18 Temmuz 2017 Salı

Eğer; Bu Memleketin İdaresinde "Onurlu, Görev Şuurunu Haiz, Yetkili ve Sorumlu İnsan veya Müslümanlar Varsa" Bütün Piyasalar Bu Şer, Şeamet, Haram Melânet ve Mazarrat'tan Ayıklanıp Temizlenir. Aksi Takdirde Bu Rezillik, Tehdit ve Pislik “Korkunç Hastalıklar Üreterek” Sürer ve “En Kıymetli Varlığımız Olan İNSAN UNSURUNU” Büyük Felâketlere Sürükler!..

SAHİPSİZ, TAKİPSİZ VE DENETİMSİZ, SÖZDE “SERBEST PİYASA’DA” BAŞIBOZUKLUK, ÇÜRÜMÜŞLÜK, SAHTEKÂRLIK, YOLSUZLUK, ALÇAKLIK, HARAMLIK VE KALLEŞLİK DİZ BOYU!..
DEVLET ADINA “DENETİMDEN SORUMLU” ZABITA, BELEDİYE, KAMU KURUMLARI, BAKANLIK VE NİHAYET HÜKÜMET “NEDEN VE NİÇİN? GÖREV İHMALİ, ZAAF, ATALET, GAFLET VEYA MİLLETE, MASUM TÜKETİCİYE "İNSANLIĞA" KARŞI HIYANET VE DALÂLET İÇİNDE?.
SATINALMA MÜDÜRLERİNİN İSİMLERİNE KADAR “AÇIK BİLGİ VERİLDİĞİNE GÖRE” BU MESAJI EN AZ 2 KEZ CİDDİYE ALMAK VE BAHSİ GEÇEN MAL, ÜRÜN VE MARKALARI KESİN OLARAK ALMAMAK GEREK.
Evet; Bu e.MAİL ve/veya Haber Makale’de, İnsanlık ve İslâm; Müslüman düşmanı “haram edinim düşkünü” tertip ve teşekküllerin satın alma Müdürlerinin isimlerine kadar açık bilgi verildiğine göre: Bu mesajı en az 2 kez ciddiye almak ve bahsi geçen markaları KESİN olarak hayatımızdan, mahallemiz, muhitimiz ve şehrimizden çıkarmamız lâzım.

Eğer; Bu Memleketin İdaresinde "Onurlu, Görev Şuurunu Haiz, Yetkili ve Sorumlu İnsan veya Müslümanlar Varsa" Bütün Piyasalar Bu Şer, Şeamet,  Haram Melânet ve Mazarrat'tan Ayıklanıp Temizlenir. Aksi Takdirde Bu Rezillik, Tehdit ve Pislik “Korkunç Hastalıklar Üreterek” Sürer ve “En Kıymetli Varlığımız Olan İNSAN UNSURUNU” Büyük Felâketlere Sürükler!..

İstanbul Gaziosmanpaşa Hacımaşlı Köyü Domuz Çiftliği'nin suları ve katı atıkları 300 metre mesafedeki Sazlıdere Barajı'na akıyor. Baraj, 10 milyon kişinin su ihtiyacını karşılıyor. Çiftlikte 5 bin domuz var. Bölgeden sorumlu mahlûk ne iş yapar? Neden bu felâket, cinayet, Müslümanlara zulüm, bölge insanlarına alenen düşmanlık, kasıt ve şeamete engel olmaz?
Türkiye'deki domuz çiftliklerinde yıllık 3 milyon kg. civarında et üretiliyor. Bu rakam neredeyse kırmızı et üretiminin yarısı. Üretilen domuzlar otellere, yemek fabrikalarına ve marketlere 'kıyma' seklinde satılıyor. Domuz etini sucuk, salam, sosis ve muhtelif “ucuz et mamulü” olarak da piyasaya sürmek, bu mel3anetlerce en çok kullanılan yöntem.
PEKİ!.. NEDEN DOMUZ?
Türk yemek kültürüne temelden aykırı ve en önemlisi 'Dinen şiddetle yasak olmasına rağmen” neden ve niçin domuz cazip bir konu?'
Çünkü necis, muzır ve haram bir mahlûk olan “domuz” yetiştiriciliği çok kârlı bir iş. Domuz çok üretken bir hayvan... Cinslerine ve yaşına göre yılda 1, 2, bazen de 3 kez; ve her batında da 15-20'ye kadar varan yavru dünyaya getirebiliyor. Bir domuz yılda 2 kez doğum yapsa, her batından 10 yavru yaşasa,20 sene yaşayan bir domuzun 400 yavrusu oluyor. Ve dahası yeni doğmuş bir domuz 4-5 ayda 100 kiloya kadar çıkabiliyor!
Normal şartlarda evcil bir domuzun % 30'u yağ olarak ayrılabilmekte iken; bu rakam bazen % 50'yibulabiliyor. Yani 150 kg'lik bir domuzdan 75 kiloluk yağ elde edilebiliyor. Bu da Dana ya da Koyuna göre tercih edilmesinde çok önemli bir etken.
Beslenmesi  çok kolay, cam dışında -leş dâhil-her şeyi hatta kendi pisliğini bile yiyebiliyor. Her domuz  ortalama 80-100 kiloya ulaştığı zaman kesiliyor. Kaba bir hesapla sadece bu çiftlikten yılda yaklaşık 1 milyon kg. et çıkıyor.
Bu etlerin hangi kanalla, nerelere satıldığı meçhul!? Diğer çiftlikler de göz önüne alındığında Türkiye 'de yaklaşık 3 milyon kg domuz etinin piyasaya değişik yollarla sürüldüğü ortaya çıkıyor.
Türkiye 'deki toplam kırmızı et tüketiminin de 6 milyon kg. olduğu göz önüne alınırsa tablonun vahameti daha da netleşiyor. Kilosu 1 ile 3.5 Türk lira arasında satılan bu domuz etlerinin ağırlıklı olarak Kıyma, Sucuk, Salam ve Sosis olarak satıldığı dile getiriliyor. Çiftlik çalışanlarından İsmail Türk'ün verdiği bilgiye göre kesilen etler toplu olarak büyük otellere, yemek fabrikalarına kıyma ve sosis gibi ürünler olarak satılıyor.

Eğer; Bu Memleketin İdaresinde "Onurlu, Görev Şuurunu Haiz, Yetkili ve Sorumlu İnsan veya Müslümanlar Varsa" Bütün Piyasalar Bu Şer, Şeamet,  Haram Melânet ve Mazarrat'tan Ayıklanıp Temizlenir. Aksi Takdirde Bu Rezillik, Tehdit ve Pislik “Korkunç Hastalıklar Üreterek” Sürer ve “En Kıymetli Varlığımız Olan İNSAN UNSURUNU” Büyük Felâketlere Sürükler!..

BU VE BENZERİ ÇİFTLİKLERDEN RESMİ OLARAK 5 FİRMA DOMUZ ETİ VE ÜRÜNLERİ SATIN ALIYOR:
1-ÇERKEZO, 2-POLONEZ, 3-NUTA, 4-NAMET VE 5- SÜTTE...
1. ÇERKEZO aldığı ürünleri Salam Sosis olarak piyasaya sürerken aynı zamanda Teşvikiye 'deki Şarküterisinden de nihai tüketiciye ulaşıyor. (ki bu firmanın bir de "TADET" adı altında otellere ürün sattığı bir markası daha bulunuyor... ) Aynı zamanda butik mağazalarda ve ulusal zincir mağazalarda satılan BONUS markalı ürünlerin üreticisi de ÇERKEZO...
2- Ayazağa daki ÇERKEZO'nun hemen yanında üretim yapan SÜTTE firması da salam, sosis ve jambonlarını markasıyla satıyor. Ancak bilinen bu firmalar ürünleri çeşitli zamanlarda farklı isimlerde piyasaya sürüyor. Daha önce Sütte olarak piyasaya sürülen domuz mamulleri son dönemde PIGGY adıyla satılıyor. Üstelik ünlü Amerikan FAST FOOD zincirlerinden LİTTLE CEASAR'S PİZZA tam 10 yılı aşkın süreden beri et mamullerini SÜTTE firmasından temin edip bizlere bir güzel yediriyor!!!
3- POLONEZ 5 yıl öncesine kadar resmi olarak domuz ürünleri imal edip MIGROS'larda açık, açık ürünlerini satarken, son yıllarda %100 dana etinden ürünler imal ettiğini iddia ediyor. 'Peki ya bunlar göz göre, göre mağazalarında sattıran satın alma müdürleri aldıkları rüşvetin yanı sıra bu milletin vebalini aldıklarını da biliyorlar mı sizce?'
POLONEZ'in ciddi anlamda piyasaya yayılmasındaki en büyük faktör MIGROS' tur. O dönem MIGROS'un et mamulleri satın almasında olan (Şu an oyuncak reyonunda Satın Almacılık yapan) Coşkun Bey'in büyük paralar karşılığında POLONEZ'le işbirliği içerisinde olduğunu ve bizzat domuzları bizlere yediren kişi olduğunu biliyor muydunuz?
Peki ya Migros'ta çalışan tüm tezgâhtarların eksiksiz olarak her ay sonunda POLONEZ 'in sahibi MUSTAFA AKKAS’dan (veya Satış Müdürü sıfatı ile çalışan ALİ ÖZYAVAŞ'tan) maaşlarını ve primlerini (bizlere sattıkları et mamulleri üzerinden ) aldıklarını biliyor muydunuz?
Peki; METRO GROS MARKETLER'in (Su anki değil bir önceki) satın almacılığını yapan kişinin Şu an BAGDAT CADDESINDE bulunan Polonez - Barbekü Restoranları'nın sahibi olduğunu biliyor muydunuz?
Peki; İzmir'in kalesi olarak görülen KİPA Marketler'in satın almacılığını yapan bayanın Polonez'in resmi hissedarı olduğunu biliyor muydunuz?
PEKİ AMERİKAN FAST FOOD ZİNCİRİ DOMINO'S  PIZZA ve ALMAN EKOLÜ
DR. OETKER PİZZALARIN İÇERİSİNDE POLONEZ ET MAMULLERİNİN KULLANILDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ?
PEKİ GIMA MARKALI ve PİYASALARDA SATILAN "OPI" MARKALI ÜRÜNLERİPOLONEZ'İN ÜRETTİĞİNİ VE BUNUN KARŞILIĞINDA NE KADAR PARA YEDİRDİĞİNİ BİLİYOR  MUSUNUZ?
Eğer; Bu Memleketin İdaresinde "Onurlu, Görev Şuurunu Haiz, Yetkili ve Sorumlu İnsan veya Müslümanlar Varsa" Bütün Piyasalar Bu Şer, Şeamet,  Haram Melânet ve Mazarrat'tan Ayıklanıp Temizlenir. Aksi Takdirde Bu Rezillik, Tehdit ve Pislik “Korkunç Hastalıklar Üreterek” Sürer ve “En Kıymetli Varlığımız Olan İNSAN UNSURUNU” Büyük Felâketlere Sürükler!..
'Peki, sizce Türkiye de domuz eti yemeyen insan kalmış mıdır?'
4- NUTA öncelikle 7 TEPE markası ile tanınmakla beraber Güneydeki – Her şey dâhil - tatil köylerinin bir numaralı tedarikçisi...  Ee tabi yabancı turistlerin yanında yerli turistler de güme gidiyor! Bu firmalar özellikle Büyük Alışveriş Merkezlerinde ayrı bir stant açıyorlar. Ancak   Küçük Şarküterilerde karışık olarak duruyor ve birçok tüketici farkına varmadan domuz ürünlerini satın alabiliyor. Üstelik işin ilginç tarafı bu firma Şimdi de firma tanıtım cd' si hazırlamış CARREFOUR gibi büyük hipermarketlerde ne kadar hijyenik üretim yaptığını anlatıyor. Ama 7 TEPE SOSİS hafta sonları marketlerde KDV dahil 2.900 TL ye satılıyor.
Çünkü maalesef bu adamlar sosislerin içerisinde "hayvan küspesi" gibi lafını bile etmek istemediğimiz katkılar kullanıyorlar... Domuz hammaddeli salam ve sosislerin kesiminin yapılıp piyasaya sürüldüğü bir başka yer de NUTA'nın üretimini yapan kişinin işlettiği Dolapdere'deki imalathane. ("IDEAL" markalı salam sosis imalatçısı )
5- NAMET ünlü EMİNÖNÜ HASIRCILAR ÇARŞISININ İÇİNDE yıllardır tanınan NAMLI PASTIRMACI'nin modern hali!!! Şu an modern (!) üretim tesisleri BAYRAMPAŞA MEGACENTER (GIDA HALİ) içinde derme çatma bir imalathaneden öteye geçemeyecek konumda olan ve üretim kapasiteleri aylık -günün 24 saati çalıştıklarını düşünürseniz-70 tonu geçemeyecek olan bu imalathanede NAMET ayda tam 270 ton et mamulü üretiyor ve satıyor!!!
Bu aradaki 200 tonluk kapasite açığını ise İSTANBUL DIŞINDA ne olduğu belirsiz imalathanelerde, merdiven altı firmalarda üretim yaptırıp üzerine ' %100 NAMET KALİTESİ' bastıktan sonra (üretim yeri olarak BAYRAMPAŞA' da ki adreslerini gösteriyorlar) bizlere afiyetle yediriyorlar.
CARREFOUR ve diğer tüm zincir mağazalarda POLONEZ'in uyguladığı benzer taktikleri uygulayan NAMET bugün kapasitesinin 3 kat üzerinde üretim yaparak gururla (!) ülkemizi temsil ediyor!.
Peki, Cem YILMAZ'ın dediği gibi janjanlı ambalaja sahip NAMLI pastırmalarının sahipleri olan Engin & Esen Mepa Kardeşlerin aynı zamanda Çorlu'daki domuz çiftliklerinin yarı hissesine sahip olduklarını da biliyor muydunuz?
2000 yılında patlak vermiş olan kaçak Buffalo (Yaban Öküzü) etlerinin de NAMLI pastırmaları' nın sahipleri olan Engin&Esen Mepa Kardeşler tarafindan getirildiğini.; Hatta Bayrampaşa'daki imalathanelerinin Gazetecilerin ve Kameraların gözü önünde basıldığını, Engin Mepa'nin Show TV'ye, o dönemin 1 trilyon lirayı kendi elleriyle hediye ettiğini, sonra da Milliyet, Hürriyet ve Sabah gazetelerine verdikleri dev ilanlarla TÜM OLANLARI ve BASKINLARI yalanladıklarını biliyor muydunuz?
NAMLI Pastırmalarının hem % 5 hissesine sahip olan, hem de İmalat Müdürlüğünü yapan "Muzaffer ...." adındaki şahsın aynı dönemde kardeşi ile Bağcılar semtinde açmış olduğu imalathanede At ve Eşek etinden yaptığı pastırmaları dilimleyerek Zincir Marketlere sattıklarını biliyor muydunuz?
2004 yılında da Uğur DÜNDAR ekibi tarafından BASILARAK ekranlarda gösterildiğini hatırlayabildiniz mi?
Domuz konusunda herkes topu başkasına atıyor!
Bu noktada tüketicinin yapması gereken şeyi Çevre Sağlık İl Müdürlüğü Gıda ve Çevre Kontrol Şubesi Müdürü İrfan YILMAZ özetliyor:
'- Piyasadaki etleri denetlemek mümkün olmuyor.' 'Kısacası ne yediğinize dikkat edin. Çok emin olmadığınız ve  bilmediğiniz markaların ambalaj güzelliğine kanmayın.
Ömer KIZILIRMAK  
TÜBITAK-SAGE Planlamalar ve Kalibrasyon Birim Amiri  
Artık: DOMUZ, AT, EŞEK, BUFFALO v.b. HARAM, LÂNETLİ VE SAKINCALI  ETLERİ yemek istemiyorsanız: LÜTFEN bu Mail'i  (bu linki) VATANDAŞLIK BORCU; İNSANLIK ve MÜSLÜMANLAIK GEREĞİ HERKESE YOLLAYIN.
((KAYNAK: milligorus1969 - milligorus1969@googlegroups.com / 18 Temmuz 2017.15:15 & Remzi Eker eker.r06@gmail.com))

