22 Şubat 2014 Cumartesi

Kanuni Sultan Süleyman 8 oğlunun 7'sinin ölümümü'ne şahit oldu!

Kanuni Sultan Süleyman 8 oğlunun 7'sinin ölümümüne şahit oldu!
Nakleden: Zekeriya TÜMER
Muhteşem Yüzyıl dizisi ile tarih bir kez daha sayfa sayfa açıldıç. Kanuni, Sultan Süleyman'ın oğlu Mustafa'yı öldürtmesi yürekleri dağlarken, aslında onun bu acıyı daha sonra Şehazde Bayezıd ve torunlarında da yaşadığı ortaya çıktı. Fakat Kanuni Sultan Süleyman hayattayken 7 oğlunun ölümüne şahit olmuş biridir. 2 çocuğunu kendi öldürtmüş,diğerleri de başka sebeplerle genç yaşta kaybetmiştir
Bir sihirli söz düşünün, kılıç olup başlarda gezen, yine aynı söz ki tek hamlede savaşlar kesen. Ne taht bırakan, ne baht, kendinden gayri. Ama kader ağlarını o sözün sahibine öyle bir örüyor ki, o meş'um kelime zaman geliyor evlâtlarının başını gövdesinden alıyor. Kendi diliyle yağ ile balını ağulu aş ediyor efendisine.
Hiçbir Osmanlı padişahına nasib olmamış olan 46 yıl gibi uzun bir süre cihana hükmeden Muhteşem Süleyman, ne yazık ki bu yarım asırlık dönemi, acıların en büyüğü olan evlât acılarıyla geçirmiş, sekiz oğlundan yedisinin ölümüne şahit olmuştu. Bunlardan Murad, Mahmud ve Abdullah henüz çocuk yaşta gözlerini hayata yumarken, nur-i ayini şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed ile, ömrünü sırtına yüklediği gam yükü ile geçiren Cihangir, gençlik çağında hayatının baharında toprağa gark olan taze fidanlar misali göçüp gitmişlerdi.
ZEKERİYA TÜMER
ULUSAL HABER
Ulu Sultan, geriye kalan oğullarından yüce gönüllü yiğit alperenler, Mustafa ve Bayezid'in öldürülmesi için nişan-ı şerif-i alişan hükmünü kendisi vermek zorunda kalmıştı da, koca cihanın mülkü en gerideki tek oğlan Sarı Selim'e kala kalmıştı. 
Görüldüğü gibi, kader bir yandan gülsüz, çemensiz, lâlesiz bir baharın hükmünü verirken, çiçeksiz, lâlesiz kalan bu çemenzârın bülbülünü avlamak görevini de maalesef nizam-ı âlem uğruna yaslı babaya vermişti.
Oysa, oğullarının ikbali penceresinden ne hayaller kurmuştu koca sultan. Özellikle Şehzade Mehmed'i, diğer kardeşlerinden apayrı tutmuş, onun eğitiminden gelişmesine dek her anını özenle izlemişti. Genişleyen imparatorluğu, istidat gördüğü bu şehzadesinin yönetmesini istiyordu çünki. Bu emelini gerçekleştirmek için de 22 yaşına geldiğinde onu sultanlığa giden basamak olan Manisa Valiliği'ne atamıştı.
Ne var ki, hayallerini bitiren acı haberi aldığında takvimler hicri 950 milâdî 1543 senesini gösteriyordu. Macaristan seferinin muzaffer komutanı (Estergon seferi olarak da anılır) dönüş yolunda Belgrad menzilinde almıştı kara haberi. Dört kıt'aya yayılan zafernamenin muştusuyla Osmanlı coğrafyasında bayram yaşanırken, 'şehzade-i güzin'in ölüm haberi uğrak yeri Belgrad'ı koca sultana zindan etmişti. Gözbebeği Mehmed'i, çiçek hastalığından ölmüştü. Bütün menzilleri yıldırım hızıyla aşıp geçmiş, İstanbul'a ulaştığında şehzadesinin tabutuna kapanıp iki saat ağlamıştı.
Padişahla birlikte Şehr-i İstanbul dahi yasa boğulmuş da, esnaf üç gün kepenklerini açmamıştı. Kırk gün boyunca oğlunun kabrini ziyaret eden Pâdişâh-ı âlem-penâh 40 günün sonunda, Mimar Sinan'ı huzuruna çağırıp "Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'im Merkad-i Sultan Mehemmed bad Firdevs-i ebed". Mısrasıyla tarih düşürdüğü merhum necabetlû şehzade hazretlerinin hatırasını yad edecek bir cami ve medresenin yapım emrini vermişti.
