6 Mayıs 2017 Cumartesi

SİLİVRİ MEKTUBU & İSRAİL İZLENİMLERİ!, Nilgün Güresin (Sessiz Çoğunluğun Gazetesi; EKONOMİK DURUM)

SİLİVRİ MEKTUBU
Nilgün Güresin
80’li yıllarda yoğun bir iş haftasının  bitiminde şehirden uçarcasına kaçıp, gittiğim Silivri’ye neler olmuş böyle? Beton yığınlarının arasına sıkıştırılmış bir kasaba olmuş Silivri.  “İstanbul nasıl değiştiyse, Silivri’de öylesine kimlik değiştirdi işte” diyebilirsiniz. Ama benim aklımda ve kalbimde yer etmiş olan Silivri’nin denizindeki sularda, kendimi adeta atarcasına bıraktığım billur bir hafiflik, masmavi bir renk, kumsalında ise binlerce deniz kabuğu, istiridye ve benimle yarış eden balıklar vardı.  Evimiz de sanki bu tarife uygun olsun diye seçilmiş gibi Semizkumlar bölgesindeydi. İstanbul sıcaktan kavrulurken, insanı serinleten o esinti ile kendinizi cennette sanırdınız. Geceleri hafif, hafif yaprak hışırtılarını   duyarak uykuya dalmanın tadına doyum olmazdı.  
Etiler’den sabah 7.5, 8 gibi yola çıkılır; 1 gidiş, 1 gelişli E5’e girilir; Topkapı, Florya, Kumburgaz, Küçükçekmece, Büyükçekmece, Silivri ve Semizkumlar’a  2 saatte varılırdı. Bu yolculuğun benim için en keyifli yönü Büyükçekmece’den hemen sonra ana yolun tam sağından itibaren başlayan, iki taraflı o uçsuz bucaksız ayçiçeği tarlalarının olağanüstü görüntüsüydü. Gözlerime ilaç olurdu o sapsarı tarlalar. Ünlü Hollandalı ressam Van Gogh buralara gelmiş ve eşsiz manzaradan esinlenmiş olmalı diye düşünürdüm.  Semizkumlar E 5’in sahilindeydi ve ev sayısı ise bilemediniz 20-25 kadardı.
Ay çiçeklerinin İngilizce adı olan Sun Flower bana her zaman daha anlamlı gelmiştir. Van Gogh’a ilham olan bu müthiş bitki yüzünü daima güneşe döner; aya baktığını ben hiç görmedim. Bu dingin, sakin, huzurlu ve mutlu küçük sahil kasabasında gündüz ayçiçekleri ile sohbetler yapılırken, geceleri de avaz, avaz şakıyan ağustos böcekleri ve kurbağalarla danslar edilirdi. Ninni gibi gelirdi ağustos böceklerinin sesleri.
***
Hey gidi Silivri hey…
Şimdiki kuşaklar seni bambaşka tanıyorlar. Hapishaneler kasabası mı desem; şikeler yurdu mu? İmajın ve algının her şeyi yönettiği bu devirde senin adın cezaevleri ve mahkemelerle anılır oldu. Deniz kurudu. Balıklar öldü. İstiridye kabukları kırıldı, bozuldu. Ayçiçekleri önce boyunlarını büktüler, sonra da soldular. Hüzün, huzurun yerini aldı.
Aslında nasıl insanların ruhları varsa, binaların da, mekanların da ruhları olduğuna inanırım. Hani bir yere gittiğinizde kendinizi rahat hissederken, bir başka yerde huzurunuz kaçar ya. Kötü   enerji sizi sardı gibi gelir. Kıpır, kıpır olur, bir türlü yerinizde oturamazsınız. Yurt dışında ve özellikle Paris’te yaşarken sık, sık sokakları arşınlardım.  Çok eski bir   şehirdir Paris. Orada hemen her binanın bir öyküsü vardır; binanın dışında da yazar hatta. Örneğin,  “Bu bina 1881’de şu önemli toplantıya sahne olmuş; şu kişiler, şu antlaşmayı bu binada imzalamışlardır” gibi.  Tarihe sahne olmuş bu mekanlar böylece asla ölmez ve öldürülemez. Gelecek kuşaklara miras olarak bırakılır. Bu binaları yıkmak kimsenin aklına da gelmez. Binaların içine ve oradan da avluya girer, tarihsel enerjiyi hafızama kaydederdim. Yüzyıllardır ayakta kalabilmiş, öyküsü demode olmamış, olmadığına inanılmış bu mimari anlayışının benim ülkemde de olmasını dilerdim. Geleneksel olduğu için değil; bazı insani değerleri korumak ve daima hayatımızda kalabilmelerini sağlamak için.
25-30 yılda, kısacık bir zaman dilimi sonrasında Silivri artık benim gençliğimin Silivri’si değil.  Oraları tanımıyorum bile. Halbuki yazları koşarak gittiğim o huzurlu sahil kasabasını unutmamayı ve hayatıma anlam katmış tarihlerin benden bir, bir koparılıp alınmamasını isterdim.
Bugün ne yazık ki İstanbul’un Kadıköy semti de aynı alınyazısını yaşıyor. 14-20 katlı beton binalar rant uğruna daracık sokaklara dikiliyor. İstanbul’u çok sevdiğini söyleyenlere hatırlatmak isterim: Silivri’yi unutmayın.
***
İSRAİL İZLENİMLERİ!
Nilgün Güresin
Ocak ayının büyük bir bölümünü İsrail’de geçirdim. Turist olarak ikinci gidişimdi İsrail’e. İlki 2007 yılındaydı. Paris’ten İstanbul’a yeni kesin dönüş yapmıştım. Bir taraftan, 20 yıl sonra doğduğum kente yeniden dönmüş olmanın sevinci ve heyecanını yaşarken diğer taraftan kendimi artık Avrupalı hissediyordum. Benimsediğim batı      değerlerini, yaşam tarzını, kadın eşitliğini, düşünce ve basın özgürlüğünü sembolize eden Avrupalı bakış açısı ile çevremi gözlemliyor,  değerlendiriyordum. Ve neyse ki artık 2007’lerde bizim havalimanlarında da bellerinde kalaşnikoflu askerler cirit atmıyordu; İstanbul bir ölçüde de olsa sivilleşmiş, kafalar demokratikleşmişti. Şimdilerde olduğu gibi kimse kimsenin yaşam tarzına, kıyafetine henüz sataşmıyor, sosyal baskı uygulanmıyordu. 
Dolayısıyla 2007’de Tel Aviv havalimanına indiğimde en çok dikkatimi çeken ve beni rahatsız eden husus her adım başında dikilmiş silahlı askerlerdi. Yurtdışından gelen her yolcuyu-ne milletten olursa olsun- sorguya çekiyorlar ve valizler didik, didik aranıyordu. Güvenlik adına bile olsa batılı bir Türk olarak yadırgamıştım.
***                                  
İsrail 10 senede çok değişmiş. 2017’nin  İsrail’i olgunlaşmış, kendine güveni daha bir artmış. Sokaklar dingin, insanlar güler yüzlü, yaşantıları mütevazi ve mutlu. Bizde olduğu gibi caddelerde birbiriyle yarış eden bol miktarda en son model özel cip, Mercedes, BMW görgüsüzlüğüne rastlamıyorsunuz; ancak taksilerin tümü Mercedes, pırıl, pırıl tertemiz ve bakımlı. Şoförleri de öyle; hemen hepsi İngilizce biliyor. Restoran tuvaletleri de keza, tertemiz. İsrail kendisine her an yönelebilecek terör tehlikesinin farkında  olmasına rağmen en azından Tel Aviv havalimanı ve sokakları sivilleşmiş. Bir Orta Doğu ülkesi olmasına rağmen halkı batılılaşmış. Askerleri sadece Kudüs’te görmek mümkün. Özellikle büyük şehirlerimizde ve bazı turistik bölgelerimizde de gördüğümüz zengin-yoksul farkı İsrail’de pek yok. Turizmin önemini kavrayan İsrail kapılarını önyargısız her ülkeye açmış. Hem Tel Aviv ve hem de Kudüs’teki müzeler, restoranlar, kafeler her milletten insan dolu. Ören yerlerinde,  Mescid-i Aksa, Ağlama Duvarı ve Holokost Müzesi’nin önünde uzun kuyruklar var; Müslüman’ı, Hiristiyan’ı, Yahudisi kuyrukta. İnsanlık adına hoş bir manzara. Bugün din adına yapılan kavga, gürültü, kışkırtma ile alay edercesine. Tel Aviv’in hemen güneyinde bulunan ve Osmanlı’nın izlerini taşıyan sahil köyü Yafa, Arap restoranları, sokak satıcıları, antikacılar ile cıvıl, cıvıl. Arap usulü humus, nohut köftesi felafel ve bizim Ege otlarına benzeyen meze tabaklarına doyum olmuyor. Yine İsrail’in Yahudisi ve Arabı bir arada, çoluk, çocuk yemekte.  Bu sahneler bizim medyada niçin yer     bulmaz acaba?
Ben İsrail’de hiçbir zorluk çekmedim, bilakis Türk olduğumu duyan İsrailliler  telefonlarına sarılıp bana Antalya’da,   Marmaris’te çekilmiş tatil fotoğraflarını gösterdiler. Ah şu politikacılar olmasaydı diye düşündüm. Halkları kışkırtan da, önyargıları körükleyenler de, bizleri birbirimize düşman edenler de hep siyasetçiler. Tabii halklar da akıllarını başlarına alsınlar ve bu kışkırtmalara pas vermesinler, değil mi?
Olurda Tel Aviv’e yolunuz düşerse Sanat Müzesi’nde çok önemli bir Empresyonist Ressamlar koleksiyonu var. Neredeyse Paris’teki Monet Müzesi ile rekabet edecek kadar zengin. Nazilerden, Kanada’ya, Amerika’ya kaçarken bazı değerli mallarını da yanlarında götürebilen Doğu Avrupa Yahudileri bağışlamış tüm resimleri. Hatta Müzenin kurulmasına öncülük ederek tüm varlığını müzeye bağışlayan aile de Kanadalı.
***
İsrail ile ilgili yazacak çok konu var. Çölün, çöl kumunun üzerine okaliptüs ağaçlarını, portakal ve gül bahçelerini nasıl diktiklerini, beslediklerini ve yaşattıklarını yazmaya 2 sayfa yetmez. Dolayısıyla her şeyi yoktan var etmek için inanılmaz bir toplumsal ruh ile gece, gündüz çalışmış – ve hala da aynı tempoda çalışan - insanların ülkesinde doğa mucizesi ve ileri teknoloji olmaz da ne olur? Yoktan var ettikleri ülkeyi canları pahasına savunmalarını beklemek ise ancak doğaldır.

4 Mayıs 2017 Perşembe

FİLOZOFİ KÜRSÜSÜ: “ÖLÜME FELSEFİ BAKIŞLAR” Bedri Rahmi EYÜPOĞLU, Nihat BEHRAM, İ. Hamit Hancı - Gönderen: Ali Aslan Dumanol

FİLOZOFİ KÜRSÜSÜ: 
“ÖLÜME FELSEFİ BAKIŞLAR”
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU, Nihat BEHRAM, İ. Hamit Hancı
Gönderen: Ali Aslan Dumanol (stratejik danışmanlık & Strategic Consultancy)
 
KORKMA  
Dün sabah işe giderken
Ölümü gürdüm ölümü
Ansızın kesti yolumu
Usulca tuttu kolumu
Korkma dedi   
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU                         

ÖLÜMDEN BAHSETMEK İÇİN ÖNCE HAYATI BİLMEK LAZIM.
Dünyada hayatın 3,8 ile 4,5 milyar yıl önce başladığı sanılmaktadır. İlk yaşam belirtileri tek hücreliler 680 milyon yıl, ilk omurgalı 450 milyon, ilk insansa 14 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır.

Amin Maalouf’a göre; “Yaratılıştan bu yana geçip giden binlerce yıl olmasaydı, yaşadığımız dakikaların hiçbirini yaşayamazdık ve atalarımızın ardından gelenlerin rastlantıları, vaatleri, kutsal birliktelikleri ya da günahları olmasaydı kalp atışlarımızdan hiçbiri olmazdı”. Ve Gaarder'in dediği gibi, “hayatta oluşumuz tek ve çok uzun bir rastlantılar zinciri. Bu zinciri geriye doğru ta bölünüp çoğalan ilk canlı hücreye kadar izleyebilirsiniz. Benim zincirimin üç dört milyar yıllık süre boyunca herhangi bir anda kesintiye uğramamış olma ihtimali, gözümüzde canlandıramayacağımız kadar küçük. Ama ben aradan sıyrılmışım işte. Karşınızda duruyorum. Ve bu gezegende sizinle birlikte yaşamamı sağlayan şansın akıl almaz bir şey olduğunu biliyorum. Dünyadaki en küçük kurtçuklann bile ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorum. Ya şanssız olanlar. Yok ki olanlar. Hiç doğmadılar. Yaşam, sadece kazanan numaraların görebildiği muazzam bir piyango. İnsan nasıl bu gezegendeki yaşam karşısında gözlerini yumar ya da onu olağan sayabilir. Nedense dünya bir alışkanlık haline gelmiştir birçoğu için. Hâlbuki küçük çocuklar gördükleri şeylerden öyle etkilenirler ki gözlerine inanamazlar. Oysa yetişkinler için gerçeklik olağan bir şey olmuştur. Bu dünyanın kavranılmaz bir mucize olduğunu fark etmek önemli olan. Bunun farkına varmak, işte bu bir doğum günüdür. Zaten bir kez doğmak yetmez insana”.

Sokrat; Yaşam ve dünya hakkında daha fazla bir şey bilmediğini düşünerek acı çekmiştir. Sokrat ile diğerleri arasındaki fark, ötekilerin ondan daha fazla bir şey bilmedikleri halde, o azıcık bilgileriyle gayet memnun yaşayabilmeleriydi.

Milattan önceki çağlarda küpün içine gömerlermiş ölüleri. Biz buna bu gün “Hoker tipi gömülme” diyoruz. Küp rahim şeklindeymiş ve ölüm anne rahmine dönüş kabul edilmekteymiş.

Ölüm nedir sorusuna, kısaca yaşamın sona ermesidir diye cevap vermek mümkündür.

Aslında düşünmediğimiz düşünmek istemediğimiz bir gerçekliktir öIüm. İtalyan şair ve filozofu Dante “La Divina Commedia”sında “yaşayanlara, yaşamın ölüme doğru bir koşu olduğunu öğret” der.

Acaba bize ne zaman “ölü” derler ya da ne zaman ölü sayılırız. İnsanların doğal olarak ölebildikleri ve ölümün ne olduğunu açıkça bildiklerinden emin olabildikleri günler artık geride kalmıştır. Bize ölümün ne olduğunu söylemesini tıptan bekliyoruz; çünkü giderek daha çoğumuz hastanelerde ölüyoruz.

Ölüm tanımı tarihsel süreçte değişikliklere uğramıştır. Ölümün tanımının sorgulanmasına neden olan iki temel gelişmeden birincisi, organ aktarımı; ikincisi ise, insanın yaşamsal işlevlerini yapay olarak sürdüren yaşam destek sistemlerinin ve bu sistemlerin etkinliğini artırarak destek veren farmakolojik maddelerin geIişmesidir.

Geleneksel olarak ölümün ortaya çıktığı zaman hep beIli bir an olarak ele alınmıştır. Bu bakış açısı bazı durumlarda örneğin hukuk açısından doğru gözükebilir. Çünkü hukuk açısından ölüm için kesin bir zamana başka bir deyişle bir “an” a ihtiyaç vardır.

Oysa ölümün olduğu an kavramı göreIi bir kavramdır. Hukukçular, filozoflar, biyologlar, din ve tıp adamları için farklı anlamları vardır.

Biyolojik açıdan olaya yaklaştığımızda ölümün bir anda oluşmadığı ve vücutta belli aşamalarda meydana geldiğini görürüz. Gerçekte parça parça ölmekteyiz.

Ölüm anı, ancak yaşayan kişide geri dönüşümsüz olarak canlılık aktivasyonunun kaybolduğu kabul edilen olarak tanımlanabilir. Solunum ve dolaşım durması sonucu beyin ölümünün gerçekleşmesine somatik ya da fizyolojik ölüm denilmektedir. Bu aşamada vücut dokularının büyük çoğunluğu canlılığını halen korumakta, oksijensizliğe dayanma sürelerine göre yavaş yavaş canlılıklarını yitirmektedirler. Hücre düzeyindeki ölüme ise, hücre ölümü (biyolojik ölüm) denmektedir. Somatik ölüm ve hücresel ölüm arasındaki sürede hücreler canlı oldukları için organ nakli yapılabilmektedir.

Ölüm basit ve kolay anlaşılır bir olay değildir. Anlaşılabilmesi için anlamaya çalışmak gerekir.

Paulo Coelho: Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım isimli kitabında ölümün var olmadığını; yaşamın, biz doğmadan önce var olduğunu, biz bu dünyadan ayıldıktan sonra da varolmayı sürdüreceğini ileri sürer.

Ölüm sonrası vücutta geç dönemde de bazı fiziksel değişiklikler oluşmaktadır. Öncelikle ceset soğumaktadır. Ölümden hemen sonra izlenen birincil kas gevşemesini takiben tüm kaslarda bir sertleşme olmaktadır. Ortalama 3-6 saatte oluşan ölü katılığı yaklaşık 36 saatte kokuşmanın başlaması ile çözülmektedir.

Özel bir durum ölü sıkışmasıdır (Kadeverik Spazm): Moleküler ölüm sırasında aktif kas gevşemesi meydana gelmeyip kasın ölüm anında kasılı kalmasıdır. Daha çok bazı ihtiyarlarda, savaşta ve bazı boğuşmalı ölümlerde görülmekte, kişi öldüğü pozisyonda kalmaktadır.

Ölü lekeleri: Kan dolaşımı durduktan sonra, yer çekimi etkisiyle kan cesedin alt bölümlerine doğru birikmeye başlar. Deride önceleri küçük noktacıklar şeklinde başlar, giderek yayılarak tüm cildi kaplar. Basıya uğrayan bölümlerdeki kılcal damarlar kanla dolamayacağından bu bölümlerde ölü Iekesi gelişmez. Ölü Lekeleri genellikle koyu mor renktedir.

Kokuşma-Çürüme: Ölüm sonrası cesetteki bakterilerin salgıladıklan enzimler ve diğer enzimlerin etkisiyle dokuların gazlar, sıvılar ve tuzlara dönüşmesidir. 15 -20°C' de açık havada optimal koşullarda kokuşma 36-48 saat içinde başlamaktadır. Bu durum sıcak havalarda 24, daha serin havalarda 72 saat olabilmektedir. Kokuşma; ilk renk değişikliği genellikle karın bölgesi sağ alt yanında (ilioçekal bölgede) el ayası büyüklüğünde yeşil görünümle başlamaktadır. Bu bağırsaklarda üreyen bakterilerin açığa sülfürle meydana gelen sülfhemoglobin nedeniyledir. Suda boğulma, güneş çarpması, menenjit, elle, iple boğma ve asılarda ise genellikle çürüme baş bölgesinden başlar. Daha sonra tüm cilt yeşil mavi, daha sonra da giderek yeşil siyaha bir renk alır. Organların erimesi ve mikroorganizmaların üremesi dokularda bir taraftan kıvam değişikliklerine neden olurken diğer tarafları kokuşma gazlarının meydana gelmesine neden olmaktadır. Sonuçta gaz bülleri ve kötü koku oluşmaktadır. Açığa çıkan gaz, sindirim sisteminde bağırsakların şişmesine ve bu nedenle cesedin karın bölgesinin şiş görünümüne neden olmakta, diğer taraftan da bu gazlar mideye doğru basınç yaparak içeriğini daha yukarılara doğru itmektedir. Aynı gaz basıncı nedeniyle bağırsaklarda var olan gaita anüsten dışarı atılmaktadır. Cildin gazlar nedeniyle şişmesi kişinin normal yüz fiziğini değiştirmekte, bir süre sonra gözleri şiş burnu hafif kalkık ve dudakları şiş, dili dudakları arasından dışarı çıkmış zenci yüzü görünümünde bir yüz meydana gelmektedir.

Hint Mitolojisinde Garuda, Tanrı Vishnu'yu taşıyan, kuşların kralıdır. Garuda'nın maskesi denilen büstünde, kuşun gagasının çürümüş insan vücudundaki dil ve dudaklara benzer şekilde çıkıntı yaptığı görülmektedir. Bu, ölümden sonra başka bir yaşam olduğuna inanılan Budist inanışı ile ilişkilidir. 

“Shokowa” veya “Yama” büstü ise 1251’de yapılan Enohji Tapınağı'nda (Ka-makura, Japonya) bulunmakta ve ulusal hazine olarak gösterilmektedir. Yama, Yunan Mitolojisi’ndeki ölüm tanrısı Hades'in yargısı olarak bilinir ve bir Çin yargıcı gibi değerlendirilmiştir. Çin'den gelen Budizm ile Japonlarca tanınmıştır. Yama hakkında Hindistan'daki eski dilde yazılmış öykülerde Yama vakur görünüşlü ve cildi soluk mavi ya da yeşil olarak tanımlanır. Bu idolun rengi, ölüm sonrası değişiklikler sonucu yeşil görünen ölü vücutla benzerlik göstermektedir, gözlerde benzer şekilde ileri fırlamıştır.

Ciltte değişik büyüklükte içlerinde kokuşma gazları bulunan büller ortaya çıkmaktadır.

Gaz basıncının etkisiyle 2-3 haftada karın patlamaktadır. Bu gürültülü bir olaydır. Hatta sessiz ortamlarda mezarda meydana gelen bu patlamanın sesinin dışarıdan duyulduğu belirtilmektedir. Karın patlayınca karın ve göğüs çöker. Tüm organlar çamur kıvamı alır. Giderek kaslarda erimeye başlar. Yaklaşık 5 yılda ceset tamamen iskelet kalır.

Bazı özel durumlarda kokuşma gerçekleşemez. Sabunlaşmada; Nemli ortamlara gömülen ya da sıvı ortamda kalan cesetlerde deri altı yağ dokusundan zengin bölgelerde yağlar enzimlerin etkisiyle suda erimeyen Ca ve Mg sabunları meydana getirdiği saptanmıştır. Sabunlaşmaya uğrayan vücut bölgesi yapısal özelliklerini yıllarca korur. Mumyalaşma' da; ölümden sonra dokular ve organlar su kaybederek kurumaktadır. Çöl kumu gibi sıcak ve kuru zeminlere gömülen ya da benzeri ortamda bırakılan cesetlerde meydana gelir. Bir kez meydana geldikten sonra da yıllarca bu özellik kaybolmaz. Mumyalaşma meydana gelen cesetlerde kimlik saptamada yararlı ipuçları alınabilir.

Tarih boyunca ölüm hep merak konusu olmuş ve hakkında çok şeyler söylenmiştir. Gılgamış Destanı'nda Utnapiştim, Kızgın ölümün insanı sinsi sinsi hep arkadan izlediğini, ölümün biçiminin çizilemediğini söyler. Roma'da ölenlere Agate Tuke “uğurlar olsun” denildiği anlatılır.

Tarihte ilk kez otopsi yaparak ölüm sonrasını araştırmak isteyenler Morti Docentus Vivi, yani “ölüler yaşayanlara öğretir'' sözcüğünden destek almışlardır.

Aslında insanlar gerçek olarak ölümde eşittir. Bir acem şiiri şöyle der: “Ölüm adildir. Aynı haşmetle vurur şahı fakiri”.

Gılgamış Destanı'nda Utnapiştim, Gılgamış'e 4000 yıl önce şunları söyler:

Yoksullarla soylu, kaderin isteğine yaklaştıkça
Bir örnek olurlar değil mi?

Büyük filozof Sokrat, idama mahkûm edildiği zaman, ölüm hakkında şöyle konuşur: Ey hâkimler, beni ölümle korkutamazsınız. Çünkü ölüm söylendiği gibi derin ve sürekli bir uykuysa bu uykunun bir geceliğine bile hasret nice hükümdar vardır. Yok, eğer ölüm ebedi bir hayata geçiş, bir uyanış ise benden evvel giden sevgili dostlarımla buluşacağım için çok mutluyum. Her iki halde de ben kazançlı çıkacağım.

Romalılar için ölüm pek korkulan bir kavramdı. Özellikle yoksul kişiler, gerektiği gibi gömülmeyenlerin yalnızlık içinde ve mutsuz bir ruh olarak sonsuza dek acılar çekeceğine inanırlar ve ölümden fazlasıyla korkarlardı. Yaşamı süresince her Romalı, ruhunu böyle bir sondan kurtarmak için, para biriktirirdi. Zengin Romalılar kendilerine anıt hazırlatırlardı. Oysa köleler ve yoksullar ihmal edilirler, genellikle bir fıçının içinde toplu mezarlara gömülürlerdi. Cesetler, kent dışında açılan büyük çukurlara hiçbir tören yapılmadan doldurulurdu. Böylesi bir dehşetten kurtulmak isteyenler her türlü özveride bulunmayı göze alırlardı. Bu bakımdan, yeterince zengin olmayan Romalılar için tek çare, gerektiği gibi gömülmek için para biriktirmek ve bir Gömü Kolejine üye olmaktı.

Roma yasalarını içeren 12 broz tablette yer alan bir maddede; Deorum manium iura sancta sunto “Ölülerin hakları kutsaldır” denilmektedir.

Zerdüştlükte ise ölü gömme geleneği yoktur. Birçok kötülüklere bulaşan insan cesedinin toprağı kirletmesinden kaçınılır. Bu yüzden ölüler kutsal sayılan akbabaların yememesi için “Sükûn Tepesi” denen yüksek dağ doruklarına bırakılır.

Kasım ayında ölüm oranı çok yüksek olduğundan İtalya'da 2 Kasım ÖIüler Günü olarak saptanmıştır.

Yunan Mitolojisinde ölüm ülkesi'nin adı dite' dir.
Esnasında insanlığın kabul edemediği bir olgudur ölüm.
Yunus'a “Onlar ki çoktur malları
Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onunda yok yenleri” dedirtendir.
Âşık Veysel’ce “Var mıdır dünyaya gelip de kalan
Muradu maksudu hepisi yalan
Gülüp baştanbaşa muradın alan
Ölümü dünyada hakikat gördüm” diye anlatılan hakikattir.

Sabahattin Eyüboğlu ise şöyle demektedir: “İnsan, ölüm üstünde durmadan yaşamının tadına varamaz. Yalnız ölümün ne olduğunu bilen, yaşamanın nasıl olduğunu da bilir''.

Büyük İskender’in Mezar Taşı’nda “Bir zamanlar dünyayı sığmazdı, şimdi şu küçük mezarda yatıyor” yazılıdır.

Amerika kıtasında Siyu Yerlileri savaşa giderken “Ölmek için güzel bir gün” derlerdi.

Anadolu’da ölüme ilişkin birçok gelenek ve inanışlar vardır. Bazı bölgelerde Baykuş ötmesi, köpek uluması, ayna kırılması ölümü düşündürür. Bir mahalle evden ölü çıktığında o mahalledeki su dolu kaplar “Azrail parmağını batırmıştır ya da bıçağını yıkamıştır'' diye dökülür. Cenaze geçerken “üstüne ölüm uykusu çökmesin” diye uyuyanlar uyandırılır. Ölü evinden çıkan “ölümün ağırlığı taşa geçsin” diye taşa oturur. Mezara toprak atanlar ard arda ölümler olmasın diye kazma küreği elden ele vermeyip toprağa koyarak başkasına iletirler. Bazı yörelerde ölünün ardından kırk gün yas tutulur, kara yazma bağlanır.

Bilindiği gibi, Anadolu folklor kültüründe ‘Lokman Hekim’in önemli bir yeri vardır. Söylenceye göre bulduğu ölümsüzlük otunu suya düşürdüğünde kendisi de ölmüştür. “Sayrılığı sağaltan çiçekler / Dile gelirmiş /Lokman Hekim / Çıkınca kırlara... / Çukurova'da bulmuş / Ölümsüzlük otunu / Giz olmuş / Ceyhan Köprüsü'nden / Düşürünce sulara...”.

Yalancı Ölüm denilen bir durumda; Kalp ve solunum işlevleri geçici olarak durmakta ya da ileri derecede yavaşlamaktadır. İşlevler fark edilemeyecek kadar zayıf olduğundan kişi ölü zannedilmektedir.

Afşar Timuçin; “Zamansız ölüm yoktur, erken ölüm vardır” der. “Ölüm ölümdür, şu ya da bu biçimde oluşu pek bir şey değiştirmez. Yaşamı savunmak gerekir, ancak ölmeyi bilmek de bir şeydir. Bazen ölüm bizi yakalar, bazen biz ölümü yakalarız elimizle.  ...Her şey insana ölümü düşüründürebilir, olumsuz şeyler kadar olumlu şeyler de.”

İnsani korkulardan biridir ölüm korkusu. Düşünmediğimiz, Can Yücel'in dediği gibi “ölümü unutarak” yaşadığımız doğru. Bize ölümü hatırlatmak ise sevdiklerimize, akrabalarımıza düşüyor genellikle. Bir yakınının ölümü yakıp yıkıyor insanı.

Ölüm olayına pek çok kişinin ilgisiz kalması, hatta inkâra sapması kendi şuur altlarındaki ölüm korkusundan ileri gelmektedir. Freud bu korkuya ''Tha-natos'' adını vermektedir.

Ölüm, doğumdan farklı bir şeydir, yok oluştur ve kabul etmesi zor bir olgudur. İnsana ölümün sevimsiz yüzünü çok erken fark etmiş, doğada bunu gözlemlemiştir. Son ana kadar hayatiyeti olan vücudun birdenbire cansızlaşması ve daha kötüsü bozulup, yok oluşunu insanoğlu dehşetle izlemiştir. Bu son o kadar korkutucu olmuştur ki, insan çabasını ölümsüzlüğü elde etmeğe yöneltmiştir. Babil’lilerin ulusal destanında Gılgamış, ölümsüzlüğü elde etmek için yeraltından ölümsüzlük otunu çıkarır. Ancak bir fırsatını bulan yılan bunu yer. Yılanın çok yaşayan hayvan olması bundandır. Ayrıca bu nedenle yılan: suyun, yaşamın ve sağlığın tanrısı olan Ningişzida’nın da simgesidir. Eski Yunanlılarda yılanı tıbbi bitkilerin özlerini bilen bir cadı gibi düşünmüşler, onu tıpta bir sembol olarak kullanmışlardır. Ortaçağ Avrupası’nda yılana özel yılan figürlü paralar basılmıştır. Bunların arka yüzünde “Yılana bakan yaşayacaktır” cümlesi yazılıdır. Yılan, özelIikle zehirli yılan ölüm sembolüdür. Ancak ölümün zıddı olan hayatı hatırlatmaktadır. Dolayısıyla hayat ve sağlığı sembolize etmek için kullanılan bir motif kimliği kazanmaktadır.

George Thomson ''Ölülerin yılanlarda cisimlenmesi, insanlığın ortak kalıtı olan bir inançtır. Yılan deri değiştirerek yeniden canlılık kazanır ve böylece ölümsüzlüğün ve yeniden doğma gücünün bir simgesi olup çıkar” der.

La Bruyere’e göre, İnsanların ölüme mahkûm olmaları ve hayatı sevmeleri doktorları hep hatırı sayılır kişiler yapacaktır.

İnsanoğlu varoluşundan beri ölümsüzlüğün sırlarını aramış ve aramaktadır. Bir çok hastalıklara çare aranması ya da DNA şifrelerine dışarıdan müdahalelerle yaşam süresinin uzatılmaya çalışılması, biyolojik açıdan bir ölümsüz arayışının sonucudur. Esasında ölüm sayesinde biyosfer, genişlemeyen bir gezegende kendine yer bulabilmektedir. Biyolojik evrim de ancak ölümle sağlanabilmektedir.

Çeşitli mitolojilerde ölüm-yaşam döngüsü ele alınarak ölümsüzlüğe olan özlem simgeleştirilmiştir. Ana tanrıça İştar'ın (Babil'lilerin Venüsü) sevgilisi Temmuz yazın ölen bitkilerle cehenneme gider, bütün ülkede onun için yas yapılır. İştar 2 ay sonra onu cehennemden çıkarıp yeryüzüne getirir. Bu döngü her sene gerçekleşir. Yunan mitolojisinde, kızı Persephone, ölülerin yer altı tanrısı Hades tarafından kaçırılan bereket tanrıçası Demeter dünyaya küser ve kıtlık başlar. Araya Zeus girer ve Persephone’nin yılın yarısında annesinin, yarısında kocasının yanında kalması kararlaştırılır. Annesinin yanına döndüğü bahar aylarında bolluk bereket ve şenlikler olur. Mısır mitolojisinde de Tanrı Set'in öldürdüğü kardeşi Osiris, eşi İsis tarafından canlandırılır.

Birçok felsefi görüş, ölümsüzlüğü insanlığa bir takım eserler verebilmek olarak görmektedir. Adlarını ölümsüzleştirenler tüm çabalarını ve gelecek kuşakları mutlu etmeğe, onlara daha insancıl bir dünya sağlamaya sarf etmektedirler. “Hayat da masal gibidir; ne kadar uzun olduğu değil ne kadar iyi olduğu önemlidir” der Seneca. Thomas Campbell ise şöyle demektedir: Geride bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmemektedir. Barış Manço'ya göre; “İnsanın adı en son ne zaman anılırsa o zaman ölmüş olur”. Goethe bu konuya “Faydasız hayat bir erken ölümdür” sözleriyle katkıda bulunmaktadır. Eski Mısır dininde Maat doğruluğun ve adaletin tanrıça’sıdır. Güneş Tanrısı Ra'nın kızı ve bilgelik Tanrısı Tot'un karısıdır. Ölüm Tanrısı Osiris'in ölüleri yargılama töreninde, ölen kişinin yüreğinin, bir kafesinde Maat'ın (ya da onu simgeleyen devekuşu tüyünün) bulunduğu terazide tartılarak sınandığına inanılırdı.

Eski Mısır geleneklerine göre ölüden bahsetmek onu yaşatmak demektir. Mumyalanmış olarak gömülen bir bilgenin mezarında ziyaretçilere şöyle hitap edilir: “Yeryüzünde olan ve şu kabrin yanından geçen siz yaşayanlar, yaşamı seven ve ölümden nefret eden sizler, adımı telaffuz edin ki yaşayayım, bu sözleri benim için okyun”

“Nasıl öldüğümüz, kim olduğumuzu gösterir. Hayatı ölüm tanımlar... Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir. Her birimiz aradığı ölümü ölür, kendi için hazırladığı ölümü'' der Octavio Paz.

Albert Einstein olaya farklı bir boyuttan yaklaşmış ve “Barış gibi inandığımız bir dava uğruna ölmek, savaş gibi inanmadığımız bir şey uğruna acı çekmekten daha iyi değil midir?” sorusunu sormuştur.

Ünlü Rus ozanı Yesenin 1925'de bileklerini kesti ve kendi kanıyla şu dizeleri yazdı “ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada, ama yaşamak da yeni bir şey değildir.

Ölüm yaşamının bir parçasıdır. Yaşamdan soyutlanamaz, yaşamın içindedir. Yaşıyorsak öleceğiz de. Ancak, Aziz Nesin'in dediği gibi ölümü hak etmek, Iazımdır.

Sokrat, masum olduğu halde ölümü kabullendiği için üzülen bir dostuna, şöyle der: Yoksa suçlu olarak mı ölmemi isterdin benim.

İlhan Selçuk, ölen dostunu anarken “Utangaç sevdalılar gibi hiçbir zaman çıplak gerçeğiyle dile getiremediğimiz ölüm, tüm yaşamda kafamızın içinde, bilincimizin gizeminde, dilimizin ucundadır. Oysa insan, ölümünü de hayatında yaşamalı!.. Ölüm, yaşamın kapsamına alınırsa güzelleşir, benimsenir, özümsenir... İnsan sapına dek özgürleşmeli... Aşkta da... Ölümde de.'' demekte.

İnsan hayatı için hiçbir umut yokmudur. Hayatın bir anlamı yok mudur? Vardır, diye yanıtlar Heidegger: Mutlak ölüm gerçeği vardır ve bu gerçek, bu hayatta yaşanacak en değerli şeyin tek ilham kaynağı ve bu gerçeğe erişmenin yüce güdülenimi olmuştur ve hala da böyledir.

Birçok insan için bu önerme tamamen çelişkilidir. Hepimizin özlemini duyduğumuz şey unutuş iken, hayatın bu anlamı nasıl olabilir? Durum buysa, insan başkalarının ihtiyaçlarına nasıl ilgi gösterebilir. Nasıl kendini feda edebilir ya da nasıl “ahlaklı” olmaya çalışabilir. Tennyson'un dediği gibi, şayet “ölüm her şeyin sonu ise” yiyebildiğimiz kadar yiyelim, içelim keyfimize bakalım, zira ne dürüstlük ne adalet, ne de yetenek ve fırsat eşitliği vardır. Russel'ın dediği gibi,  “insan dehasının gündüz görülen bütün parlaklığı güneş sisteminin büyük ölümünde yok olmaya mahkûm” ise, deha olmuş olmamış ne fark eder? Eğer insan ırkının bütün yaratıcı ve entelektüel yaratımları eninde sonunda varlıklarını tümden yitirecekse çabalamak niye? Eğer “geriye kalan sükûnetse”, önceki şamataların ne anlamı var?

Heidegger bize yukarıda özetlediğimiz tutumun tersi bir ölüm tezi sunar. O ölümü ve ölümün kaçınılmazlığı yüzünden zihinlerimizdeki endişeyi bütün yaptıklarımızın asli güdüleyici unsuru olarak görüyordu. Ona göre “endişe olmadan yaratıcılık olmaz” “Bizi bir şey yapma gayretine sokan tek şey, var olma süremizin kısa olduğu bilgisidir. Bu bilinç yoksa varoluşumuz sonu gelmez bir erteleme süreci olurdu. Eğer bundan kuşku duyarsanız, kendinize şu soruyu sorun. İlelebet yaşayacağımız ve ölüm diye bir şeyin olmadığı gibi kesin bir bilgiye sahip olsaydık, kendimiz herhangi bir şey yaratmak için zorlar mıydık? Düşünün ki sizin ve benim önümüzde uzanan sonsuz bir hayat var. Bu makaleyi yazar mıydım şimdi? Siz onu okuma zahmetine katlanır mıydınız? Belli ki önümüzde bir sonsuzluk olduğu sürece, böylesi uğraşları yarına, gelecek yıla ya da bir milyon yıl sonrasına erteleriz. O zaman bilinen atasözünü yeniden şöyle yazabilirdik (Yarına bırakabileceğin bir işi asla bu gün yapma).

Edebiyat elimizde oldukça hiçbir şeyin önemi kalmayacaktır''.

“Her türden eylemimize, fikrimize ve ilişkimize aciliyet duygusu ve anIam veren şey, yalnızca mutlak ölüm gerçeği ve hayatın görece kısalığıdır. Eğer hayat ilelebet devam edecek olsaydı, ne yaratım ne gelişme olurdu. Everest çıkılmadan kalacak ve bitmeyen Senfoniye hiç başlanmayacaktı.”

Heidegger'in uyarısına göre birlikte yaşamamız geren trajedi; ölüm tek tek her insanın gerçeği iken hiç kimsenin kendi ölümünü yaşamayacak olmasıdır. Bu deneyimi göçüp giden değil başkaları paylaşacaktır. Ölen artık yoktur. Ölümün getirdiği acı, ölünü değil yaşayanın acısıdır.

Herkesin bildiği fakat hiç kimsenin yaşamadığı bir olay şekIinde tanımlanan ölüm için bir ozan şöyle der “ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi''.

Ölüm seni yanıltmasın
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
Her kuşun palazladığı bir yuva vardır
Her dal güneşin ve rüzgârın avuçlarında
Kendi hevesince boyanır
Çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
Bir şeylerin, bir şeylerin senin olan
Nihat Behram

KAYNAK:
0I-  Jostein Gaarder İskambil Kâğıtlarının Esrarı
02-  0rhan HançerIioğlu: Felsefe Sözlüğü Remzi Kitabevi
03-   Orhan Hançerlioğlu: Toplumbilim Sözlüğü Remzi Kitabevi
04-  N.Yasemin Oğuz Ölüm, nesin sen? (Bilim ve Ütopya) Mayıs 1997, pp. 18-19
05-  Oğuz Polat. Ölüm nedir? Bilim Ütopya Mayıs 1997 pp.20-21
06-  Ölüm. 1. Basamakta Adli Tıp Uzmanları Derneği -Türk Tabipleri Birliği
07 - Paulo Coelho: Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım
08-  Amin Maalouf: Tanios Kayası çeviren: Esin Talu Çelikkan
09-  Christian Jacq. Ramses
10-  Tom Holland: Çölde Uyuyan Sır.
11-  Gılgamış Destanı. Cumhuriyet Kitapları. Çev. Muzaffer Ramazanoğlu
12-  Afşar Timuçin. Kaan'ın bıraktığı. Papirüs Yayınları
13-  Ali Haydar Bayat. Tıp ve Eczacılık Sembolü Yılan. İzmir Eczası Odası Bülteni Mart 1983.
14-  Çağatay Üstün. Tıp sembolünde bir başyapıt yılan
15-  Christian Jacq. Çöl Yasası
16-  Büyük Larousse Ansiklopedi
17-  Eren Akçiçek. ERENCE, İzmir. 1999
18-  İlhan Selçuk. Cumhuriyet Haziran 2000
19-  T. Watanabe. Adli Tıp Atlası.
20-  R.Bilington Felsefeyi Yaşamak (Ahlak Düşüncesine Giriş) (LivingPhilosophy: An introduction to Moral Thought 1995)
21-  Paulİne Gedge. Pramitlerin Kızı. (Child of The Morning)
***
İ. Hamit Hancı