13 Temmuz 2017 Perşembe

BU HAFTANIN CUMA SOHBETİ "SILA-İ RAHİM; AKRABA, ARKADAŞ VE YAKINLARI ZİYÂRET" Prof. Dr. Mehmet Demirci

SILA-İ RAHİM; 
AKRABA, EŞ, DOST, ARKADAŞLAR VE YAKINLARI ZİYÂRET
Prof. Dr. Mehmet Demirci
Son on yıllarda şehirleşme arttı. Büyük kentlerde baş döndürücü bir hızla yaşanır oldu. Geceler gündüzlere karıştı. Bu sür’atli hayat içinde insan gittikçe yalnızlaşıyor. İşten eve, evden işe koşuşturma, kariyerinde yükselme arzusu, iş seyahatleri, iş görüşmeleri derken insanın kendine ayıracak vakti kalmaz oldu. Bu tempoda gidenler zaman fukarâsı oluyorlar. İki-üç günlük bir bayram tâtili oldu mu bunu fırsat bilip başlarını dinlemek için bir tâtil beldesine kendilerini atıyorlar. Orada da yalnızlar. Velhâsıl enerji tükeninceye, pil bitinceye kadar bu koşuşturma devâm ediyor. 
Sonunda rahat bir huzurevi bulanlar kısmen şanslı sayılır.
Böyle olmamalı değil mi? İşinde ilerleme ve yükselmenin dışında da bir dünyâ var, bunu fark etmeliyiz. Biz tek başına bir ağaç değiliz, bir ormanın içinde yaşıyoruz. Çevremizde hemcinslerimiz olmazsa, onlarla bağlarımızı devâm ettirmezsek yeterli hayat suyu ve mânevî besin bulamayız, köklerimiz kurur.
Dînimizde bu yanlışı düzeltmek için güzel bir kavram var: Sıla-i rahim. Sanırım anlamını bilenlerimiz çok azdır. Sıla-i rahim bir ahlâk terimidir, bir erdemdir. Kısaca, akrabâlık bağlarını yaşatmak, akrabâların birbirini ziyâret etmesi ve iyi ilişkiler kurması anlamına gelir.
İnsanlar toplu halde yaşarlar. Toplumun güçlü olması, bireyler arasındaki bağın kuvvetli olmasıyla gerçekleşir. Bu bağ ve sağlam ilişkiler en yakınlardan başlar. Kardeşler, amca, dayı, teyze, hala, yeğenler, kuzenler, baba dostları derken halka gittikçe büyür. Bunlar birbirini tanımalı, birbirleriyle görüşüp konuşmalı, aralarındaki ilişkileri güçlendirmelidir. İhtiyâcı olanları kollamak, yardımlarımıza onlardan başlamak gerekir.
Aman efendim bâzı akrabâlar bu güzel duyguyu istismâr ediyorlar, beni sömürmek istiyorlar denebilir. Bunlar istisnâdır, kötü örnek, örnek olmamalıdır. O gibi durumlarda elbette daha dikkatli davranılır. Bize düşen, iyi niyetle hareket etmektir. Karşımızdaki iyi niyetimizi hak etmese ve kötüye kullansa da zararı yok kullansın. Biz davranışımızda samîmî isek onun mânevî karşılığını görürüz.
Peygamber Efendimiz’e (sav) birisi geldi, dedi ki: “Benim akrabâlarım var, ziyâret ediyorum, fakat onlar bana gelmezler. Ben iyilikte bulunurum, onlar bana kötülük ederler, ben onlara yumuşak davranırım onlar beni bilmezden gelirler.” Peygamber’imizin cevâbı şöyle: “Eğer durum böyleyse sen onlara vicdan azâbı çektirmiş olursun. Ama sen gene de devâm et, Allah’ın yardımı seninledir.”1
Yakınları ziyâret
Sıla-i rahim şöyle açıklanmış: Kan bağı ve evlenme yoluyla oluşan akrabâlık bağlarını yaşatma, akrabâlarla ilişkiyi sürdürme, onların haklarını gözetme, onlara ilgi gösterme, iyilik ve yardımda bulunma, onları ziyâret etme.
Dilerseniz sonuncudan başlayalım. Başta çizdiğim tablo sebebiyle akrabâ ziyâretini hayli azalttık. Herkes kendi başının derdine düşmüş gibi. Akrabâyı, eski arkadaşları, baba dostlarını ziyâret etmek, onları arayıp sormak her iki tarafı da mutlu eder.
“Sıla-ı rahim” ifâdesindeki “rahim” kelimesi, ana rahminin sıcaklığını ve koruyuculuğunu dile getirir. Ayrıca Allah’ın “Rahmân” ismiyle de ilgilidir. Bu ilişki sebebiyle şu sonuç çıkarılır: Sıla-i rahim görevini ihmâl edenler, ilâhî rahmetten yeterince nasiplerini alamazlar. Bu göreve dikkat edenler ise o rahmetten daha çok pay alırlar. Şu anlamda bir hadis vardır:
“Sıla-i rahim, akrabâ ziyâreti Rahmân isminden alınmıştır ve sık ağaçların birbirine sarılmış kökleri gibidir. Allah buyurur ki: Bu görevi yapanlara ben rahmetimi indiririm, yapmayanlarla ilişiği keserim.”2
Toplum fertleri arasındaki bağların akrabâlık ilişkileriyle başladığını söyledik. Peygamber Efendimiz bu konu üzerinde çok durmuştur. Şöyle bir hadîs-i şerif var: Sahâbeden birisi gelir der ki: Ya Resûlallah, beni cennete götürecek bir iş söyler misiniz, nasıl davransam cennete girebilirim? Peygamberimiz’in (sav) cevâbı:
– Allah’a kulluk et, ve O’na hiçbir şeyi ortak koşma, namazını kıl, zekâtını ver ve akrabânı gözet.3 
İş bu kadar basit. Ama dikkatimizi çeken nedir? Îman ve ibâdetin hemen arkasından ne geliyor? Sıla-i rahim, yâni akrabâ ile iyi ilişki. Bu nasıl oluyordu? İmkân nisbetinde onlara iyilik etmek, muhtaç iseler yardımda bulunmak, onlarla iyi ilişkiler kurmak, onlara iyi davranmak ve ziyâretlerine gitmek.
Yüce Allah’ın va’di şöyledir: Ana rahmine bağlı akrabâlık düzenini kurduktan sonra, bu bağları yaşatanlara Allah’ın ilgisi devâm edecektir. Akrabâlık bağlarını koparanları ise O (cc) kendi ilgisinden mahrum bırakacaktır. Peygamber Efendimiz ashâbına bu bilgiyi verir ve sıla-i rahmi terk etmenin kötülüğüne işâret eder; ardından Muhammed Sûresi’nin 22. âyetini4 okumalarını öğütlerdi.
Rızık genişler ömür uzar
Bu meseleye çok önem veren Peygamber Efendimiz’in bir sözü şudur: “Rızkının geniş ve ömrünün uzun olmasını isteyen sıla-i rahimde bulunsun, akrabâ ve dostlarını ziyâret etsin, onlara iyilikte bulunsun.”5
Evet, akrabâ ziyâreti ve onlara iyilik rızık genişliğine vesîle oluyormuş. Tıpkı Sebe’ Sûresi 39. âyette buyrulduğu gibi: “Bilin ki hayırlı işlerde harcadığınız malların yerine Allah yenisini verir. Çünkü O rızık verenlerin en iyisidir.” 
Ömrün uzaması, hayâtın bereketli ve mutlu geçmesi demektir. İnsanları sevindirmek, mutluluk sebeplerinin başında gelir. Düşünelim bir kere: Eski veya uzaktan akrabâ birisini, yaşlı bir baba dostunu ziyârete gittik, elimizde bir kutu şeker veya küçük bir hediyeyle kapısını çaldık. Görüştük, hal hatır sorduk, eski güzel hâtıraları yâd ettik. Ve bunu sırf sıla-i rahim görevi bilerek iyi niyetle, bir beklenti olmaksızın yaptık. Ziyâret ettiğimiz kişi ne kadar sevinir, mutlu olur. Onun mutluluğu ve sevinci bize de yansır.
Peygamberimiz’in (as) hadislerinde sıla-i rahim, akrabâ ziyâreti konusunda karşılık beklenmemesi istenir; ilişkiyi kesenlerle de akrabâlık bağlarının sürdürülmesi gerektiği bildirilir. Resûlullah şöyle buyurur:
“Karşılık bekleyerek sıla-i rahim yapan, akrabâyı ziyâret eden bunu lâyıkıyla yapmış sayılmaz. Asıl erdemli kimse, kendisine gelinmese de ziyâret ve ilişkiyi devâm ettirendir.”6
Evet, erdemin, fazîletin iyi davranışın bir gereği de neydi? Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, kötülük edene iyilik etmekti.
DİPNOTLAR:
[1] Müslim, birr, 22
2 Buhârî, edeb, 13
3 Müslim, îman, 12, 14
4 “Ey münâfıklar, geri dönerseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabâlık bağlarını koparmaya dönmüş olmaz mısınız?” Muhammed, 47/22
5 Buhârî, edeb, 12
6 Buhârî, edeb, 15

10 Temmuz 2017 Pazartesi

BEŞ YÜZ YILLIK ‘MİSAFİRLİK’!: "TÜRKİYE YAHUDİLERİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI…" Erdal Aktaş (5 Temmuz 2017)