Muhteşem Süleyman'ın muhteşem mimarı evlât acısıyla inleyen bir yüreğin nağmelerini taşlara ustalıkla işlemişti. Yaslı babanın toprağa verdiği civanına yaktığı ağıt Şehzade Camii ve külliyesi adıyla tecessüm etmiş heybetli bir yalnızlığa ve ağırbaşlı bir sükunete bürünmüştü. Babanın hüznü de inancından aldığı destek ve caminin külliyesindeki işlenen sadaka-i cariyelerle her geçen gün biraz daha hafifleyerek sönmeye yüz tutmuştu.
Zaman her acının olduğu gibi evlât acısının da en tesirli ilacıydı elbette. Dindirmese de hafifletici etkisi muhakkaktı. Şehzade Mehmed'in ölümünün üzerinden tam 10 yıl geçmişti. Doğu'dan batıya sürekli seferler ve her seferde kazanılan yeni zaferlerle geçen 10 koca yıl.
Ama Nevruzla birlikte başlayan sefer hazırlıkları yeni bir evlât acısının, taze bir yürek yangınının da habercisi gibiydi adeta. İran üzerine sefere çıkan muhteşem Süleyman sefere iştirak etmek üzere Konya ovasında orduya iltihak eden Amasya Valisi güzünün nuru, ferzend-i şehriyari şehzade Mustafa'nın ölüm emrini vermek zorunda kalacaktı. Bu diğerinden daha zor bir ölümdü elbette. Şehzade Mehmed ecel cellâdının ellerinde can verirken, padişah tarümar olan tahammül mülkünün enkazından tevekkül sığınağında bulmuştu kurtuluşu. Ama bu başkaydı, öz evladının celladı olmak başkaydı. Nasıl bir duyguydu ki yürek dayansın. En acımasız insanın bile ciğerlerini yangın yerine çeviren, akıl muvazenesinin zembereğini yerinden söküp alan bir durumla karşı karşıya idi şimdi cihanın kudretli padişahı. Ama fitne ateşi yanmıştı bir kez. Nizam-ı alem için ya söndürülecekti ya da o yangında cihan hakimiyeti mefkuresi kül olup gidecekti. Emrem Yunus'un söz ola kese başı dediği hakikat Ereğli Ova'sında tecelli edecekti.
Neydi Koca Sultan'ı henüz Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'inin acısı sönmeden yeni bir acıya kendi eliyle gark eden sözün sırrı. İktidar mı, ihtiras mı, yoksa "füsun-ı fitneye geldik ey behzad neylersin" diyen şairin dizelerinde hayat bulan "ateş-i Suzan" mı?
Nedir insanın evladını öldürtecek kadar tahrik eden bu efsunkâr sır? Elbette tarih denilen mazinin derelerinde akan sularda insan bedeni birden fazla yıkanamadığı için tahlil beyanında oldukça müşkil bir ameliyedir bu sırra vakıf olmak.
Ne var ki levh-i mahfuz açılmadan vakıf olunamayacak sırların künhüne vakıf olmak bütünüyle mümkün görünmese de zaman tünelinde hayalen olsun yapılacak bir yolculuk bazı gerçeklerin insan zihnindeki bulanık noktaları tebellür edeceği de bir vakıadır. Bu anlamda görünürde her ne kadar devlet-i ebed müddet ve nizâm-ı âlem için siyâseten katl caizdir fetvası muktezasınca bu ölümler gerçekleştirilmişse de gerçekte olayların arkasındaki sırrı anlamaya giden yol hadiselerin seyrini iyi takip etmeye vabestedir. Bu meyanda nedenlere nasıllardan varmak mümkün olduğundan yolumuzu aydınlatacak soruların cevabı da nedenlerden ziyade nasıllarda gizlidir.
