Kureyşliliği”, AÜİFD., XXIII(1978), 136-7.
[9] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, Ankara 1923., 2; Seyyid Bey,Hilâfetin Mâhiyet-i Şer’iyyesi, Büyük Millet Meclisi Matbaası, Ankara 1924., 10. (Bu kitap, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, 3 Mart 1340 tarihinde yapılan ikinci toplantısında yapılan konuşmanın metnidir.)
[10] Krş.: Akbulut, Ahmet, “ Kur’ân’ı Kerim Açısından Eğemenlik Meselesi”, İslâmî Araştırmalar, Cilt: 8, sayı: 3-4, Yaz-Güz dönemi 1995, 151; Fığlalı, Ethem Ruhi, Din ve Devlet İlişkileri, Muğla 1997, 37.
[11] Örneğin bkz.: Nâşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme, thk. Joseph Van Ess, Beyrut 1971, 49.
[12] Nâşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme, 49; Krş.: Seyid Bey, Hılâfetin Mâhiyet-i Şer’iyyesi, 19.
[13] 88. Gâşiye, 22.
[14] 39. Zümer, 41; 17. İsrâ’, 54.
[15] el-Buhârî (256/870), el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul 1992, VIII, 105, VIII, 105; IV, 155; Ahmed b. Hanbel (241/855), el–Müsned, İstanbul 1992, IV, 129, 183, 421; ed-Dârimî, Sünen, İstanbul 1992, I-II, 557.
[16] 6. En’âm, 57; 12. Yûsuf, 40.
[17] Bkz.: Akbulut, “ Kur’ân’ı Kerim Açısından Eğemenlik Meselesi”, İslâmî Araştırmalar, Cilt: 8, sayı:3-4, Yaz-Güz dönemi 1995, 150.
[18] Seyyid Bey, Hılâfet ve Hakimiyeti Milliyye, 13 vd.
[19] Bu rivayetin çeşitli varyantları için bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 116; Ebû Dâvûd, Sünen, İstanbul 1992, III, 676.
[20] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 14.
[21] 4. Nisâ’, 59.
[22] Geniş bilgi için bkz.: el-Mâturîdî, Muhammed b. Muhammed b. Mansûr (333/944), Te’vilât, Topkapı Sarayı Medine Bölümü, Nu: 180, v. 110 a-112a.
[23] 49. Hucurât, 13.
[24] en-Nesefî, Mâturîdî’nin bu görüşlerini onun bize ulaşmayan Makâlâtadlı eserinden aktarmaktadır. Bkz.: en-Nesefî, Ebû’l-Muîn Meymûn b. Muhammed (508/1114), Tabsıratu’l-Edille fî Usûli’d-Dîn, thk. Hüseyin Atay-Şaban Ali Düzgün, Ankara 2003, II/437.
[25] 2. Bakara, 246.
[26] en-Nesefi, Tabsıratu’l-Edille, II/437-439. al-Mâturîdî’nin Hilâfet’in sorumluluk ve yetki alanlarına dair görüşleri için bkz.: Tabsıratu’l-Edille, II/439-440.
[27] el-Mâturidî, Kitâbu’t-Tevhîd, thk. Bekir Topaloğlu- Muhammed Aruçi, Ankara, 2003, 377.
[28] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Hacı Selim Ağa Ktp., Nu: 40, v. 26b-27a, 471a, 564a; Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, v.174b, 412a-b, 507a, 610b, 646a. Krş., Özdeş, Talip, İmam Mâturîdî’nin Te’vîlâtu Ehl-i Sünne Adlı Eserinin Tefsir Metodolojisi Açısından Tahlil ve Tanıtımı, (Doktora tezi), Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitiüsü, Kayseri 1997, 169.
[29] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, v. 62b.
[30] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, v. 128b, 147b, 572a, 609b, 704b.
[31] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 609b, 704b.
[32] Krş., Özcan, Hanifi, Mâtüridî’de Dînî Çoğulculuk, İstanbul 1995, 55.
[33] el-Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, 235.
[34] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 174b., 609b, 704b.
[35] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 22b-23.
[36] al-Mâturîdî’nin, din-şeriat ayrımı ile ilgili geniş bilgi için bkz.: Sönmez Kutlu’nun İmâm Mâturîdî ve Mâturîdîlik (haz.: Sönmez Kutlu, Ankara 2003) adlı kitaba yazdığı Giriş kısmı, 39-45.
[37] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 251a.
[38] el-Mâturîdî, Te’vîlât, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Medine Bölümü, Nu: 180, v. 260a. Ayrıca bkz.: Özdeş, 174-175.
[39] al-Mâturîdî’nin imanla ilgili görüşleri ve Mürcie’den etkilenmesi hakkında geniş bilgi için bkz.: Kutlu, Sönmez, Türklerin İslamlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2003, II. Baskı, 277-283.
[40] İbn Hümâm, Kitâbu’l-Müsâyere, İstanbul 1979, 253.
[41] Geniş bilgi için bkz.: Ziya Gökalp, “ Diyânet ve Kazâ”, İM., İstanbul 1915 ( 1331), Sayı: 35, 756 vd.; “ Hilafetin Hakiki Mahiyeti”, Hılâfet ve Millî Hâkimiyet (Ankara 1923 (1339) kitabı içerisinde, 5.
[42] Ziya Gökalp, “ Dinîn İctimai Hizmetleri-1”, İM., İstanbul 1915 ( 1331), Cilt: 2, Sayı: 34, 742.
[43] “ Hükümler, ahkâm-ı diyâniyye ve ahkâm-ı kazâiyye olmak üzere ikidir. Bunlardan ahkâm-ı diyâniyye, kuvve-i müeyyidesi münhasıran uhrevî olan tekâlif-i dinîyyedir. Ahkâm-ı kazâiyye ise, dünyevî bir kuvve-i müeyyideye malik olan tekâlif-i dinîyyedir. Binaenaleyh ahkâm-ı kazâiyye dinî ahkâm cinsi dahilinde ise de diyânî ahkâm nevinin haricinde müstakil bir nevidir. Ahkâm-ı kazâiyye bugünkü ıstılaha göre hukuk namı verdiğimiz kaidelerdir. O halde İslamiyyette hukuk, ahkâm-ı dinîyye’den ma’dûd ise de, ahkâm-ı diyâniyye’den ma’dûd değildir.” Ziya Gökalp, “ İttihat ve Terakki Kongresi-1”, İM., İstanbul 1916, Sayı: 48, 977.
