24 Ocak 2017 Salı

HER İNSAN BİR DEVLETTİR, “DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR”, Mustafa Nevruz SINACI "TBMM ve MİLLET-VEKİLLİĞİ"

HER İNSAN BİR DEVLETTİR,
“DEVLET İNSAN İÇİN VARDIR”
Mustafa Nevruz SINACI
TBMM ve MİLLET-VEKİLLİĞİ
Türk milletinin kadim medeniyeti, milli kültür ve siyaset biliminde “medeni siyaset” denilen milli siyaset geleneğinin öznesi insan’dır. Buna göre: Evrende var olan her şey insan içindir. Şu hale nazaran, gerçekte her insan; Kâinatın atom’u ve bir “merkez varlık” sıfatıyla “nevi-i şahsına münhasır” devlettir ve kurumsal devlet “bu insan” için vardır. Dolayısıyla, bir takım kötü tohum ürünü, suiniyet sahibi, sureti haktan görünen insanlık düşmanlarının iddia ve iftira ettikleri gibi; Türk-İslâm ortak sentezi ve kadim geleneğinde, kesinlikle devlet değil; Sadece ve yalnızca “İNSAN” kutsaldır.
Medeni siyasette İnsan; Dilediği dine inanmakta ya da inanmamakta serbest, yani lâik ve fakat “suç işleme özgürlüğüne” sahip değildir. Devlet cihazı olarak adlandırılan “hüküm ve hikmet” merciininse tek ve yegâne umdesi adalettir. Adalet, her şeye egemen RAB olan, yüce yaratıcı ALLAH (cc)’ın emir ve yasaklarına aykırı olamaz. Çünkü evrensel adalet ilâhi kanun, kuram, kural ve objektif ilkelerden ibaret olup; Âdetullahtır. Âdetullah ise, Allah'ın kanunu, (kuralı, kaidesi) yaratıcının sünneti anlamı ve önem derecesinde demektir ki, buna da Sünnetullah denir.        
Hakikatte insan, Yüce Yaratıcının Halifesi; 
Yani yeryüzündeki vekilidir.
İnsan’ın şahsında, bütün mükevvenat (varlıklar, canlı-cansız her şey, yaratılmışların tamamı) tekevvün (vücut bulan, meydana gelen, şekillenen, var olan) eder. Yani; Hazreti Yunus Emre’nin “yaratılanı seveceksin, yaratandan ötürü” sözü, esaslı bir kuram, Güçlü bir öz’dür; İnsan denilen özne’nin açılımı, anlamı: Özelde ins, ünsiyet, meşveret ve muhabbet; Genelde ufuk ve felsefesidir. Mikro kozmos (küçük evren) bağlamında İnsan; Adalet ahlâkı, fazilet, kavram ve fiilde hak-hukuk üzerine kaimdir. 
Adalet, fazilet, hakkaniyet ve evrensel hukuk’a teslimiyet dâhilinde “ilkeli, namuslu, dürüst, onurlu, sorumlu, soylu ve üretken (yapıcı/yaratıcı/mucit/keşşaf) ” bir hayat sürmeyen mahlûklar “insan” olarak kabul ve telâkki edilemez. Bu nedenle İnsan ve İslâm barış, anlayış ve (evrensel yasaya) teslim kök’ünden gelir. Yani İnsan’ın yaşamı süresince görevi “evrensel adalet ve küresel barış” yasalarına uymak; Doğrudan ve aracısız olarak birey tarafından tayin ve tespit edilen, seçilen hükümetlerin (devletin) görevi:, Hâkim ve hükümran, sorumlu olduğu alanda evrensel adaletin, tam bir eşitlikle uygulanmasını (İnsan hakları, adalet, hukuk, yaşam boyutunda eşitlik ve kalıcı/sürekli barışı) sağlamaktır…
TÜRK SİYASET GELENEĞİ
İşte Türk siyaset geleneği, diğer bir deyişle “medeni ve/veya milli siyaset” bu manâ ve muhtevadan ibarettir. Dolayısıyla, kendine özgü, geleneksel tarihi karakteri, kadim ve orijinal yapısı nedeniyle, Cumhuriyet dönemi itibarıyla buna: Türk İnkılâbı denilmiştir. Türk İnkılâbı: 1700 yılından itibaren giderek yozlaşan, çürüyen, dejenere edilen; Türk-İslâm kültürü, siyaset ahlâkı ve medeniyetini önce durduran, duraklatan, müteakiben 200 yılda çökerten menfur bir süreci durduran, soylu bir “öze dönüş” (aslına rücu) hareketidir. (sistemde ‘devrim’ sözcüğü yoktur.) Umarım; Hakikatten gafil, açılım, sulta, cunta, dikta, vesayet gibi güdüm heveslileri bu hakikatleri dikkatle okur ve doğru algılarlar!…
TÜRK İNKİLÂBININ YÖNETİM İLKELERİ:
01- Türk milletinin idare şekli “kuvvetler birliği” esasına dayanır. Egemenlik birdir ve kayıtsız şartsız milletindir. Büyük Millet Meclisi, Türk milleti adına egemenlik hakkını kullanır. Yasama ve yürütme yetkisi TBMM’nde toplanır. Meclis yasama yetkisini bizzat kullanır. Yürütme yetkisini kendi arasından seçeceği Cumhurbaşkanı ile onun tayin edeceği Bakanlar Kurulu’na bırakır. Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafsız, mutlak adaletli ve bağımsızdır. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk 1935-Ulus Gazetesi)
02- Efendiler, uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki, kanun koyucular (Milletvekilleri) bir takım seçkin özelliklere sahip olmak mecburiyetindedirler. O özelliklerden birincisi şudur: “Kanun teklif eden, kanun yapan, kanun koyan bir insan, insanlığın bütün hislerini, bütün ihtiraslarını herkesten daha çok anlamalı ve bilmelidir. Fakat nefsini herkesten fazla ve tamamen, bütün kapsamı ile bunlardan korumak kudret ve kabiliyetine sahip olmalıdır.” Bu seçkin özelliğe sahip olmayan insanlar, toplum için kanun yapmak (vekil olmak) hak ve yetkisinden men edilir. Çünkü Kanunlar hislere dayanarak ve uyularak yapılamaz. (1921-Söylev ve Demeçler, Cilt: 1 Sayfa: 193 + Atatürk’ü Anlamak, Behzat Şaşal, Anayurt-2004)
03- Milletvekili sıfatıyla vazife, salâhiyet ve sorumluluk mevkiinde beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın geçen tecrübelerden de yararlanarak vazifelerini eksiksiz yapacaklarını ve özellikle:, “Milletvekilliği’nin, her tür düşünceden daha önemli, haysiyetli ve şerefli (vicdanı hür, irfanı hür ve nevi-i şahsına özgür) bir millet vekâleti” olduğunu ve bunun, resmi ve özel hayatta bile birçok manevi (sorumlulukları) ve belirli külfetleri bulunduğunu göz önünden uzak tutmayacaklarını kuvvetle ümit ederim. (1927-Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri, Mustafa Kemal Atatürk, TİTE-Yay. Nimet Arsan)
04- İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ilmine, anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz; Namuslu ve dürüst insanları (milletvekili) seçiniz. Bu sayede Meclis sizin arzularınızı yapmaya, lâyık olduğunuz refahı sağlama gücüne sahip olacaktır., Açık ve sağlıklı düşünmek, açık (saydam/şeffaf) ve tutarlı hareket etmek, bu suretle Türk’ün yüksek siyasi müessesesi, Cumhuriyeti yükseltmek... Bu görüşleri tartışanlar, asla, birbirine karşı değillerdir. Önemli olan bu görüşlerin başarılı olmasıdır. Milletin, hatalardan korunması için tek sağlıklı çözüm: Düşünce ve yaptığı işleriyle milletin güvenini kazanmış, siyasi bir partinin seçimde millete yol göstermesidir. (1927-Nutuk, Cilt: 2-1960)
05- İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir. Demokrasi, milli egemenlik prensibinin esasıdır. Gerçekte, idare edenler “millet adına” egemenlik kullanırlar. O halde, devlette idare edenler demokrat olmalıdır. Hükümet prensibi de, adalet sevgisini ve ahlâk fikrini gerektirir. Zira Cumhuriyet ve Demokrasi memleket aşkıdır. Millet aşkıdır. Aynı zamanda, babalık ve Analıktır. Hükümetlerin öncelikli görevi: Kişisel hürriyetlerin sağlanması, adalet ve barışın sürekli kılınmasıdır. (M. Kemal Atatürk)
06- Devlet adamı gelecek kuşakları düşünen (yüksek ahlâk, ilim, adalet, basiret ve beka sahibi) kişidir. Politikacı ise; Gelecek seçimleri düşünen (hırs ve ihtirasına zebun) kişi olarak tarif edilir. (Uğur, İsmet İnönü, s. 9-10)
07- “…bu yazılmamış olan ve milletin şuurunda yaşayan (evrensel adalet, milli kültür, medeni siyaset ve küresel barışa dair) kanunlara riayet etmeyen her meclis, her müessese ve her örgüt, nihayet dayandığı kanunların kendilerini müdafaa etmediğini görmeye mahkûm oluyorlar, olacaktır…” (Uğur, İsmet İnönü, s. 31-32)
08- Bir kanun kabul edilirken her birimiz şu veya bu fikirde bulunabilir, mücadele ederiz. O idareden sonra iktidarlar da değişir. Onu yapmış olanlar gider, biz geliriz, başkası gelir. Her mesuliyet alan adam, ondan evvelki hükümetin çıkardığı kanuna güvenerek işini, sermayesini getirmiş olanların, kendilerine kanunla temin ettirilmiş olan bütün haklardan endişe etmeksizin istifade etmeleri şarttır. Petrol kanunu mevcuttur. Mevcut olduğu gibi tatbik edilecektir. Yabancı sermaye ile kim memleketimize gelmişse emniyettedir. (Mehmet Turgut, Siyasetten Sahneler, B.Yay-1991 s.61)
09- Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsü mübalâatsızlığa (saygısızlığa) asla gelmez. Ben bu kürsüye her çıkışımda onun mehabetini (yüceliğini), Meclisin büyüklüğünü ve ehemniyetini duyarım.(Bilsel, İsmet İnönü: Büyük Devlet Reisi, s.ıv) “Vekillerin de, reis-i devletin de, herkesin de harekâtı, hattâ vaatları, hattâ retleri kanun, vazife, ahlâk kuyuduyla (kaydıyla, sınırları ile) çerçevelidir.” (İsmet İnönü’nün TBMM’ de Konuşmaları, 1920-1938, s.279) “Hürriyet, fakat anarşi değil, disiplin, fakat cebir değildi ve Meclis görüşmelerinde söz alanlar bu ilkeye özen göstermeliydiler. (Asım Us’un Hatıra Notları: 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İsmet İnönü Devirlerine Ait Seçme Fıkralar, s.331)
10- Meclisin, müzakerelerinde özgürlükle (kürsü masuniyeti ile sınırlı) sorumluluk arasında bir denge kurulmalıdır. Müzakerelerde, anarşiye gitmeyecek surette serbesti, cebre gitmeyecek surette disiplin olması gerekir. (Asım Us, Hatıra Notları, 1930’dan 1950 Yılına Kadar Atatürk ve İnönü Dönemine Ait Seçme Fıkralar, s.331)Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin irşadından (öğreteceklerinden) istifade etmeli, hele onun salahiyetine çok dikkat ve riayet etmelidir. (İsmet İnönü’nün TBMM Konuşmaları, 1939 -1960, s. 124) Ordu ile millet arasında yakın duyguların beslenmesinde en tesirli örnek, TBMM ve üyelerinin davranışlarıdır. Meclisimizin orduya karşı tutumlarında büyük bir ilerleme olduğunu sevinçle kaydedebiliriz. (1960 sonrası) Geçmiş fırtınaların yanlış tefsirleri önemli ölçüde unutulmaktadır. Ordunun şerefini korumakta dikkatli olmak, ordu için en besleyici gıdadır. Buna karşı ordudan, millet savunmasında ödevinin ehliyetlisi olmak, milletin istediği tek karşılıktır. (İsmet İnönü., TBMM Konuşmaları, 1961-1973, s. 806-807) “... Ordu temizdir, ordu hiçbir vesile ile memleketine zarar getirecek bir harekete vasıta kılınamaz. Türk ordusunun geleneği budur. Bunu daima ispatlamıştır. Türk ordusunun, milletin istemediği bir harekette bir sergüzeştçinin peşinde gittiğini kimse görmemiştir. (Age., s. 428)
KISSA’DAN HİSSE:
Bu kurallar, Cumhuriyet’i taşıyan; demokrasi, adalet, insan hakları ve hukuku ebed-müddet kılan ilk’ler; Temeller ve binlerce yıllık devlet geleneğimizin miyarı (ölçüsü, kriteri) ve çimentolarıdır. Milletin Vekilleri & tüm yetki ve sorumluluk sahipleri; Devleti İdareye lâyık, halkın itimadına mazhar; Kıdem, ehliyet ve liyakat sahibi, “namuslu, dürüst, üretken, ilkeli, adil, onurlu ve sorumlu” olmak zorundadırlar. Yukarıdaki ilkeler devlette yürürlükte, hükümette hâkim ve hükümran değilse!.. "Şark kurnazlığı, dönme ve devşirmelerin Bizans oyunları ile kifayetsiz muhteris bedhahların icraya çöreklenmiş ve siyaset fazilet olmaktan çıkmış demektir." Böyle bir şeamette Meclis tefessüh etmiş (çürümüş / bozulmuş / yozlaşmış); hükümetler acze düşmüş; demokrasi dumura uğramış; Yargı, adalet, hukuk, emnniyet / güvenlik ve denetim ‘tarafsızlık ve bağımsızlığını” yitirmiş demektir!.