Buna göre tümdengelimci bir yaklaşım geliştirmek doğru hükümleri bütüncül bir bakış açısıyla yakalamak açısından oldukça önemlidir. Yine sır perdesini aralama yönünde geliştirilen empatik yaklaşımın ataerkil bir karakter arz etmesi de sebebten ziyade sonuca tesir eden etkenleri eksik ya da yanlış anlamanın bir başka nedenidir. Oysa olaylara sadece baba şefkati açısından bakmak yerine bir de anne zaviyesinden bakılsa Şehzâde Mustafa ile devam eden bir dizi evlât katillerinin nedeninin de Fatih Sultan Mehmed'in Osmanlı Devlet yönetiminin temel esaslarını belirlediği ve kendisinden sonra asırlarca uygulanan meşhur kânun-nâmesinde bulunan 'her pâdişah tahta çıktığında erkek kardeşlerini öldürür' hükmü olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu noktada Şehzâde Mustafa'nın Kardeş katli kanunu gereği kardeşlerince öldürülmemiş olmasına rağmen ölümünün bu kanuna dayandırılmasının nedeni sorgulanabilir evvel emirde. Bu sorgu bizi tahta çıktığında kardeşlerini öldürme ihtimali şehzade Mustafa'nın hazin sonunu hazırladığı yargısına ulaştıracak ve son tahlilde genç şehzade bir üvey annenin oğullarını kaybetme korkusuyla hazırlanan Hürrem ve Rüstem ortak yapımı bir entrikanın kurbanı olacaktır.
Yine söz konusu kanun Fatih döneminde hazırlanmasına rağmen neden Hürrem Sultan'a kadar geçen dönemde böyle bir şey olmamış ta Hürrem bu işi başlatmış sorusu akla gelebilir.
Bu sorunun gayet yalın bir cevabı vardır. Hürrem kadar güçlü ve tesirli olmadıklarından naşi, Hürrem Sultan'a gelinceye değin saray kadınları çocuklarının ölümü noktasında müdahil rol oynamamış, teslimiyetçi bir tavır takınmışlardı. Hürrem Sultan ise kendisinden önce gelen şehzâde annelerinin mütevekkil tavırlarının aksine oğullarının katline engel olmak için her türlü desiseye başvurmuş, kimi zaman zekâsını, kimi zaman da kadınlığını ustalıkla kullanarak seferden sefere koşarken yollarda yaşlanan Kânunî'yi aşkıyla, yörüngesine almağı başarmıştı.
Cariye olarak geldiği sarayda Haseki Sultanlığa kadar yükselen Hurrem, dirayetli bir devlet adamı olmasının yanında oldukça duygusal bir yapıya sahip olan Kânunî'nin ruh halini çok iyi tesbit etmiş, diğer saray kadınlarının başaramadığı şeyi başararak cihana hükmeden ama kalbine hükmedemeyen bu melankolik hünkârın yüreğindeki boşluğu ona sunduğu sevgisiyle doldurmuştu. Şair ruhlu koca sultanın kalbine mukabil bir kalp olmuştu Hürrem'in kalbi. Her iki taraf da böylece sevgilerini, aşklarını, şevklerini değiştirip, lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve kederli anlarda da birbirlerine yardımcı olup, destek verir hale gelmişlerdi.
Hürrem'le geçirdiği saatlerde cihanın gam ve kederinden kurtulup teneffüs ruhuna nefes aldıran koca sultan kâh Doğu'ya kâh Batı'ya uzayıp giden yorucu ve kasvetli seferlerinde de Hürrem'den aldığı mektuplarla teselli buluyordu.
"Ey Sabâ Sultânuma zâr u perîşân diyesin
Gül yüzünsüz işi bülbül gibi efgân diyesin"
diye başlayan şiirler yaşlı pâdişahın kalbini ateşliyor. Hürrem'in vuslatının arzusuyla yanıp tutuşan, Muhibbi ruhunu ihtizaza getiren bu iştiyakı
"Nâmeler gelse kaçan İstanbul-ı âbâddan
Bûy-ı zülfini seher-geh aluram Bağdad'dan"
dizeleriyle dile getiriyordu.
İşte, Hürrem Sultan yukarıdaki dizelerden de anlaşılacağı üzere böylesi bir aşkla kendisine bağladığı cihanı titreten kudretli pâdişaha istediğini yaptırmak için, işe Şehzâde Mustafa'nın kendisini tahttan indirmek için hazırlıklar yaptığı yolunda dedikodular yayarak başladı. Bu dedikodular oğlunun ortadan kaldırılacağı korkusunu yüreğinde hisseden bir başka anneyi harekete geçirmişti ki bu da oyunun bir parçası idi. Babası Yavuz Sultan Selim'in dedesi Bayezid'i tahttan indirmesi olayının kendi başına gelmesi gibi bir evhamla, Kânunî'nin bu dedikodudan etkileneceği ve bu korkuyla onu ortadan kaldıracağı korkusuna kapılan Mustafa'nın annesi Mahidevran, galeyana gelerek dedikoduyu çıkaran Hürrem'e saldırınca, Hürrem'in de isteği olmuştu. Pâdişah Mahidevran'ı çiçeğine saldıran bir yabani gibi telâkki edip o sırada Kütahya Valisi olan oğlu Şehzâde Mustafa'nın yanına gönderince Hürrem sarayda rakipsiz kalmış ve Kanunî'nin nezdindeki itibarını hızla artırarak "Haseki Sultan"lık mertebesine kadar ulaşmıştı.