[44] Ziya Gökalp, “ Diyânet ve Kazâ”, İM., İstanbul 1915 ( 1331), Sayı: 35, 757.
[45] Bkz.: Ziya Gökalp, “ İctimâî Usûl-u Fıkıh”, Ziya Gökalp ve Din ( Haz.: Orhan Metehan, Kamer yayınları, İstanbul 1994) adlı kitap içerisinde, s. 23-27; “ Örf Nedir ?”, 31-43.
[46] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 7-8.
[47] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 8. “İslamiyette ne halifenin ne müfti ve şeyhulislamın, ne de mezhep müessisleri büyük müctehidlerin, hulasa hiçbir kimsenin böyle vaz-ı şeriatta tahlil ve tahrim hususunda zerre kadar selahiyeti yoktur. Binaenaleyh İslamiyette Hristiyanlıkta olduğu gib ruhâniyyet ve ve vaz-ı şeriatta niyâbet carî değildir. İslamiyette öyle Hristiyanlıktaki gibi teşkilât-ı dinîyye de yoktur. Müftülük, şeyhülislamlık din-i İslam’ın vaz ve tesis ettiği teşkilattan değildir. Mesâlih-i cariye’de halka ahkâm-ı şeriyyeyi bildirmek maksadıyla sonradan ihdas edilmiş menâsıb-ı resmiyyedir. Müftülük, ilim ve iktidarın bahş ettiği bir selâhiyyet-i ilmiyyedir. Alim olmak şartıyla herkes müftü olabilir.” (Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 9)
[48] “ Fukahânın istinbat ettikleri ahkâm-ı fıkhiyeye Ahkâm-ı İctihâdiyye denur. Hiçbir zamanda Ahkâm-ı İlâhiyye denmez. Ahkâm-ı İlâhiyye diye ancak Nusûs-ı Sarîha-i Şer’iyye ile sabit olan ahkâma denilir. Ahkâm-ı İlâhiyye’de ihtilaf olmaz. Ve ona kimse muhalefet etmez. Ahkâm-ı İctihâdiyye ise, Fukahânın rey ve ictihadından mütevellid olduğu cihetle ihtilafla doludur. Hiçbir hükmü içtihadî gösterilemez ki onda iki veya üç müctehid ihtilaf etmemiş olsun. … Ahkam-ı ictihâdiyyeye dense dense Ahkâm-ı şer’iyye denebilir. Fakat Şeri’at denmez. Çünkü Şeri’at Cenab-ı Şâri’in vaz’ ve tebyin buyurduğu Ahkâm-ı mansûsadır. ” (Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 11.)
[49] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 36.
[50] “Hilâfet, Fıkıh ve Hukûk-ı İslâmiyyeye göre millet ile halife arasına adeta icâb ve kabûl ile mün’akid bir akiddir. Hem de akd-i vekâlet nev’indendir. Nasıl ki bir kimse kendisine tevfîz edilmedikçe vazife-i vekâlet-i hod be hod ifa edemezse kim olursa olsun hiçbir ferd, millet tarafından kendisine tevfîz-i umûr edilmedikçe re’sen ve kendiliğinden vezâif-i hilâfeti îfa edemez. Halifenin îfasıyla mükellef olduğu vezâif, esâsen ve haddi zatında doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Umûr-i müştereke-i milliyedendir. Millet bu işi, sûret-i mahsûsada ehil ve münâsip göreceği bir zata icab ve tevfîz eder, o zat da kabûl ve deruhte eylerse, işte ol vakit o zat halife olmuş olur. Ve bu icâb ve kabûl ile mün’akid olan akde de hilâfet denir. Akd-i vekâlet de bundan başka bir şey değildir. Çünkü İlm-i Fıkıhta vekâlet, bir kimse kendi işini başkasına tevfîz etmek ve o işte anı kendi yerine ikâme eylemektir, diye tarif olunur. (Bkz.: Mecelle, 1449. madde) İşte hilafet bu suretle bir nev-i akd-i vekâlet mahiyetinde olduğu içindir ki, Cumhûr-ı Ehl-i Sünnet, hilâfetin in’ikâdında umde meşverettir. Yani bilmüşâvere intihâb ve bey’attir, diyorlar.” (Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 25-26.)
[51] Bu konuda Hanefî hukukçu es-Serahsî’nin görüşlerine dayanmaktadır. “ İmâmu’l-Müslimîn, millet-i İslamiyye’nin hukûk-i istifâ’da onların nâibidir. Müslümanların hakkı ise, kendilerine nef’i olan şeydedir. Binaenaleyh İmâmu’l-Müslimîn, katili bilâbedel kısasdan avf etmek hakkına mâlik değildir. Zira müşâren ileyh hukûk-ı müslimîni istifâ içün makâm-ı imâmete nasb olunmuştur. Yoksa onların hukukunu ibtâl içün değil.” Bkz.: es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut trz., XI, 4-5 (Lakîta bahsinde, bu metne nakledildiği şekliyle rastlanmamaktadır. ); Krş.: Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-ii Milliyye, 31.
[52] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 15.
[53] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 23. Seyyid Bey, bu konuda Hanefî Fakihi Sadruşşerîa’nın şu görüşüne dayanmaktadır: “ Halife olacak kişinin taşıması gereken şartlardan, zarûretin iskât ettikleri sâkıt olmuştur. Zamanımızda Kureyşlik şartı da sukût etmiştir.” Bkz.: Ta’dîlu’l-Ulûm, Antalya Tekeli Kütüphanesi, Nu: 798; v. 283a.
[54] Seyid Bey, Hılâfet ve Hâkimiyet-i Milliyye, 25.
[55] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, Mısır 1925, III. Baskı, s. 47.
[56] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, s. 49.
[57] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, s. 51-52.
[58] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, s. 64.
[59] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, s. 54-55.
[60] Ali Abdurrâzık, el-İslâm ve Usûlu’l-Hukm, s. 69.