14 Ocak 2017 Cumartesi

DİKKAT!.. ÖNEMLİ; GDO Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia: "“KIYAMET TOHUM DEPOSU” OLARAK BİLİNEN, NORVEÇ’İN KUZEYİNDEKİ BİR ADAYA KURULAN “SVALBARD KÜRESEL TOHUM DEPOSU” HANGİ KIYAMETİ BEKLİYOR?"


Alman asıllı ABD’li gazeteciden ürkütücü iddia:


“KIYAMET TOHUM DEPOSU” OLARAK BİLİNEN, NORVEÇ’İN KUZEYİNDEKİ BİR ADAYA KURULAN “SVALBARD KÜRESEL TOHUM DEPOSU” HANGİ KIYAMETİ BEKLİYOR?
“Svalbard dünyayı ele geçirme planının bir parçasıdır”
Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl, tarım sektörünü elinde tutan GDO devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini iddia ediyor. Svalbard hariç dünyadaki diğer tohum depolarını bekleyen kıyamet nedir? Esas amaç ari üstün ırk yaratmak mı yoksa istenmeyen ırkları yiyeceklerle kısırlaştırmak mı? 
ÜRÜN DİRİER, urun.dirier@gmail.com
2008 yılının Mart ayında, Norveç’in kuzeyindeki Spitsbergen adasında “Svalbard Küresel Tohum Deposu” adı verilen bir ambar kuruldu. Donmuş bir dağın 130 metre altına inşa edilen ambarda şu anda dünyanın dört bir yanından yaklaşık 3 milyon farklı tohum özel ambalajlarda saklanıyor. Kuzey Kutbu’na 1100 kilometre uzaklıkta olan buzdağı ambarında bazı dayanıklı tohumlar 1000 yıl kadar bozulmadan kalabilecek. Her türlü nükleer saldırıya, patlamaya ve depreme dayanıklı olan bu tohum deposuna ‘kıyamet tohum deposu’ da deniyor. Dünya üzerindeki tüm tohum çeşitlerini bir araya getirmeyi hedefleyen ambarın amacı, gelecekte dünyanın başına gelebilecek nükleer savaş, meteor düşmesi veya iklim değişimi gibi bir felaket durumunda, tohum çeşitliliğinin korunmasını sağlamak.
Buraya kadar her şey gayet iyi niyetli görünüyor. Ancak Alman asıllı Amerikalı araştırmacı-gazeteci F. William Engdahl’ın bu proje ile ilgili dehşet verici şüpheleri var. Engdahl, tarım sektörünü ellerinde tutan GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) devlerinin bizim bilmediğimiz bir şeyler bildiklerini düşünüyor. Spitsbergen’in buzlaşmış kayalıklarının altında ‘dünyayı ekonomik ve genetik olarak ele geçirme’ planlarının yattığını iddia eden Engdahl, teorisini ambar projesi finansörlerinin kimlikleri ve geçmişleri hakkında ayrıntılı hatırlatmalar yaparak ispatlıyor. İlk baskısı 2007’de yapılan, Nisan 2009’da Türkçeye çevrilen “Ölüm Tohumları/ Kalıtımın Değiştirilmesinin Arkasındaki Karanlık Oyunlar’ adlı kitabın da yazarı olan Engdahl ile ‘kıyamet muhafızları’ dediği finansörlerin kimlikleri, neler yaptıkları ve Svalbard Küresel Tohum Deposu üzerindeki hedefleri hakkında konuştuk.
Kıyamet muhafızları
Svalbard Küresel Tohum Deposunun finansörleri kimler?
-Öncelikle, bu ambarın Global Crop Diversity Trust (GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü) aracılığıyla işletildiğini söylemeliyim. Nisan 2009 rakamlarına göre 123 milyon dolarlık bir finansmanları var. Roma’da kurulan bu örgütün başında Kanadalı Margaret Catley-Carlson bulunuyor. 1998’e dek NewYork merkezli Nüfus Konseyi’nin de (Population Council) başkanıydı. Bu konsey John D. Rockefeller’ın nüfus populasyonunu düşürmek amacıyla 1952’de kurduğu, aile planlaması adı altında gelişmekte olan ülkelerde kısırlaştırma çalışmaları yürüten bir konsey. Diğer GCDT üyeleri arasında Hollywood DreamWorks Animation’a başkanlık eden Lewis Coleman da var. Coleman ABD’nin en büyük Pentagon anlaşmalı askeri endüstri şirketi olan Northrup Grumman Corporation’ın da kurul başkanıydı. Örgütün finansörleri ise; geçen yıl şirketin aktif yönetiminden çekilerek kurduğu Bill-Melinda Gates Vakfı aracılığıyla kendini Asya ve Afrika’daki çiftçilere yardıma adayacağını beyan eden Microsoft’un kurucusu Bill Gates! Dünyanın en büyük patentli GDO tohum ve tarım kimyasalları devi ABD’li DuPont/Pioneer Hi-Bred! Yine bir ABD’li GDO devi Monsanto! İsviçre menşeli GDO tohum ve tarım kimyasalları şirketi Syngenta! 1970’lerde 100 milyon dolarlık bir kaynakla ‘Yeşil Devrim’ diye bilinen tohumda gen devrimini başlatan ve tarımsal değişim ile ideal genetik saflığı sağlama çalışmalarını yürütmek üzere dünyanın en büyük vakıflarından birini kuran petrol devi Rockefeller! ABD, İngiltere, Norveç, Almanya, İsviçre ve Kanada’dan da devlet fonları aktarılıyor. Yani özetle, GDO (genetiği değiştirilmiş organizma) tohumları az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere yayarak tarlalardan orijinal tohumların kökünü kazıyan şirketler, şimdi dünya üzerindeki tüm orijinal tohumları olası bir kıyamet günü için kutuplarda buzdan bir adaya saklıyor. Dünyanın pek çok ülkesinde ‘zaten var olan’ tohum depolarına ne gibi bir felaket gelecektir ki, Svalbard’a muhtaç kalınacaktır?
Ebu Garib tohumları nerede?
Nükleer savaş, iklim değişimi veya meteor düşmesinin dışında bir felaketten mi söz ediyorsunuz?
-Evet, planlı bir felaketten söz ediyorum. Bunu anlamak için yalnızca 2003 Amerikan bombardımanından sonraki Irak’a bakmak yeterli. Irak medeniyetlerin beşiği ve binlerce yıl önce buğday tarımının doğduğu yerdir. Ebu Garib’de yüzlerce yılda geliştirilen buğday tohumu çeşitlerinin yer aldığı bir tohum bankası bulunuyordu. Amerikan bombardımanından sonra tohum mahzeni tarihe karıştı. Artık kimse o tohumların nerede olduğunu bilmiyor. Düşünün, dünyadaki tüm tohum çeşitleri NATO destekli Svalbard’da bir araya getirilip kontrol altına alındığında, dünyadaki diğer paha biçilmez tohum bankalarını savaşlar ve terörist eylemler ile yok etmek çok kolay olacak! Sonrasında da Monsanto ve DuPont gibi devler kendi GDO tohumlarını tüm dünya çiftçilerine tekelden sunabilecekler. Yani tüm tohum çeşitlerini ele geçirdikten sonra dünyanın diğer tohum bankalarını, tekel oluşturabilmek amacıyla yok edebilirler.
Ari ırk yaratma ‘Projesi’
Peki tekel olma arzusunun temelinde yatan tek sebep ekonomik mi?
-Hayır, bunu açıklamak için önce kıyamet muhafızlarının kimliklerinden ve geçmişte neler yaptıklarından biraz söz edelim. Rockefeller 1971’de Uluslararası Tarım Araştırmalarında Küresel Danışmanlık Gurubu olan CGIAR’ı kurdu. CGIAR, üçüncü dünya ülkelerinin bilim adamlarının ve agronomistlerinin (tarım uzmanı) ‘modern tarım ürünü’ kavramlarında uzmanlaşmaları ve ABD’de öğrendiklerini ülkelerine götürmeleri ile yakından ilgilendi. GDO’lu ‘Gen Devrimi’nin yaygınlaşması için paha biçilmez bir etki şebekesi oluşturdular. CGIAR, daha etkin olabilmek için BM Gıda ve Tarım Örgütünü (FAO), BM İlerleme Programı’nı ve Dünya Bankası’nı da işin içine dahil etti. Böylelikle Rockefeller Vakfı 1970’lerden itibaren küresel tarım politikalarını şekillendirebilecek konuma geldi. Ve başardı. CGIAR aslında Rockefeller ailesinin on yıllar süren bir planının parçasıydı. Bu plan ‘Proje’ olarak adlandırılan, üstün ırk yaratma planıydı.
“Rockefeller Hitler’in de finansörüydü”