Aradan geçen yıllar bir yandan savaşçı, cesur ve atak kişiliği ile dedesi Yavuz Sultan Selim'e benzeyen Şehzade Mustafa'nın Anadolu'daki Türkmen aşiretleri ve askerler arasında sempati halesi genişlemesine vesile olurken, diğer yandan çocuklarının isitikbali açısından Hürrem'in giderek artan korkusunu da beraberinde getirmişti. Bu sırada Mustafa önce Manisa'ya daha sonra Amasya'ya oradan da son alarak Konya'ya vali olarak atanmış olan Mustafa'nın buralardaki askerler ve halk arasındaki etkinliği Kütahya'dan aşağı kalmamış, sevilen ve saygı duyulan karizmatik kişiliğinin etrafındaki yandaşları her geçen gün artmıştır.
Bu sırada sadrazamlık görevinde bulunan Rüstem Paşa, Hürrem Sultan'a yakınlığı ile tanınmaktadır. Kânunî Sultan Süleyman'ın Hürrem'den doğma kızı Mihrimah Sultan ile evlenmiş, bu evlilik Paşa'nın Hürrem Sultan'a yakınlaşmasına sebep olurken, Mustafa'nın taraftarı İbrahim Paşa'yı öldürten Hürrem'in de evlâtlarını koruma ve tahta çıkarma uğruna çevirdiği entrikalar için uygun bir piyon bulmasını sağlamıştır.
Nitekim öyle de olmuş Hürrem, Mihrimah ve Rüstem üçlüsü Şehzâde Mustafa'nın ağzıyla Şah Tahmasb'a bir mektup yazarak Kânunî Sultan Süleyman'a karşı işbirliği teklif etmişler, bu teklife Şah'ın verdiği olumlu cevabı getiren elçiyi yolda yakalatan Rüstem Paşa mektubu Şehzâde Mustafa'nın bağîliğine delil olarak doğrudan pâdişaha göndermiş, pâdişah da bu mektup üzerine Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırmak için kesin kararını vermiştir. Kararı uygulamak için, plan gereği İran seferini bahane ederek, Konya Ovasında orduya katılan Mustafa'nın işi oracıkta bitirilecektir. Celalzade Mustafa, pâdişahın hasta olmasına rağmen İran Seferine, Hürrem Sultan ve Vezir-i A'zam Rüstem Paşa'nın tahrikleri sonucu Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırmak ve Anadolu'da gelişen olayları yerinde görüp düzeni sağlamak niyetiyle çıktığını söyler.
Şah Tahmasb'ın önce Biga Sancakbeyi Mahmud Bey'e mektup gönderip sulh istemesi, arkasından da Seyyid Şemseddin Dilicani aracılığı ile özür dilemesine rağmen Pâdişah'ın bu sefere bizzat çıkması Anadolu'nun dirliğini sağlamak için Şehzâdenin ortadan kalkması gerekliliğine inandığı ve bunu bizzat uygulamak için kararlı olduğunu göstermektedir. 18 Ramazan 960 / 28 Ağustos 1553'te yola çıkan pâdişah Ramazan Bayramı'nı Yenişehir'de geçirdikten sonra 26 Şevval / 5 Ekim 1553'te Konya-Ereğli civarındaki Aköyük (Akdepe) menziline gelmiştir.
Şehzâde Mustafa Ereğli Ovasında konaklayan babasının elini öpmek üzere girdiği çadırında babası yerine dilsiz cellâtlar ile karşılaşmış ve bu cellatlar tarafından boğularak öldürülmüştür. Yavuz'un bu yiğit torunu üzerine çullanan yedi dilsizden kurtulmayı başarıp babasına doğru koşarken saray hademelerinden Zal Mahmud Ağa'nın arkadan saldırması sonucu yere yıkılır ve oracıkta boğulup cesedi çadırın önüne asılmıştır.