RÖPORTAJ: BEŞ YÜZ YILLIK ‘MİSAFİRLİK’!: "TÜRKİYE YAHUDİLERİNİN DÜNÜ, BUGÜNÜ, YARINI…"
Erdal Aktaş (5 Temmuz 2017)
“Yahudiler güvensizliği öğrendiler ve bu devlete bir daha güvenmemeyi de öğrendiler. Bugün Yahudi toplumunun maruz kaldığı anti-semitizmde de ve susmasında da bunun cevabını buluruz”
Türkiye ‘toplumu’ yine yüzleşmediği bir tramvayı ‘geride’ bıraktı. Daha giriş cümlesinde iki anahtar kelimeyi tırnak içerisinde aldım.  Zira ‘geçmişiyle’ yüzleşememiş, ortak hafızası oluşmamış insan birlikteliğini toplum olarak adlandırmak anlamsız. Öte yandan özür dilemeden, geçmişle yüzleşmeden de yaşananlar “geride” bırakılmıyor. Anti-semit söylemin Türkiye örneğinde görüldüğü üzere her fırsatta tekrar tekrar yüzümüze çarpıyor. Hayat ne güzel şuursuz olunca!
1934’ün 21 Haziran- 4 Temmuz’unda, Trakya’da sadece inançları farklı olduğu için, sayıları da hiç önemli değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin binlerce yurttaşı yerlerinden edildi.  Literatürde Trakya Pogromu olarak anılan, Türkiye Yahudilerini hedef alan olayları, sene-i devriyesinde, hafızanın nesilden nesile devredilmiş haliyle bir bilenle konuşmak istedim. Bu yüzden anti-semitizme karşı bir platform olarak faaliyet gösteren Avlaremoz’a başvurdum. Avlaremoz da beni Işıl Demirel ile buluşturdu. Işıl Demirel ile yaptığım röportaj sırasıyla, Trakya Pogromu, Türkiye’de anti-semitizm ve Avlaremoz’un faaliyetleri başlığı altında üç bölümde yayınlanacak.
Işıl Demirel, Gezi ‘olayları’ sonrası ‘sendikal örgütlenme ve siyasal hareketlenme’ nedeniyle işten atılan eski bir akademisyen. Antropolog olan Demirel yaklaşık bir senedir  Sivil ve Ekolojik Haklar Derneği’nde (SEHAK) ve iki senedir Avlaremoz’un içinde yer alıyor. Anne tarafından da Yahudi olan Işıl Demirel ile, Türkiye Yahudilerinin dününü, bugününü ve yarınını konuştuk…
Sizi tanıyalım öncelikle..
1934 Trakya göçmeni bir ailenin kızıyım. 1934’te altı aylık bir bebekken annemin ailesi Gelibolu’dan İstanbul’da göç ediyor. Yüksek lisans tezimi o hikâyeyi keşfettikten sonra hikâyenin izini sürmek için yapmaya çalıştım. Ama sadece 1934 çıkmadı o hikâyeden; Varlık Vergisi çıktı, Trakya olayları çıktı, 6-7 Eylül de çıktı, İsrail’in kuruluşu da çıktı, vatandaşlık çırpınışları gibi pek çok şey çıktı. Sözlü tarih yaptım ama asıl amacım 1934’te ne olduğunu ortaya çıkarmaktı.
Trakya Pogromu’ndan söz edelim. 1934’te neler yaşandı?
Işıl Demirel
Şimdi biraz tarihçilik yapayım. Hikâye 1934’te başlamıyor 1926’dan beri o kırılmalar var. Yerli malı kampanyalarıyla, ülkü ocakları benzeri yapılanmaların ilk oluşumuyla birlikte zaten Yahudiler ciddi bir hedef. Bir de şöyle bir gerçeklik var. Mübadelelerle Rumları gönderdik. 1915’te Ermenileri katlettik. Geri kalanları büyük şehirlere sıkıştırdık. Ve Anadolu’da problematik olarak ele alabileceğimiz, elimizde kalan tek azınlık nüfus Yahudiler çünkü dönem zihniyeti Sünni kitleyi hedef almıyor. Türk’ten anladığı Sünni olsun, ne olursa olsun etnik kimliğini dönüştürürüz nasıl olsa diye, bir toplum mühendisliği çalışması var orada. Tabii ki devlet tarafından gerçekleştiriyor. O toplum mühendisliğine uymayan parça da gayrimüslimler. Adı üzerinde Müslüman olmayan kesimi hedef aldıkları çok ortada. Yahudi, Ermeni, Rum ya da Süryani demiyor onlara, toplu bir isim koyuyor ‘Müslüman olmayan’ diyor. Bu isim halk tarafından seçilmiş ve günlük ağızda kullanılmış bir isim değil bence. Hakikaten devlet jargonu tarafından dilimize, yaşantımıza yerleştirilmiş bir kelime. Müslümanın ötekisi olarak kurguladığı için de elinde kalan en büyük kitle Yahudiler, Anadolu’nun pek çok yerinde varlar ve ‘biz bunlardan bir kurtulalım’ demişler. Ekonomik dönüşüm kaygısının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Savaştan çıkmış bir ülkesin. Alman romantizminden acayip etkilenmişsin. Bana sorarsan kuruluş bildirgen ve kuruluşunda güttüğün zihniyette zaten nasyonal-sosyalizmden farklı değil.
Benzerlik iki ülkenin geç modernleşmesinden mi ileri geliyor?
Hakan Yücel çok güzel bir laf etti. Ben geçen ayın AltÜst dergisi için onunla bir röportaj yaptım. ‘Rum olmak Rum kalmak’ diye bir kitap çıkardılar. ‘Niye yaşadık biz bütün bunları?’ diye sordum. ‘Biz Tanzimat’ı sindiremedik’ dedi. Hakikaten biz Tanzimat’ı bugün dahi sindiremedik. Çok katılıyorum. Bunun temel sebebi hakikaten Tanzimat’ı sindirememek, eşit vatandaşlık meselesini gram anlayamamak en temelde. Osmanlıcı görünüyorum böyle söylediğimde ama Osmanlı ‘millet’ sisteminin, aslına bakıldığında, bu sindirilememiş Tanzimat’a göre daha geçerli, akla yatkın ve adaletli olduğunu düşünenlerdenim. 1934 öncesi 1931 yılında zaten ilk kırılmalar başlıyor. Üç başlık halinde değerlendirilebilir. İskân Kanunu diye bir kanunumuz var. İskân Kanunu aslında bu hikâyenin ilk koptuğu yer, ne yazık ki. Yani memlekette yükselen bir anti-semitizm olduğu kesin. Bu 1926’da hem yerli malı kampanyalarıyla hem de Elza Niyago adında bir kadının cinayetiyle başlıyor. Bir Müslüman Türk subay Elza adlı bir kıza kafayı takar. Bu arada adam, evli ve babası yaşındadır. Ama illa Elizayı nikâhına almak istemektedir hesapta, niyeti o olduğu söylenir. Ama aile kızlarının namusundan endişe ettiği için kızlarını kısa vakitte nişanlar. Bu nişanlama adamı çığırından çıkartır. ‘Ya benimsin ya kara toprağın’ diyerek bir gün iş çıkışı Elza’yı takip eder, evine dönmekteyken sokak ortasında öldürür. İstanbul’un göbeğinde Osmanlı Bankası’nın neredeyse önünde yaşanır bu cinayet. Bu kızcağızın cesedi saatlerce sokak ortasında kalır. Bu coğrafyada Yahudilerin ilk kitlesel yürüyüşü bu cenazede gerçekleşir. On binlerce Yahudi sokağa dökülür. Sloganlar atarak sokakta yürürler. Bu yürüyüş basındaki anti-semitizmi coşturur. 1926’dan 1934’e varıncaya kadar zaten bana sorarsan yasaklanan dergiler, kapatılan gazeteleri geçtim, yasaklanmayan yayınların en temel mevzusu hep Yahudiler. Cumartesi karikatürlerinin, Cumhuriyet Gazetesi’nin bütün köşe yazılarının kahramanı Yahudiler. Yaz gelir adalarda Yahudiler, kış gelir Tahtakale’de Yahudiler, Eminönü’nde Yahudiler, ticarette Yahudiler, ticaret odasında Yahudiler, tek mevzuları Yahudiler. Şeyi de bence kimsenin inkâr etmemesi lazım: Evet, biz dönemsel olarak Almanya’ya çok özendik. Oradaki Nazi zihniyeti bizi etkiledi çünkü bizim kurucu zihniyetimizle Almanya’nınki birbirine çok yakın, bunun etkileriyle biz milliyetçi yazarları çok da susturmak istemedik, susturamadık ama susturmak da istemedik.  Mütemadiyen bir nefret propagandası var. Uzun yıllar nefret propagandası vardı. Bu nefret propagandası 1930’lara vardığında artık tehditlere ulaşıyor. Pogrom da, 1934’de İbrahim Tali ile birlikte İskân Kanunu hikâyesiyle başlıyor.
Kimdir bu İbrahim Tali?
İbrahim Tali, Trakya Bölgesi’ne atanan bir umumi müfettiş ama ayrı bir özelliği var. Atatürk ile birlikte Samsun’a çıkan 19 kişiden biri. Çok güvendiği bir adam, sağ kolu gibi görüyor. Fikirlerine güveniyor. Oturuyorlar, başbaşa toplantı yapıyorlar. Ve Trakya’daki durumu kritik görüyorlar. Kritik görmelerinde haklı bir sebep var.  
Yahudilerin nüfus yoğunluğu dolayısıyla mı ‘kritik’ görülüyor?
Cevat Rıfat Atilhan’ın sahibi olduğu Milli İnkilap Dergisi’nin 1 Temmuz 1934 tarihli sayısı.
Zaten bütün Trakya’nın en baskın nüfusu gönderilen Ermeni ve Rum toplumundan sonra Yahudiler. Türk’ten fazla Yahudi olduğu da doğru. İspanya’nın İtalya’nın açık tehdidi var. Artık I. Dünya Savaşı bitmişse de hala o bölgelerde bu insanların gözü var. Mussolini, oralara saldıracağını belirterek çıkış yapıyor. Bu çıkış çok açık bir tehdit olarak algılanıyor, devlete de çok güzel bir fırsat doğuyor bence. Şöyle bir zihniyete gidiyorlar. Trakya’daki durumu bir teftiş edelim ondan sonra nasıl önemler alacağımıza bakarız diyorlar. Bu teftiş altında İbrahim Tali buraya umumi müfettiş olarak atanıyor. Bölgenin dört bir tarafını geziyor. Gezerken raporlar tutuyor. Tuttuğu raporlar ışığında da 1934’ün Haziran’ında bir iskân kanunu yayınlanıyor. Bu kanuna göre Trakya beş bölgeye bölünüyor. Birincil mıntıkalar kesinlikle yaşanmaması gereken bölge. Askeri mıntıka olarak hemen boşaltılacak oralar. Bütün oradaki nüfus başka yerlere aktarılacak. Tesadüfe bakın ki, buralarda ağırlıklı  olarak Yahudiler yaşıyor. İkincil bölgeler ‘az’ bölgeler. Buralarda Türk ağırlıklı nüfusun barındırılması dışında bir şeye izin verilmiyor. Ve bunun da seyrek yapılması öneriliyor. Üçüncül mıntıkalarda da benzer bir politika var. Dördüncü mıntıkalarda artık Yahudiler de yaşayabilir ama ayrı mahallelerde bir arada yaşamamak koşuluyla.  Ve aynı iş kollarını kendilerinden sonra gelecek insanlara ya da dindaşlarına öğretmemek koşuluyla yani bu da bütün oradaki toplu Yahudi yaşamını yıkmak anlamına geliyor. Mesela, babanız marangoz ve siz Yahudiyseniz asla artık marangozluk yapamazsınız, babanız size işini aktarmak için dükkânını veremez kendi zanaatını öğretemez. Türk barındırmak zorundasınız. Bu kanunlar çok yürürlükte kalamıyor ama ciddi bir tartışmaya yol açtığı kesin. Zaten devlet bu kanunu uygulamayı da beklemeden, bana göre ciddi bir tezgâhla, bu sağcı faşist Nazi yanlısı yazarları devreye sokar, bunların başında Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan, Mehmet Esat Bozkurt gelir, halkı galeyana getirecek yazılar yazmaya başlar. Bu adamların yazdığı yazılarla birlikte tesadüfen halk Trakya’nın beş şehrinde beş günde ayaklanıyor. Türk halkı “tesadüfen” ayaklanıyor ve Yahudilere yönelik tacizler başlıyor. Kırklareli’de çok korkunç şeyler yaşanıyor. Edirne’de gene görece korkunç şeyler yaşanıyor. Kırklareli’de bir adam çırılçıplak soyuluyor sakalları kesiliyor, karısına ve kızına tecavüz edildiği söyleniyor ama bunun ispatı yok. Bunun dışında sürgüne gönderiyorlar.
“İBRAHİM TALİ’NİN BÜTÜN RAPORLARI, TRAKYA’NIN ASKERİLEŞTİRİLMESİ, MINTIKA OLARAK KORUNMASINDAN ÖTE BU BÖLGEDEKİ YAHUDİLERİN EKONOMİK GÜCÜNÜN ELLERİNDEN ALINMASI ÜZERİNE”
-Nereye gönderiliyorlar?
Nereye diye bir şey yok. Bütün bu şehirlerde günde bir kere var olan trenler, arka arkaya garlarda bekliyor. Bu insanlar defolup gitsin diye bütün hazırlık yapılmış zaten. Yapılan bütün hareketler korkutmaya ve göndermeye dayalı. Çok az insanın burnu kanıyor, evet bu gerçek ama yaşanılan şeyler de kötü. Yollarda trene gitmek için canlarını kurtarmak için bölgeden kaçmaya çalışırken çeteler tarafından önleri kesilip, parmağı kesilip yüzüğü alınan insanlar mı dersiniz, kafasının gözünün kırılıp iş yerindeki parasının çalınması mı dersiniz, bir sürü vaka yaşanıyor. Bence rastgele değil. Gayet planlı. Artık pek çok şey okuduktan sonra hikâyeyi şöyle görebiliyorsunuz. Devlet mercilerinin bu işten haberleri var. Neresi olduğunu tam anımsamıyorum, Kırklareli ya da Lüleburgaz’da Yahudilerin oturduğu bir sokak var, karakolun bütün ışıkları yanıyor ve o gece, o sokaktaki bütün Yahudilerin evlerinin camları kırılıyor. İnsanlar evlerden feryat figan bağırıyorlar. Aşağıdaki grup ‘ateşe verin evleri’ diye slogan atıyorlar. Bu insanlar yanmaktan korkuyor ‘polis yok mu imdat!’ diye bağırıyorlar. Karakolun bütün ışıkları açık, insanlar içeride ama hiç kimse dışarı çıkmıyor. Bunun aksi yönünde münferit tek bir olay var. Neresiydi o, onu da hatırlayamıyorum. Belediye Başkanı bu işlerin döndüğünü duyup bir sürü Yahudiyi tren istasyonunda yakalıyor ‘hemen geri dönüyorsunuz sizin canınız malınız bir bana emanet hiçbir şey yapılmayacak size’ diyor ve tek tek bu olayları çıkartanları yakalatıyor, hakikaten nezarete attırıyor ve orada tek bir burun bile kanamıyor, bir kişi bile göç etmeden geri dönüyor. Çanakkale’de benim konuştuğum aslında münferit pek çok olay var, dükkânı basılanlar, evleri taşlananlar, 20 gün boyunca evine dönemeyenler, kırsalda saklanan, hakikaten gemilere trenlere binip basıp giden bir daha asla geri dönmeyenler ya da ciddi bir zaman geçtikten sonra geri dönenler ama tez vakitte malını mülkünü satıp gidenler. Bu arada malını mülkünü satıp gitme meselesinde de halk çok kurnazca davranıyor.
Pek çok ciddi araştırmacının üzerinde anlaştığı tek bir nokta var, bu sermayenin dönüştürülmesi için yapılmış bir şey. İbrahim Tali’nin bütün raporları artık çıktı. Adamın bütün raporları, Trakya’nın askerileştirilmesi mıntıka olarak korunmasından öte bu bölgedeki  Yahudilerin ekonomik gücünün ellerinden alınması üzerine. Yazdığı bütün raporlarda şunu söylüyor: “Nereye gitsem her köşeyi bezirgân Yahudi tutmuş durumda. Şu iş kolu bunun elinde, bu iş kolu bunun elinde.” Bu bir mıntıka raporu değildir. Devletin ve resmi tarihin bu konuyu açıklaması şu dur ki: Efendim bölge tehlikeliydi zaten Yahudiler de I. Dünya Savaşı’nda “beşinci kol faaliyeti” yürüttü mü devlet emin olamadı, ‘beşinci kol faaliyetine’ istinaden biz bunları bir denetleyelim dediler aslında iyi niyetli. Bu sav çürüdü bugün. İki sene evvel I.Dünya Savaşı’nda şehit olan yüzlerce Yahudinin sergisi yapıldı bu ülkede.  Bu arada on yıllık Yahudi çalışması yapan bir antropolog olarak söyleyebilirim, ben tırnak içinde Müslüman Türk olarak görünen bir insan olarak benden çok daha milliyetçi benden çok daha vatanperver Yahudiler tanıdım. Ben tek bir örnek değilim. Milliyetçi bir insan olmadım hiçbir zaman.
Kendini ispat etmek… Sorunlu bir bakış değil mi?
Stockholm Sendromu, kastın buysa evet. Ama bir yandan cansiperane yaşadığın toprağı sevmek diye bir şey var. Munis Tekinalp falan gibi adamlardan bahsetmiyorum.
Trakya olaylarına dönersek…
Trakya’da olaylar 15 gün içinde başlıyor ve bitiyor aslında, bütün her yerde olduğu gibi. İlk Çanakkale’de başlıyor 21 Haziran’da ve sonrasında birer gün arayla dedikodu, fısıltı gazetesi nasıl çalıştı bilmiyorum ama Edirne’ye haber gelip ‘Yahudilere Çanakkale’de bir şeyler oluyormuş’ dendiğinde, aynı günün akşamı orada da başlıyor. Kümülâtif şekilde çok eş zamanlı yaşanıyor, aynı saat aynı dakika değil kastım çok polemik üretiliyor çünkü böyle söylediğim zaman. Arada bir-iki gün arayla olması da, aynı yöntemle olması da eş zamanlı olduğunu gösterir. 15 gün içinde bütün Trakya’dan çeşitli kaynakların üzerinde anlaşamadığı şekilde 3 bin ile 15 bin arası Yahudi yerinden oluyor. Bunların bir kısmı dönüyor bir kısmı asla geri dönmüyor.
Nereye gidiyor bu insanlar?
Çoğunluğu İstanbul’a kaçıyor ilk etapta. Sonrasında hızlıca daha İsrail kurulmadan Filistin’e göçler başlıyor. Bir kısmı Amerika’ya gidiyor. Otuzlu senelerin içinde hali hazırda. Bir kısmı gerçekten geri dönüyor. Benim aileme gelince en iyi bildiğim şeyden bahsedeyim. Benim anne tarafım Gelibolulu Varon ailesindedir. Son derece varlıklı ve rahat bir hayatları varmış.
Aileniz neler yaşıyor o zaman?
Ailem, baharat ticareti ve yapa (ayakkabının hammaddesi) imalatıyla uğraşıyorlarmış. Bir ayakkabısı imalathaneleri de var aynı zamanda. Bölgenin hatta yakınlardaki pek çok yerin bütün imalatı onlarda. Anadolu’dan gelen baharatı gemilerle Avrupa’ya özellikle İtalya’nın Livorno limanına, İspanya’ya gönderdikleri biliniyor. Varlıklı rahat bir hayat, bir öğleden sonra haziranda evin en büyük kızının sokakta yolu kesiliyor. ‘Kaçıracağız, tecavüz edeceğiz’ nidaları atılıyor. Aynı gün eve adamlar giriyor sorgusuz sualsiz. Eşyaları talan etmeye başlıyorlar. Canlarının çektiklerini alıyorlar. İstemediklerini kırıp döküyorlar. Pek çok yerde hikâye böyle işliyor, Çanakkale’de de böyle. Eve tanımadığınız adamlar giriyor.
“TRAKYA OLAYLARINDA, 6-7 EYLÜL’DEKİ GİBİ ‘KAHRAMAN KOMŞU HİKÂYESİNİ’ HİÇ DUYMADIM”
Tanımadığınız adamlar?
Tanımıyorsunuz komşusu değil. Ama Müslüman komşularda siniyor mesela. Trakya olaylarında, 6-7 Eylül’deki gibi ‘kahraman komşu hikâyesini’ hiç duymadım.  ‘Yan komşumuz geldi bizim apartmanın önüne dikildi burası benimdir beni çiğneyeceksiniz de öyle gireceksiniz’ gibisinden. Tanıdığımız yaptı diyen az insanı duydum. Mesela Yahudi bir beyin hikâyesi çok etkilemişti beni. Bu beyin pek çok çocuğu oluyor ama çocuklarının hiçbir kendi iş koluyla ilgilenmiyor.  İş arayan kendi akrabaları olmasına rağmen, dükkânına küçük yaşta annesiz babasız kalan Müslüman Türk çocuğu alıyor. Ve onu yetiştiriyor hakikaten öyle çok güzel bir ilişki kuruluyor ki aralarında, kendi evladı gibi her gün öğle yemeğini getiren, bayramda seyranda çoluk çocuğundan ayırmayan ona harçlığını veren, yattığı yeri düşünen bir ilişki modeli içindeler. Çanakkale’de 1934 olayları başlamadan gizli kapaklı toplantılar başlıyor sadece Müslüman Türklerin davet edildiği.
“BEN BİR TANE YAHUDİ TANIMADIM Kİ, ‘BEN ÖLÜNCE İSRAİL’E GÖMÜLMEK İSTİYORUM’ DESİN. YA DA ÖLMEYE YAKIN İSRAİL’E GÖÇ ETSİN”
Kim yapıyor bunu?
Türk ocakları
-Bir nevi sivil toplum yani?
Devlet elli sivil toplum kurumları diyorum ben Türk Ocakları’na. Bir gün bu oğlanda bu toplantılara katılıyor. Ve orada kışkırtıldığını düşünüyor o aile. Ertesi gün Çanakkale’de olaylar başladığında baba her zamanki gibi yanında çalışan çocuğa ‘hadi oğlum kapatalım artık eve gidelim yemek yiyelim’ diyor. Ben gelmeyeceğim diye huzursuzlanıyor. Adam ısrar edecek gibi oluyor ama genç adamdır, vardır bir derdi diye üstüne düşmüyor. Adam kalkıp evine gidiyor. Akşam yemeğini yedikten yaklaşık yarım saat sonra önce bir gürültü ardından da taşlı saldırı başlıyor. Evlerini taş yağmuruna tutanlar arasında evlatları yerine koydukları çırak oğlan da var. Bu aile Çanakkale’yi geçici bir süreliğine terk ediyor. Olaylar bittikten sonra geri dönüyorlar. Bu arada döndükleri zaman ev bir harabe, camlar kırılmış eşyalar talan olmuş, kilere kadar boşaltılmış. Yeni bir yaşam kurmak zorundasınız. Bütün dönüş hikâyeleri böyle Trakya olaylarında. Geriye bir şey kalmıyor sıfırdan hayata başlamak gibi. Evet, eviniz var, dükkânınız duruyor ama içi boşaltılmış, gittiğiniz koşullarla alakası olmayan bir şekilde. Ve her zaman o yeniden yaşanabilir tehditle birlikte. Kısa bir süre sonra şehri terk ediyorlar ve İstanbul’a yerleşiyorlar. Aradan yıllan geçiyor bu beyefendi vefat ediyor. Cenazesini Çanakkale’ye geri götürüyorlar orada gömülmek istediği için. Bahsettiğim vatan sevgisi bu işte. Ailenin İsrail’de de kolu var. Ben bir tane Yahudi tanımadım ki, ‘Ben ölünce İsrail’e gömülmek istiyorum’ desin. Ya da ölmeye yakın İsrail’e göç etsin. İsrail’e göç eden varsa bile ölmeye yakın buraya gelmeye çalışan çok insan tanıdım. Çanakkale’ye gömüyorlar. Cenazesine yıllardır yüzünü görmedikleri bu yanlarında çalışan çırak katılıyor. Ve aileden özür diliyor. Babaları çok iyi bir insan, hayattayken çok yardımsever ve kin tutmayı sevmeyen bir insan, “babamın hatırına affettik onu ama Allah biliyor ya ben onu Allah’a havale ettim varsa bir günahı Allah affediyorsa affetsin ben zaten affederim” dedi kadın bana. Ama bunun yarası hiç geçmemişti. Evet, tanıdığı insanlardan darbe görenler de var yardım görenler de. Benim anneannemin ailesinin kaçmasına yardım edenler, yanlarında çalışan hizmetli vasıflı insanlar. Bizimkiler apar topar şehri terk etmeye karar veriyorlar. Yanlarına çamaşır işlerine bakmak için gelen kadın bir sabah saati bütün aile için giysiler, bohçalar getiriyor. Yanlarında çalışan bir başka yardımcı üstlerine cepkenler dikiyor eve göz kulak olmaya çalışıyorlar, bir işe yaramıyor tabii, ama kaçmalarına yardım ve yataklık eden bu insanlar. İstanbul’a geliyorlar ve oraya yerleşiyorlar. Bir daha geri dönmeye gözleri yemiyor. Çünkü benim gördüğüm ne kadar zenginseniz o kadar büyük tehdit var aslında. Çünkü zaten açık tehdit size dönük. Daha alt gelir gruplarına az dokunulmuş , dönseler de göz yumulmuş. Daha yukarılardaki gelir grupların asla dönmemesi tercih edilen şey. Bizimkiler söz konusu olduğunda öyle olmuş. Burada feci bir fakirlik başlıyor.  Yanlarında para ve mücevher dışında başka hiçbir şey yok. Onlarda bir süre sonra suyunu çekiyor. Burada bambaşka bir hayat yaşamaya başlıyorlar.
Nasıl bir hafıza kaldı pogromun ardından?
Korkunç bir şey. Bu hikâyeyi pek çok insan çoluğuna çocuğuna anlatmamıştı. Benim görüştüğüm insanlar da dâhil. Hatta pek çoğu şey “sus”dedi. O kadar ısrarlı soruyordum ki, çünkü benim ailemin hikâyesiydi ve ben parça birleştirmek, kendi ‘puzzle’ımı ortaya çıkarmak için sahaya çıkmıştım. Pek çok insan artık susayım ve bir daha gelmeyeyim diye anlattı. Ve anlattıktan sonra kendi çocuklarının yaşananları bilmediklerini, bilsinler de istemediklerini söylediler. O nefretle büyümesinler kendilerini güvende hissetsinler güvensizliği yaşamasınlar diye. Çok anlaşılır bir kaygı bu. Kocasına anlatmayanı tanıdım. Bir kadın çocukken yaşadıklarını asla kocasına anlatmadığını, hafızasında kalan şeyleri ilk defa biriyle paylaştığını söyledi.
Niye anlatmıyorlar?
Kendi içlerinde bile konuşmuyorlar. Hani hep denir ya böyle bir komplo teorisi vardır: Yahudiler kendi içlerinde konuşup dışarıda konuşmazlar. Hayır, kendi içlerinde de konuşmuyorlar. Çünkü bu travmalarla yaşamak zor bir şey. Benim büyük teyzem, anneannemin ablası bana bu göç hikâyesini o anlattı anneannem öldükten sonra. Ağır bir hastalık geçiriyordu, artık ölüm döşeğindeydi. Bana anlattıktan altı ay sonra kaybettik onu. Anlatırken tek bir şey sordum: Kim istemedi sizi orada, kim? Etrafına bakındı sesini düşürdü. Bana böyle yapıp (sus işareti yaparak) ‘Atatürk bizi orada istememiş’ dedi. Bunu ben pek çok insandan duydum. Bu çok can acıtan bir şey. Atatürk orada bir insanı temsil etmiyor sadece. Aynı zamanda bir devleti, zihniyeti ve yönetimi temsil ediyor. Bugün AKP dediğimizde Tayyip Erdoğan’dan bağımsız tarif edemezsiniz. Tayyip Erdoğan dediğimizde AKP’den bağımsız düşünemeyiz. Bu ikisinin temsiliyet gücü aynıdır benim için.
Genel olarak Atatürk’ün istemediği söylemi belirgin mi?
Çok belirgin.
“…BİRBİRİNİ TANIMAYAN BİR SÜRÜ İNSAN TRAKYA OLAYLARINI ANLATIRKEN ‘GÖZ YAKMAYAN SOĞAN ACI VERMEYEN TÜRK OLMAZ’ DEDİ. AYNI YERDE YAPILMADI BU GÖRÜŞMELER. BİRBİRİNDEN BAĞIMSIZ ZAMANLARDA YAPILDI. BAZILARI BİRBİRLERİNİ TANIMIYORDU BİLE…”
Mesela Dersim konusunda o kadar belirgin değil. Şöyle bir şey, Dersim’deki katliam sırasında  Mustafa Kemal’in bir mesiyanik bir şekilde, at ile gelip kurtardığı rivayeti var. Genellikle Mustafa Kemal’e rağmen yapıldığı inancı hakimdir, kulaktan kulağa geçen söylentilerde.
Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi ile 1934’ün  25 Haziran’ında Çanakkale’de.
Bu çok belirgin. Dersim zamanlaması itibari ile Atatürk’ün hasta olduğu devre. Benim demek istediğim Mustafa Kemal’den bağımsız değil zaten. Tabii ki özellikle de bahsettiğiniz o dönemleri yaşamış o kuşakta Mustafa Kemal’i bir aklama çabası ister istemez var. Çünkü adamlar için yaşadıkları toprağı kurtaran onlara yaşam hakkını veren, burada bir cumhuriyet kuran, hesapta eşit vatandaşlık veren bir adam söz konusu. Bir yandan da çok özür dilerim ama hoşa gitsin ya da gitmesin sevmek zorundasın. Ama 1934 olayları söz konusu olduğunda Atatürk hasta değil, hali hazırda hayatta ve daha da korkuncu bu olayların yaşandığı dönemde bu bölgelerde bulunmuşluğu da var. Üstelik elimizdeki verilerde, gazetelerde çıkan haberlerde İbrahim Tâli’nin Mustafa Kemal tarafından gönderildiği ve Trakya haberleri var. İnsanların ellerinde bunu aklayabilecekleri veri yok. İnan ki, bütün samimiyetimle söylüyorum, bu verinin olmasını da çok diliyorlar bir yandan da. Çünkü bu onların hayatlarını kolaylaştıran bir şey değilmiş. Bu açıkça söyleniyor mu dersen hayır “off the record” hikâyelerle söyleniyor. Üç-dört farklı versiyonu var. Birincisi, Çanakkale’den İran Şahı geliyor Atatürk ile birlikte bir gezideler. Bu gezi sırasında Çanakkale’den de geçiyorlar. Trakya olaylarının da tam olarak başlamaya yüz tuttuğu evre. Bütün yerel halk karşılamaya gidiyor. Yahudiler de var bu karşılama komitesinde. Ve yerel halktan bir Yahudi ‘Paşam, bir maruzatım var’ diyor. Atatürk de “Buyur adını ve maruzatını söyle” diyor. Yahudi adam adını söylüyor, ‘Paşam bizi burada istemiyorlar, göndermeye çalışıyorlar yardım edin bize’ diyor. Paşa dönüp soruyor ‘Kim sizi burada istemeyen?’. “Halk paşam” diyor. ‘Halk bizi burada istemiyor’. Atatürk duruyor şapkasına uzanıyor; ‘Eğer halk bir gün beni burada istemezse ben şapkamı alır giderim. Size de aynısını tavsiye ederim” diyor. Bunu hiçbir gazetede okuyamazlar. Anlatılan hikâye bu, çok yaygın bir anlatımdır pek çok kitapta da çıkar. Şimdi başka bir anlatıya göre ki, bu hiç kimsenin görüp duyamayacağı bir şey. Hani vardır ya halk mitolojileri. Hikâyenin içeriden nasıl göründüğünü, düşünüldüğünü ve planlandığını çok iyi ortaya koyan hikâyeler. Atatürk ve silah arkadaşları Çankaya’da bir akşam köşkte içki sofrasındalar. Kazım Karabekir orada, İnönü orada bütün o içki camiası hep birlikte otururlar. Tesadüfe bakın o gece paşanın canı rakı yerine bira çeker. Gecenin sonunda artık bütün sofra toplanmıştır. Sadece içki bardakları kalmıştır. Karabekir atılır ve ‘Paşam, memleketi büyük ölçüde temizledik. Rum gitti, Ermeni gitti, şunlarla davamızı çözdük bununla davamızı çözdük ama Yahudiler duruyor ne olacak memleketin hali, ne yapacağız bunlarla?’ der. Paşa bir Karabekir’e bakar sonra önündeki bira bardağına, bir hareketle vurur ve bardağı devirir. Bütün bira beyaz masa örtüsünün üzerine yayılır. Bunun üzerine paşa dönüp “Şu anda görüyorsun ya bütün örtünün üzeri köpük, birazdan bu köpük sönecek ve biranın özü kalacak işte yakında memleketin ahvalide bu olacak” der. Bu da bir anlatı. Bir de çok tatsız laf öğrendim ben. Trakya olaylarını anlatırken pek çok insan tekrar etti bunu “Göz yakmayan soğan acı vermeyen Türk olmaz”. Bu İspanyolca bir deyim. Çok uzun yıllarca da kullanıldığına adım gibi eminim. Sorduğumuz zaman hiçbir Yahudi ‘Ben bunu biliyorum’ demez. Ve çok acayip, birbirini tanımayan bir sürü insan Trakya olaylarını anlatırken “Göz yakmayan soğan acı vermeyen Türk olmaz” dedi. Aynı yerde yapılmadı bu görüşmeler. Birbirinden bağımsız zamanlarda yapıldı. Bazıları birbirlerini tanımıyordu bile…
Kaç kişi bundan etkileniyor, ölen var mı?
Bir tane adamın öldüğünü biliyoruz, kızına tecavüz edilirken kurtarmaya çalıştı vs. deniliyor. Başka da münferit olay bilmiyoruz ama zaten Ermeni Soykırımı gibi büyük bir olaydan bahsetmiyoruz. 6-7 Eylül gibi devlet planıyla hareketlendirilmiş bir şeyden de bahsetmiyoruz. Daha küçük ama daha organize daha planlı ve devletinde göz yumduğu bir şeyden bahsediyoruz.
“500 YILLIK BİR ŞECEREM VAR BENİM, NİYE GİDEYİM!”
Ne kaldı pogromdan geriye Trakya’da?
Bugün Trakya’nın tamamında toplasanız iki elin parmağını geçmez yaşayan Yahudi sayısı. Çanakkale’de, Kırklareli’nde ikişer kişi kalmıştır. Edirne’de varsa üç kişi vardır ve Edirne bir dönemin Yahudi başkenti sayılabilecek kadar büyük nüfusuna sahipti. Ve hakikaten gittiğiniz zaman Yahudi mimarisini görmemiz çok mümkündü bundan belki on-yirmi sene öncesine kadar. Ama özellikle geçen son on senede bu ülkenin her köşesinin çok hızla değiştiğini düşünüyorum. Bugün artık geriye kimsenin kalmaması çok önemli bir veri. En son 70’lere kadar görece kalabalık nüfusla yaşadılar ama her zaman Müslüman halktan az olmak kaidesiyle. Dolayısıyla İbrahim Tali’nin tutuğu raporların ışığında örgütlenen planın çok başarılı olduğunu söyleyebilir. 6-7 Eylül’den daha başarılı bir operasyon yaptıkları da kesin. Çünkü bugün bir dönem Nihal Atsız’ın, Atilhan’ın söylediği çok doğru: “Çanakkale çarşısına gidin bakın bütün esnaf Yahudi diye veryansın eder. Alacağız biz onların elinden bunu, Türk uşağı Türk parası yiyecek” gibi. Şuursuzluk çok had safhada. 1934 devletin göz yumduğu, yerelde örgütlediği, başarıya ulaştığı çok ciddi bir eylem planı. Çok az insanın yerinden edilmiş olması da bir şey vermiyor bize. Yahudiler güvensizliği öğrendiler ve bu devlete bir daha güvenmemeyi de öğrendiler. Bugün Yahudi toplumunun maruz kaldığı anti-semitizm de ve buna susmasında da bunun cevabını buluruz. Sen 1934’te yok yere benim evime saldırırsan ve devlet buna ‘dur’ demezse hiçbir yerel merci buna karışmazsa…. 6-7 Eylül’de bütün bu saydıklarım yapıldı asker Taksim’de bekledi. Ve müdahale etmedi o insanlara. Bunu bugün biliyoruz artık. Orgeneral kimdi, neden askere ‘müdahale et’ emri vermedi bütün bunlar Yassıada’da mahkemede görüşüldü ve ortaya döküldü. Bütün bunların günahları ortaya çıktı. Evet, Rumlar da aynı şeyi yaşadılar ‘Bizim canımıza kastedildi, devlet sustu’ dediler bir kısmı 1964’te gönderildi, zorla vatandaşlıktan çıkarıldı toprağından edildi, geri kalanlarda biraz 1964, biraz 6-7 Eylül sebebiyle bu ülkeyi çok büyük oranda terk etti. Bu insanların terk edebilenleri gitti ama fakir olanları gitmedi. İsrail’e zengin olan biri gitmez. Sanıldığının aksine insanlar bu coğrafyaya çok bağlı. Parası var diye de gitmiyor değil. Burada bir Yahudi’nin parasının olması büyük tehlike. İsrail’e gitse o parayla çok daha rahat yaşayabilir. Ama bunu kabul etmek lazım insanların  bu coğrafyaya bir bağlılıkları var. Ve herkes kadar burada kalmaya ve bu topraklarda yaşamaya da hakları var. Hrant hep derdi ya: “Evet bu topraklarda gözümüz var ama alıp devlet kurmak için değil en dibine girip yatmak için”. Hakikaten böyle. Ölmek için gelir bir Yahudi buraya, yeniden toprağında olabilmek için. Sadece Sefaradlar diye baktığımızda bile. 1934 olaylarının mağduru çok büyük ölçüde Sefaradlar. Zaten en aşağı 600 yıllık bir tarih süresince burada bu adamlar. 1492’de geliyorsun ve bildiğin tek toprak burası. 500 yıllık bir şecerem var benim niye gideyim!
“6-7 EYLÜL DAHA DEVLET TEŞKİLATIYLA GÖTÜRÜLEN AMA 1934 YERELDE TEŞKİLATLANARAK GÖTÜRÜLEN BİR HİKÂYEYDİ”
Ben bu röportajı üç parça düşündüm pogrom, anti-semitizm ve Avlaremoz konuşmak istemiştim. Son olarak ne söylemek istersin…
Yani ben kimsenin söylemediği bir şeyi söylemeyi çok önemsiyorum. Tarihi kim nerede açarsa okuyor.  On yıldır her sene 28 Haziran’da bir şeyler yazılıyor çiziliyor. Tarihi okumak çok mümkün ama galiba nokta atışı yapmak çok önemli burada çünkü literatürde boş bırakılan alan o. Bu, devletin göz yumduğu bir pogromdur. 6-7 Eylül nasıl pogromsa bu da öyle bir pogromdur. Burada 6-7 Eylül’den farklı olan şey komşudan da yardım/destek görülememiştir. Bu bana örgütlenme çok iyiydi, habersiz değildi hissiyatı veriyor. 6-7 Eylül daha devlet teşkilatıyla götürülen ama 1934 yerelde teşkilatlanarak götürülen bir hikâyeydi. 6-7 Eylül tepeden indi ve birileri tarafından gaza gelinerek hakikaten kendiliğinden bir şekilde ortaya çıktı. Ama 1934 belli ki yerelde planlanıp örgütlenip teşkilatlanarak yapılmış planlı programlı bir eylemdi. Yerel yönetimlerin büyük günahı olduğunu düşünüyorum. Kimsenin yargılanmaması benim bu savımı destekliyor. Birkaç kişiyi göstermelik tutukluyorlar. Üç-beş gün hapis yatırıyorlar. Çapulcuydu bu işi yapanlar diyorlar.
*Ana görsel tarih ve medeniyet adlı siteden alınmıştır.

4 Temmuz 2017 Salı

"DEMOKRAT PARTİ, CHP’NİN MALLARINA EL KOYDU YALANI" H.Emre OKTAY (*) hüdâyî-nâbit tarihçi nam Sinan MEYDAN'a cevap, tekzip, tenzih ve reddiye!...

DP, CHP’NİN MALLARINA EL KOYDU YALANI!..
Hasan Emre OKTAY (*)
27 MAYIS 1960 DARBESİ FELAKETİ ÖNCESİ, DARBEYE BAHANE AMACIYLA UYDURULAN YALANLARI TEKRAR TEZGÂHLAYARAK NE CELAL BAYAR’I NE ADNAN MENDERES’İ TÜRK HALKININ GÖNLÜNDEN ALAMAZSINIZ!
27 Mayıs yargılanmalıdır, diye defaatle söyledik, uyardık, rica ettik ama ne yazık ki, bu güne kadar bu yargılama yapılmadı. Sonuçta birçok darbe cinayeti cezasız kaldı ve tarihten yeteri kadar ders alınmamış oldu. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesi felaketine sebep olan, daha doğrusu bu harekâtı askere yaptırabilmek için uydurulmuş veya çarpıtılmış birçok yalan anlatım, darbeden 57 sene sonra, günümüzde tekrar tezgâha konmaya çalışılıyor. Amaç ne olabilir? Rahmetli Menderes’in dehşet verici acı akıbetine sebep olan darbeci ve şakşakçılarını aklamak mı? Bunlar zaten yargılanmadılar, ona rağmen bir de aklanacaklar mı? Biz 27 Mayıs mağdurları zaten işi İlahi Adalete bıraktık ve görüyoruz ki, İlahi Adalet sabırla, ince ince işini yapıyor. Nitekim 27 Mayıs darbesini yaptıran CHP, 27 Mayıs’tan sonra, birkaç darbe sonrası dönem hariç bir daha iktidar yüzü göremedi. O iktidarlar da zaten darbecilerin atamasıyla gerçekleştirilmiştir. Ecevit, İsmet İnönü’yü kendi partisi içinde devirdi, siyaset hayatının dışına iteledi. Ecevit bizzat kendisi CHP isminden kaçtı ve DSP’yi kurdu, böylece başarılı oldu. 
Daha önceki yazımızda da vurgulamıştık, darbeciler, dönemin üniversite profesörlerini ve CHP’yi kullanarak darbelerini öven, kendilerini kerameti kendi uydurdukları yalanlarından menkul birer devrimci olarak lanse eden; Bayar, Menderes ve DP’yi aşağılayan, horlayan, suçlayan, hatta hain ilan eden konuları içeren dersleri okul ders kitaplarına koydular ve bu dersler 20 sene, 27 Mayıs’ın açtığı yoldan giden başka bir darbe ekibinin kaldırmasına kadar, okullarda okutuldu. Bir neslin adeta beyni yıkandı ve bu haksız uygulamaya, kendilerini hiç seçilmeden ömür boyu mebzul maaşlar ve bellerinde tabancaları ile Tabii Senatör olarak Meclis’e yerleştiren darbeci MBK’cılar yüzünden olsa gerek kimse ses çıkaramadı. Ancak 12 Eylül 1980 darbesinden sonra Kenan Evren ve arkadaşları 27 Mayısçıların sözde bayramı ‘Hürriyet ve Anayasa Bayramını’ kaldırdılar, Tabii Senatörlüğü kaldırdılar ve 27 Mayıs’ı öven, Menderes’i kötüleyen dersleri ders kitaplarından çıkardılar. Ancak olan oldu, bir nesil adeta bir tür algı operasyonundan geçirildi. Sinan Meydan da ya bu taraflı öğretilerin etkisinde ya da 27 Mayıs darbecisi bir aileden gelmiş olmalı ki, inatla 27 Mayıs dönemi yalanlarını gerçek gibi anlatmaya, Yassıada’da, İmralı’da öldürülen insanları suçlamaya devam ediyor. Ben tamamen manevi kaygılarla kendisine, tekrar cevap yazma ihtiyacını duydum. Zira esas kaygım bu yazıları okuyarak yanılanların olma ihtimaldir. Çünkü Sinan Meydan profesyonel olabilir, bu işten para kazanıyor olabilir. Niye vaz geçsin ki?
İşe önce ‘CHP’nin mal varlıklarına Menderes ve ekibi tarafından el konulması yalanı ile başlayalım. Bu, gerçekle uzak yakın ilgisi olmayan öyle bir çarpıtma ki, bilinçli yapıldığına şüphe yok. Olay şöyle cereyan etmiştir,
“1935 yılında yapılan CHP’nin 4. Büyük Kurultayında Türkiye Cumhuriyetinin bir parti devleti olduğu açıklanmış. Yani parti-devlet-hükümeti fiilen birleştirilmiştir. Bu durumda Dâhiliye Vekili olan partili, aynı zamanda CHP Genel Sekreteri olacak ve illerde de CHP il başkanları aynı zamanda vali oluyordu. 1937 yılında da CHP’nin 6 ilkesi, Anayasa’ya giriyor, böylece partinin ilkeleri aynı zamanda devletin ilkesi oluyordu… Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ölümünden sonra da İsmet İnönü CHP’nin değişmez genel başkanı ve ebedi şef Atatürk’e nazire gibi bir de milli şef unvanlarını alarak ülkenin tek hâkimi oldu. Bu durum sizi hiç etmemiş olsa gerek ki, tek kelime şikâyet yok. İnönü döneminde Türkiye’de ciddi bir sefalet varken, devlet-parti birlikteliği uygulaması kuvvetlenerek devam etti. İkinci Dünya Savaşı demokrasiyi ve liberalizmi savunan devletlerin galibiyetiyle bitti. ABD, İngiltere, Fransa gibi çok partili demokrasi ile yönetilen ülkeler dünya siyasal konjonktüründe söz sahibi olmuşlardı. Tek parti Nasyonal Sosyalimi ile yönetilen Almanya ve Faşist İtalya mağluplar safında yer almışlardı. Galipler arasında bir Rusya SSCB rejimine geçmiş ve yayılmacı politikalar izliyordu. SSCB’nin Türkiye’den toprak istemesi (Kars, Ardahan) ve Boğazların yönetimine karakollarla katılma talepleri ve ayrıca ülkedeki açlık seviyesindeki ekonomik yetersizlik, Türkiye’deki Tek Parti CHP, Milli Şef yönetimini ister istemez Kuzey Atlantik Paktına (daha sonra NATO) çekti. Bu ülkelerin de yardım için tek şartı, çok partili gerçek demokrasiye geçilmesidir. Ve böylece önce Milli Şef’lik, sonra değişmez parti genel başkanlığı uygulamaları kaldırıldı. Sonra da çok partili hayata geçildi. Yani birilerinin dediği gibi, ‘İnönü, DP’ye demokrasiyi altı tepside ikram etmedi’ Çok partili hayata geçmek bir zorunluluk haline gelmişti.
Gerçek uygulamada, yani çok partili demokratik yaşam 14 Mayıs 1950’de DP genel seçimleri kazanınca başladı. Artık parti-devlet birlikteliği gibi anti demokratik bir konsept söz konusu olmazdı. Çünkü birden fazla parti siyasi yaşam içinde yer almaktaydı. Halk hangi partiyi seçerse iktidar o partiye geçecekti. DOĞAL OLARAK DEVLETİN MALI DEVLETİN, PARTİNİN MALI PARTİNİN OLMALIYDI. Ancak bu adil düzene geçilmesi için CHP herhangi bir girişimde bulunmadı. CHP’nin genel merkez olarak kullandığı eski TBMM binası dahil, halk evleri, halk odaları taşınmazları hala CHP’nin envanterinde bulunuyor ve CHP tarafından kullanılıyordu. BAKIN TEK PARTİ DÖNEMİ BİTTİĞİ HALDE, DİYORUM… Halk evleri, Atatürk devrimlerinin halka anlatılması gibi bir amaçla kurulmuştu. Ama bu kurumlar, 1938’den sonra tek parti sisteminin eli kulağı, denetim mekanizması haline dönüşmüştü. CHP yöneticileri, halkevlerinin siyaset dışı bir kurum olduğunu söyleseler de bu kurumlar daha çok CHP toplantılarına sahne oluyor, dolayısıyla CHP’nin yan kuruluşu görüntüsünü veriyordu. Bu yüzden genel anlamda halk, halkevlerinden uzaklaşmaya başlamıştı. CHP’nin muhalefete geçmesiyle de halkevleri masrafları önemli bir sorun olmaya başlamıştı.
9 Ağustos 1951 tarihinde DP Hükümeti Meclise bir tasarı verdi. “HALKEVLERİNİN VE BAZI HALK PARTİSİ GAYRİMENKULLERİNİN HAZİNEYE İADESİ HAKKINDAKİ KANUN”
Bu kanun teklifi TBMM’de oylanmış, Meclis’te bulunan 365 milletvekilinden 362’sinin oyuyla yasa haline gelmiş, 11 Ağustos 1951 tarihli resmi gazetede yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Bu yasa sonucunda doğal olarak CHP’nin kullandığı, fakat devlete ait olan halkevleri, halkodaları binaları, malları HAZİNEYE İADE EDİLİR. Ayrıca önemli bir noktayı da yeri gelmişken belirtelim, halkevlerinin kuruluşunun zaten bir yasayla değil, bir talimatname ile yapılmış olması, hazineye devirlerini kolaylaştıran bir etken olmuştur.
O zaman Başvekil olan rahmetli Adnan Menderes, tek parti döneminde, halkevleri müfettişliği görevinde bulunduğu için, bu kuruluşların yapısını çok iyi bilmekte idi. Günümüzde unutulmuş olan bir tehlike enternasyonal komünizm tehlikesi, 1950 yıllarında servet düşmanlığı, kızıl politikalar yüzünden tüyleri diken diken ediyordu. SSCB’nin yayılmacı politikaları için kullandığı yer altı faaliyetleri, kendi rejiminin propagandası; sosyo-ekonomik seviyesi düşük olan bölgelerdeki halkevleri gibi ortamlarda, tıpkı köy enstitülerinde de olduğu gibi, kolaylıkla yeşerebiliyordu. Gerçi aynı tür kuruluşları bir zamanlar faşistler de kullanmışlardır. Bu gün açık seçik görüyoruz ki, FETO yapılanması için böyle yerlerin de ideal ortamlar olduğu, dershaneler olayıyla ortaya çıkmıştır. Rahmetli Menderes halkevleri ile ilgili Meclis’te şu sözleri sarf etmiştir.
“Halkevleri, halkodaları kurmak, gençlik teşkilatını ele almak faşistvari telakki ve düşüncelerin mahsulüdür. Bunlar içtimai bünyemiz içinde tamamıyla abes, geri ve yabancı uzuv halindedirler. Halkevleri içi boşalmış, tarihe karışmış maksatsız birer varlık halinde idiler. Bunlar partileri için birer utanma konusu teşkil ediyorlardı…”
Sinan Bey gerçek ne kadar farklı değil mi? Siz Halk Partili Şevket Süreyya Aydemir’i okurken birkaç tane de DP’li yazarın kitaplarını da okumalıydınız. Akademisyen olduğunuza göre, bunu yapmanız gerekmez miydi?  CHP’nin kullanmakta olduğu devlet mallarının, hazineye iadesi tek parti döneminde olmamıştır. 1951 yılında çok partili hayata geçildikten sonra olmuştur ve bu işlem tam bir adalettir. Örneğin eski Meclis binası, 1927’ye kadar TBMM olarak kullanılan söz konusu bina Meclis’in aynı caddede, biraz aşağısındaki bir binaya taşınmasıyla boşalmıştı. Aynı yıl ‘İlk Meclis’ diye anılan bu bina boşaltıldıktan sonra CHP Genel Merkezi olarak kullanılmaya başlandı. DP ise 1947 yılından itibaren binanın hazineye intikal edilmesini istemekteydi. Ama CHP bunu yapmadı. Esas eleştirilecek olan bu değil mi? DP 1951 yılında binanın hazineye intikalini gerçekleştirdikten sonra, DP Niğde Milletvekili rahmetli Halil Nuri Yurdakul’un TBMM’ne verdiği ve kabul edilen yeni bir kanun tasarısıyla bu bina ‘İnkılap Müzesi’ olarak kullanılmaya başlandı.    