Üstün ırk yaratma projesi tam olarak nasıl bir şey?
-Rockefeller Vakfı’nın ve zengin finans kurumlarının 1920’lerden beri genetik olarak üstün ırk yaratmayı meşrulaştırmak için kullandıkları öjenik bilimi daha sonradan genetik mühendisliği olarak değiştirilmiştir. Hitler ve Naziler buna ari üstün ırk diyorlardı. Hitler’in öjenik çalışmaları da bugün Svalbard’a milyonlarca dolar akıtan Rockefeller Vakfı tarafından finanse edilmişti. Rockefeller Vakfı Third Reich’s Kaiser Wilhelm Institutes’nün ari ırk öjenik çalışmalarını finanse ediyordu. 2. Dünya Savaşı’nda Amerika resmi olarak savaşa Hitler Almanyasının karşısında olarak girerken, Rockefeller Standard Oil Group, illegal olarak Alman Luftwaffe ve Wehrmacht birliklerine petrol nakline devam etti. Bununla ilgili Amerika senato araştırması da yapıldı.
Rockefeller Vakfı insanı ‘gen dizilimlerine’ indirgemeye çalışan sözde moleküler biyoloji bilimini yaratmıştı ve sonunda insan özelliklerini dilenilen şekilde değiştirmeyi amaçlıyorlardı. Hitler’in öjenikçi bilim adamları 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sessiz sedasız ABD’ye götürülmüş ve çeşitli yaşam formlarının genetik olarak tasarlanması konusunda ilk adımları atmışlardır.
Gıdalar ile negatif öjenik
Amaç tarım yani gıdalar üzerinden üstün ırk yaratmak mı?
-Aslında daha da kötüsü. Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan öjenik (üstün ırk yaratma) lobisinin 1920’den beri biricik amacı ‘negatif öjenik’tir. ‘Negatif Öjenik’ istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. Aile Planlaması Enternasyonal’in kurucusu, koyu öjenikçi ve Rockefeller ailesinin yakın dostu Margaret Sanger 1939’da Harlem’de ‘Negro (Zenci) Projesi’ adı altında bir proje başlattı. Bu projenin ne olduğunu bir arkadaşına yazdığı mektupta açıkça dile getiriyordu: “Negro (Zenci) nüfusu ortadan kaldırmak istiyoruz”
20 yıllık kısırlaştırma projesi
Negatif öjenik bir kısırlaştırma projesi mi?
-Örnekler üzerinden gidelim. Küçük bir Kaliforniya biyoteknoloji şirketi olan Epicyte, yendiği takdirde erkeği kısırlaştıran bir mısırı genetik mühendisliği marifetiyle geliştirdiklerin açıkladı. Epicyte, Svalbard’ın iki sponsoru olan DuPont ve Syngenta ile teknolojilerini yaymak için ortaklık kurmuştu. Çok ilginçtir ki Epicyte, genetiği değiştirilmiş sperm öldürücülü mısırı ABD Tarım Bakanlığından (USDA) aldığı araştırma fonuyla geliştirmişti.
Bir başka örnek; 1990’larda BM Dünya Sağlık Örgütü Nikaragua, Meksika ve Filipinler’de 15 ila 45 yaşları arasındaki milyonlarca kadının tetanoza karşı aşılanması için bir kampanya başlattı. Erkekler de tetanoz olabilirdi ama aşı erkeklere yapılmadı. Bu şüphe uyandırıcı durumdan ötürü Katolik bir kilise organizasyonu olan Comite Pro Vida de Mexico (Meksika Yaşam Komitesi) aşıları test ettirdi. Test sonuçları gösterdi ki Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yalnızca çocuk doğuracak yaştaki kadınlara dağıttığı aşıların Chorionic Gonadotrophin (hCG) içerdiği ortaya çıktı. Doğal bir hormon olan hCG, tetanoz toksoid taşıyıcılarıyla ile birleştiğinde kadınların hamile kalmasını engelleyen antikorları üretiyordu. Daha sonradan ortaya çıktı ki Rockefeller Vakfı, Rockefeller Nüfus Konseyi, Dünya Bankası ve ABD Ulusal Sağlık Enstitüleri, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) için tetanoz taşıyıcılı bir kısırlaştırma aşısı üretmek için 1972’de 20 yıllık bir proje başlatmışlardı. Ayrıca Svalbard Kıyamet Tohum deposunu ev sahibi Norveç hükümeti kısırlaştırıcı aşının üretilmesi için 41 milyon dolar bağış yapmıştı!
Hibrid tohumlarla tekel tuzağı
Rockefeller’in gelişmekte olan ülkelerde yürütmüş olduğu ve hala devam eden Yeşil Devrim çalışmalarına da bu açıdan bakınca korkunç görünüyor…
– Rockefeller Vakfı 1946’da Nelson Rockfeller ile Pioneer Tohum Şirketi kurucusu Henry Wallace’ın Meksika’ya yaptıkları bir geziden sonra sadece adı yeşil olan Yeşil Devrimi başlattı. Neydi Yeşil Devrim? 60’larda Rockefeller’in çalıştığı Meksika, Hindistan gibi ülkelerde daha çok ürün veren ıslah edilmiş tohum çeşitleriyle açlık sorununu büyük ölçüde çözmeyi vaat ediyordu. Yıllar sonra, Yeşil Devrim’in aslında Rockefeller ailesinin ileride tekelleştirebilecekleri bir tarım işi geliştirme planı olduğu ortaya çıktı; tıpkı yarım yüzyıl önce petrol endüstrisi işinde yaptıkları gibi.
Nasıl tekelleştiler?
-Yeşil Devrim gelişmekte olan piyasalarda yeni hibrid tohumların üretilmesine dayanıyordu. Hibrid tohumlar üreyemedikleri için çiftçilerin her sene tohum alması gerekiyordu. Hibrid tohum patentlerinin DuPont/Pioneer Hi-Bred’in ve Monsanto’nun başını çektiği bir avuç dev tohum şirketinin elinde toplanması daha sonra GDO’lu tohum darbesi için yolu açtı. Hibrid tohumlar ve bu tohumların ihtiyaç duyduğu kimyasal gübreler, çiftçileri tarım ve petro kimya şirketlerine bağımlı hale getiriyordu. Bu gübreler Rockefeller kontrolündeki büyük petrol şirketlerinin ürünüydü. Ot ve böcek ilaçları da petrol ve kimya devleri için ek pazarlar oluşturuyordu. Yeşil devrim aslında bir ‘kimyasal darbeydi’. Gelişmekte olan ülkelerin yüksek miktardaki gübre ve ilaç girdisini finanse etmeleri mümkün değildi. Bu nedenle Dünya Bankası’ndan kredi notu alarak ve ABD hükümetinin garantisi altındaki Chase Bank ve diğer New York bankaları aracılığıyla özel borçlar aldılar.
Sonuç?
-Bankalara ve tefecilere borçlanan çiftçiler genellikle topraklarını kaybettiler. İş aramak için şehirlere göç ettiler; fabrikaların ucuz işçi açığı da kapanmış oldu.
Peki ya bugün?-Bugün de Gates ve Rockefeller Afrika’da Yeşil Devrim adı altında bir projeye daha milyonlar yatırıyor. Amaç yine GDO tohumların ve kimyasalların yaygınlaştırılması. Bunun için pek çok teşvik ve kampanyalara başvuruyorlar.
Patentli biyolojik silah
Büyük bir tekelleşme tehdidiyle karşı karşıyayız…
-Amaçları tüm tohumları patentlemek ki kendilerinden izinsiz kullanılamasın. Sonra küçük çiftçileri adım adım lisans parası ödemeye mahkum edecekler, ödemeyenlere de patent ihlalinden ceza verilecek. Plan işlerse tüm dünya birkaç tohum devinin kölesi olacak. Washington’dan gelen emirler doğrultusunda Washington’un siyasetlerine karşı olan üçüncü dünya ülkelerine tohum vermeme olasılığı için de kapıyı aralayacaktır bu. Ayrıca pirinç, mısır, buğday ve soya gibi dünyanın temel gıda üretimi için patentli tohumların üretimi korkunç bir biyolojik silah olarak da kullanılabilir. Genetik müdahalelerle öldürücü gıdalara çevrilebilirler.
F. William Engdahl kimdir?
1944 yılında ABD’nin Minneapolis eyaletinde doğan Engdahl, Princeton Üniversitesi’nde hukuk, Stockholm Üniversitesi’nde de ekonomi okudu. İlk kitabı dünya petrol politikaları hakkında yazdığı ‘Savaş Yüzyılı’ oldu. Serbest gazeteci olarak makaleler yazan Engdahl, Almanya’da yaşıyor.