Bu yiğit civanmerte gönül bağlayan yeniçeriler Taşlıcalı Yahya'nın
"Meded, meded ki cihanın yıkıldı bir yanı/
Ecel Celâlileri aldı Mustafa Han'ı"
beytiyle başlayan mersiyesini okuyarak teselli bulmuşlar. Ama 60 yaşındaki koca sultan 39 yaşındaki oğlunun acısını içine gömmek zorundaydı. Öyle de yaptı, ya da yapmış gibi davrandı. Devlet işinde acz yakışmazdı Osmanlı sultanına. Ağlamak yoktu. Ama yüreği Karacaahmet olmuştu adeta. Paramparça permiperişan bir yürek.
Cihan padişahının evlât acısı açısından kara yazgısı bitmemiş, bu sefer Mustafa'nın katliyle dağlanan yüreğindeki yangın sefer sırasında yanından ayırmadığı şehzade Cihangir'in ölümüyle katmerleşmiştir.
Şehzâde Cihangir rûhen, duygusal bir karaktere; fiziksel olarak da zayıf bir yapıya sahip idi. Doğuştan kambur olarak dünyaya gelen Cihangir için babası, dünyayı sırtında taşıyan anlamına gelen Cihangir ismini vermişti. İyi bir eğitim alan Cihangir de diğer kardeşleri gibi aruz veznini ustaca kullanarak şiir yazma yeteneğine sahip idi. Cihangir, bu sebeple ağabeyi Mustafa'nın cellatlar tarafından öldürülmesine çok üzülmüş ve ağabeyinin çadırın önünde asılı duran cesedinin görüntüsü onun hassas kalbini derinden yaralamıştı. Ereğli yakınlarında hastalanan Cihangir, babası ile birlikte Halep'e kadar gitmiş, yol boyunca hastalığı şiddetlenen genç Şehzâde burada babasının kollarında son nefesini vermiştir. 27 Kasım 1553'te vefat eden Şehzâdenin cenazesi İstanbul'a gönderilmiş ve Şehzâde Mehmed Camiinin haziresindeki türbede ağabeyi Mehmed'in yanına defnedilmiştir.
Sefer sırasında tutulan ruznâme kayıtları arasında insanı dilhûn eden bir kayıt var ki, zikretmeden geçemeyeceğim. Bu kayıda göre, ölümünden bir gün önce Şehzâde Cihangir'e dolama alımı için ayrılan parayla tabutunun örtüsüne kumaş alındığı anlaşılmaktadır. Kader işte.
Topkapı Sarayının pencerelerden bakınca masal gibi bir hayat. Ah bir de içeriye girince, saadet denen şeyi yakalamaya hiçbir zaman gücü yetmemiş bir padişah görüyor insan, gerçekte. Çekilen çileler, her yenilen vurgunda gönülde açılan yaraları daha da büyütmekte, acılar tam hafifledi derken, yeni bir fitne ateşi ile yeniden alevlenmektedir. Bir babanın akıllara durgunluk veren evlâdını öldürme kararı gibi en radikal tedbirler bile taht kavgası için fitillenen fitne ateşinin 5 sene sonra yeniden alevlenmesine engel olamamıştı.
Bu kez ateşin efsununun yeni kurbanı olan Şehzade Bayezid idi. 1558'de Kütahya'dan Amasya Valiliğine nakledilince kendisinin yerine Şehzade Selim'in taht varisi olarak seçildiği vehmine kapılarak babasına karşı isyan bayrağını açmış, üzerine gönderilen ordunun başındaki kardeşi Selim ile Konya Ovasında yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine de ordusuyla beraber İran'a sığınmak zorunda kalmıştı. Kalmıştı kalmasına, lâkin hatasını da çok geçmeden anlamış, iş işten geçmiş ve ok yaydan çıkmıştı bir kere. Baba ile oğul ilişkisinde sözün bittiği yerde, af dilemek için kaleme aldığı aşağıdaki manzum mektup her şeyi açıklıyor.