24 Mart 2018 Cumartesi

Türkiye Medyası, Aydın Doğan ve sorunlar!.. "MENFİ SELEKSİYON" Prof. Dr. Tülay Özüerman

MENFİ SELEKSİYON 
Prof. Dr. Tülay Özüerman

Türkiye medyasında uzun süredir tanıklık ettiğimiz tek sesliliği kalıcılaştırma yolunda önemli bir adım atılmış oldu. Doğan grubunun medya sektöründen çekilmesi konusundan söz ediyorum. Hataları yok, eleştirilecek yanı yok diyemeyiz. İşten çıkarılan gazetecilerin sorumluluğundaki payları silemeyiz. Ancak Türkiye’nin olağan olmayan koşulları altında tarafsız gazetecilik yapmanın giderek zorlaştığını görerek, “vurun Doğan’a” diyerek, köklü kurumların el değişikliği ile dönüşümünü göz ardı edemeyiz.
Aslında bu yanlışımızı yineleyerek, kurumların tasfiyesinin sadece tanığı değil, parçası haline getirilişimize hep esef etmişimdir. Köklü dönüşümün, kurumların kendi içlerinden tasfiyesi ile hızlandırılışının tanıklık… Ve bırakın bir şey yapmayı, olabilecekleri, öngörülerinizi anlatamamak. Teslim etmeliyim ki; mucize beklentisi modunda bir kitlenin yaratılmış olması ayrı bir başarı. Ve bunda da taraf oldurulan medyanın büyük payı var. Gerçeği, olduğu biçimi ile aktarmak yerine, algı operasyonu ile yeniden biçimlendirip başkalaştırarak, farkında olanları gerçeği anlatmakta zorlanır hale getirmek!.. “Al bu senin gerçeğin” dedikleri ile kaçırılan, sorgulayamadığımız gerçekler ve bunların yaşamlarımızda açtıkları büyük gediklerden söz ediyorum. “Yeni” başlıklı suret çoğaltıldıkça, aslının unutturulmaya çalışıldığı başkalaşma halimiz daha nasıl anlatılır bilemedim.

Farklılıklar, farkındalık, öteki, alt kültür gibi söylemlerle yok edilen ortak kültür ve farklı düşüncenin dışlanması süreci bu yazının sınırlarını aşar. Okurun da derin analizlere tahammülü yok. Hele uzun anlatılara!… Kısa yoldan ve mizahi bir üslupla anlatıp, gülümseterek rahatlatacaksınız ki, o yazı hit olsun!… “Bak, falanca çok güzel yazmış, çok güldüm…” döneminde sorunlara çözüm odaklı düşünceye yer yok. Sonucu aktarıp, nokta atışı yapacak, sorgulama zeminini boş tutacaksınız.

Uzan medyasının tasfiyesi esnasında, yerel TV’de Ersal Yavi’nin programında söylediklerim dün gibi aklımda. Nazi Almanyası sürecini betimleyen Papaz Martin Niemoller’ın (Önce sosyalistleri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü ben sosyalist değildim. Sonra sendikacıları topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri topladılar, sesimi çıkarmadım; çünkü Yahudi değildim. Sonra beni almaya geldiler, benim için sesini çıkaracak kimse kalmamıştı…) ünlü deyişini anımsatarak, manşetlerle yürütülen Uzan ve Doğan atışmasının yanlışlığına ve sıranın Doğan grubuna da geleceğine değinmiştim. Bu konularda kişilerin kavgasına dahil olmak ve kişiler üzerinden taraf olmak yerine, her zaman basın özgürlüğünden ve kurumlardan yana olmak gerektiğini yazılarla da anlattığım bir dönemdi.