13 Ocak 2017 Cuma

GÖBEKLİTEPE YANLIŞI (BURASI, HAZRETİ İSA'NIN, HAZRETİ MUSA'NIN TORUNLARINA MİRAS KALMADI) HEP TÜRK'TÜ VE TÜRK YURDUYDU.

GÖBEKLİTEPE YANLIŞI (BURASI, HZ. İSA'NIN YA DA HZ. MUSA'NIN TORUNLARINA MİRAS KALMADI) HEP TÜRK YURDUYDU.
Göbeklitepe'nin ne İslam’la, ne de Hazreti İbrahim’le ilgisi var. Arkeoloji belgesellerindeki titizliğiyle bilinen TRT’nin Göbeklitepe tanıtımında yaptığı yanlışlığı en kısa zamanda düzelteceği beklentisi hâkim... (Mehmet Cenani Aykut, 06.01.2017)
Dünyanın en önemli arkeolojik buluntularından, 10 bin yaşındaki Göbeklitepe’nin kamuoyuna yanlış tanıtılması arkeologları endişelendirdi. Arkeoloji belgesellerindeki titizliğiyle bilinen TRT’nin Göbeklitepe tanıtımında yaptığı yanlışlığı en kısa zamanda düzelteceği beklentisi hâkim.
TRT belgesel kanalında 3 Ocak’ta yayınlanan "Suların Ateşin ve Taşların İmparatorluğu" adlı programa konu edilen Göbekli Tepe’nin anlatımında yapılan bir yanlışlığın hızla yayılması, arkeologları harekete geçirdi."Cazibe Merkezlerini Destekleme" programı kapsamında yayınlanan söz konusu belgeselde Göbeklitepe’deki kalıntıların 4 bin yıl önce yaşadığı bilinen Hz. İbrahim ve onun kırdığı putlar ile ilişkilendirilmesinin çok büyük bir yanlış olduğunu belirten arkeologlar, Göbeklitepe’nin Hz. İbrahim’den 6-7 bin yıl önce inşa edildiğine dikkat çekiyorlar.
"Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunmalı" uyarısında bulunan arkeolog ve yayıncı Nezih Başgelen de, dün medyaya yansıyan ve ‘infiale yol açtı’ dediği "Göbeklitepe hedef gösterildi" haberleri için verdiği ve önemli bilgiler içeren röportajının tamamını kamuoyunun bilgisine sunma gereği duydu.
TRT, Diyarbakır Valiliği ve Kalkınma Bakanlığı’nın bölgenin hem ulusal hem de dış turizm için büyük potansiyel olduğunu anlatmak üzere hazırladığı ve Göbekli Tepe'deki üzeri hayvan betimli dikilitaşlardan birinin put olarak canlandırılarak tahrip edildiği belgesel, Aktüel Arkeoloji dergisi tarafından da "fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işler" olarak nitelendirildi. Dahası, bunun Göbekli Tepe’yi zor duruma sokabileceği endişesi dile getirildi.
KÖTÜ NİYETLİ KİŞİLERİN BİLİNÇALTINA HİTAP EDEBİLİR
Konuya ilişkin açıklamalarda bulunan ve Göbekli Tepe’ye ilişkin ayrıntılı bilgiler veren Nezih Başgelen, TRT belgeselindeki anlatım şeklinin kötü niyetli kişilerin bilinçaltına hitap edebileceği ve kötü sonuçlara neden olabileceği endişesini taşıdıklarını belirterek, "Belgeselde yapılan yanlıştan ben dahil, Arkeoloji dünyası ve bu konulara duyarlı tüm kültür insanları büyük rahatsızlık duyduk. Orada Göbeklitepe dikilitaşlarının put olarak canlandırılması ve kırılmasının da, Ortadoğu'daki şiddet bataklığında tarihi eserlerin başına gelenlerden sonra, Göbeklitepe'deki eşsiz eserlerin geleceği için tehlike yaratabileceğinden dolayı büyük endişe duyduk" dedi.
Başgelen, şu ana kadar Türkiye’de hiç bir arkeoloji belgeselinde böylesi bir yanlış ya da yanlış anlaşılmalara sebep olabilecek bir imaya rastlanmadığını da belirterek "Her şey son derece titizlikle yapılageldi. Dileriz bu Göbekli Tepe ile ilgili yanlışlık da en kısa zamanda düzeltilecektir. Teolojik kaynakların verileriyle arkeolojik bulguları değerlendirirken çok dikkatli olunması gerekmekte" dedi.
FİKİRDEN, DÜŞÜNCEDEN VE TANITIMDAN UZAK İŞLERİN GÜNDEME DÜŞMESİ ÜZÜCÜ
TRT belgeselinde dile getirilen; "Göbekli Tepe'de yer alan heykellerin Hz. İbrahim'in babası Azer'in yapmadığını kim bize söyleyebilir, ya da Hz. İbrahim'in kırdığı putların yer aldığı tapınağın Göbekli Tepe olmadığını ileri sürebilir miyiz?" yorumunu web sayfasından eleştiren Aktüel Arkeoloji Dergisi de, belgeselde söz konusu tapınağın en önemli dikilitaşlarından biri olan.; Üzerinde tilki betiminin bulunduğu T biçimli dikilitaşın kırılışının canlandırılmasını da eleştirerek bunun ‘Göbekli tepeyi zor duruma düşürebileceğine dikkat çekiyor.’
Dergi, söz konusu belgeselde insanlık tarihinin en önemli yapılarından biri olan Göbeklitepe'nin, Hz. İbrahim'in yıktığı putların yer aldığı tapınak olabileceğini ima ettiğine dikkat çekerek, "Kültür ve Turizm Bakanlığı büyük bir gayret ve çaba ile turizmin gelişmesi ve düşen turizm potansiyelinin artırılması için çalışırken bu tür fikirden, düşünceden ve tanıtımdan uzak işlerin gündeme düşmesi oldukça üzücüdür" değerlendirmesinde bulundu.
GÖBEKLİTEPE 11 BİN YAŞINDA; 
İSLAMİYET VE HZ. İBRAHİMLE İLGİSİ YOK
Arkeolog Nezih Başgelen, Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe’nin hiç bir şekilde ilişkilendirilemeyeceğini belirterek şunları söyledi: "Teolojik kaynaklara göre günümüzden yaklaşık 4 bin yıl önce yaşadığına inanılan Hz İbrahim, İslam açısından bir peygamber, Musevilik ve Hıristiyanlık açısından ise ulu saygın din büyüğüdür. Tevrat 'a göre Nuh'un soyundan gelen İbrahim'in Avram olan adı Tanrı tarafından "ulusların babası" anlamına gelen Abraham olarak değiştirilmiştir. Yahudilerin onun oğlu İshak soyundan geldiğine, diğer oğlu İsmail'in ise Hz Muhammed'in ve Arapların ataları olduğuna inanılır. Kur'an'da birçok ayette ismi geçen Hz.İbrahim Kabe'yi inşa etmesi, putperest babasıyla tartışması, atıldığı ateşte yanmaması olaylarıyla İslam açısından bir Peygamber olarak kabul edilir. Bilimsel yöntemlerle alınan sonuçlar çerçevesinde Göbekli Tepe şimdilik günümüzden önce yaklaşık 11.800 - 10.400 yılları arasına tarihlenmektedir."
Başgelen, 2014 yılında vefat eden kazı başkanı Prof. Dr. Klaus Schmidt'in son araştırmalarına göre Göbeklitepe'de Dikilitaşlı Dairesel Yapıların en erken kullanımının ‘Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’ın A evresine’ yani yaklaşık olarak M.Ö 10.000 - 9000 öldüğünün bilimsel olarak ortaya konulduğuna dikkat çekiyor ve şu bilgileri veriyor; "Prof. Schmidt, III. Tabaka'nın M,Ö 10. binyıla, daha yeni tabakanın ise M.Ö 9. binyıla tarihlenmesi gerektiğini belirtmişti. En erken tarihin alındığı D Yapısının M.Ö 10. binyıl ortalarında yapıldığı ve aynı binyılın sonlarında terk edildiği raporlarda belirtilmişti" dedi.
GÖBEKLİTEPE ÇANAK ÇÖMLEKSIZ NEOLİTİK DÖNEMDE YAPILDI
Aktuel Arkeoloji Dergisi’nin Göbeklitepe’ye ilişkin verdiği detaylı bilgiler şu şekilde: "Şimdiye dek keşfedilen en erken tarihli insan yapımı kült mimarı, Şanlıurfa’nın 15 kilometrekuzeydoğusunda yer alan Göbekli Tepe’de ortaya çıkmıştır. Günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve yükseltilmiş olan bu anıtsal yapılar, son Buzul Çağının ardından, Çanak Çömleksiz Neolitik olarak adlandırılan dönemde avcı-toplayıcı gruplar tarafından inşa edilmiştir.
Çanak çömleğin ortaya çıkışından bile daha erken tarihli olan anıtsal yapılar, birbirlerine duvar ve şekiller ile bağlı T-biçimli dikilitaşların içerisine yerleştirildiği dairesel duvarlar ile yapıların merkezine yerleştirilmiş iki büyük boyutlu dikilitaştan oluşur. Yapıların tümü belirli bir süre sonra bilinçli olarak toprakla doldurulmuş ve neredeyse bir mezarı andırır biçimde kapatılmıştır. Çanak Çömleksiz Neolitik yerleşmeleri genellikle, şu ve diğer kaynaklara yakınlık gibi elverişli çevresel faktörlerin bulunduğu alanlara kurulurken, Göbekli Tepe bilinen en yakın şu kaynağından oldukça uzak bir noktadaki dağ silsilesinin en yüksek noktasında kurulmuştur. Diğer yandan, geniş bir alandan kolaylıkla fark edilebilen alan, çevreye hakim konumuyla dikkat çekmektedir. Göbekli Tepe'nin, avcı-toplayıcı toplulukların değiş-tokuş ve bağları güçlendirme amaçlarına hizmet eden düzenli toplantılar, kolektif etkinlikler ve karşılıklı olarak düzenlenen şölenler için merkezi bir toplanma yeri oluşturmak için bu noktada inşa edildiği düşünülmektedir."
Emine Karakitapoglu
***
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKILAR.
Hazreti İbrahim, öğretilere göre MÖ: 1900 yıllara  tarihlenebiliyor, semavi dinler ise Hz. Musa ve sonrası… Göbekli Tepe MÖ. 10000 yılları olarak hesaplanıyor, yani  Hz.  İbrahim’den yaklaşık 8000 yıl önceleri… Bu  bağlamda Hz. İbrahim ile Göbekli Tepe  arasında   ilişki  kurmak  son  derce anlamsız….İnsanlar  çevrelerini  tanımaya  başladıkları andan itibaren,  şunu  sorgulamış  olmalıdırlar,  (DOĞUM  VARSA, ÖLÜM VARSA  ONTOLOJİ  İNSANLARI  METAFİZİĞE  YÖNLENDİRMEYECEK MİDİR?)
Sosyolojik  açıdan   ilk  inanç  çıkışlarını  buradan  ele  almak  gerekecektir…. Altay  Kültüründe de insanların  TANRI  DAĞLARI  olarak  niteledikleri muhteşem  dağ silsilesi  hatırlandığında  MÖ.  Binlerce  yıl  önceden  bu  bölgelerde   GÖK   TANRI  inancı ile   dağların  yüksek  yerlerinde ibadet eden  insanlar  (ATALARIMIZ) için  TRT anlayışına  göre, TANRI  DAĞLARI  PUT  MU olacaktır? Arap  kültürü  içinde Emevi uydurmacaları ile  islam inancını  yozlaştıran  dar  görüşlere   göre,    çağın objektif  inançlarını  bağdaştırmak  mümkün  değildir… TRT’in , böyle bir  Belgesel  ile  arkaik  dönem  bulgularını  akıl  dışı  şekilde   yorumlaması   hayretle  ve  üzüntüyle karşılanmaktadır… Ergun Özgen
***
Mehmet Cenani Aykut : Kitabın Kapağından; "Çoğumuzun bilinç altına kadar işlenen ve bir Batı Merkezli Tarih Projesi olan "Türkler Anadolu'ya 1071 yılında gelmiştir" hipotezi artık geçerliliğini tamamen yitirmiştir. Anadolu topraklarının Türklerin ikinci yurdu değil, tam tersine birinci yurdu yani ana yurdu olduğu görüşü bilim insanları arasında geçerlilik kazamaya başlamıştır." Göbekli Tepe ve Ön Türkler - Özgür Barış Etli - gecekitapligi.com
***
TÜRKLER, GÜNÜMÜZDEN 12 BİN YIL ÖNCE ANADOLU'DA VARDILAR.
"TÜREKİYE" İSİMLİ DEVLET DE KURMUŞLARDI, GÖBEKLİ TEPE VE ÖNTÜRKLER "ŞAMANLARIN GÖKYÜZÜ TAPINAĞI" GÖK  TANRI  İNANCININ  MUHTEMELEN  ORTAYA  ÇIKMIŞ  OLABİLECEĞİ  MEKAN İÇİNDE   KIRGIZİSTAN’DAKİ  TANRI  DAĞLARININ (Ek Resim) ETEKLERİNDEN  SONSUZLUĞUN  MUHTEŞEM  GÖRÜNTÜSÜNE   BAKILDIĞINDA ÇAĞIN  İNSANLARINCA   KONU  NASIL  ALGILANABİLECEKTİR?...  NEDEN  BU  DAĞLARA  TANRI  DAĞLARI   DENİLMİŞTİR? ÜÇGEN  ŞEKLİNDE  BU  GÖRÜNTÜ BETİMLENDİĞİ  TAKDİRDE,  NEDEN  MUSKALARIMIZ  BİLE  ÜÇGEN  ŞEKLİNDEDİR….KABENİN İSLAMİYET  ÖNCESİ  ÜSTÜNDEKİ  ÖRTÜ ÜZERİNDE DE,  NEDEN  ÜÇGEN  MOTİFLERİ  BETİMLENMİŞTİR?.... TANRI  DAĞLARININ KAİNATIN SONSUZLUĞUNU İŞARET EDEN  MUHTEŞEM  DOĞAL  GÖRÜNTÜSÜNE,  TRT ‘İN  ANLAMSIZ  YORUMUNA GÖRE   PUTA  TAPILAN  YERLERMİ  DEMEMİZ   GEREKECEKTİR?... ATALARIMIZ, ON BİNLERCE YIL  ÖTEDEN KAİNATIN SONSUZLUĞUNDA  YÜCE  YARADANI  ARAMAYA  BAŞLAMIŞTIR. Yazan:Özgür Barış ETLİ (gecekitapligi.com)

9 Ocak 2017 Pazartesi

KUDÜS PERİŞAN, MÜSLÜMAN PERİŞAN! Av. Özcan PEHLİVANOĞLU Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi (RUBASAM)

KUDÜS PERİŞAN, MÜSLÜMAN PERİŞAN!..
Av. Özcan PEHLİVANOĞLU
Rumeli Balkan Stratejik Araştırmalar Merkezi 
(RUBASAM) 
Bu hafta İsrail'e bir seyahat yaptım. Tabii ki İsrail'e gidip Kudüs'e gitmemek olmazdı bizde oralara giderek Mescid-i Aksa'yı ve Peygamber makamlarını ziyaret ettik. Falih Rıfkı Atay'ın  “Zeytindağı”  adlı eserinde anlattıklarını bizzat yerinde müşahade ettik. Hatta Cuma namazımızı da Mescid-i Aksa'da kıldık.
Biliyorsunuz, Peygamber Efendimiz Mirac Hadisesini Mescid-i Aksa'da yaşamıştır ve bir Hadislerinde“Oraya gidin ve içinde namaz kılın” demiştir. Yani o topraklar bizim için kutsal olan; gidilmesi, ziyaret edilmesi ve elde tutulması gereken topraklardır.
Ancak son durum itibarı ile Peygamber vasiyetini tutabildiğimiz pek söylenemez!
Müslümanlar için önemli olan bu topraklar, aynı zamanda Yahudiler ve Hrıstiyanlar içinde önemlidir. Çünkü onların inançlarına göre bu topraklar, Peygamberlerinin ve milletlerinin ana vatanıdır.
Bu sebeple bahsettiğimiz coğrafya, binlerce yıldır dinler arası büyük bir mücadele alanıdır. Bu mücadele, insanlık tarihi açısından kanla ve göz yaşı ile doludur vede bu durum halen Filistinlilerin uğradığı zulüm ile devam etmektedir. Filistinlilerin içinde bulunduğu cismi ve ruhani hal bu durumdan kurtulmaya yeterli değildir. Tıpkı bizim içinde bulunduğumuz halden kurtulmak için yüz yıldır verdiğimiz mücadelenin yeterli olmayışı gibi!!! Yani çakma bir din anlayışına mağlup olma durumları Türkiye'de olduğu gibi Filistin'de de vardır. Bununda tesadüf olması mümkün değildir...
Günümüzde İsrail dediğimiz topraklar daha dün dediğimiz 1917 yılına kadar Osmanlı – Türk Devletinin elindeydi. Bugün ise “Küresel Güçler”in Yahudiler tarafından ikna edilmesi ile İsrail'in elindedir.
Her zaman söylüyorum, kendisini Türk gören veya görmeyen Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bugüne kadar başlarına geleni ve bundan sonra gelecek olanları anlamak istiyorlarsa, Balkanların ve Filistin'in dününü ve bugününü çok iyi bilmek zorundadırlar.
Kudüs ve gittiğimiz tüm yerlerde gördüğümüz o dur ki, Müslümanın hali perişandır. Baskı, zulüm, insan hakları ihlalleri, eğitimsizlik, işsizlik ve diğer sıkıntılar had boyuttadır. Bunu tüm İslam dünyası için söylemek mümkündür.
Haçlı ve Siyonist hakimiyet, Müslümanları çevrelemiştir. İstkbal için öngörüm şudur ki, böyle giderse Mescid-i Aksa'ya belki oğlum girebilir ama torunlarımın girmesi mümkün değildir. Yahudiler bunu milli ve dini şuurları nedeni ile kısa sürede sağlayacaklardır.
Türk Milleti günümüz itibarı ile tarihle ve coğrafya ile ilişkisini kesmiş olduğundan olan biteni anlayamaz haldedir. Çağdaş ve entellektüel kesimler bu topraklar ile yeterince ilgilenmemektedir. Seyahat boyunca gördüğüme göre, bu topraklara giden insanlarımızın ezici çoğunluğu mütedeyyin insandır ve dini amaçla ziyaretlerde bulunmaktadırlar. Hrıstiyan ve Yahudi dünyasından gelen insanlar ise eğitimli ve entellektüel tiplerdir ve gezilerini dini olduğu kadar bilgi edinmek amacı ile yapmaktadırlar. Yani çoktan unuttuğumuz “Kızıl Elma”mız gibi bir stratejik hedefleri vardır.
Kudüs ve Filistin; ABD, İngiliz, Rus, Alman, Yunan kiliseleri ile benzerlerinin hakimiyet kurma mücadelesi verdiği bir alandır ve biz ise bu alanda mualesef yokuz!
Ancak gerek Filistinliler gerekse Yahudiler, “Biz Türküz” deyince sevgilerini ifade ettiler. Bu sevginin ecdatın onlara gösterdiği karşılıksız ilgi ve yardımdan geldiğini düşünüyorum.
Lafın özü şu, biz Türk Milleti olarak İsrail ve Filistin'le çok yakından ilgilenmeli, Peygamber vasiyeti olarak Mescid-i Aksa'yı boş bırakmamalı vede o topraklar ile ilgili milli ve dini hedefler ortaya koymalı, bunları gerçekleştirmek içinde çok çalışmalıyız. Yoksa sadece Filistin'de değil Türkiye dahil tüm İslam Dünyasında yok olur gideriz.
Yine karamsar bir yazı olmuş diyenlerede “ne yapalım bunlar gerçeğin ta kendisi” diye cevap vererek bitirelim!
YORUM, ELEŞTİRİ VE KATKI:
Sayın Özcan Pehlivanoğlu,
Yazık, buralara (İsrael'e) kadar gelmişsiniz ama, ya önyargılarınızı  kıramadığınızdan ya da konuyu gerektiği gibi araştırmadığınızdan gerçekleri gör(e)mediniz. Belki de yadsıyarak siyasi görüşleriniz paralelinde anlatmayı yeğlediniz.
Önce size İsrael'in işsizlik oranının %4,7 cıvarında olduğunu söyleyeyim. Buna karşın, Araplar ve ve ortodoks Yahudiler arasında bu oran daha yüksektir. Araplarda işsizlik ve yoksulluk oranının nispeten yüksek olmasının nedeni, dünkü kamyonla ezme terörü benzeri olaylara karışmaları ve çok çocuklu olmalarıdır. Öyle olmasa İsrael'de şu anda 100binden fazla (-resmi 78bin- ve kaçak) yabancı ve 85bin cıvarında Batı Şerialı ile Ürdünlü resmi işçi olmazdı. 
Ortodoks Yahudilerin yoksul olmasının nedenleri arasında Tevrat eğitimine daha çok önem vermeleri ve çok çocuk yapmalarıdır. Yine de SGK tarafından bu yoksullukları giderilmeye çalışılmaktadır. 
İddia ettiğiniz baskı ve zulüm ise, teröre bulaşmış ailelere uygulanmaktadır. Yoksa (Türkiye dahil) dünyada başka türlü mü davranılıyor? Umarım İsrael'de en yüksek rütbelerde hakim, savcı, polis md. v.b mesleklerde Yahudi olmayanların bulunduğunu, birçok Arap kökenli mülti milyonerler olduğunu da size anlatmışlardır.
Tapınak Dağı -(h)ar (h)abayit- hakkında sanırım size rahmetli Kral Hüseyin'le varılan Statükoyu anlatmışlar ve gözlerinizle görmüşsünüzdür. Bir kapıdan diğerine Yahudiler güvenlik güçleri olmadan geçemez ve üstlerinde dini çağırıştıran bir sembol bulundurumaz. Ancak perişan! Müslümanlar, hangi dinden olursa olsun istediği ibadet evine veya çevresine dilediği gibi girebilir bu İsrael Devletinde!
Size bir arkadaşımın Mescidi Aksa hakkında bir prof'ün İngilizce makalesinden link yaptığı özeti de paylaşıyorum. Gerçi Ürdün ve Mısırlı ilahiyatçılardan da var ama sadece İngilizce link.

Bar-Ilan Universitesi'nin saygin Arap/Islam tarihi uzmani Prof. Mordechai Kedar, 1967 savasi sonrasi Araplar'in uydurdugu ve gunumuzde kullandigi Mesci-i Aksa yalanlarini aciga vuran kapsamli bir makale yayinlamis.
Yazida diyor ki:
- Arapca "en uzak cami" anlamina gelen Mescid-i Aksa, Hz Muhammed'in yasadigi donemde Mekke sehrinin kuzeyindeki Ji'irrana koyunde bulunan camiye verilen isimdi;
- Hz. Muhammed'in olumunden 50 yil kadar sonra, MS 682 yilinda Mekke hakimi Abdullah Ibn-al-Zubayr, baskenti Sham olan Emevi saltanatina bash kaldirarak onlarin yillik Hac seyahatini onledi;
- Bunun uzerine Emevi saltanati Kuran'i tahrif edip, Hz. Muhammed'in Mescid-i Aksa'ya yaptigi "gece seyahati" olayini Ji'iraana koyunden Kudus'e tashidi ve Kudus'u Mekke ve Medine'dan sonra Islam'in ucuncu kutsal sehir ilan etti (aslinda Kudus ismindeki "kutsallik" kaynagi Araplar ve Musl'lar tarafindan daha onceden Musevi dinine atfen zaten kullaniliyordu);
- Emeviler boylece Harem el-Sherif (Har Habayit) kulliyesinin guney kesiminde bir cami insa edip, orayi Kuran'da zikredilen El-Aksa Camii ilan etti ve Hac mekani haline getirdi;
- 1967 savasinda Israil Kudus'u ele gecirene kadar, El-Aksa Camii kavrami sadece (Tapinak Dagi) Har Habayit kulliyesinin guneyindeki cami anlamina geldi. 
- Shiiler ise son yillara kadar Kudus'un kutsalligini hic kabul etmedi ve ucuncu kutsal sehir olarak hep Irak'ta Hz. Ali'nin gomulu oldugu Necef kentini gorduler;
- Israil'in 1967 zaferinden sonra Kudus muftulugu yoluyla Araplar dil degistirip, Yahudilerin sizmasini onlemek uzere, Har Habayit'i kapsayan tum 144 donumluk kulliyeyi "El-Aksa Camisi" olarak kutsal Islam mekani ilan ettiler.

Bu link de Ayşe Hür'den. Linkten alıntı: 

MÜSLÜMANLARIN KUDÜS’Ü - Çünkü, Muhammed’in zamanında Kudüs'te Mescid-i Aksa adıyla ya da bir başka adla bir mescit veya cami yoktu! Rivayete göre Ömer, Kudüs’e fethettiğinde, Yahudilerin Süleyman mabedinin (berbat haldeki) kalıntıları üzerinde ibadet ettiklerini görünce bu kalıntıları temizletmişti. Ömer’in buraya bir mescit yaptırdığına dair İslam anlatısı yok. Dolayısıyla Kuran’daki ‘Mescid-i Aksa’nın burası olduğuna dair fiziksel bir kanıt yok. 
Biraz uzun oldu kusura bakmayın. Ancak basındaki bunca safsataya karşın başka türlü gerçekleri anlatamazdım.
Selamlar
Menteş Azuz
Tel-Aviv

4 Ocak 2017 Çarşamba

"EKONOMİ-TEKNOLOJİ VE BİLİM DÜNYASI" Yakın Geleceğin Muştuları!..Prof. Dr. ERDAL AKALIN

Yakın Geleceğin Muştuları!..
ERDAL AKALIN
20. yüzyılın son çeyreğinde hızlanan elektronik sanayinin getirdiği teknolojik gelişmeler, ne derece de farkındayız ama insanların yaşamında köklü değişmelere yol açmaya başlamıştır.

Akla en kolay gelen örnek fotoğrafçılık konusu ile ilgili değişimdir.   Örneğin; ünlü Kodak firması fotoğraf sözcüğü ile eş anlamlı gibi yaşamımızda yer almıştı.   Dünyada kullanılan makara halindeki fotoğraf film rulolarını ve hazırlanmış fotoğrafların basımında kullanılan film kâğıtlarının % 85’ini Kodak şirketi üretirdi.  1998 yılında da 170.000 çalışanı ile dev bir firma olarak bilinirdi. 

1975 yılında fotoğraf makinelerinin çalışma ilkesi değişmeye başlamış ve elektronik teknoloji ile üretilen dijital teknikler makinelere uyarlanmıştı.  Bu yöntemin ilk kullanım yıllarında konuyu önemsemeyen ve önlemini almayan Kodak firması, 2001 yılından itibaren üretimini satamaz olmuş ve kısa süre sonrada iflas ederek kapanmıştı.  

Elektronik zihniyetle donanan Dördüncü Endüstri Dönemi, artık yeni kapıların açılmasına ve kendisine ayak uyduramayan firmaların yok olmasına neden olmaktadır.

Örneğin; bugün artık sıradanmış gibi görünen bilgisayar yazılım yetenekleri yeni şirketlere fırsat tanımaktadır.  UBER adlı firma, elinde kendisine ait hiçbir araç yok iken, günümüzde dünyanın en büyük taksi işletmesi şirketi konumundadır. 

Keza bir odaya bile sahip olmayan AirBnB isimli firma, bilgisayar yazılım tekniği aracılığı ile en büyük otel işletmecisi olmuştur.

Şimdiler de ise ‘yapay zekâ’ olarak tanımlanan çok gelişmiş bilgisayar cihazlarına sahip olmaktayız.  Kendi hatalarını bulan ve çözen, koşullara bağlı olarak yeni çözümler üretebilen bu cihazların 10 yıl sonra insan zekâsı ile yarışabileceği tahmin ediliyordu.  Hata yapmışız; bu cihaz, adına Go Play denen uzak doğu kökenli ve dama benzeri zor bir oyunda dünya şampiyonu olan oyuncuyu yendi.  Ki, benzeri uygulama yıllar önce Dünya Satranç Şampiyonu ile de yapılmış ve gene bilgisayar kazanmıştı.

En hızlı gelişmeler ise araba sanayi düzleminde görünüyor.   Elektrik gücü ile pilini doldurarak çalışan yeni arabalar artık yollara çıkmıştır.  2020 ile birlikte bu gelişme hızlanacak görünmektedir.  Fosil yakıt üreten ve satan firmalar teker teker kapanacaklar gibi görünmektedir.  Keza günümüzde 100 bin km başına bir trafik kazası olurken, bu araçlar yaygınlaşır ve üstelik bilgisayar ile yöneltilen şoförsüz arabalar yollara egemen olursa, artık 10 milyon km de bir kaza oluşacaktır.  Bu nedenle de sigorta şirketleri kapanabilirler.  Tabii halen gözde olan otomobil                üreticisi büyük şirketlerin hali ne olur, tahmin edebilirsiniz.

Elektrik enerjisinin güneş gücü kullanılarak elde edilmesi eğilimi hızlanmaktadır.  Çevre dostu bu düzenleme ile elde edilecek ucuz enerji, yakın bir gelecekte kömür kullanan elektrik santrallerine yetti artık diyecektir.  Bazı araştırıcılar 2025 yılının bu tür santraller için son tarih olduğunda fikir birliği içindedirler.

Dünya insanının su sıkıntısını da ucuz sağlanan elektrik enerjisi çözebilecektir.  Artık bir metre küp tuzlu suyu, 2 KW elektrik kullanarak içilebilir temiz su haline dönüştürmek olasıdır.

Yakın gelecek, bazı elektronik aletleri bizzat kullanacak insanların sağlık sorunlarına da yardımcı olacak gibi müjde vermektedir.  Triorder adı ile tanımlanan tıbbi teknoloji cihazı, insanların kan ve idrar gibi sıvılarını ve nefes örneği ile retina taraması gibi incelemelerinin sonunda 54 parametreli bir sonuç raporu hazırlayabilecek görünmektedir.

Üzerinde çalışmaların tamamlandığı bildirilen tarım robotları ise tarım işçilerinin işlerinin önemli kısmını üstlenmek üzere programlanmaktadır. 

Yetmedi, Petri Tabağı olarak bilinen mikrop üretimi için kullanılan bir teknoloji ile artık dana eti üretimi de laboratuvar koşullarında sağlanacaktır.

İyice ucuzlaması beklenen ve planlanan akıllı telefonların yaygın kullanımı sonrası özellikle gelişmekte olan ve geri kalmış ülkelerin eğitim sorunlarına da çözüm bulunabileceği iddia edilmektedir.

Çoğumuzun halen aklının yatmadığı üç boyutlu baskı makineleri (3 D) ile neler üretilecektir neler.   Araç yedek parçaları, kişiye özel ayakkabı üretimi gibi çalışmalar sıradanlaşmak üzeredir.

Yakın geleceğin elektronik teknoloji ile çizilecek yeni yolu, insanlara daha iyi ve yaşanır bir çevre, iyi eğitim, ortalama olarak gelişmiş bir refah düzeyi ve sağlıklı bir beden sözü verirken, insanoğlunun ortalama yaşama süresini de uzatacaktır diye tahminler yapılmaktadır.   Yeter ki, insanlar birbirini yok etmeden ve dünyayı hakkaniyetle paylaşarak yaşamayı ilkesel olarak benimsesinler! 

Durum böyle oluşunca, tabii ki ozanlarımızın kalemi daha bir oynaklaşacak ve bizleri edebiyatın güzellikleri ile karşı karşıya getireceklerdir.  Örneğin; merhum Melih Cevdet Anday’ın şu güzel dizeleri de sanırım bu güzel yakın gelecek için yazılmıştı;

“O gün gelsin, neşemiz tazelensin de gör,
  Dünyayı hele sen bir barış olsun da gör,
  Seyreyle gülü bülbülü,
  Çifter çifter aylar gökyüzünde,
  Her gece ayın on dördü!”

Erdal Akalın (01.01.2017)