Ey ser-a-ser âleme Sultan Süleymanum baba
Tende cânum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine kıyar mısun benüm cânum baba
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultânum baba
Enbiyâ ser-defteri ya'ni ki Adem hakkıçün
Hem dahi Mûsi ile İsi-i Meryem hakkıçün
Kâinâtun serveri ol Rûh-ı A'zam hakkıçün
Bi-günâham Hak bilür devletlü sultânum baba
Sanki Mecnûnam dağlar başı oldı durak
Ayrılup bi'l-cümle mâl ü mülkden düşdüm ırak
Dökerem göz yaşını vâ-hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Kim sana arz eyleye hâlim eyâ şâh-ı kerîm
Anadan kardaşlarımdan ayrılup kaldum yetîm
Yok benüm bir zerre isyânum sana Hakdur alîm
Bi-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Bir nice masumun olduğun şehâ bilmez misün
Anların kanına girmekden hazer kılmaz mısun
Yoksa ben kulunla Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Hak Taâlâ kim cihanun şâhı itmişdür seni
Öldürüp ben kulunı güldürme şâhum düşmeni
Gözlerüm nurı oğullarumdan ayırma beni
Bî günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Tutalum iki elüm başdan başa kanda ola
Bu meseldür söylenür kim kul günâh itse nola
Bâyezid'ün suçını bağışla kıyma bu kula
Bî günâham Hak bilür devletlü sultanum baba
Yukarıdaki manzum mektubu okuyan Sultan'ın feleği şaşar, aklı ile gönlü arasındaki derin uçurumun başında ağlayan bir oğulun cellâdına yalvarışlarını hisseder yaralı yüreğinde. Babalık ve cellâtlık arasındaki uçurumun mesafesini ince bir çizgi haline getiren karar aşamasında geceleri kâbuslarla bölünür uykuları. Ya devlet başa, ya kuzgun leşe düsturu sultanlıkla pederlik arasında yaşadığı paradokstur onun için. Nihayet alır eline kalemi, adeta "tut ellerimden baba tut, Uçurumun kenarındayım...itildim, düştüm düşeceğim" diye inleyen oğlunun manzum mektubuna mukabil yine bir o kadar ustalıkla verir manzum cevabını.
Ey dem-a-dem mazhar-ı tugyân u isyânum oğul
Takmayan boynına hergiz tavk-ı fermânum oğul
Ben kıyar mıydum sana ey Bâyezid hânum oğul
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Enbiyâ vü evliyâ ervâh-ı a'zam hakkıçün
Nûh ü İbrahim ü Mûsi İbn-i Meryem hakkıçün
Hatm-ı âsâr-ı nübüvvet Fahr-ı Âlem hakkıçün
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Adem adın itmeyen Mecnûna sahralar durak
Kurb-ı tâatdan kaçanlar dâima düşer ırak
Tan degüldür dir isen vâ hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Neş'et-i Hakdur nübüvvet râm olan olur kerîm
"Lâtekul üf" kavlini inkâr iden kalur yetîm
Tâata isyâna alîmdür Hudâvend-i Kerîm
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Rahm u şefkat zîb-i îmân olduğın bilmez misün
Yâ dem-i masûmı dökmekden hazer kılmaz mısun
Abdi âzâd ile Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Hak reâyâ-yı muti'e râi itmişdür beni
İsterem mağlûb idem agnama zib-i düşmeni
Hâşâlillah öldürürsem bî-güneh nâgâh seni
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Tutalum iki elüm başdan başa kanda ola
Çünki istiğfâr idersün biz de afv itsek nola
Bâyezidüm suçını bağışlaram gelsen yola
Bî-günâham dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Okurken bile insanın içini sızlatan, yüreğini yakan mektubun sonundan da anlaşılacağı üzere Bayezid'i affetmek istemiş, ancak bilinen sonu engelleyememişti. Tarih kitaplarında melankolik tabiatlı, şair yaratılışlı iyiliği seven, zeki, mütevazı ve cesur bir kişi olarak nitelendirilen Bayezid'in, ağabeyi Mustafa'ya benzeyen hazin sonu, yaşlı babasının kurumuş olan göz pınarlarından süzülemeyen yaşları içine akıtmasına sebep olmuştu. Şöyle sarılamamıştı tabutuna Mehmed'ininkine sarıldığı gibi. "Aslanlarım" deyişi Topkapı Sarayının duvarlarında yansıyamamıştı, ama yüreğinde yankılanıyordu adeta. Duymasını istiyordu belki de ciğerparesinin.
Ama nafile.. Çok uzaklarda Sivas vilayetinin surlarının dışındaki Melik-i Acem türbesine defnedilen civanının ve dünya tatlısı torunlarının öpemedi cansız yanaklarından ve ellerinden. Son kez sarılamadı tabutlarına doya doya.. Şöyle kucaklayamadı ölümüne. Ağlayamadı arkalarından. Adını söyleyemedi şöyle bağıra bağıra. Şöyle bir haykıramadı; "Güle güle oğlum" diye. Bu kadar mı acı verirdi, bu kadar mı yakardı. Yaktı, kül etti, ama renk vermedi koca sultan. Acılara tutunarak yaşamayı çoktan öğrenmişti.
kaynak : os-ar.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder