25 Aralık 2017 Pazartesi

Bütün savaşları bitirecek Ahir Zaman Savaşı ve Kudüs "AMERİKA BÜLTENİ" Cemal TUNÇDEMİR, 24 Aralık 2017-Pazar

Bütün savaşları bitirecek Ahir Zaman Savaşı (‘Armageddon & Crusade’) ve Kudüs
CEMAL TUNÇDEMİR
24 Aralık 2017-Pazar
Herkeste tarihin en önemli savaşında savaşacak olmanın gururlandırıcı heyecanı var. Sonuçta yaklaşık 2000 yıldır ikinci gelişi beklenen Mesih’in gelmesine neden olacak savaş bu. Gençler hatta orta yaşta erkekler gönüllü ordulara yazılıyor. Kiliselerde halka kıyamet savaşının vaktinin geldiği, İsa’nın dönmek üzere olduğu anlatılıyor. Askeri propaganda posterlerinin arka fonlarında Aziz George, Aziz Michael, melekler ve Hz İsa yer alıyor.
Gazete haberlerinde, konuşmalarda ise hep o iki kelime var; ‘Armageddon’ ve ‘Crusade’.
Armageddon, yani kıyamet savaşı, Kitab-ı Mukaddes’teki ‘Vahiy’ bölümünde geçen bir kavram. İncili literal okuyan bazı Hristiyanların inanışına göre Mesih yer yüzüne şahsen geri gelecek ve onun liderliğinde iyilerle kötüler arasında kıyamet savaşı yaşanacak. İbranice ‘Har-Megiddo’ adlandırmasından Eski Yunancaya geçti. ‘Har’ tepelik, dağlık yer demek. Megiddo ise İslam’daki ‘mahşer yeri’ gibi bir adlandırma aslında. İsrail’de hayfanın 30 kilometre kadar güneydoğusunda bu isimde bir yer var. Araplar ‘El Mutesellim’ diyor buraya. ‘Har-Megiddo’, Megiddo Dağı demek.
‘Crusade’ ise, Orta Çağ Latincesindeki ‘cruciare (haç damgası vurmak)’ fiilinden geliyor. Orta Çağda Haçlı Seferleri için bu tabir kullanıldı. Biz Türkçede karşılık olarak sadece ‘Haçlı Seferi’ anlamında kullanıyoruz ama 1700’lü yıllardan beri Batı dillerinde ‘her hangi bir kötülükle mücadele‘ anlamında da kullanılıyor.
Yalnız, Avrupalı Hristiyanlara tarihin dönüm noktasında rol alma heyecanı yaşatan, Hz Mesih’in inmesine neden olacak bu ahir zaman savaşı, Hristiyan olmayanlara karşı değil. Yazının başında aktardığım tablo, 1914’in hemen başındaki İngiliz ve Amerikan medya ve kamuoyu atmosferine ait. Alman ve İngiliz kamuoyu, ‘’bütün savaşların anası’’ olacağını iddia ettikleri bu savaşa, yani Birinci Dünya Savaşına işte böylesi bir kutsal anlam yüklüyordu. Bu ‘ahir zaman savaşı‘nda Deccalın ve şeytanın ordusunu ise diğer bir Hristiyan toplum, Almanlar oluşturuyordu.
Londra Piskoposu A.F. Winnington-Ingram, başlayacak savaşı, ‘’Bu tarihin en büyük Haçlı Seferidir. İnkar edemeyiz bu kutsal savaşımızın hedefi Almanları yok etmektir’’ diye konuşacaktı. Guardian gazetesine konuşurken, ‘Eğer bana İngiliz halkına ne yapmasını tavsiye edersiniz, bir cümlede söyleyebilir misiniz’ diye sorarsanız, cevabım, ‘ÜLKEYİ BU EN KUTSAL SAVAŞ İÇİN HAREKETE GEÇİRİN’ olur’’ şeklinde son cümlesini daha vurgulu söylediği bir beyanat verecekti.
Amerikan askerlerinin tek gazetesi Stars and Stripes’ın birinci sayfasında yayınlanan bir karikatürde, Alman Kayzeri ve oğlu, çarmıhtaki Hz İsa’nın önünden geçerken, veliaht Prens, babasına, ‘’Baba bak, Müttefik ordusundan birini daha hallettik’’ diyordu. Karikatürün iddiası şuydu; Almanlar o kadar sapkın bir millet ki Hz İsa’yı ikinci kez çarmıha gerecek kadar… Bu karikatür, askerlerdeki, ‘’Amerika Hristiyanlığın hak davasını temsil ediyor, Almanya şeytanın davasını’’ inancını pekiştiriyordu.
John Strange adlı milliyetçi politikacı, Milwaukee Journal gazetesine, ‘’Okyanusun öte yanında Alman düşmanlarımız var ama bu tarafta içimizde de Alman düşman çok. İçimizdekiler çok daha hain, çok daha sinsi’’ diye konuşuyordu. Iowa Valisi William Harding, eyalette kamusal alanda veya telefonlarda Almanca konuşulmasını yasaklıyordu. Wisconsin’de Almanca kitaplar toplu halde yakılırken, Boston’da orkestralarda Beethoven’in eserlerinin çalınması bile yasaklanıyordu. ABD genelinde Alman kökenli yiyecek veya yer isimleri Anglo Sakson isimlerle değiştiriliyordu. Tarihçi David M. Kennedy, ‘’Over Here’’ adlı kitabında o günlerdeki Alman karşıtı histerinin çarpıcı bir örneğini şu şekilde aktarıyor:
‘’St Louis yakınlarında milliyetçi çeteler Robert Prager adlı bir genci yakalamış sokaklarda çıplak şekilde üzerine sardığı Amerikan bayrağıyla süründürüyordu. Gencin tek suçu ise Almanya’da doğmuş olmaktı. Prager nihayetinde yaklaşık 500 vatanseverin öfke tezahüratları arasına linç edilerek öldürüldü. Çetenin liderleri bundan dolayı yargılandıkları mahkemeye üzerine Amerikan bayrağının renkleri olan kurdelalar takarak geldiler. Savunma bu çetenin vatan sevgisini ve kahramanlığını övdü. Jürinin, çeteyi aklayan kararı alması sadece 25 dakika sürdü’’.
Almanlar, ‘Hristiyan aleminin düşmanı’, ‘barbar bir güruh’ olarak lanse ediliyordu. Din adamları, İncil’de Almanları işaret eden çok sayıda ifade bulup çıkarıyordu.
Kendini Kıyamet Savaşı gibi binlerce yıldır beklenen bir savaşın kahramanı gören yoksul ve cahil yığınlar şereflendirildikleri bu tarihi görevin gereği için cephelere koştular. 1914 – 1918 arasındaki ‘Ahir Zaman Savaşı’ bittiğinde, 20 milyon ölü vardı ama Hz İsa dönmemişti. Bu büyük utancın yükü sadece Anglikan Kilisesinin üzerine çökmedi. ‘Din’ topyekün sorumlu tutuldu. Birinci Dünya Savaşının bitmesi ile birlikte İngiltere’de dindarlıkta keskin bir düşüş yaşandı. Kiliseye devam oranı hızla azalmaya başlandı. Ta ki 20 yıl sonra İkinci Dünya Savaşında yine benzer iddialarla ortaya çıkana kadar. İkinci Dünya Savaşı en hakiki kıyamet savaşıydı. Hz İsa bu kez kesin dönecekti. Dönmedi. Sonra Soğuk Savaş başladı. Bu kez Deccal’in ordusunu Almanlar değil, komünistler oluşturuyordu. Ancak bir kez daha hayal kırıklığı yaşandı. 1991’den beri ise İncil’i literal yorumlayan bazı aşırı dinci Hristiyan çevreler için Deccal’in ordusunu Müslümanlar oluşturuyor.
İşte Trump’ın yakın çevresindeki bazı danışmanların da üyesi olduğu bu zihniyet dünyası, Trump’ın Kudüs’ü tanıma kararını, bunun tetikleyeceği kaotik bir savaşın Hz İsa’nın gelmesine neden olacak Armageddon’u başlatacağına çok inandıkları için hararetle destekliyorlar. Kudüs’ün güvenliği ve huzuru umurlarında bile değil. Hem sadece Müslümanları değil Yahudileri de sevmiyorlar. Zaten, Virginia Tech Üniversitesinde dini söylemli şiddet ve apokaliptik düşünce üzerine çalışan teolog Matthew Gabriele’in de dikkat çektiği gibi, bu fanatik Hristiyanlar sadece Kudüs’teki karışıklığın Hz İsa’nın ikinci gelişine neden olacak kaosu tetikleyeceğine inanmakla kalmıyorlar, ‘’buradaki Yahudilerin de ya Hristiyanlığı kabul edeceklerine veya sonsuza kadar lanetleneceklerine de inanıyorlar’’.
Kudüs’ün üzerine çok titrediklerini ve deli gibi sevdiklerini iddia eden üç dinin fanatiklerinin, Kudüs üzerinde, sonuçta Kudüs’ü tamamen yok edecek bir savaşa bu derece hevesli olmaları da ilginç. Hepsi Namık Kemal romanlarındaki kahramanlara benziyorlar; İcap ederse üzerine oturup kendileriyle beraber havaya uçurmaya çok hazırlar.
Tabii ki bu ‘kıyamet savaşçılığı’ veya ‘İsa’nın İkinci Gelişi’ bekleyişi Birinci Dünya savaşı ile başlamadı. Antik Yunan ve Roma tarihçisi Charles Freeman, ilk Hristiyanların Hz İsa’nın kendi ömür süreleri içinde geri geleceğine çok inandıklarını, ve yıllar geçtikçe dönmemesine de çok şaşırdıklarını aktarıyor. Orijinal Haçlı Seferleri de elbette ki ‘ahir zaman savaşı’, ‘en büyük savaş’ iddialarıyla yapıldı.
ABD’nin ilk Anglo Sakson yerleşimcileri olan Püritenler, Anglikan Kilisesi ve Anglikan din adamlarını ‘Deccalın askerleri’ olarak nitelemişti. Protestan Püritenlerin gözünde sonraki dönemlerde, Papa ve kardinalleri, Türkler, Kral 1. Charles, Canterbury Piskoposu William Laud ve hatta Oliver Cromwell değişik zamanlarda ayrı ayrı ‘Deccalın kendisi veya askerleri’ statüsüne yükseldi. İngiliz İç Savaşında, bütün taraflar artık kıyametin geldiğini, bunun ahirzaman savaşı olduğuna ve karşı tarafın Deccal’i temsil ettiğine inanıyordu. Amerikan Kuzey-Güney savaşında her iki taraf da birbirine karşı ‘ahir zaman savaşı’ terminolojisini kullanıyordu. Amerikan politikası, aday olduğu seçimi, politik bir yarışın ötesinde Deccaliyete karşı apokaliptik bir savaş olarak sunan çok sayıda politika kurnazla dolu.
Müslüman ulusların tarihi de ‘en hakiki Mehdi’ veya ‘en hakiki halife’lik iddiası etrafında sayısız iç savaşla, karışıklıkla doludur. Bunun doğal sonucu olarak da aynı tarihin içinde yığınla ‘Deccal ve Deccal ordusu’ da var. Anadolu’da bazı Müslüman gruplar için bir zamanlar Deccalin ordusunu Avrupalı Haçlılar oluşturuyordu. Sonra Ruslar, derken Ermeniler ve bir dönem de Rumlar oluşturdu. 1967 savaşından beri ise Deccal’in ordusuna en popüler aday Yahudiler.
Modern İslami terör örgütleri ve IŞİD’in felsefesi ve psikolojisi konusunda uzman William McCants, IŞİD liderlerinin, ‘’Suriye ve Irak’taki savaşı, Ahirzaman’da beklenen kıyamet savaşı gibi sunan ve herkesi Mehdi’nin halifeliği yeniden kuracak savaşına katılmaya davet eden’’retoriklerine dikkatimizi çekiyor.
Yine bugünlerde Suudilerin İranlılara, İranlıların Suudilere yönelik propagandasında Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin Almanlara, Almanların İngilizlere yönelik savaşlarına dini kutsallık yükleme propagandasının aynını görmek mümkün. Ortadoğu’da bir şii camiine, Lazkiye’de bir Alevi pazarına beline bağladığı bombayla dalan intihar bombacısı da, Halep’te veya Yemen’de sivil kadın çocuk ayrımı yapmadan herkesin üzerine varil bombalarını zafer çığlıklarıyla, tekbirlerle bırakan askeri pilotlar da, kutsal bir savaşın askeri olmanın meşrulaştırıcı yüksek haklılığıyla bu vahşetlere imza atıyor.
Bir zamanlar milliyetçi Pakistanlılar için Hindular Deccaliyeti temsile en yakın toplumdu. 1971 Pakistan – Bangladeş savaşında, Pakistanlı din adamları, kendileri gibi sünni ve Müslüman olmasına rağmen Bangladeşlilerin ‘Hindu’ olduğunu dolayısıyla karılarının kızlarının ‘helal’ olduğu fetvası vererek, Pakistan ordusunun ve onun desteklediği Cemaati İslami militanlarının yüzbinlerce Bangladeşli kadına tecavüz etmesine zemin hazırladı. Binlerce tecavüz bebeği, intihar eden binlerce Bangladeşli kadınla tarihin en karanlık savaş suçları tablolarından birini oluşturdu.
Kendini Hristiyanlığın biricik umudu gören Sırp milliyetçileri benzeri bir vahşeti, Yugoslavya iç savaşı sırasında Hristiyan Hırvatlara ve Müslüman Boşnaklara karşı sergiledi. Lübnan İç Savaşında, Şii Emel, Hizbullah, Sünni Filistinliler hep kendilerini dinin ve kültürün ahirzamandaki son kalesi gibi görmenin meşrulaştırıcı haklılığıyla, diğer gruplara karşı fırsat ve güç bulduklarında acımasızca şiddet uyguladılar.
Trump’ın Kudüs kararı, en azından şimdilik, bazı aşırı Hristiyan çevrelerin umdukları kadar büyük bir kaosa yol açmış görünmüyor. Ama, hem Batıda, hem de Ortadoğuda, cehaletten beslenen duyguları ve içgüdüleri, aklının ve bilgisinin çok önünde yığınla ‘kıyamet savaşçısı’ politikacıyı, gazeteciyi, din adamını ve fanatiği, hasretle bekledikleri kaosun gelmekte olduğu konusunda umutlandırdığı da bir gerçek.
Apokaliptik retoriği kitleler için çok çekici yapan şey, onu aynı zamanda çok tehlikeli de yapan şey; Özellikle de değişim zamanlarında bir tür epistemolojik kriz yaşayan yığınlar için sürecin karmaşıklığını son derece tehlikeli bir ‘biz mutlak iyiler – o mutlak kötülere karşı’ basitliğine indirgiyor. Bunun yanı sıra, yığınları, yaşadıkları kalitesiz yaşamın ve olumsuzlukların sorumluluğundan kurtarıyor. Hayatın, bu gezegende başka köken ve inançlardan insanların da yaşıyor olmasından kaynaklanan karmaşıklığının, düşünme ve özgürlüğün varoluşsal yükünü de üzerlerinden alıyor.
Tarih boyunca bütün kötülükler, zulümler, kitlesel katliamlar, kolektif suçlamalar, soykırımlar bu basitleştirici zihniyet ve retorikle meşrulaştırıldı.
Her savaş, mutlaka bir sonrakinin tohumunu eker. Bütün savaşları bitirecek bir savaş olamaz. Türümüzün bütün tarihi bunun tanığıdır.
[[KAYNAK: http://amerikabulteni.com/2017/12/24/butun-savaslari-bitirecek-ahir-zaman-savasi-ve-kudus/? utm_source=feedburner&utm_medium=email&utm_campaign=Feed%3A+amerikabulteni+%28Amerika+Bulteni%29]]

23 Aralık 2017 Cumartesi

ABD, ŞİMDİ NE YAPACAK?!.. Prof. Dr. Tülay Özüerman

ABD, ŞİMDİ NE YAPACAK?!..
Prof. Dr. Tülay Özüerman
Uluslararası toplumu etkileyen ve sistemde değişikliklere yol açan önemli kararların arkasında kişilerin olduğu konusu uluslararası politika öğretisinde önemli bir yer alır. Nitekim; dünyada olumlu-olumsuz büyük dönüşümler, savaşlar, göçler, ödenen bedellerde kişilerin imzası vardır. Trump’ın tartışmalı Kudüs kararını duyguları(mızı) bir kenara iterek bilişsel açıdan ele alırsak; risk analizi ve karar sonrası aşamaları dikkate almadan devlet politikasına ters bir adım at(a)mayacağını da teslim edebiliriz. Kudüs kararı, yeni bir politika tarzından çok, yürürlükteki politikaların bir sonucudur. Önce bunu görmek gerek.
İki kutuplu sistem sonrasında, liberalizmi tırmanışa geçiren “yeni dünya düzeni” yakıştırması, ABD’nin kendisini başat güç ilanıydı aynı zamanda. “Dünya bir düzene mi, düzensizliğe mi sürükleniyor?” 90’lı yılların yakıcı sorusuydu.
“Düzen”den ABD’nin ne anladığı, 2000’li yıllarda dillendirilmekle yetinilmeyip uygulamaya konulan BOP Projesi ile anlaşılmış olmalıydı. Önce BOP, sonra GOKAP diye geliştirilen projeye göre, Orta Doğu’ya sınırlar ve yönetim biçimleri de dahil yeniden biçim verilecekti. “Arap Baharı” diye pazarlanan ayaklanmalar, iç karışıklıklar, savaşlar, çeşitli terör örgütleri aracılığı ile yürütülen eylemler ve dış müdahalelerle Afrika’nın kuzeyi dahil, Ortadoğu ülkelerinin yaşadığı ve hepimizin tanıklığın utancına dahil edildiğimiz trajediye, Trump’ın Kudüs kararı ile oldu-bitti tarzında dayatma eklendi.
“Proje bitti” diyenler yanılıyorlar; tüm hızı ile devam ediyor. Türkiye’yi de Ortadoğu’nun kaderine ilikleyen süreç bu proje içinden okunmalı. Değişecek sınırlar içinde yer alan ülkelerden biri olduğumuz konusunda, en başından bu yana “asıl hedefin Türkiye” olduğunun altını çizerek yazdıklarım dikkatli okurun belleğindedir. “Dolanarak ve dolayarak, Türkiye üzerinden ve Türkiye ile…” diyerek özetlediğim bir strateji ile dahil edildik kaynayan kazanın içine…
Bugün geldiğimiz noktada temel soru; Trump, Kudüs konusunda BM Genel Kurulu’nun kararına uyup geri adım atacak mı? Yanıtını tüm dünya biliyor olmalı. ABD, kararı Trump’a mal etmek yerine, arkasında durarak Birleşmiş Milletler’de karar aleyhinde başlatılan süreci veto etti. Dolayısı ile karar Trump’a ait olmaktan çıktı. ABD, Trump üzerinden dünyaya kafa tutup, tehdit yolu ile dayattığı sonuçta ısrar edeceğini gösterdi. Veto ile kendi kararının arkasında duracağını gösteren ABD’nin, üstü kapalı, dolaylı tehditlerin yerini, açık tehditlere bırakmış olması, dünyanın gidişatı konusunda endişelerimizi çoğaltacak en önemli başlık. Tehditkar, baskıcı, adalet ve hakkaniyet anlayışından uzak, ben yaptım oldu mantığına dayalı yönetim biçimlerini kışkırtarak aşırılaşmaya cesaretlendirici tehlikeli bir adım.
Kurul kararını hiçe saymak; İkinci Dünya Savaşı sonrasının, iktidar karşısında muhalefet edenlerin de güçlendirildiği, baskıcı -tekçi ve çoğunlukçu- iradelerin yerini çoğulcu iradenin temsil edildiği kurullarla dengelendiği kurumlar yerine, kişi odaklı iradelere ön aldırarak otoriter anlayışı güçlendirmek anlamına geliyor.
BM Genel Kurulu’nun kararlarının kesinliği olmayışını; büyük devletlerin kendi güçlerini kurumsal bir yapı içerisinde sağlamlaştırarak güçlü bir organizasyon ile sürdürme iradesine dayalı bir kurumsallaşma diye özetleyebileceğimiz BM’in yapısı ile açıklayabiliriz. En başından güçlülerin ittifakı olarak kurulu ama evrensellik iddiası ile güç kazanmış bir yapı diyebiliriz. Buradan; “Olmalı mı? olmamalı mı?” tartışmasına girmek, ortaya çıkma amacını unutmak demektir. Milletler Cemiyeti’nin savaşları önlemede başarısızlığı neden gösterilerek yerine kurulan BM, ABD’nin “güç bende” başlıklı gösterisi ile son bulmamalı. 193 ülkeden 128’inin tehditlere karşın, sinik davranmak yerine, Trump’ın Kudüs kararına karşı oy kullanarak, “başat güç değilsin” mesajını vermelerini, BM’in gerçek amacında ısrar eden bir dünyanın var olduğunun göstergesi kabul etmek gerekir.
2000’li yıllarda giderek öne çıkan, sonuca dayalı dayatmacı politikaları ile güç gösterisi yaparak önem kazanmaya çalışanlara odaklanmak yerine; üzeri sürekli örtülen direniş öykülerine odaklanarak nedensellik bağı kurulan içerik analizlerine yönelmek için önemli bir adımdır 128 ülkenin ABD’nin Kudüs kararının karşısında durması.
Ne olacak? Yaşayıp göreceğiz. ABD, bu ülkelerden gücü yettiğine yaptırım uygulayarak, resmi kararlarından fiili olarak vazgeçtiklerini göstermek için Kudüs’te elçilik açtırmaya çalışacaktır. Geri adım atmak yerine, yeni ileri adımlar atması beklenen sonuçtur.
ABD’nin geri adım atan bir ülke pozisyonuna düşürülmesine aracılık ederek Trump yerinde kalamaz. Tam tersine, Trump’a karşı olanların bile sahiplendiği büyük Amerika imajını pekiştirme gayretine girecektir. Trump da dahil, hiçbir ABD yöneticisi kökleşmiş imaja ters bir karar alamaz. Herkes yeni stratejisini bu gerçeğe göre kurmalı.
Duygusal bir analiz yapacak olursak, hepimizin Trump’a yüklenmemiz gerekiyor ve genelde yapılan ve yapılması istenen de bu.
Bir adamın çirkin yüzüne bakarak dünyanın çirkinlikleri ile baş edemeyiz.
Gerçekten baş etmek istiyorsak, çirkin yüzün gerisine bakmayı, onu sisteme monte eden aklı sorgulamayı akıl etmeliyiz.

16 Aralık 2017 Cumartesi

NATO'da görevli bir vatansever kriptolu mesaj gönderdi. 'Erbakan yüzünü doğuya döndü, engel olmalıyız' diyordu. Bu mesajı Abdullah Gül, Erbakan'dan sakladı

ABDULLAH GÜL’ÜN NECMETTİN ERBAKAN’DAN GİZLEDİĞİ “KRİPTO” BELGE
KİTAP VE RÖPORTAJ: 
METE GÜNDOĞAN
NATO'da görevli bir vatansever kriptolu mesaj gönderdi. 'Erbakan yüzünü doğuya döndü, engel olmalıyız' diyordu. Bu mesajı Abdullah Gül, Erbakan'dan sakladı
Prof. Dr. Necmettin Erbakan'ın başbakanlığı döneminde başdanışmanı olan öğretim üyesi Mete Gündoğan, Batı'nın Saadet Partisi'ne yönelik bölünme operasyonu ve AKP'nin kuruluşu dönemine ilişkin Aydınlık Kitap'a önemli açıklamalarda bulundu.
TÜBİTAK ve Devlet Planlama Teşkilatı gibi kurumlarda da görev yapmış olan Gündoğan, kaleme aldığı yeni kitabı “Narkoz”da dönemin daha önce bilinmeyen ayrıntılara yer verdi. Erbakan'a yönelik operasyonda Abdullah Gül'ün de yer aldığını açıklayan Gündoğan, Adnan Türkkan'ın o döneme ilişkin sorulara şöyle yanıt verdi:
Operasyonun ilk işareti neydi sizce?
Bizim için ilk işaret, Financial Times gibi dergiler ve gazetelerin muhabiri kılığında bazı tip insanlar gelmesiydi. Bizim düşüncelerimizi öğrenmeye çalıştılar. Arada “bunu yaptırmazlar size” dediler. Ama en önemli işaret, NATO'da çalışan kuvvetle muhtemel bir Müslüman, vatanını seven birinden mesaj geldi. Bunu çözmeye çalışıyoruz. Mesajın fotokopisini getirdi. Biri Hollanda'dan koymuş zarfa göndermiş. Bize bu kadar mesaj bile yetti. Mesajda diyor ki, “Erbakan yüzünü doğuya çevirerek, Amerikan menfaatlerine aykırı bir birlik ve beraberlik oluşturmaya çalışıyor. Buna engel olamazsak çok daha büyük sıkıntılarla karşılaşırız. Buna bir an önce engel olunması gerekiyor”. Hem Çiller'in partisine ayrı çalışın hem askere ayrı hem de Erbakan’a ayrı çalışın diye talimatlar vardı. Bunu sadece Türkiye'deki misyonlarına değil, Moskova, Tahran, Atina Büyükelçiliği’ni de yollamışlardı. Alır almaz bundan hemen Erbakan’ın haberi olması lazım dedim. Bana, 'Sayın Bakan üzerinde çalışıyor bunun gerçekliğini araştırıyoruz' denildi. Ben hemen 'gerçektir' dedim.
Siz birebir aktarmadınız mı?
Ben sayın Bakan ilgilendiği için aktarma ihtiyacı hissetmedim. Ama bir müddet sonra konuşurken sayın Erbakan'ın haberi vardır diye “Bakın bu mesajda olduğu gibi gelişiyor her şey” dedim. O zaman Erbakan “ne mesajı” dedi. “Kripto bir mesaj var, size getirmişti filanca bakan” diyerek hemen mesajın kopyasını getirdim. Hazırlamıştım.
Kitapta geçmiyor ama hangi bakan acaba?
Onu söylemediğim gibi basına yaygın olarak henüz söylemeyeyim müsaade ederseniz. Ama tahmin ediyor herkes.
Dışişleri Bakanlığı yapan bir isim diyebilir miyiz?
Diyebilirsiniz. Yani tahmin ediyor herkes. Ben kitapta öyle tercih ettim öyle devam edeyim.
Ben kendi yargımı, fikrimi söyleyeyim. Anladığım kadarıyla Erbakan'a karşı Batı kaynaklı kripto bir mesaj geliyor ve Abdullah Gül ilgilendiğini bu kriptolu mesajı Erbakan'a aktarmıyor.
Erbakan’ın bana söylediği “Ben bu mesajı ilk defa görüyorum” oldu.
İşte röportajın tamamı:
Öncelikle emeğinize sağlık. Gerçekten özel bir kitap olmuş. Çok bilinmeyen konuları aktarmışsınız. Ben önce kitabın isminden başlamak isterim, neden Narkoz ismini kullanmayı tercih ettiniz?
Bir şeyi iki türlü saklarsınız. Saklayacak olduğunuz şeyi gizlersiniz, örtünün altına gizlersiniz. İkincisi o şeye bakacak olanların anlayışlarını değiştirirsiniz. Diyelim ki bir kitabı saklamak istiyorsunuz, bu kitabın arkasını çevirerek adını saklayabilirsiniz ya da buraya bakacak olanlara kitap denileceği zaman, başka bir şey algılatırsınız. Bir müddet sonra, o kişiye 'masada kitap var mı' sorusunu sorduğunuzda o kişi yok der. Kitap olduğunu bilmez, neden o kişi narkozlanmıştır. Farklı kimyasallar verip, onun paradigmasını her şeyini değiştirmişlerdir. Başka bir şey arıyordur, narkozlanmak böyle bir şey.
Kitabınızda sadece Erbakan dönemi anlatılıyor alsaydı, şahsi görüşüm bu kadar ilgi çekmeyebilirdi. Siz Erbakan dönemindeki D8, milli para, dolar imparatorluğuna karşı tavır alma sürecini anlatıp Erdoğan'ın iktidara getiriliş sürecini anlatıyorsunuz. En çarpıcı bilgilerin olduğu bölüm D8'le başlayan bölüm. Neydi bu D8 projesi?
Bizim Türkiye'nin konuşlandığı bölge Ortadoğu'dur. Bu coğrafyanın bünyesinde gelişmekte olan, çoğunlukla halkları Müslüman olan ülkeler var, buna Rusya'yı da dahil edin. Milli Görüş'ün öteden beri düşündüğü bir İslam Birliği var ama bunu hemen kuramazsınız. Ne yapacaksınız? Diyelim ki nüfusu 50 milyondan fazla olan bu ülkeleri topladığınızda 8 tane ülkenin nüfusu 800 milyon insana yaklaşıyor. Bunlar bir araya geldiğinde Ortadoğu’da merkez oluşturulmuş oluyor. Bunlar arasında politik ve ekonomik bir platform oluşturalım. Kendi milli paralarımızı kullanalım. Bu paraların kendi aramızdaki değişimine biz karar verelim. Bu platform güçlenince, sonrasında buna gönüllü olan ülkeleri de katalım. Diğer ülkeler kısmında Brezilya, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerden bahsediyorduk. O sıralarda, yanlış hatırlamıyorsam Brezilya ve Meksika'dan diplomatlar, “Biz de buna katılırız” diyerek Sayın Erbakan'la özel olarak görüşmüşlerdi ve ben de yanlarındaydım. İkinci aşama olarak D8'den, D60'ı kuralım. D60'a giderken, D160'a gitsin, yani dünyada yeni bir düzen kuralım istedik. Batı’nın temelini oluşturduğu Birleşmiş Milletler'in bölüşümü, ilişkileri adaletli değil. Bir avuç ülkeye menfaat sağlamak için kurulmuş bir organizasyona dönüştü. Biz bunu kabul edemeyiz, dedik.
Yani sadece İslam Devletleri değil, Batı dışındaki mazlum milletler de buna dahil mi?
D8 Müslüman çekirdekten oluşuyor, D60 ise bölgede barış isteyen mazlum milletlerden oluşuyor. Mesela biz yüz yıllardır bu bölgede barış içerisinde yaşamış, bölgenin çocuklarıyız. Zaman zaman elbette ki savaş ettik. Ama neden yeniden bu bölgeyi barış havzasına çevirmeyelim. Bunun için yeni bir çalışma yapmamız lazım. D8, D60 ve D160 da yeni bir dünya düzeni oluşturmayı amaçlayan bir adımdı.
Erbakan iktidara geldiğinde, ilk yurtdışı ziyaretine İran'la başlıyor, Pakistan ve diğer ülkelere devam ediyor. Siz bu görüşmelere katıldınız, bu görüşmeleri de kitabınızda aktarıyorsunuz. Bu görüşmeler yapılırken Erbakan'ın özellikle vurguladığı şeyler nelerdi?
Erbakan şunu vurguluyordu: Bu Sovyet bloğu çökünce, bir anda dünya siyasetinde bir boşluk oluştu. Daha önce Sovyet bloğu varken bir denge vardı ve bu barışa hizmet ediyordu. Bu boşluk oluştuğunda Müslümanlar ne yapacak? Eğer biz bir araya gelmezsek, Batı tek başına dünyaya hakim olacak. Batı tek başına geldiği zaman da ideolojisi gereği zulmedecek. Bütün dünyayı kendisine köleleştirecek. Onlar zulümlerini yaygınlaştırmadan önce biz bir araya gelelim, dedik. Bunun zaman alacağını biliyorduk ama en azından ekonomik olarak birlik olalım dedik. Bir araya gelirsek yaklaşık 1 milyar nüfusluk bir güç oluşacaktı. Ve biz bazı ürünlerimizi rekabet etmeden, birbirimize satabilecektik. Doğal kaynaklarımız farklı, kabiliyetlerimiz farklı D8 içerisine Malezyayı'da almıştık, Malezya'nın nüfusu 50 milyonu geçkin değildir ama teknolojisi çok iyiydi. Bu teknolojiden de istifade edebiliriz ve kendimiz de birçok şeyi öğretebiliriz. Mesela bunu İran'da Rafsancani'ye söylediği zaman, “Bizim altına imzamızı atacağımız bir projedir ancak Amerika ve Batı aleyhimize olumsuz propaganda yapacaktır. Siz öne geçerseniz, bunu gerçekleştirebiliriz. Biz arkanızdayız, her türlü şeye imza atarız. Ama biz öne çıkarsak zaten ambargoyla karşı karşıyayız, Şia faktörü var, bunları kullanırlar. Siz daha gitmeden menfi propagandası gider” dedi.
Batı tarafından, aynı zamanda Türkiye ile İran'ı sürekli karşı karşıya getirecek açıklamalar yapılıyordu.
Tabi Erbakan İran'a gitmesin diye gazetelerden ve devlet yetkililerinden “Sakın İran'a gitme” gibi mesajlar geliyordu. Diplomatlar da özel olarak gelip “önce oraya gidilmez, Batı’ya gidilir, konuşulur” deniyordu. Erbakan da “Ne münasebet bunlar kendi coğrafyamızın çocukları, biz oralara gideriz” cevabını veriyordu. O söylemese bile kendi aramızda konuşurken diyordu ki “Tamam biz ABD'ye, Avrupa'ya gideriz ama bu birliği sağlayarak gittiğimiz zaman, masaya oturduğumuzda bizi blok olarak görecekti. Ama tek başına gittiğini zaman Batı istediğini yaptırıyordu.
Kitabınızdan anladığımız kadarıyla Erbakan sadece devlet yetkilileriyle görüşmüyor, mesela Pakistan'a gittiğiniz zaman Milli Görüş'e paralel çizgideki muhalif olan kişilerle de görüşüyor. Erbakan, onlara da kendilerine destekte bulunmalarını istiyor.
Esas olan ülkelerin ana politik çizgileridir, yüzlerce yıllık çizgilerdir. Küçük şeylere kafayı takıp da asıl büyük çizgiyi kaybetmemek lazım. Mesela Milli Görüş geleneksel olarak İhvan-ı Müslim'in hareketi ve cemaat-İslami hareketiyle iyi geçinir. Oraya gittiğimizde Gazi Hüseyin Ahmed muhalifti. İktidarda olan Pakistan Halk Partisi'ydi. Bütün millet, Benazir Butto ile nasıl olacak diyordu. Erbakan da gidip dünya şartlarını ve bölgelerin birlikte hareket etmesi, ekonomik platform oluşturması gerektiğini anlattığı zaman Butto hayran kaldı ve “Biz böyle bir şey arıyoruz” dedi. Butto, birkaç cümlesiyle yerel politikasını anlatmak istedi, Erbakan hiç umursamadı. Neticede Butto da geçici, Erbakan da geçici. Esas devletlerin uzun süreli politikalarıdır. Butto çok zeki bir kadındı, onu hemen anladı.Bunun üzerine Hoca “Müsade ederseniz ben Hüseyin Ahmed'le de görüşmek istiyorum” dedi. Muhalif lider sokağa döküldüğü zaman kan, gövdeyi götürüyor, güvenlik güçleri çok sert müdahale ediyordu. Erbakan bunu isteyince, Butto irkildi ve “Ne demek tabi ki de görüşebilirsiniz” dedi. Erbakan da kendisine bu proje kapsamında Hüseyin Ahmed'in Butto'ya destek vermesini söyleyeceğini ifade etti. Butto da çok mutlu oldu, yanındaki dış işleri sekreteri de çok mutlu oldu. Gazi Hüseyin Ahmed'e de bunun memleket meselesi olduğunu, siyasetin ayrı olduğunu ve bu konuda Butto'nun teşvik edilmesi gerektiğini söyledi. Hüseyin Ahmed de bu projeyi kabul etti.
Mısır, Libya ve Nijerya'ya gidiliyor, sonrasında 15 Haziran 1997'de D8 resmen kuruluyor.
Evet D8 resmen kuruluyor. Sağdan sola bakarsak Malezya Başbakanı Mahatir, Pakistan Başbakanı Navaz Şerif, Mısır Başbakanı Kemal Ganzuri ve Endonezya Devlet Başkanı Suharto, Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İran Cumhurbaşkanı Haşim Rafsancani ve Bangladeş Başkanı Şeyh Hasina'ydı. Tam bu imzalar atılacağı sırada Nijerya Devlet Başkanı'nı meşgul edecek iş savaş başladı. Toplantıya devrim komitesi başkanı General Haladou'yu gönderdiler. Bir başka ilginç olay da Cumhurbaşkanı'nın Benazir Butto'yu görevden almasıdır. Butto, "Bangladeş ve Nijerya'ya gitmenize gerek yok, ben onları arayacağım, onlar bu projeye imza atarlar" demişti.
Süreci anlatırken aslında biraz Erbakan'ın vurgularını da söylediniz. Küresel imparatorluğun dışına çıkmak gibi. Bunlara D8'in liderleri diyorsunuz. Ne oldu sonra bu liderlere?
Hemen sonrasında, Uzakdoğu'da 1998 krizi çıktı. O krizde Mahatir görevden gitti. Buna imza atan Nijarya Devlet Başkanı Haladu yatağında ölü bulundu. Yani öldürüldüğüne inanılıyor. Şeyh Hasina iktidardan gitti. Benazir Butto ve daha sonra Şerif iktidardan gitti. Uzakdoğu krizinin büyük dalgasıyla iktidarını kaybetti Soharto. Bir tek Mısır'da Hüsnü Mübarek kaldı. Daha sonra Hüsnü Mübarek'in de defterini dürdüler. Ne zamanki Mübarek çıkıp “Ben Süveyş kanalına paralel kanal kazacağım” dedi. Mübarek “ben de bir kanal kazacağım’ dediği zaman hemen İhvan’ın Londra'daki unsurları seslerini daha yüksek gür çıkmaya başladı. Bir operasyonla İhvana ile Mübarek'i hallettirdiler. Sonra da İhvan'ı hallettirdiler.
Bütün bunlar yaşanırken Batı’dan IMF, AB ve Amerika'dan nasıl tepkiler geliyordu Erbakan ve D8'e karşı?
Bu süreçte Erbakan’a karşı bir duruş vardı. 15 Haziran'da D8 kuruldu, 18 Haziran'da Erbakan istifa ettirildi. Ayrılacağını Tansu Çiller çok net şekilde ifade etmiştir. Çünkü Çiller'in partisini parçalanmıştı zaten. G20, D8'lerden sonra oluşturuldu. D8'deki çoğu ülkeyi G20'ye aldılar. Daha önce G7 vardı. G7 artı 1, sonra G20'ye çıkardılar. O G20 içine Türkiye'yi de aldılar. Bunları kendi başlarına G60 falan kurabilirler, o halde biz G7'yi, G20'ye çıkaralım bunları da içine koyalım bizim aldığımız kararları bunlarla alıyormuş gibi yapalım, dediler. Küresel kapital hala bu tiyatroya devam ediyor.
Özellikle Erbakan ile ilgili şöyle diyorsunuz “Erbakan ne yaptı da iktidarın daha üçüncü ayında ABD kendisine karşı şiddetli tavır aldı. Devirmek için planlar yapmaya başladı”. ABD’nin en çok rahatsız olduğu konu neydi?
Erbakan’dan en çok rahatsız oldukları konu, bağımsız ve faizsiz milli bir para sistemi oluşturacağım demesiydi. En çok rahatsız oldukları konu buydu. Mesela bunu propaganda olarak İslam falan diye söylüyorlar. Ama Amerika en şeriatçı diye geçinen Suudi Arabistan'la da çalışır rahatsız olmadan. Demek ki Müslümanlıkla alakalı değil, ama öyle anlatıldı. En çok rahatsız oldukları konu mevcut küresel kapital finans sisteminin dışına çıkacağını baştan söylemesiydi. Erbakan’ın baştan koyduğu bir duruşu vardı. O duruşu acaba iktidara geldiğinde yumuşatır mı diye baktılar. Ama tam tersine, D8 kurma yolunda iki tane adım atıyor. Hemen gördüler daha ikinci ayın sonunda operasyon başladı.
Operasyonun ilk işareti neydi sizce?
Bizim için ilk işaret, Financial Times gibi dergiler ve gazetelerin muhabiri kılığında bazı tip insanlar gelmesiydi. Bizim düşüncelerimizi öğrenmeye çalıştılar. Arada “bunu yaptırmazlar size” dediler. Ama en önemli işaret, NATO'da çalışan kuvvetle muhtemel bir Müslüman, vatanını seven birinden mesaj geldi. Bunu çözmeye çalışıyoruz. Mesajın fotokopisini getirdi. Biri Hollanda'dan koymuş zarfa göndermiş. Bize bu kadar mesaj bile yetti. Mesajda diyor ki, “Erbakan yüzünü doğuya çevirerek, Amerikan menfaatlerine aykırı bir birlik ve beraberlik oluşturmaya çalışıyor. Buna engel olamazsak çok daha büyük sıkıntılarla karşılaşırız. Buna bir an önce engel olunması gerekiyor”. Hem Çiller'in partisine ayrı çalışın hem askere ayrı hem de Erbakan’a ayrı çalışın diye talimatlar vardı. Bunu sadece Türkiye'deki misyonlarına değil, Moskova, Tahran, Atina Büyükelçiliği’ni de yollamışlardı. Alır almaz bundan hemen Erbakan’ın haberi olması lazım dedim. Bana, sayın Bakan üzerinde çalışıyor bunun gerçekliğini araştırıyoruz, denildi. Ben hemen gerçektir dedim.
Siz birebir aktarmadınız mı?
Ben sayın Bakan ilgilendiği için aktarma ihtiyacı hissetmedim. Ama bir müddet sonra konuşurken sayın Erbakan'ın haberi vardır diye “Bakın bu mesajda olduğu gibi gelişiyor her şey” dedim. O zaman Erbakan “ne mesajı” dedi. “Kripto bir mesaj var, size getirmişti filanca bakan” diyerek hemen mesajın kopyasını getirdim. Hazırlamıştım.
Kitapta geçmiyor ama hangi bakan acaba?
Onu söylemediğim gibi basına yaygın olarak henüz söylemeyeyim müsaade ederseniz. Ama tahmin ediyor herkes.
Dışişleri Bakanlığı yapan bir isim diyebilir miyiz?
Diyebilirsiniz. Yani tahmin ediyor herkes. Ben kitapta öyle tercih ettim öyle devam edeyim.
Ben kendi yargımı, fikrimi söyleyeyim. Anladığım kadarıyla Erbakan'a karşı Batı kaynaklı kripto bir mesaj geliyor ve Abdullah Gül ilgilendiğini bu kriptolu mesajı Erbakan'a aktarmıyor.
Erbakan’ın bana söylediği “Ben bu mesajı ilk defa görüyorum” oldu.
Tam bu olaylar yaşanırken, 20 Ekim 1996 tarihli Aydınlık gazetesinin bir manşeti var. Erbakan bir kaç aydır iktidarda Eski CIA yöneticilerinden Abramowitz'in bir ziyareti var Tayyip Erdoğan'a ve diyor ki “Siz İstanbul'u yönetip yıldızını parlattığınıza göre Türkiye'yi de parlatabilirsiniz”. Bunu da Aydınlık gazetesi “Erbakan'ın yerine Erdoğan'ı hazırlıyor” manşeti ile duyuruyor. Bu manşet çıktığında Erbakan bir şey dedi mi?
Biz bunları biliyorduk. Erbakan da olaya şöyle bakıyordu “bunlara yanaşacaklar, kandırmaya çalışacaklar. Bizim bir davamız var. Biz bu davada hem onlarla mücadele edeceğiz. Hem de mesafe alacağız”. Bize ulaşan kriptoda, aynı zamanda Refah Partisi içinde çalışın, diye başka mesajlar da bulunuyordu. Biz sayın Erdoğan’ın ABD Konsolosluğu ile olan görüşmelerini biliyorduk ve takip ediyorduk ama çok büyük bir değişim beklemiyorduk kendisinden.
Şöyle bir eleştiri de var. Erbakan bunları gördü. O dönem Doğu Perinçek' Cumhuriyet gazetesindeki röportajında “Amerika, Tayyip Erdoğan'ı başbakan Abdullah Gül'ü dışişleri bakanı yapmayı planlıyor” diyor. Acaba müdahale mi edilmedi?.
Sayın Erbakan, Erdoğan'ın büyükşehir belediye başkanı olmasını istemedi. Ama teşkilatlar ve çevreden gelen baskılarla ayrıca kendisinin de yapmış olduğu baskılarla belediye başkanı oldu.
94 yılından öncede böyle bir yönelim mi seziyordunuz?
Bazı hevesleri etrafta konuşulup söyleniyordu. Bunlardan biri Korkut Özal'dır. Onu parlatmak için üzerinde çalışıyordu. Erdoğan'ın fikirlerini ben de biliyordum. Londra’da iken kendisin ağırladım evimde özel görüşmelerimiz olmuştu. Bazı şeyleri açıkça söylemişti. Bazı konularda kendisiyle uyuşmadığımızı ilettim. Esas olan nedir? Yanınızdaki insanları ıslah etmek. Mutlaka devşirmeye çalışacaklar ama siz onları kulvarınızda tutacaksınız. Adeta bir savaş veriyorsunuz. Tabi ki düşman senin en yanındaki adamın aklını çelmeye çalışacak siz de onu yanınızda tutmaya çalışacaksınız. Erbakan’ın yaklaşımı böyleydi.
Kongrede Erbakan'ın karşısında Abdullah Gül aday olmuştu. Dikkat çeken bir ifade var kitapta “Abdullah Gül'ün üç maddesi vardı: 1)ABD'ye karşı hiçbir şey yapılamaz, 2) her taşın altında ABD parmağı aramak yanlış, 3) IMF'siz ekonomi olamaz”. Zaten siz kitapta, Erdoğan Erbakan'ın başına gelenlerden ders çıkarttı, diyorsunuz. 2002 ile birlikte Erdoğan Milli Görüş gömleğini çıkartım ben BOP başkanıyım dedi. Batı ile bu kadar iş birliğini düşünebiliyor muydunuz?
Bu kadar hamleler yapabileceğini, bu kadar Milli Görüş’ten çıkmasını beklemiyorduk. Gün geçtikçe baktık ki bir yanlış diğerini getirdi. Derin bir şeye battılar. BOP eş başkanlığı, ondan sonra Türkiye’de Kemal Derviş - Fisher restorasyonunu biz uygulayacağız dediler. Sonuçta ülke ekonomisi yüzde yüz küresel finansa eklemlenmiş oldu.
Ne var ki Erdoğan, her gittiği yolda gördüğü yanlışlıklardan ders alarak döne döne, öyle bir yere geldi. Adeta sayın Erbakan'ın en başından göstermiş olduğu o duruşa, yaptığı yanlışlar bir tarafa, ülke açısından baktığımızda benzer bir noktada geldi. Tam Erbakan'ın düşündüğünü düşünüyor diyemem. Ama şunu gördü, Batı iki yüzlüdür, ABD finans sistemi Türkiye'yi soyup soğana çevirmeye çalışıyor. Mesela, piyasada faizler yüzde 1'in altına düşmüşken, ben niye yüzde 15 ödüyorum? Halbuki yüzde 15 ödesin diye, Erdoğan iktidara getirildi ve uzun dönem iktidarda kaldı. Yani senin iktidarda olmanın esbab-ı mucidesi budur. Bunu sorgulamaya başlayınca küresel finans ve kapital sistem de onun kalemini kırdı. Bunu nerden anlıyoruz, Fransız siyaset bilimcisi Defarges, Erdoğan'ı yere göre sığdıramayan profesör, Erdoğan “Dünya 5'ten büyüktür” dediğinde, Batı liderlerine serzenişte bulunan bir adam döndü dedi ki: "Senin kalemin kırıldı, seni nitelikli bir suikastla öldürürler”. Bunun okunması gerekiyor, bu mesajdır. Kalemin kırılmasının sebebi de küresel finans, kapital sistemin sorgulanmaya başlanmasıdır. “Ben pişman oldum, ne istiyorsanız vereceğim” desen bundan sonra küresel sistem asla güvenmez. O sorgulamayı yaptın mı geri dönemezsin. Onların zihninde Erdoğan kurtulması gereken bir adamdır.
Yine kitapta Erbakan'ın Erdoğan'la şöyle bir iddiası var: “Erdoğan'ın iktidarı ne kadar uzun sürerse bunlar kendi aralarında çarpışacaktır. Erdoğan BOP görevini verenleri sorgulayacak ve hangi tarafta olacağının tercihini yapacaktır”. Sizce Erdoğan tercihini yaptı mı?
Henüz net bir tercih yapmadı. Tamam ayakları Asya’ya gidiyor ama gözü hala Batı’da. Şangay İşbirliği'ne gitsin diye demiyorum, fakat Rusya, İran ve Suriye'yle iyi geçinmekte; Mısır'la karşılıklı, iyi niyet ilişkiler başladı. Yas ilan edildi, bunları görebiliyoruz. Fakat gözü hala Batı’da. Trump başka, ötekiler başka der gibi. Şunu anlaması gerekiyor, Trump da, Pentagon da, CIA de bunların hepsi aynı mahallenin çocukları. Bunlar birbirini ısırmaz. Sana iyi polis, kötü polis oynayabilirler. Bunu anlaması lazım. Erdoğan bu adımları da zamanla atabilir. Henüz tamamen bu kulvara girdiğini düşünmüyorum ama ayakları bu kulvarda yürüyor. Batı bizi ittiriyor o tarafa, PYD'ye silah verip, PKK'yı destekliyor. Bu bölgede Türkiye'nin hassasiyetini yok sanıyor, terör örgütünün adının harfini değiştirerek aklımızla alay ediyor. Affedersiniz ama siz 100 yıllık bir ülkesiniz, biz 1000 yıllık bir ülkeyiz. Sen kimsin bizle dalga geçer gibi böyle tiyatrolar yapıyorsun?
Geçtiğimiz Ekim ayında D8 zirvesi İstanbul'da toplandı ve Erdoğan açılışta "Aramızdaki ticarette milli para birimlerimizi kullanırsak, D8'de devrim yaparız. Dolar ve Euro baskısında ekonomiyi eritmeye gerek yok. Milli ve yerli parayla ticaret yaparsak ülkelerimiz kazanır" dedi.
Benim sürekli yazdığım şeylerle bu cümle bire bir aynıdır. Sayın Erbakan, D8 için bunları söylüyordu. Bu konuda Erdoğan adım atabilir mi?
Bundan sonra ne olabilir?
Halk olarak Türkiye her türlü senaryoya hazırdır. 15 Temmuz'da da gördük ki bize karada ölüm yok. Erdoğan, hızlı hareket edebilen bir insan çok çabuk ve taktikle hareket edebiliyor. Fakat arkasındaki kitleler çok hızlı hareket edemez. Bu zamana kadar gitmiş olduğu ekibi değiştirmesi ya da takviye etmesi gerekiyor. Siz kapitalist sistemin yetiştirmiş olduğu "narkozlu" ekonomik sistemle, yeni bir ekonomik yön açamazsınız. Bunlar sonunda dönüp gelecek ve tekrar Küresel Finans Kapital'den kopmayalım diyecek. Çünkü adamlar başka seçenek bilmiyor, bu adamlardan kurtulması lazım. Ben bu adamları atsın demiyorum, yanına farklı düşünen insanların da gelmesini, onları dinlemesi lazım. Ben dinlemediğini düşünüyorum. Biz biliriz, çok şey gördük diye düşünüyor, sen atlatabilirsin ama ülke atlatamayabilir. Ülkenin atlatabilmesi için D8'in bölgesel para birimi oluşturması lazım. Mesela Rusya, İran, Irak, Suriye bunun yanında olur diyor. Sen Türkiye olarak adım atacaksın ve bir takas bank kuruyorsun. Takas bank ölçü olarak ne kullanacak? Bunların bildiği şey dolardır, dönecek ve kendini oraya hazırlayacaktır. Bitti, geçmiş olsun. Adım atamamışsın demektir bu. Danışmanları ise çok dağınık. Birbirlerini yiyorlar. Allah aşkına adamlar Twitter'dan birbirlerine yazıyorlar. Böyle komedi olur mu ya? Türkiye'ye dışarıdan saldırı var diyorlar, peki siz ne yapıyorsunuz?
Suriye konusunda maalesef 2010'dan itibaren uzun yıllar Batı cephesinde yer aldı. Şu an gelinen noktayı nasıl görüyorsunuz? Hala Suriye ile bir temas kurulmadı mı?
Şu an gelinen noktayı olumlu görüyorum. Sayın Erdoğan, Esad ile görüşsün. Buna çok büyük tepkiler gösterecektir bazı arkadaşlar ama siz ülkeyi derleyip toparlayacaksanız, bunu da oradaki yönetimle yapabilirsiniz. Düne kadar bu adamla tatil yapan kardeşim Esad diyen de ben değildim. Yani o kadar da gidilmemesi gerekiyordu. Bir tarafta tefrit öbür tarafta ifrat yani. Sen görüşmek istemiyorsan başbakanını görüştür. Ortadoğu’da barış hemen, bizim elimizin altında. Bir şeyleri aşmamız gerekecek.
Milli Görüş askerle karşı karşıya gelmişti ama Ergenekon, Balyoz döneminde Milli Görüş liderlerinden kumpasları gören ve açıklayanlar oldu. Tertibi yapanların Batı ile iş bilirliği yaptığını aktarıyorsunuz. 15 Temmuzla ilgili “Ergenekon ve Fetöcüler beraber hareket etti” diye bir ifade kullanmışsınız kitapta. Buna katılmadığımı belirtmeliyim. Şunu söyleyelim ki 15 Temmuz gecesi Balyoz ve Ergenekon’da görevine son verilenler dahi o gece Fetö'ye karşı elde silah mücadele etti.
Katılmaya bilirsiniz. Hepsi böyledir demiyorum. Fetöcü ekip tek başına böyle bir şeye cesaret edemezdi. Mutlaka oralardan teşvik gördü, biz de arkanızdayız gibi. Biz ekibin yapısını biliyoruz. Onlar böyle hareket edemezlerdi. Tabi Amerika da arkasında. Yoktur diyemeyiz. İşin çetesi Amerika'da gücünüz yetiyorsa manifestoyu çekin.
Zarrab'ın tanık olduğu davayı nasıl görüyorsunuz?
Zarrab ne yaptı? Amerika neyi sorguluyor? Amerika diyor ki, bu bölgede Amerikan para kredi sistemi dışında alışveriş yapamazsınız. Biz altını ölçek olarak koyup ticaret yapalım, takas yapalım diyen bir ekibiz. Amerika bunu yargılıyor. Yargılayamaz. Orada yargılanan Türkiye'nin komşu kardeş ülkesiyle yapmış olduğu ticaretin şeklini yargılıyor. Mutlaka diyor “bana haracınızı vererek yapacaktınız”. Kendi bankacılık sistemi üzerinden. Maalesef bununla birlikte herkesin nefret ettiği bu rüşvet olayları dönmüş. Kimse bunu savunamaz. Bu çok aşağılık bir şey. Bunlar yargılansın. Bunları ne diye Amerika yargılayacak, Türk yargısı yargılasın. Ama tutup da Amerika'nın Atilla davası diye Türkiye'nin ticaret şeklini yargılamasına eyvallah dememek gerekiyor. Biz Amerika'nın vilayeti miyiz ki.. .60-70 yıl önce kurulmuş bir kuruluş ben bu topraklarda yıllarca birlikte olduğum kardeşlerimle yapacağım ticarette ister altın, takas, ister ortak milli paramızı kullanırım. Göğsümüzü kabartarak bunu diyemiyoruz. Neden? Önünü adam kayırma, iltimas vs. koyuyorlar. Evet çok pis kokuyor. Burnumuzu kapatacağız ve diyeceğiz ki “sen Türkiye'yi komşusuyla doların dışında bir para birimi üzerinden ticaret yaptı diye yargılayamazsın...” Bunu dememiz lazım.
Çok teşekkür ederim.
(ALINTI: AYDINLIK, 15.12.2017)

22 Kasım 2017 Çarşamba

KAİNATIN İLAHİ KUDRET SIRLARINI TETKİK VE TEFEKKÜR "KÂİNATTAKİ HER ŞEY İNSANA HİZMET İÇİN YARATILMIŞTIR"

İNSAN, KÂİNAT VE KÂİNATIN İLAHİ KUDRET SIRLARINI TETKİK VE TEFEKKÜR
Eserlerinizde sıkça kullandığınız “ilâhî kudret akışları” ifâdesiyle kastettiğiniz mânâyı biraz açar mısınız?
İnsan, mahlûkâtın (yatılmışların) en mükerremi (mükemmeli ve ahsen-i takvim üzere en şereflisi) olarak yaratılmış ve ilâhî imtihan îcâbı (kendini yetiştirsin, geliştirsin, geleceğe hazırlansın ve tekâmül etsin  diye) dünyaya gönderilmiştir. 
Bu hikmetin farkında olarak yaşayabilmesi ve güzel bir kullukla Rabbine dönebilmesi için de ona, Peygamberler ve Kitaplar ihsân edilmiştir. Ayrıca içinde yaşadığı kâinat da Cenâb-ı Hakk’ın esmâ tecellîlerinden ibâret olduğu için; eserden müessire, sanattan sanatkâra intikal vesîlesiyle ayrı bir Hakk’a vuslat yolu kılınmıştır.
Hiç şüphesiz kâinatta mikrodan makroya kadar her varlık, Yüce Rabbimizin sonsuz kudret ve azametini hatırlatmaktadır. Her zerre, diri bir kalbe sahip insan için ilâhî kudret tecellîlerini aksettiren bir ayna mesâbesindedir. Bizim, “ilâhî kudret akışları” sözünden maksadımız da, Rabbimizin kâinat aynasında sergilediği; varlığını, birliğini, kudret ve azametini telkin eden bütün tecellîlerdir.
Meselâ her an kader çizgileriyle bambaşka bir güzelliğe bürünen, üzerimizde muhteşem bir billur avize gibi asılı duran yıldızlar…
İlâhî program çerçevesinde hareket ederek iklimleri oluşturan ve yeryüzüne âdeta hayat bahşeden güneşle gökyüzü ne muazzam bir kudret tecellîsidir. Öyle ki güneş, dünyaya mesâfesi bakımından, mevcut hâlinden biraz daha uzak veya yakın olsaydı, bu dünyâda hayat imkânı bulunmazdı.
Yine her canlının rızkı için sayısız ilâhî sofraların kurulduğu ve hâlen de kurulmakta olduğu şu yeryüzü, ne muhteşem bir ilâhî sanat hârikasıdır!
Bir düşünecek olursak; dünyanın dörtte üçü su ile kaplıdır. Dörtte birinin büyük bir kısmı da bitki yetiştirmeye elverişli olmayan kayalıklar veya çöllerden oluşmaktadır. Geriye kalan çok az bir kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı sonsuz bir istihâle ile, yâni değişim ve dönüşümle bütün canlıları doyuracak gıdâların kaynağı kılmıştır. Ve aynı topraktan lezzeti, kokusu, rengi ve âhengiyle birbirinden farklı sayısız meyve ve sebzeler yetişmektedir.
GÖREBİLENLER İÇİN KÂİNAT BİR HARİKALAR SERGİSİDİR
Yine kendilerini seyredenlerin gözlerini dinlendirirken, gönüllerine huzur veren binbir türlü renkte olan çiçeklere bir bakın… Hiç düşündünüz mü, onlar bu renkleri kara topraktan nasıl elde ederler? Aynen bunun gibi şu âlemde sayıya gelmeyen daha nice incelikler, güzellikler, kudret akışları, sanat hârikaları var…
Görebilen bir kalp için kâinat, bir hârikalar sergisidir. Zira bütün güzellikler, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin güzelliğinden sızan bir akistir. Onun için, şu kâinâtı ibret nazarıyla seyre çıkan gözler ve gönüller, dâimâ hayret nazarıyla geri dönerler!
Hele yeryüzünde kurak yerlere düştüğü andan itibaren toprağı yeşerten su, bambaşka bir iksîr-i ilâhî ve bambaşka bir hayat menbaıdır, canlılıktır, diriliştir…
Suyun mâcerâsını bir düşünelim. Yağmur bulutuyla toprağa düşen su, bazen münbit bir arazide canlıların neşv ü nemâ bulmasına vesîle olurken, bazen de kayalık bir arazide veya çölde heder olup gitmektedir. Buna mukabil bazen de toprağın üstünde neticesi görünmese bile, yer altında birikerek bir kaynak suyu hâline gelmektedir.
Toprağın üstünde kalan su ise, insanlara hizmet etmekte, onların yemeğinde, içeceğinde, temizliğinde ve türlü ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılmakta ve bazen bu yüzden kirlenmektedir. Fakat o kirli su, güneşin harâretiyle gökyüzüne doğru tebahhur etmekte (buharlaşmakta), temizlendikten sonra bulut bulut kümelenip tekrar yeryüzüne rahmet olarak yağmaktadır.
Yine canlıların programlı bir teselsül ile dünyaya getirilmeleri, ilâhî nizam ve takdîrin hârika tecellîlerinden biridir. Meselâ, kıyâmete kadar dünyaya gelecek olan bütün filler aynı anda yeryüzüne gelmiş olsaydı, bütün yeryüzü filler tarafından doldurulur, böylece diğer canlıların hayatiyetleri mümkün olmazdı.
İNSAN, İLAHİ KUDRETİN KÂİNATA KOYDUĞU NİZAMA İTİMAD EDER
Nefes alıp verirken ciğerlerimize doldurduğumuz havayı düşünelim: En ileri teknoloji ile îmâl edilmiş bir uçağa bindiğimiz zaman bile; “Şayet yüksek irtifâdayken basınç düşerse otomatik olarak önünüze gelecek olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.
Hâlbuki hiç kimse; “Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir endişe geçirmemektedir. Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî kudretin kâinata koymuş olduğu nizam ve kâidelere îtimad hâlinde hayatını sürdürmektedir.
Bütün bu kudret tecellîleri arasında insanın ise çok ayrı bir yeri vardır. Nitekim insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî sanatın zirvesini teşkîl eder.
İNSAN NASIL YARATILDI?
O, bir damla sudan, gözle dahî görülemeyecek kadar küçücük bir spermden, müstesnâ bir sûrette yaratılmıştır. Nitekim âyet-i kerîmede insanın yaratılışı şöyle ifâde edilmektedir:
“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi alaka (aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik. Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Öte yandan insana ikrâm edilen göz, kulak, el, ayak gibi maddî; söz, şuur, vicdan gibi mânevî techîzât, onu ilâhî hakîkate mazhar kılmak için verilmiş yüce ihsanlardır. Göz, âfâkî hakîkat parıltılarını görmek; kulak, ilâhî irşad seslerini duymak; el, hayırlara mecrâ olmak; ayak, hasenâta ve hizmete seferber olmak; söz, gönle tercümân olmak ve ilâhî kelimeleri okuyup kalbin zikrullâh ile itmi’nâna ermesini sağlamak; şuur, dış âlemdeki kudret akışlarını kavramak; vicdân, iç âlemdeki kudsî parıltıları idrâk edebilmek için verilmiştir.
KÂİNATTAKİ HER ŞEY İNSANA HİZMET İÇİN YARATILMIŞTIR
Âyet-i kerîmede beyân edildiği üzere kâinattaki her şey insana âmâde kılınmıştır. Öyle ki, nice varlık, kendisi için ürettiklerini daima ihtiyaçlarından fazla üretir. Bunun sebebi, başkalarının, bilhassa da insanoğlunun ihtiyacını gidermektir. Bunda akıl ve gönül sahipleri için ne büyük hikmetler vardır. Meselâ: Bal arısının ömrü ortalama kırk beş gündür. Bu kısa süreyi o, kendine ve nesline bal üretmekle geçirir. Üstelik ihtiyacından daha fazlasını üretir ve onda büyük istifade payı insanoğluna düşer.
Yine bir inek, yavrusunun ihtiyaç duyduğu sütü, fazla fazla üreterek insanoğlunun istifadesine sunar. Aynı şekilde bir elma ağacındaki elmaların içinde bulunan çekirdeklerden bir tanesi bile, onun neslini devam ettirmeye muktedir iken, her yıl o ağacın dallarını yere eğecek kadar meyve yetişmektedir. Kâinattaki buna benzer sayısız misal, hep insana ders alması için sunulmuş ibretlerdir. Ve bu ibretler, aslında insanı her an Cenâb-ı Hakk’ı tefekküre dâvet etmektedir. Fakat çoğunlukla insanoğlu; ya gafleti sebebiyle, ya da sürekli göre göre artık bakar-kör olduğu için, bu fevkalâdeliklerin farkında olmamaktadır. Neticede nice sonsuz ibret ve hikmet tecellîleri, âdeta kayaların üstüne düşen yağmur damlaları gibi akıllara ve dimağlara nüfuz etmeksizin gafil gözlerin önünden akıp gitmektedir.
HAK DOSTLARININ KÂİNATI TEFEKKÜR İFADELERİ
Hâlbuki gören gözler için her yaprak, her çiçek ve her meyve, âdeta bir kitap gibidir. Nitekim Şeyh Sâdî-i Şîrâzî şöyle buyurur:
“İdrak sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yâni Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Yine bir Hak dostu şöyle buyurmuştur:
“Bu âlem; Âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın eşsiz güzelliklerini ibretle temâşâ ); ahmaklar içinse yemek ve şehvetten ibârettir.”
Şâir Ziya Paşa da, nice ilâhî kudret akışları ve azamet tecellîlerinin, insan idrâkinin çok çok ötesinde olduğunu ve onları lâyıkıyla kavrayabilme hususunda insan aklının büyük bir acziyet içinde bulunduğunu mısrâlarında ne güzel ifade etmektedir:
İdrâk-i meâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu terâzî bu kadar sıkleti çekmez.
Yaratılış hikmetini idrâk edemeyen, maddî ve mânevî yapısının inceliklerinden gâfil kalan bir insanın; nezih bir hayat sürmesi ve kâinattaki kudret akışlarını müşâhede edebilmesi ise imkânsızdır.
Rabbimiz, kâinatta sergilediği ilâhî kudret ve azamet tecellîlerine karşı kalplerimize tefekkür ve duygu derinliği ihsân eylesin.
Âmîn…
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam Yayınları, 2011

21 Ekim 2017 Cumartesi

JACK STRAW: KUZEY KIBRIS (KKTC) ULUSLARARASINDA TANINMALIDIR

JACK STRAW: KUZEY KIBRIS (KKTC) ULUSLARARASINDA TANINMALIDIR
İngiltere’nin eski Dışişleri Bakanı Jack Straw, İngiliz Independent gazetesinde Ekim ayı başında yayınlanan (çok önemli) bir makalesinde, Kıbrıs'ta Türkler ile Rumlar arasındaki 11’nci uluslararası görüşmenin Rum tarafınca olumsuz sonuçlandığına dikkat çekmiştir: "İki bölgeli ve iki toplumlu bir devlet çatısında Ada’nın birleştirilmesine dönük müzakere edilmiş anlaşma saçmalığına bir son vermenin zamanı geldi. Çözüm, Ada’nın bölünmesi ve kuzeydeki Kıbrıslı Türklerin "KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİNİN" uluslararası olarak tanınmasıdır."  (http://www.independent.co.uk/voices/cyrpus-turkish-greek-cypriots-partition-eu-international-community-should-act-a7976711.html)
İşçi Partisi hükümetinde 2001-2006 yıllarında Dışişleri Bakanlığı yapan Straw, görüşmelerin sonuçsuz kalması durumunda bölünmenin gündeme getirilmesi gerektiğini savunmuştur. Müzakerelerin açıldığı 2005 yılında Avusturyalıların direnişini kıran Straw, 2013 yılında yayınlanan kitabının 18’nci bölümünü Avrupa Birliği ve Türkiye’ye ayırmıştır.

Last Man Standing: Memoirs of a Political Survivor isimli anı kitabının Hasta Adam Karşılık Veriyor: Avrupa ve Türkiye başlıklı bölümde Straw, müzakere sürecinin başlamasından bu yana Angela Merkel ile Nicolas Sarkozy  gibi Avrupalı siyasetçilerin Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktığını  açıklamaktadır.  Bu iki siyasetçinin Türkiye’nin üyeliğini arzulamamasını Türkiye’nin Müslüman bir ülke olmasına bağlamıştır:

“33 müzakere başlığının, 17’si engellenmiş durumda. Hiçbir aday ülkeye böyle davranılmamıştır. Acil sorun Kıbrıs’tır. Bu sorun, Fransa, Almanya ve İngiltere tek ses olursa çözülebilir. Fransa’nın eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Avrupa’nın kendisine sınır çizmesi gerektiğini söylediğinde, coğrafi sınırları kastetmemişti. Öyle olsaydı, Malta veya Güney Kıbrıs’ın alınmaması gerekirdi. Kastettiği dini sınırlardı. Tüm bunda kaybedecek olan AB’dir, Türkiye değil. Türkiye’nin AB’ye duyduğu ihtiyaçtan çok, AB’nin Türkiye’ye şu anda ihtiyacı vardır.” (Straw, 2013: Chapter 18)

TEPAV’ın konuğu olarak 2013 yılında Ankara’ya gelen Straw, ülkesinin adaylığını desteklediği Türkiye’ye, Avrupa Birliği’nin çifte standart uyguladığını düşündüğünü, Türkiye’nin İngiltere örneğindeki gibi AB’nin tüm kurumlarına tümüyle katılımının şart olmayıp Euro Bölgesi dışında kalabileceğini açıklamıştır. 1974 yılında Yunanistan ve darbeci Rumların Kıbrıs'ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Makarios'u devirmesinin ardından Türkiye’nin askeri operasyonu başlattığına vurgu yapan Straw, adada zulme uğrayan Türklerin aynı şeyleri bir daha yaşamamaları için Türk ordusunun sayısının artırıldığına dikkat çekmiştir.

Federal, iki bölgeli, iki toplumlu anayasa oluşturmak için Annan Planı’nı Rumların kabul etmemesine rağmen Kıbrıs Rum Kesimi’nin Avrupa Birliği’ne üye yapılmasını şöyle eleştirmiştir: "Avrupa Birliği, en büyük stratejik hatalardan birini yaparak, KKTC ile bir anlaşma sağlanıp sağlanmadığına bakılmaksızın 1 Mayıs 2004’te Kıbrıs’ı üyeliğe kabul etti. Tanınmayan ve temsil edilmeyen KKTC dahil, Ada’nın bütününün resmi olarak üyeliğe kabul edilmiş olmasıyla, kuzeyin uğradığı haksızlığa bir de utanç eklenmiş oldu."

(In one of its worst strategic decisions ever, the European Union (sadly, with UK acquiescence) had agreed that Cyprus should join the EU on 1 May 2004, whether agreement had been reached with the Turkish Cypriots or not. The plan was approved overwhelmingly in referenda by the Turkish Cypriots but was rejected by an even bigger margin by the Greek Cypriots. To add insult to injury to the north, it is the whole island which formally has acceded to membership, including the unrecognised and unrepresented TRNC)

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da geçmişte aynı tespiti yapmıştı: “Referandum sürecinde de KKTC %65 ile Annan Planı'na 'evet', Güney Kıbrıs Rum Yönetimi %75 ile 'hayır' dedi. KKTC'yi AB'ye almadılar. Güney Kıbrıs'ı aldılar. Böyle bir samimiyet dışı uygulama var.”

Straw yazısında, Dışişleri Bakanlığından arkadaşı olan Devlet Bakanı Baroness Symons'ın sözlerini de hatırlatmaktadır: “Kıbrıslı Türkler mantıken bu başarısızlığın kurbanları olmamaları gerektiğini söyleyebilirler. Çünkü, AB’nin dışında kalanlar onlar. Ancak şu anda kesinlikle ihtiyaç duyulan şey, AB vatandaşı olan halklara karşı ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve Kıbrıslı Türklerin, yasalarının ve idari uygulamalarının AB üyeliği için hazırlanmasıdır.”

(The Turkish Cypriots can reasonably ask that they should not be the victims of this setback, and yet it is they who are left in limbo outside the European Union. But what is now needed, surely, is to remove all discrimination against people who are, after all, citizens of the European Union and to prepare the Turkish Cypriots and their legislation and administrative practices for eventual European membership.)

Straw, Dış İlişkiler Konseyi’nin Kuzey’in karşı karşıya kaldığı sorunları gidermek için başlangıçta gösterdiği çabaların sonuca ulaşmadığını, bunların Kıbrıs Hükümeti (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) tarafından engellendiğini belirterek GKRY’ni eleştirmektedir: "Bu dönemde Kıbrıslı Rumlar da AB’nin örnek bir üyesi olamadılar. 2012 ve 2013’te kısmen Rusya’nın offshore bankacılığının tercih ettiği yerlerden biri olarak bankacılık kriziyle karşı karşıya kaldı. Geçen ay The Guardian gazetesi, Kıbrıs hükümetinin, milyarder Rus oligarklar ve Ukraynalı iş çevrelerine vatandaşlık vererek 2013’ten bu yana 4 milyar Euro topladığını iddia etti."

Straw, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Kıbrıslı Türkler ile siyasi eşitliği kabul etmediğini belirtmektedir: "Rumlara AB üyeliği, bir uzlaşma karşılığında verilseydi bence anlaşma sağlanmış olurdu. Gerçek şu ki, şimdiye kadar hiçbir Kıbrıslı Rum lider, seçmenlerinin bir anlaşmayı desteklemesini sağlayamadı. Mevcut statüko güney için fazlasıyla rahat."  Kıbrıs’ta köklü bir çözüm için çok önemli bir tespitte de bulunmaktadır: "Bana göre, uluslararası toplumun gerçekleri anlamasının ve Ada’nın bölünmesini tanımasının zamanı geldi. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir anlaşma için bir sonuca varmayan müzakereleri sürdürmek yerine, Ada’nın bölünmüşlüğünün tanınmasıyla iki toplum arasındaki ilişkileri geliştirmek mümkün olabilir.”

(It’s time, in my view, for the international community to acknowledge this reality and recognise the partition of the island. That would be far more likely to improve relations between the two communities than continuing the useless merry-go-round of further negotiations for a settlement that never can be.)

İstanbul’da 14 Eylül’de KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın katıldığı, TOBB ve İktisadi Kalkınma Vakfı tarafından düzenlenen Güncel Gelişmeler Işığında Kıbrıs Görüşmelerinin Geleceği ve Türkiye İçin Çıkarımlar toplantısı TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu: "Kıbrıs'ın Doğu Akdeniz'de bir refah ve istikrar adası olmasını istiyoruz"  derken, İKV Yönetim Kurulu Başkanı Ayhan Zeytinoğlu da Kıbrıs sorununun Türkiye'nin AB sürecini aksatmak için bir araç olarak kullanıldığını belirtmiştir: "Önümüzdeki ay 12'nci yılını geride bırakacağımız AB katılım müzakerelerinin istenilen hızda ilerleyememesinin temelinde de AB'nin bu stratejik hatası var.”
Bu gelişmelere paralel olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Dişişleri Bakanı Tahsin Ertuğruloğlu KKTC’nin uluslararası alanda tanınması için özerk olabileceğini  açıklamıştır.  Amerika'da Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü’ndeki yuvarlak masa toplantısında şunları söylemiştir: "Artık uluslararası tanınma için çalışmaya başlamanın zamanı geldi. Bugüne kadar bundan imtina ettik. Ancak artık KKTC’ye uluslararası tanıma için uğraşabiliriz. Önümüzdeki ikinci bir seçenek ise özerk bir cumhuriyet. Fransa-Monaco ya da İngiltere-Cebelitarık modeli gibi bir yapı. Yani dışişleri ve savunma alanlarındaki yetkilerimizi Türkiye’ye devredip gerisini kendi içimizde yönettiğimiz bir cumhuriyet. Henüz hangi yolu seçeceğimize karar vermedik. Ankara ile birlikte oturup karar vereceğiz.” Kırım’da, Kuzey Irak’da ve Katalonya’da referandumlar yapılırken Kıbrıslı Türkler de kendi gelecekleri hakkında karar vermelidir.

İspanya'daki Katalonya Özerk Yönetimi Başkanı Carles Puigdemont, 4 Ekim’de BBC'ye konuşmuş ve özerk hükümetinin bağımsızlık için bu haftanın sonu veya önümüzdeki haftanın başında harekete geçeceğini söylemiştir. Puigdemont, İspanya'daki merkezi hükümetin duruma müdahale ederek Katalan hükümetinin kontrolünü ele geçirmesi durumunda ne yapacakları sorusuna ise "Bu her şeyi değiştiren bir hata olur" demiştir. Kıbrıs Türkler Annan Planı’na evet derken, Kıbrıslı Rumların hayır oyu kullanmasına rağmen Kıbrıs’ın AB’ye bölünmüş bir devlet olarak üye yapılması, her ortamda gündeme getirilmelidir. Kuzey Kıbrıs’ta AB mevzuatının yürürlükte olmadığı da unutulmamalıdır. AB üyesi bir devlet düşünün ki, kendi mevzuatı üyesi olduğu kuruluşun sınırları içinde geçerli olmasın. Kıbrıs’ta farklı bir tutum izleyen AB, Avrupa’da Yugoslavya’dan yedi, Çekoslovakya’dan iki yeni bağımsız devletin ortaya çıkmasına sesini çıkarmamıştır.

Üstelik bu yeni devletlerin halkları etnik ve dinsel olarak birbirine çok yakındır. Ayrıca bu devletlerde bir tarafın diğerine yönelik soykırım planları da bulunmamaktadır. Oysa Kıbrıs’ta Akritas soykırım planı ile Kıbrıs’ta yaşayan Türklerin imha edilmesi öngörülmüştür. Akritas, 21 Aralık 1963 tarihinde Tahtakale’de başlatılan Rum saldırılarını organize eden planın adıdır. Çok önemli bir nokta da şudur: Kıbrıs’ta iki farklı ulus, iki ayrı din, iki farklı dil geçerlidir. Ayrıca her iki ulusu temsil eden iki NATO üyesi iki devlet vardır.  Siz hiç duydunuz mu zeytinyağı ile suyun birbirine karıştığını? Çalkalayıp karıştırsanız bile bir süre sonra zeytin yağı üste çıkar. Kıbrıs’ta AB ve Birleşmiş Milletler, zeytin yağı ile suyu birbirine karıştırmak istemektedirler ama bu karışım olmaz.  Nitekim günümüzdeki Sudan, Libya, Irak ve Suriye örnekleri göz ardı edilmemelidir.

KIBRIS GİBİ YAPAY BİR DEVLET DÜNYADA YOKTUR.
Buna rağmen AB, Kıbrıs’ta ayrı etnik, dinsel, kültürel kökenden gelmelerine rağmen Türkler ile Rumlar arasında bütünleşmeyi istemektedir. Fakat AB, Kıbrıs Anayasasında Türkçe resmi dil olmasına rağmen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ikinci resmi dili olan Türkçeyi AB dili olarak kabul etmemektedir. Bu konuyu, Avrupa Birliği Türkiye İlişkileri: Bir Çıkmaz Sokak (Beta Basım, İstanbul, 2013) kitabımda ayrıntılı olarak açıkladım.

Kıbrıs’ın AB üyeliği konusunda görüşüne başvurulan İngiliz hukukçu Maurice H. Mendelson, Kıbrıs’ın AB’ye tam üyelik başvurusunun geçersiz olduğunu açıklamıştır: “Republic of Cyprus, and particularly the Treaty of Guarantee of 1960, the Greek Cypriot Administration in the South can not apply for membership of Cyprus in the European Union under the usurped title of the Republic of Cyprus and can not become a member of any international organization, economic and political union of which both Turkey and Greece are not members.” (Mendelson, 1997)
Güney Kıbrıs Rum Lideri ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin dördüncü Devlet Başkanı Glafkos Klerides’in Cyprus: My Deposition adlı kitap kapağındaki (Clerides, 1989) bölünmüş Kıbrıs haritası ve de Yunanistan’ın Kavala kenti giriş ve çıkışlarındaki aynı harita durduğu sürece, Fransa-Monaco ya da İngiltere-Cebelitarık örneğinden başka bir çözüm, Kıbrıs’a kalıcı bir barış ve huzur getiremez.