1953 yılına gelindiğinde hala birçok kamu binası CHP’nin kullanımındaydı. Bu konuda Meclis’te şiddetli tartışmalar olmuştur. Burada önemli olan CHP KULLANIMINDA OLAN DEVLET TAŞINMAZLARININ DP’YE DEĞİL HAZİNEYE İNTİKALİNİN YAPILMASIDIR. Can alıcı nokta burasıdır. Devlet mali devlete iade edilmiştir. Bu konuda DP bakanlarından Samet Ağaoğlu’nun şu sözleri dikkat çekicidir,
“Demokratik rejimlerde bütün partiler aynı haklara sahiptirler. Hiçbir parti diğerinden daha imtiyazlı bir durumda olamaz. Halk Partisinin ise senelerce devlet bütçesinden beslenmesi suretiyle diğer partilere karşı imtiyazlı bir durumu görülmektedir. DP halkın teberruları ve aidatları ile yaşamak için çırpınırken, Halk Partisi oturduğu milyonlar üzerinde böyle bir ihtiyaç duymamaktadır. Eğer hazineden alınan paralar, tekrar hazineye iade olunursa iki parti de aynı seviyede bulunacak, her ikisi de faaliyet göstermek için vatandaş teveccühüne istinat edecektir…”
Konuyla ilgili Menderes’te şu sözleri sarf etmiştir. Meclis kayıtlarında bulabilirsiniz,
“Millet, hazineden alınan malların hazineye intikalini istiyor. Milletin arzusu budur. Milletin arzusu yerine getirilmelidir. Memleketi senelerce çiftlik gibi kullanarak hazinenin paralarını partilerine aktaranlardan bir hesap sormuyoruz. Devri Sabık yaratmamak için onların bu suçlarına bir şey demiyoruz. Sadece hazineden alınan malları yine hazineye iade etmek istiyoruz. Hatta ellerinde mevcut olanları istiyoruz. Şimdiye kadar yedikleri milyonlara ait bir hesap sormuyoruz…”
CHP grubundan Şemsettin Günaltay Menderes’e cevap veriyor.
“DP meçhul bir akıbete doğru gidiyor. Eğer bu tasarı kanunlaşırsa neticeleri çetin olacaktır…”
Oylama başlamadan İnönü aşağıdaki konuşmayı yapar ve oylama esnasında CHP Meclis’i terk eder,
“Bu kanun tasarısı ruhuyla, metniyle, her türlü usulü ile Anayasa’ya aykırıdır. Bu tasarı hukuk prensiplerine, insan haklarına, Cumhuriyetin itibarına kastetmek hareketidir. Bu kanun tasarısı iktidar başında bulunanların TBMM’ne karşı bir zorlama teşebbüsüdür… Biz hukuk dışı rejimin kurulmasıyla karşı karşıyayız. Açıktan tatbikata başlanan bu yeni rejimle vatandaş sorgusuz müdafaasız mahkûm edilmektedir. Tarih kürsüsünden halinizi seyrediyorum, suçluların telaşı içindesiniz…”
Sinan Bey bütüne bakınca anlam ne kadar değişiyor değil mi? İnönü’nün bu sözleri öfkeyle sarf edilmiştir. Zira hazinenin mallarını hazineye iade etmek istemekle, cumhuriyetin itibarına kastetmenin ne ilgisi var. Bilakis bu işlemle Cumhur’a saygı ve cumhurun haklarının yerine getirilmesi söz konusudur. Sinan Bey bu işi CHP değil de DP yapmış olsaydı, düşünebiliyor musunuz neler yazılır, ne suçlamalar yapılırdı? Allah bilir Yassıada’da örtülü ödenek, köpek davası gibi mahkûmiyetler verilirdi. Ama CHP yapınca eylem birden meşru oluyor, hatta yine çevirip DP aleyhinde kullanılabiliyor. CHP’liler salonu terk etmiş, oylama yapılmış ve Menderes söz alıyor,
“Getirdiğimiz kanun nedir? Hazineden çalınan malların hazineye, millete iadesini istiyoruz. Bu kanun neden memlekette huzursuzluk yaratsın. Takrir-i Sükûn kanununu mu kabul ediyoruz? Darağaçları mı kuruyoruz? 1946 seçimleri yapılıyor da sizleri bu kararınızdan vaz geçirmeye mi çalışıyoruz? Eskiden ya Girit ya ölüm şeklindeki levhalarla mücadele edilirdi. Şimdi ise Halk partililer ya iktidar ya ölüm diye mücadele ediyorlar. Aslanlar gibi dövüşeceğiz size bunun hesabını soracağız diyorlar… BİZ HALK PARTİSİNİN MALLARINI HAZİNEYE İADE ETMEKLE ATATÜRK’Ü KALKAN YAPIYORLAR. SİZ BU GEREKÇE İLE ATATÜRK’Ü İTHAM EDİYORSUNUZ DİYORLAR. BİZ ATATÜRK’Ü BAŞIMIZIN TACI YAPMIŞIZ. BİZ ONU EN AZİZ HATIRA OLARAK MUHAFAZA EDİYORUZ. ATATÜRK MEMLEKETİ YOKTAN VAR EDEN BİR DEHADİR. BU MESELEDE GÜYA ATATÜRK’Ü BİZİMLE KARŞI KARŞIYA GETİRMEK İSTİYORLAR. Biz onun hatırasında milli tesanütü (uyumu) bulmaktayız. Onlar Atatürk’ün zamanında alınan makineleri İstanbul’a gönderip elden çıkarmışlar. ATATÜRK HALK PARTİSİNİ DÜŞÜNSEYDİ MALLARINI HALK PARTİSİNE BIRAKIRDI. HÂLBUKİ ATATÜRK ÇİFTLİKLERİNİ DEVLETE, DİĞER MÜLKLERİNİ KORUMAK İSTEDİĞİ ZEVATA, BİR KISMINI DA DİL TARİH KURUMUNA VERMİŞTİR…”
İlginçtir hazineye intikal eden CHP kullanımındaki devlet mallarının büyük bir kısmı, kısa bir süre sonra gençlik kuruluşlarının kullanımına verilmiş. Örneğin CHP İl Merkezi, Talebe Federasyonuna veriliyor. DP bu işi iyi niyetle yapmıştır ama CHP’nin, gençlik kuruluşlarını elde etme çabalarını görmemiştir. İlerde 27 Mayıs darbesi felaketine giden süreçte bu kuruluşlar aktif rol oynamışlardır.
Sayın Sinan Meydan gelelim Menderes’in sivil diktatörlük kurduğu suçlamasına. Lütfen elinizi vicdanınıza koyun ve akıl, mantık ışığında düşünün. Celal Bayar, Adnan Menderes eğer diktatör olsalardı, 27 Mayıs sabahı darbecilere kuzu gibi teslim olurlar mıydı? Dünyanın her yerinde asker kökenli olsun, sivil olsun diktatörler askerden, polisten hatta eğitimli bir takım sivil güçlerden muhafız kuvvetleri oluşturup onlarla birlikte çalışmazlar mı? Örneğin Saddam Hüseyin, Beşer Esad, Mussolini, Hitler, Stalin’e karşı 27 Mayıs gibi bir darbe yapılabilir miydi? Bunu gayet iyi bilen İnönü, Tahkikat Komisyonu ve Selahiyetler Kanununun tartışıldığı günlerde, Meclis’te şu cümleleri boşuna sarf etmemiştir. İnönü,
“Kore Başkanı Syngman Rehee  kurtuldu mu? Üstelik onun ordusu, polisi, memuru onun elindeydi. Hâlbuki sizin elinizde ne ordu, ne memur, ne üniversite, ne de polis var! Olur, mu böyle baskı rejimi? Muvaffak olur mu?...”
İnönü’nün şu sözleri bile kimin diktatör olduğunu kimin olmadığını açık seçik ortaya koyuyor. Bayar, Menderes’in elinde ne ordu varmış, ne polis, ne üniversite, ne de memur. O halde bunlar nasıl diktatörlerdir? İnönü’nün sözlerinden anlaşıldığına göre ordu da, polis de, memurlar da, üniversite de kendi elinde ve siz hala İnönü değil Menderes diktatördür diyorsunuz. Bu nasıl bir mantık çözen varsa beri gelsin.  Bakın rahmetli Menderes Yassıada Mahkemelerinde diktatörlük suçlamasına karşı neler demiş, kayıtlarda bulabilirsiniz,
“Dikta rejimine gidilmek istenirse en evvel bir kuvvete dayanmak ihtiyacı hâsıl olur. Silahlı kuvvetlerimizin en küçüğünden en büyüğüne kadar başında bulunan subay ve kumandanlarımızın bir teki ile dahi bu mevzuda bir araştırma ve anlaşma zemini hazırlayacak en küçük temas ve teşebbüs olmamıştır. Böyle bir şey olsaydı çoktan meydana çıkardı. Diğer taraftan İstanbul’daki üniversite olaylarının merkezi hükümet için ani ve sürpriz halinde vukua geldiği ve derhal idare-i örfiye (sıkıyönetim) ilanıyla vaziyeti ordumuza tevdi etmekte hiç gecikmediğimiz duruşmalar esnasında da müşahede buyurulmuş hakikatlerdendir…”
İdamla yargılanmasına rağmen sözlü savunması bile yaptırılmayan ve  gerekçesiz olarak idam kararı yüzüne okunan Maliye Bakanı rahmetli Hasan Polatkan’ın yazılı savunması sonradan ele geçirilmiştir. Savunmadan bir iki aktarım yapıyorum,
“-On binden fazla mevcudu bulunan İstanbul Üniversitesinde, talebenin 28 Nisan 1960 günü nümayiş yapacağı İstanbul valiliğince öğreniliyor. Üniversitenin bahçesinde heykel etrafında toplanan talebeyi dağıtmak için bir jeep içinde dört polis memuru gidiyor ve sonrada oradan kaçıyorlar. Hadisenin takdim şekli ile bu polis arasındaki gülünç hal meydanda. Böyle dikta polisi mi olur?
-Parti grubu 1955’de hükümeti istifaya mecbur bırakıyor ve hükümet düşüyor. Böyle bir dikta hükümeti olur mu?
-Muhalefet partisi ayaklanma metotları ile çalışabiliyor, muhalefet partisi lideri evinde 25 emekli generalle toplantı yaparak bunu matbuata aksettirebiliyor ve Meclis kürsüsünde ordunun, polisin, jandarmanın iktidarla beraber olmadığını da sözlerine ilave etmek suretiyle ihtilalden ve ihtilalin meşruiyetinden bahsederek konuşmalar yapabiliyor, bütün vatan sathı miting sahası haline gelebiliyor. İktidara karşı açıkça tebliğler neşir olunabiliyor. Böyle bir memlekette diktadan bahis olunabilir mi?
-Basın en ağır neşriyatı dilediği gibi yapabiliyor. Gazete ve mecmuaların bütün sayfaları sadece iktidarı hırpalamaya, ezmeye, iktidarı devirmeye hasır olunabiliyor. Basının baskı altında olduğu ileri sürülebilen 1959 yılında yapılan ve iktidara ateş püsküren yazılar yüksek huzurunuzda vesikalar diye okundu. Basının bu tarzda çalışabildiği yerde dikta vardır denir mi?
-Üniversite muhiti muhalif partinin faaliyet sahası oluyor, muhalefetin gençlik kolu teşkilatı öğrenciler arasında kol salıyor, muhalefete mensup kadınlar kolu teşkilatı evleri, sokakları, mahalleleri içine alarak teşkilatlanabiliyor. Muhalefetin bu militan kuvvetlerinin kongreleri, kapalı ve açık yer toplantıları ile diledikleri gibi çalışabiliyor ve bu partizanlar gençliğin masum hissiyatını dilediği gibi teşvik ve tahrik edebiliyor, olaylar yaratabiliyor. Böyle bir memlekette diktatörlükten, diktaya gidişten bahis olunabilir mi?
-Profesör okullarda din dersti konuldu diye Maarif Vekâleti aleyhine dava açabiliyor. Profesörler kürsülerinde ilmi tetkik ve siyasal iktidar olayını izah namı altında hükümet, iktidar ve Meclis aleyhinde konuşabiliyorlar. Muhalefet partisinden mebus iken seçilmeyip açıkta kalan profesörler tekrar fakültelerine dönüp kürsülerine oturabiliyorlar. Böyle bir memlekette diktadan, diktaya gidişten bahis olunabilir mi?
-Parti grubunda kürsüde konuşan bir mebusa müdahale eden bir başvekile diğer bir mebusun, 2sus da oturup dinle’ diye bağırıp başvekili susturabildiği, diktaya gidişin had safhası telakki edilen 1960’da parti grubunda mebusların acı ve sert konuşmalarına dayanamayan Başvekilin istifa ettiğini bildirerek kürsüden inerek salonu terk ettiği bir grup içinde diktaya gidişi desteklemekten, diktatörlükten bahis olunabilir mi?
-O rejimde (diktatörlüğü kastediyor) insanlar kendi evlerinin içinde konuşmaya korkarlar, kendi aile fertlerine bile itimat etmezler. Jurnaller, ihbarlar birbirini kovalar. Kimse o jurnallerin, ihbarların hakikat dereceleri ile alakalı değildir. İhbar olunan, alınıp götürülenler maddi ve manevi tazyik altında yapılan soruşturmalar, insanları hayattan bıktırır. İhanetler insanlığı öldürür.
-O rejimde iktidar, hükümet, Meclis aleyhine toplantı yapmak hayaldir. Kürsülerde ihtilal konuşmaları değil, rejim aleyhinde nazik bir tenkit bile muhaldir. O rejimde askeri bir disiplin hâkimdir. Muhalefet yoktur.
-Dikta rejimini benimsemeyenlerin yeri toplama kamplarıdır. Dikta idaresinde bilim adamı rejim aleyhine beyanat veremez, matbuatta rejim aleyhine yazı yazamaz, ilim adamı diktayı meth etmediği zaman vatanını terk mecburiyetinde kalır. Diktaların ideolojisi vardır. O ideoloji ilim, sanat, eğitim de dahil olmak üzere bütün sahalara şamildir. Diktatörler, içlerinde hissettikleri itimada ve iyi niyete güvenerek oturmazlar. Ya tamamen askeri kuvvete yahut hem askeri kuvvete hem de askerce teşkilatlandırılmış milis kudrete dayanırlar.
-Ey insaflı ve vicdanlı hâkimler. Şu tasvir ettiğim rejim, Türkiye’de 1950’den sonraki on yıllık rejim midir? Ve ben böyle bir rejimin tahakkuku için yardımcı mı oldum? Hayır, bin kere hayır…”
 Rahmetli Hasan Polatkan’ın bu akıl dolu savunması Yassıada mahkemelerinde yaptırılmadı. Salim Başol, Polatkan’ı celsenin son 10 dakikasında çağırıyor. Polatkan süre az savunmam yetişmez diyor. Başol’da kısa kes o zaman diye cevap veriyor. Polatkan idam ile yargılandığım bir davada savunmamı yapmayayım mı, diyor. Başol her zamanki kaba, sert, ürkütücü sesiyle, ‘zaten sen çok konuştun, yapmazsan yapma, geç yerine’ diyor ve savunma yaptırılmadan, gerekçe okunmadan Polatkan idama mahkûm ediliyor. Siz bu tür insanların sahneye çıktığı 27 Mayıs Darbesi felaketine devrim diyebiliyorsunuz.
Diktatör kelimesinin sözlükteki tanımı nedir? ‘Bütün siyasi yetkileri kendinde toplamış olan kimse, zorba’ Bu tanım krallık, Padişahlık, Şahlık, Çarlık gibi yönetimlere, Duçe, Fuhrer, şef gibi yöneticilere uymaktadır. Ama seçimle iktidara gelmiş, iktidarda iken iki seçim daha kazanarak iktidarını sürdürmüş, yönetimi esnasında muhalefetten emsali az görülür derecede sert, yıkıcı eleştiriler almış ve ülkeyi parlamenter bir rejimle yönetmiş bir iktidara, politikacılara bu tanım asla uymamaktadır. Yandaki zafer gazetesi 16 Mayıs 1960 tarihlidir. Menderes Eskişehir’de kendisini dinleyen, sevgi gösterileri yapan mahşeri bir kalabalığa, ‘YOLUMUZ SEÇİM YOLUDUR, SERBEST SEÇİM YOLUDUR’ diyor ve böylece seçimi ilan etmiş oluyor. Ama heyhat darbe 11 gün sonra alelacele tarihi öne alınarak yapılıyor. Bunu niye eleştirmiyorsunuz?
Sinan Bey daha önceki yazılarımızda Tahkikat Komisyonunun, dönemin 1924 Teşkilatı Esasiye Kanununun 22 maddesine ve içtüzük 177 maddeye göre oluşturulduğunu, dolayısıyla son derece yasal bir uygulama olduğunu belirttik. Hatta daha önceki Tahkikat Komisyonu önerilerinin adeta tamamının CHP’den geldiğini örneklerle anlattık. Vatan Cephesi uygulamasından önce CHP’nin Güç Birliği Ocakları’nı kurduğunu yani ocak bucak uygulamasını CHP’nin başlattığını örneklerle izah ettik. İspat Hakkı’nın 1949 yılında CHP yönetimi tarafından rafa kaldırıldığını, aynı şekilde Köy Enstitülerinin de işinin 1949-50 yıllarında CHP yönetimi sırasında bitirildiğini örneklerle izah ettik. Rahmetli Menderes’in, 1955’de grup toplantısında ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ demediğini, bunun yerine ‘Sizi isterseniz Anayasa’yı bile değiştirebilirsiniz’ dediğini kaynak göstererek anlattık. Ama nafile siz kulaklarınızı bu gerçeklere tıkamış, 1960 ve öncesi dönemde DP’ye, Bayar ve Menderes’e savaş açmış, yalan haberlerle ülkeyi darbeye sürüklemiş bir basını ve darbecilerin kendilerini meşrulaştırmaya çalıştıkları anı kitaplarını belge olarak kullanıyorsunuz. Birazcık düşünseniz dersiniz ki, Menderes döneminde basın bunları yazdıysa demek ki, aşırı hürriyet vardı o zaman. Ama siz kafanızda yarattığınız ve kötü bellediğiniz hayali bir DP ve Bayar, Menderes imajını anlatıp duruyorsunuz. Eleştirileriniz mantıktan o kadar uzaklaşıyor ki, örneğin Atatürk’ü unutturmak için paralardan, pullardan Atatürk resimlerini çıkarıp kendi resimlerini koyanları, Atatürk büstlerini, heykellerini kaldıranları onun yerine kendi büstünü yaptıranı, Anıtkabir inşaatına gerekli tahsisatı çıkarmayıp sürüncemede bırakmak süretiyle, Atatürk’ün naaşını Etnografya müzesindeki köşesine terk edenleri en ufak bir şekilde eleştirmiyorsunuz. Buna karşılık eleştiri oklarınızı bu çarpık durumu düzelten, Atatürk resimlerini, büstlerini yerlerine yerleştirenleri, Anıtkabir inşaatını süratle bitirenleri ve Atatürk’ü saygıyla anıp, baş tacı edenlere, ‘Atatürk Hatırasına Saygı’ kanununu çıkartanlara çevirebiliyorsunuz. Size göre Bayar, Menderes’in yaptığı bu vefaya dayalı işler, sadece İnönü’yü ekarte etmek içinmiş, el insaf. Sinan Bey bir takım beyanatları, olayları sizin gibi cımbızla çekerek anlatmak çok yanıltıcı olur. Değerlendirmeler yapmak için daima olayların bütününe bakmak lazımdır. Benim sıkça kullandığım bir örnek vardır. Kuranı Kerim’in bir ayetinde ‘namaz kılmayın’ yazıyor. Tek başına bu cümle çok yanıltıcı sonuçlar verir. Zira bir üst ayete baktığınız zaman ‘içkili’ ifadesini görüverirsiniz. Ama siz işinize gelen cümleleri, beyanatları çekip çıkarıp kullanmışsınız. Ayrıca sadece darbecilerin anılarını, Menderes düşmanı Şevket Çizmeli gibi şahısların yazılarını okuyup, 1975 doğumlu siz 1960’daki olayları, insanları değerlendirip, onlar hakkında hüküm kesiyor ve mahkûm etmeye çalışıyorsunuz. Sürekli Menderes ve DP aleyhine yazılar yazıyorsunuz ve bir kerecik olsun o dönemi bizzat yaşamış olan bizler ile bir kelime konuşmuyorsunuz. Bu nasıl bir akademisyenliktir?     
Hasan Emre Oktay
Temmuz 2017, Fenerbahçe
(*) HASAN EMRE OKTAY Hakkında;
"H. Emre Oktay, 27 Mayıs 1960 darbesinde  13 yaşındaydı. İstanbul Emniyet Müdürü olan babası Faruk Oktay Yassıada'ya götürüldü. Darbe mahkemesinde idamla yargılanacaktı. Sonuçları önceden kararlaştırılmış olan kurgu mahkeme daha başlamadan Faruk Oktay'ın ölüm haberi geldi. Babasının hangi şartlarda öldüğünü, daha doğrusu öldürüldüğünü ortaya çıkarmak için Hasan Emre Oktay uzun yıllar uğraştı, araştırdı. H. Emre Oktay'ın kitabı, Yassıada ve darbe günlüklerinde yaşananları anlatıyor, büyük babam Celal Bayar, Adnan Menderes tüm DP milletvekillerinin götürüldüğü Yassıada'yı hissederek yazıya dönüştürüyor. Kendisine gönülden teşekkür ediyorum.”
Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali"
***
HASAN EMRE OKTAY
"1947 yılında İstanbul Kalamış'ta doğdu. 13 yaşında iken ailesi ile birlikte, 27 Mayıs 1960 Darbesinin ve destekçilerinin acımasız davranışlarına muhatap oldu. Darbe öncesi İstanbul Emniyet Müdürü olan babası Faruk Oktay Yassıada'da sorgulamalar sırasında öldü???
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü, ICS Fitness and Nutrition Cerification... Ruh sağlığı amaçlı fitness programları organize etti. Ege Seramik AŞ. Paşabahçe Tic. Ltd. gibi şirketlerde çalıştı, bir süre de serbest çalıştıktan sonra 1996 yılında SSK'dan emekli oldu. Bu tarihten itibaren tüm çalışmalarını sosyal psikoloji ve yakın tarihimize yöneltti. 27 Mayıs darbesi ile ilgili anılarını 'Yassıada' adlı kitabında topladı. 27 Mayıs ve Yassıada yaşantısının öykü-belgesel tarzında 'Adnan Menderes Nasıl Öldürüldü' adlı kitabında okuyuculara sundu. 1950-60 DP dönemini ve 27 Mayıs Darbesinin içyüzünü 'Yalanlar Aldananlar ve 27 Mayıs' kitabında irdeledi. Çeşitli dergilerde ve TV yapımlarında DP dönemi, 27 Mayıs, Yassıada ve yakın tarihimize psikolojik açıdan bakan programları yayımlandı. Ayrıca 'Kıbrıs Sorunu', 'Ermeni Sorunu' adlı kitapları yayımlanmıştır.
İç Mimar Ülkü Oktay ile evli olan H. Emre Oktay'ın Nimet Zeynep Oktay adında bir kızı vardır. Halen İstanbul Fenerbahçe'de oturmaktadır."