Sistemden birilerinin, dolayısı ile kurumların eksiltilmesi, diğerinin başına gelene sevinerek edilgenleşmenin bumerang etkisi üzerine çok öykü biriktirdik son 15 yılda. Çoğulculuk, çok sesliliktir. Kurum çeşitliliğidir. Çok kanallı olmanın, tek sesli olmaya engel olmadığını yaşayarak gördük. İronik olan tek kanallı dönemde çok sesli bir Türkiye varmış demeye başlamak!… İtibar cellatlığı sürecinde kişi odaklı yürütülen tasfiyelerle, küçük küçük karelere odaklanmış toplumun görmezden gelmeyi seçtiği büyük fotoğrafta iyice belirginleşen tek sesliliğin kurumsallaştırılmasına sandık mesafesi kadar ve daha yakın artık Türkiyemiz!…

Özgürlükler doğrudan doğruya kısıtlanabildiği gibi, özgürlük aracı olan kurumların tasfiyesi ile de derece derece ve/veya külliyen ortadan kaldırılabilir. Tüm aksine söylemlere karşın, özgür olmadığımız ve adaletin işlemediği algısı giderek güçlenirken, basın sektörünün köklü kurumlarını elinde tutan bir medya devinin döneminin kapanıp, iktidara yakın yeni bir ele devri konusu, olağan olmadığı ilan edilip, ne zaman sona ereceği belli olmayan hal(imiz)de çok daha önemli.

“Hocam, her zaman dediğiniz gibi her değişim, gelişim demek değildir. Ülkemiz değişti derken, elimizde avucumuzda ne varsa iyiye dair, yitip gitti” diye yazmış bir öğrencim. Değerlerin, kurumların hoyratça savuruluşuna tanıklığımıza içimizin acısını hissettiren bir özet bu.

Değerleri inşa etmek zor ama korumak daha da zor. Bir büyük ayıklama içindeyiz uzun süredir. Herkes kendisine biçilen kaderi yaşarken bir nedenle yalnız bırakılıyor. Ayıklananların yerine daha iyisini getiremiyoruz. İtibar kıyımı ile başlayan insan israfı giderek çoğalıyor.

Türkiye bu menfi seleksiyon ağının dışına çıkmak zorunda. Medyada el değiştirme gibi masum bir fiil değil bu. Yeni ayıklamaların kapısı aralanmış oldu. Aydın Doğan ve O’nun kişiliği, hataları, sevapları dışından bakmaktan söz ediyorum, buna koşullanmışların oklarının hedefi olmayı göze alarak.

Basın özgürlüğü bir idealdir. Koşullar ne olursa olsun asla vazgeçilmemesi gereken. Albert Camus’un ifadesi ile: “Basın hükümetin ve paranın gücüne bağımlı olmadığı zaman özgürdür”. Basında tekelleşmenin zirve yaptığı bir süreçte, “bağımlılık ilişkileri ağı” üzerinde durulması gereken en önemli başlık. Kim, kiminle, ne zaman, nasıl, nerede, neden?… gibi unuttuğumuz soruları elimize tutuşturulan sonuç yerine konuşmamızı gerektiren!..

İdeallerini gerçekleştirenlerin öykülerinde hep zorluklar ve engellerle mücadele vardır. Koşulların yaratılmasını bekleyerek gerçekleşene ideal denmez. Orada altın tepsiyi kim sunmuşsa onun idealine hizmet için aracılık vardır.

Toplum olarak özgürlüğü bir ideal olarak seçiyor muyuz? Yoksa tek seçiciyi özgür kılacak bir düzenin bekçilerinin telkinleriyle kendi özgürlüklerimizden mi vaz geçiyoruz? Yaşamımızın en kritik sınav sorusu bu!…

“Özgür birey, özgür medya, özgür ulus”. AKP öncesinde fazla uzak olmadığımız bu idealle aramızdaki mesafenin genişlemesinin aynı hatayı sürekli yinelemekten geçtiğini görmekle başlamalıyız. Birbirini tasfiyeye girişen benzer kurumlar tek kaldıklarında daha güçlü bir şekilde yaşamıyor, benzemezinin eline geçerek tasfiye oluyorlar. MHP’nin CHP ve İYİ Parti’ye çatarken dikkate alması; toplumun da kayıkçı kavgasına daha fazla prim vermemesini gerektiren önemli bir saptama bu!… Kurumlar hem kendi içlerinden, hem de dışlarından çatırdatılarak eritiliyorken bu seyircilik halinin ataleti daha ne kadar sürecek?!…

Savrulan kurumlara yenilerinin eklenişine baktıkça; sandıkla sonlanacak filmin sonunu anlamak için çok zeki ve bilgili olmak gerekmiyor; ortalama zeka yeterli. Sadece senaryoyu yazanların bildiği bir sonuç değil bu sürüklendiğimiz!…

NOT: Yandaş, candaş, yalaka, havuz medyası gibi kavramların çoğaltıldığı bir sektörde, tüm güçlüklere karşın özgür ve tarafsız kalma savaşımı veren kırılmayan kalemlere gitsin bu yazı; saygı ile.

17 Mart 2018 Cumartesi

SALİM KOÇAK "TÜRKİYE ÇOCUKLARINI TANIMIYOR, - YOK MU BANA BİR ELEŞTİRİNİZ?, - ÇOCUĞU CEZALANDIRMA BÖYLE Mİ OLMALIYDI?, - BİR ÇOCUĞUMUZUN HAZİN ÖYKÜSÜ"

“Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür de, kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.” Lev Tolstoy - Bir çocuk yetişir, dünya değişir…
TÜRKİYE ÇOCUKLARINI TANIMIYOR
Evet, evet! Başlıkta da söylediğim gibi Türkiye çocuklarını tanımıyor. Çocuklarımızı tanımıyoruz.
Çok iddialı bir lâf ettiğimin farkındayım ama böyle.
“Kimse tanımıyor da bir tek sen mi tanıyorsun?” derseniz haklı olursunuz.
Ama ben, benden başka kimse tanımıyor, demedim.
Şimdi de şöyle diyebilirsiniz: “Büyük çoğunluk tanımıyor da sen mi tanıyorsun?”
Evet, öyle. Tanıyanlardan biri de benim. Hem de çok iyi tanıyorum onları.
Ama hemen ekleyeyim: Ben de ancak elli yaşında tanımaya başladım.
Nasıl oldu bu?
Daha önce bilgi vermiştim ama sanırım hatırlatmakta fayda var:
Bugüne kadar muhtelif salonlarda 200 bine yakın çocuğumuzla buluştum. 11'i eşimle birlikte olmak üzere çocuklar için de kitaplar yazdım. Bu vesileyle de onlar üzerine kitap okudum, çok araştırma yaptım. Okullardaki ve kitap fuarlarındaki imza günlerimde pek çok çocuğumuzla sohbet etme fırsatı buldum. Radyo ve televizyonlarda çocuk programları hazırlayıp sundum. Hepsi de canlı yayın olduğu için yine pek çok çoğumuzla telefonla da olsa sohbet etme şansım oldu.
Aralıksız dört ay köylerde, köy çocuklarıyla birlikte oldum.
Bütün bu çalışmalarım sırasında da hiçbir zaman onları eğitmek diye bir derdim olmadı. Sadece bir yandan eğlendirmeye, neşelendirmeye çalışırken, bir yandan da bol bol sohbet ettim, yetenekleriyle ilgilendim, zekâ ve mantık soruları sordum, kare bulmacalar çözdürdüm, oyunlar oynadım vs. Böylece de en iyi eğitim kendiliğinden verilmiş oldu.
Sanırım, bu kadarı kâfidir bu ülkenin çocuklarını/çocuklarımızı yeterince tanıdığımı söyleyebilmem için.
Şimdi gelelim sadede:
Türkiye’nin, çocuklarını tanımadığından söz etmiştim. Devamla diyorum ki: Bu gidişle de imkân yok.
Çünkü onları ne doğru-dürüst dinliyor, ne dünyalarına giriyor, ne sorduklarına doğru-dürüst cevap verme zahmetine katlanıyor; ne meraklarını merak ediyor, ne bilgilerine kulak veriyor, ne güzel güzel sohbet ediyor, ne de duygularını, hayallerini, görüş ve düşüncelerini önemseyip değer veriyoruz. Oysa sevgiden çok bunlardır, çocuklarımızın istediği. Sevgiden çok bunlardır çocuklarımızı mutlu ve başarılı kılan.
Ama gelin görün ki onları küçümsüyor, küçük görüyor, adam yerine koymuyoruz.
Koysak bile bunu angaryaymış gibi yapıyor, bir an önce başımızdan savmanın çabasında oluyoruz.
Yalan mı?.. Yanlış mı?
Hâl böyle olunca tanıdığımızı nasıl söyleyebiliriz?
Peki, tanımayınca ne olmakta?
Hekim, hasta olmayan kimseyi hasta yerine koyup, ona göre reçete yazdığında ne oluyorsa, çocuklarımıza da o olmakta.
Oysa çocuklarımız sanıldığından çok daha zeki, akıllı, yaratıcı, gururlu, onurlu, şahsiyetli, bilgili insanlar ama bunu -en azından yeterince- bilmediğimiz için ona göre davranıyor, dolayısıyla da büyük hatalar ve haksızlıklar içine düşüyoruz.
Bunun sonucu olarak da; bir türlü kendilerini ortaya koyma, gösterme sevinç ve mutluluğuna eremiyorlar. Yaramazlıklarının, huysuzluklarının, inatçılıklarının, söz dinlememelerinin, ders çalışmamalarının gerisinde yatan başlıca saik de bu.
Farkında değiliz ki yanlışlarımızın intikamını alıyorlar.
Oysa hiç de fazla bir şey istemiyorlar bizden. Sadece dinleyelim, ciddiye alalım, muhatap kabul edelim, arkadaş olalım, insan yerine koyalım istiyorlar.
Çok şey mi istiyorlar?
Böyle olmayınca da hem onlar bizi üzüyorlar, hem de biz onları. Sorumlusu ise elbette bizleriz.
Her zaman, her yerde ve hem de tekrar tekrar şunu söylüyorum:
Bütün çözüm; onlarla ilgili taş gibi katılaşmış algılarımızı, beynimizdeki imgeleri, önyargılarımızı, görüş ve düşüncelerimizi, koşullanmışlıklarımızı değiştirmekte!.. Tecrübe dışında bizde ne varsa, onlarda da bulunduğunun farkına, bilincine varmakta. Mevcut bakış açımızın yerine yenisini koymakta. Kısacası zihinlerimizde DEVRİM yapmakta.
“Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür de, kimse kendini değiştirmeyi düşünmez,” diyor Lev Tolstoy.
Öyleyse çocuklarımızdan önce kendimizi değiştirelim, diyorum. O takdirde onlar da değişecektir zaten.
Değilse ağzımızla kuş tutsak, nafile. Bunu başardığımız takdirde ise göreceğiz ki ne “Otur bakim, dersine çalış!” demek zorunda kalacağız, ne “Yaramazlık yapma,” ne de “Öööf, git başımdan!” demek zorunda kalacağız. Tam tersine; bütün bunların hızla, hatta bir çırpıda yoluna girdiğini görecek, evimizin içi hızla ahenk, huzur, neşe, mutluluk ve başarıyla dolacaktır.
Değilse “Çocuğunuza öyle değil, böyle davranın. Öyle değil, şöyle yetiştirin. Şunu yapın, bunu yapmayın” gibi öğüt ve tavsiyelerin hemen hiçbir faydası olmayacağına inanıyorum. Eğer olsaydı, belki de dünyanın en becerikli, en başarılı, en üstün çocukları bizim çocuklarımız olurdu.
Kısacası işin püf noktası davranışlarımıza eğitme tasasından kaynaklanan yapmacık bir kılıf geçirmek değil; çocuğa bakışımızı değiştirmektir.
Eğer çocuğunuza bir saatinizi ayırır, bir de pür dikkat, ilgi ve merakla sohbet etmeyi denerseniz, sanırım, ne demek istediğim asıl o zaman anlaşılacaktır.
Hadi, lütfen, bugün veya yarından tezi yok, deneyin bunu.
Göreceksiniz, yepyeni bir çocuk doğmaya başlayacak, çocuğunuzun hayatında da, sizin hayatınızda da yepyeni bir sayfa açılacak ve “Meğer benim çocuğum neymiş de haberim yokmuş,” demekten alamayacaksınız kendinizi. Vicdan azabı bile çekeceksiniz.
Hadi kolay gelsin, demiyorum. Çünkü zor değil. Yeter ki çocuğun da bir “BİREY” olduğunun bilincine vararak yapalım bu işi.
Çocuklarınıza selâm ve sevgilerimi gönderiyor, sizlere saygılarımı sunuyorum.
Eğer haddimi aştıysam kusura bakmayın. Üzüntülerimin ve çocuklarımızın hatırına affola.
Salim Koçak
YOK MU BANA BİR ELEŞTİRİNİZ?
Bizim medya hazretlerinde tartışılmayan, yazılıp çizilmeyen konu yoktur.. Bu yeni bir şey de değil. Kendimi bildim bileli böyle.
Her şey, herkes, her konu, hatta kabak, patlıcan, domates bile tartışılır da, çocuklar üzerine bir tartışmaya rastlayamayız.
Sanki köşe yazılarında bile illa da siyasetten veya ekonomiden, bilemediniz dış politikadan yazmak şartmış gibi sadece bu konular ele alınır..
Televizyonlardaki tartışma programları da öyle.
Ama neyse ki bir tesellimiz var: Sadece bizde değil; bu iş bütün dünyada böyle. Sanırsınız ki yeryüzünde çocuk diye bir varlık yok. Ivır-zıvır bir-iki çocuk programı dışında bir şey yok. Adı üzerinde; onlar da “Çocuk programı.” Yani çocuklar için.
Ondan sonra da çocuklarımızın iyi eğitim alamadığından, eğitim sistemimizden, müfredattan, ders kitaplarından şikâyet edenler de yine bizler oluruz. Sözüm ona bu ülkenin aydınları.
Yahu mademki şikâyetçisiniz bu durumlardan, öyleyse ve hiç olmazsa azcık fikir ve felsefe üretin de faydalansınlar! O da yok.
Mademki bu kadar şikâyetçiyiz, hiç olmazsa çocuklar üzerine bir şeyler yazıp söyleyelim. O da yok.
Haaa, hiç mi yok? Günahımızı almasınlar. Var, var. Yok denmeyecek kadar da olsa var.
Bu manzara size de garip gelmiyor mu?
Bütün yükü ve sorumluluğu okulların ve özellikle de öğretmenlerin üzerine yüklemek reva mıdır? Haksızlık değil midir? Bize sormazlar mı; “Ya siz ne yapıyorsunuz?” diye?
Öyle ya; siz ne yapıyorsunuz, kardeşim?
Geçtik yazıp söylemenizden. Ne kadar düşünüyorsunuz çocuklar üzerine? Ne kadar kafa patlatıyorsunuz?
Bunu dert edinen kaç okumuş yazmış, kaç aydınımız var bu ülkede? Söyleyin lütfen, kaç? Yaşar Kemal’den ve özellikle de Aziz Nesin’den sonra kaç kişi çıktı?
Yapmayın, be kardeşim!
Eğer çocuklar üzerine söyleyecek bir şeyiniz yoksa dağarcığınızda, bu daha da ayıp, daha da fena, daha da düşündürücü. Demek ki çocuklar hiç aklınıza gelmiyor. Eee? Ondan sonra da “Ne olacak bu ülkenin hâli?” Ne ekiyoruz ki biçeceğiz?
Ama inanın, onu en iyi bizler bilecek durumdayız. Bizden iyi kimse bilemez. Çünkü yaratıcısı bizleriz.
Haa, yazsak kimse okumaz, söylesek kimse dinlemez mi diyoruz?
Bakın, burası doğru.
Doğru da, bunun müsebbibi kim? Sık sık gündeme getirmezsek tabii ki ilgilenmez kimse. Demek ki bunun da sorumlusu bizleriz.
Haksız mıyım, aloo?
Söyler misiniz; neden çocuklarımız üzerine de düşünmez, yazmaz, okumaz, konuşmayız?
Yoksa ayıp mı ederiz bunu yaparsak?
Ya da konuyu basit sandığımız için karizmamızın çizileceğine mi inanıyoruz?
Hay şu karizmamızır!
Unutmayalım ki eğer böyle düşünüyorsak, bunun sebebi de biziz.
Neden yazmıyorsunuz görüşlerinizi, düşüncelerinizi! Neden ekranlara çocukları da davet etmiyorsunuz? Neden ekranlarda onlar da tartışılmıyor, konuşulmuyor?
Sakın birkaç örnek vererek beni utandırmaya kalkmayın. Sadece o kadar olduğuna göre demek ki utanması gereken ben değilim.
Hükümet kuralım, hükümet düşürelim derken, (sakın bu söylediğimi de siyasete çekmeyin) çocuklarımızı eşekten düşmekten beter ediyoruz, farkında değiliz.
Hepimiz ya bir baba, ya bir anne, ya da anneanne veya dedeyiz. Yok mu çocuklarımızın daha iyi yetişmesi için söyleyeceğimiz bir şey, bir fikir, bir öneri?
O kadar yazıyorum, yok mu bana bir eleştiriniz?
Alooo!..
Salim Koçak
ÇOCUĞU CEZALANDIRMA BÖYLE Mİ OLMALIYDI?
2000 yılıydı. Antalya’da bir okuldayım. Salondakiler ilköğretim 6., 7., ve 8. sınıf öğrencileri. Sekiz-on da öğretmen.
Söyleşimin ortalarına gelmiştim ki kız öğrencilerden birinin, sahnenin hemen dibinde, tam da önümde, üstelik arkadaşlarının, öğretmenlerinin de gözü önünde tek başına ayakta durduğunu gördüm.
Demek ki daha önce farkına varmamışım.
Bunun üzerine büyük bir merakla; “Evlâdım, sen neden ayaktasın?” dedim.
Cevap vermedi. Sadece önüne bakıyordu.
Tekrar ettim:
“Söyler misin bana, neden ayaktasın?”
Yine bir şey söylemedi. Sadece başı önde, sessizce duruyordu.
O anda öğretmenlerden biri; “Sizi dinlemediği için öğretmeni cezaya kaldırdı,” demesin mi!..
Haydaaa!..
Ne der, ne yapabilir, nasıl müdahale edebilirdim şimdi?
Elbette hem çok şaşırmış, hem de çok üzülmüştüm ama ne diyebilirdim, sonuçta cezaya kaldıran bir öğretmendi. Hem de onca öğrencinin, öğretmenin gözleri önünde, yaptığına aykırı bir şey söylemem asla doğru olmazdı.
“Ha, öyle mi?” demekten başka bir şey gelmedi elimden ve hiç bir şey olmamış gibi bağrıma taş basarak konuşmama devam etmek zorunda kaldım.
Herkesin önünde ayakta dikili o çocuğun duygu ve düşüncelerinin nasıl bir anafor içinde kıvranmış olabileceğini tasavvur edebiliyor musunuz? Yapılan hatanın bir gurur ve kişilik cinayeti olduğunu söylersem, abartmış mu olurum?
Cinayet; sadece bir insanın hayatına son vermek demek midir? Ya duygular, düşünceler, onur, gurur, kişilik, özgüven, medeni cesaret? Bir öğrencinin hayatını daha 13-15 yaşlarındayken karartmaktan başka nedir bu? Ve bunlar kalmayınca hayat ne işe yarar?
Bu kadar fahiş bir hata dahi yapılabildiğine göre, okullarımızda daha nelerin yapılabildiğini varın siz düşünün.
Türkiye şarkılarını böyle böyle kaybediyor.
Elbette öğretmenler de hata yapabilirler ama bu kadar kötü olanı yapılacak şey midir? O çocuk, o cezanın yıkıcı izlerini ruhunda ve beyninde hem de hayatı boyunca taşımayacak mı?
Yanılmış olmayı çok isterdim ama söylemeden geçemeyeceğim: Öğretmenlerimizin büyük çoğunluğu çocuk sevgisizliğiyle malûl. Çocuklardan nefret edenlere bile çok tanık oldum. Kimisi karı-koca huzursuzluğunun, kimisi geçim sıkıntısının, kimisi de kendi çocuklarının hıncını öğrencilerden almak ister gibidir.
Gördüklerimden, gözlemlerimden vardığım sonuç budur.
Bunun geri plânında da mesleklerinin kutsallığını bir zırh gibi kuşanmalarının yattığına inanıyorum.
Salim Koçak
BİR ÇOCUĞUMUZUN HAZİN ÖYKÜSÜ
Onbeş yıl önceydi. Bir yakınım olan çiftle birlikte ortak yakınımız olan bir aileyi ziyarete gitmiştik. Bahçeye adımımızı atmıştık ki az ileride tek başına oynayan, sekiz-on yaşlarındaki bir çocuğun hâli, tavrı dikkatimi çekti. Hemen sordum, zihinsel özürlü olduğu söylendi.
Aileyle gerekli seremonileri tamamladıktan sonra her şeyi bir yana bırakıp, çocukla ilgilenmeye başladım.
Nasıl bir rahatsızlıksa bu, inanılmaz derecede olağandışı bir bellek vardı karşımda.
Bunun üzerine şüpheye düştüm: Acaba aile yanılıyor muydu?
İki gün konuk kaldık orada. Bu süre içinde sadece çocukla ilgilendim, çocukla birlikte oldum.
Altan, dokuz yaşındaydı ve ikinci sınıfa gidiyordu. Ama çok ilginçtir; okuma-yazmayı bile doğru-dürüst öğrenememişti henüz. O kadar ki yazdığı kelimelerin bazılarını okumak mümkün değildi.
Bir ara şiir de yazdığını söyledi. Hemen onları istedim. Yardımıyla okumaya başladık.
O da neydi?.. Asla daha doğru dürüst okuma-yazmayı bile öğrenememiş bir çocuğun kaleminden çıkacak dizeler değildi hiç biri. Olamazdı da. Basbaya şiir tadında dizelerdi çünkü.
Hâliyle acaba bir yerlerden mi aldı diye kuşkulandım. Bu sebeple de –ve tabii ona belli etmeden- benim yanımda da bir şeyler yazmasını istedim. Hem de hemen yazdı.
Mesele kesinlik kazanmıştı. Demek ki hepsini de o yazmıştı. Öyleyse bu çocuk nasıl olur da zihinsel rahatsızlığı olan bir çocuk olabilirdi? Elinden kitap bile düşmüyordu.
Bir de mektup yazıp vermişti bana. Şöyle demişti orada: "Sayın Salim K. Seninle kitap yazmak istiyorum. Kitaplarımızı tanıtalım……………. (maalesef okuyamadım) olsun……………… (burayı da okuyamadım) Gün doğmadan, neler doğar.”
Bu arada birlikte denize girdik. Elele tutuşup, patika yolda yürüdük. Sohbet ede ede çiçekler topladık.
Özellikle yakın tarih bilgisi çok müthişti.
Çok iyi hatırlıyorum: Babasının desteklediği siyasi partinin kurduğu gelmiş geçmiş bütün hükümetlerdeki bakanların hem isimlerini, hem de ne zaman bakan olduklarına varana kadar tek tek sayıyordu.
Ama gelin görün ki hiç gülümsemiyordu Altan. Onu unutmuş gibiydi. Ancak sohbet ettikçe, gezip tozdukça açılmaya, gülümsemeye, konuşmaya, değişmeye, kendini bulmaya başlamıştı.
Çocuklarındaki değişime tanık olan gerek annesiyle babası ve gerekse birlikte gittiğimiz diğer yakınlarım bu duruma çok şaşırıyorlar, “Allah, Allah!.. Bu çocuk böyle değildi. Ne oldu buna?” diyorlar da başka bir şey demiyorlardı.
Bahçede otururuyorduk ki bir ara komşuları da geldi yanımıza. Ama bakıyorum, Altan’ı onlardan da ciddiye alan yok. Hatta tiye alıyorlar. Onları geçtim, bizzat babası bile öyle. Anne ise çaresiz. Çoktan kabullenmiş her şeyi.
İkinci gün başladılar; “Bu çocuk yüzde yüz değişti,” demeye. Bu da normaldi. Çünkü çocuğun zekâsını fark etmiş ve belki de bir dâhi ile karşıkarşıya olduğumu anlamıştım. Benim anladığımı da o anlamış olmalıydı ki yeniden doğmuş gibi bana dört elle sarılmıştı.
Yine ikinci gündü. Bahçede oturuyorduk. Altan ise birkaç metre ilerimizde, eğilmiş, kendi hâlinde önündeki çiçekleri sevip okşamakla meşguldü.
Bir ara “Salim Amcaaa!” diye seslendi. Son derece yavaş bir tempoyla öyle de bir seslenişi vardı ki içiniz sızlardı.
“Efendim, yavrucuğum?” dedim.
Dudaklarından ağır ağır dökülen sözcüklerle; “Çiçekler güzeldir. Öyleyse çiçekler de şiirdir,” demesin mi...
Henüz okuma-yazmayı bile sökememiş, sözümona özürlü olan dokuz yaşındaki bir çocuk; çiçek ve güzellik ile şiir arasında ilişki kuruyordu.
Altan'ı götürmedikleri hekim kalmamış. Ancak hiç biri teşhis koyamamış. Buna rağmen doğuştan öyle olduğunu, çaresinin bulunmadığını söylemiş hepsi de. Ana baba ise ikinci çocukları da onun gibi özürlü olur korkusuyla bir daha çocuk yapmamışlar.
Uzatmayayım: Çocuk o kadar normalleşmeye başlamış, annesi de bundan o kadar mutlu olmuştu ki; “Salim Abi, n’olursunuz, bizimle birkaç ay kalın. Ben sizin her şeyinize bakar çekerim,” deme ihtiyacını duymuştu.
Bence Altan asla hekimlik bir çocuk değildi. Onun ihtiyacı; ilgiyle dinleyecek, anlayacak, anlayışla yaklaşacak, dehâsının farkına varacak, muhatap alacak biriydi. Önemsendiğini, anlaşıldığını, değer verildiğini, keşfedildiğini, adam yerine konduğunu hissetmesi yeterliydi. Bizim yaptığımız da sadece bunlardı zaten. O da bunu anlamış, hızla kendini bulmaya başlamıştı.
Ama ne yazık ki kaybettik Altan’ı. Ölümle değil. Belki ölümden de beter bir şekilde. Hem de başta hekimler olmak üzere babası, komşuları, arkadaşları yüzünden. Çünkü artık ve maalesef gerçek bir özürlü o. Hem de görenin bile yüzünden hemen anlayabileceği derecede zihinsel özürlü. Bana sorarsınız Türkiye bir dâhisini daha kaybetti.
Olamaz mı? Neden olmasın? Avrupalı anneler dâhiler doğurur da bizim annelerimiz doğuramaz mı?
Öyle olmasa bile en azından üstün zekâlıydı, Altan.
Ne hazindir ki Türkiye, evlâtlarını heba eden ailelerle dolu.
Evet, bir çocuk yetişir, dünya değişir. Burası doğru. Ama bir çocuk yetişmez, dünya değişmez. Burası da doğru.
Salim Koçak

Web Sitemiz: salimkocak.com
Çocuklarınız İçin Salim Amca Tv: https://www.youtube.com/channel/UCEJkkvcEU3k51Tpu6T4uv3Q
Facebook: https://www.facebook.com/salim.kocak.7