27 Aralık 2014 Cumartesi

ALİ'NİN YEDİ DEĞİRMEN ALTI ÖYKÜSÜ; "YEDİ DEĞİRMEN ALTI, Prof. Dr. Ali Demirsoy"

ALİ'NİN YEDİ DEĞİRMEN ALTI ÖYKÜSÜ
Sayın hocamız Prof. Dr. Ali Demirsoy'un yaşadığı ilginç öykülerden birini anlatan "Ali'nin Yedi Değirmen Altı Öyküsü" adlı yazısını, yeni yıl kutlaması olarak paylaşıyoruz.
Çocuklukta yaşadıklarımızı çoğunluk yaşam boyu unutamayız. Bu nedenle en çok sevdiğimiz, en çok korktuğumuz yer, doğduğumuz yerdir. Çoğunlukla ileri yaşlarda anlam veremediğimiz bazı davranış ve tutkularımızın kökeninin çocukluk çağına kadar geri gittiğini bilemeyiz.
Burada zevkle okuyacağınızı düşündüğüm cinli perili bu öyküyü sizinle paylaşırken, 2015 yılının mutluluk, sağlık, başarı getirmesini ve cin olup insan çarpanlardan esirgenmenizi dilerim.
İyi okumalar… 31.12.2014
YEDİ DEĞİRMEN ALTI
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Anadolu’da her nedense her su değirmeninin bulunduğu yer için, çoğu cinlere, perilere ait bir öykü vardır. Bunun nedeni, değirmenlerin genellikle dereler içinde, yerleşim yerlerinden uzak, çoğunlukla saklanmış yerlerde suların aktığı yerlerde kurulmuş olması ve geceleri de sürekli çalışır olmasıdır. Bir diğer neden: Bilindiği gibi su-taş değirmenlerinde buğdayın hazneden düzenli olarak akması için, taş tekerleğin üzerine değen, şak şak adı verilen, taş tekerlek üzerindeki pürüzlerden geçerken sarsılarak buğdayın akmasını sağlayan bir tahta parçasının adından da anlaşıldığı gibi kendine özgü bir ses çıkarması ve özellikle gecenin ilerleyen vakitlerinde, derelerin içinde yansıma yaparak garip bir müzik ahengine dönüşmesidir.
Buğdayını öğütmek isteyenler, çoğunluk değirmende sıraya girerler, bir kısmına doğal olarak gece sıra geldiği için, buğdayını beklerken, çoğunluk değirmenin bir kenarında yere gümülü büyük bir küp ya da taşlarla örülü bir ocağın başına toplanır, derenin sazak denen soğuk havasından korunmak için yakılan ateşin başında toplanarak, kulaktan duydukları masalları, öyküleri ya da başlarından geçen öyküleri biraz da abartarak birbirlerine anlatarak vakit geçirirler. Böylece değirmenler hakkındaki çoğu cinli perili olan öyküler kulaktan kulağa yayılarak, bir zaman sonra, her biri farklı bir mistik alana dönüşmüş yerler olarak bilinmeye başlanır.
Yedi Değirmen Altı Köprüsü (en son fotoğrafı, 1972, Ali Demirsoy)
Değirmenlerden, çalışmadığı zaman ya da özel günlerde çalgı sesleri geldiği, cinlerin buralarda halay çektiği, el ele tutuştukları anlatılır da anlatılır. Oradan yükselen alışılmamış sesler, uğultular, haykırmalar ve zil sesleri özellikle insanı bir çeşit büyüler. Ses ve müzik seslerinin geldiği rivayet edilir. Değirmenden garip ışıkların çıktığı ve ellerinde fenerlerle cinlerin halay çektikleri söylenir. Bunun böyle algılanmasında bazı bilimsel gerçeklerin olduğunu bugün biliyoruz; keşke daha önce en azından ben bunların bilimsel açıklamalarını bilseydim. Çevrede, kesilen, çoğu yer yer çürümüş olan ağaçlar, özellikle dut ağaçları, taşıdıkları bir mantar nedeniyle, nemin ve oksijenin uygun olduğu günlerde ışık salgılarlar. Bu odunlar çoğunluk daha sonra taşınmak üzere ya da değirmede yakılmak üzere değirmenin duvarlarına dayalı olarak yığılır. İçine yığıldığı da olur. Değirmenler genellikle nemin yüksek olduğu yerlerde kurulmuş olduğundan, sıcaklığın yüksek olduğu aylarda, özellikle yazın (ki çoğunluk su kıtlığından dolayı bu aylarda değirmen çalışmaz) bu odun yığınlarının arasından geceleri, karanlıkta, garip ışıklar çıkar. Özellikle de değirmenin içine odunlar yığılmış ise. Bir taraftan çıkan garip ışıklar, bir taraftan değirmenin kullanılmadığı zaman yandan savak denen kısmından akıtılan suyun taşlarda çıkardığı sesler ve değirmen çalışıyorsa, gece durmak ve susmak bilmeyen şak şakın sesi, bir cinler öyküsünün yaratılması için en uygun ortamı oluşturur. Değirmenin hemen yanında bulunan ve bugün ne yazık ki Keban Barajının suları altında kalan köprüde geceleri elinde kızıl fenerleri olan çocukların bir o yana bir bu yana koşuştukları; ancak ellerindeki ışıklardan anlaşıldığı kadarıyla adım atmadan, sadece süzülür gibi hareket ettikleri; bazen durarak dereye doğru “baba huu” diye bağırdıkları, ancak yakınlarına gidildiğinde hiçbir şeyin görülmediği de herkes tarafından bilinir ve anlatılır. Ben de dâhil bu ışıklar çoğu insan tarafından defalarca gözlenmiştir.
Böyle bir değirmen cin ve perilerin uğrak yeri olduğuna göre, bazı dileklerin ve özellikle hastalıkların iyi edilmesi için uygun bir ortam niye olmasın düşüncesi de yaygındır. Halk bu nedenle çeşitli zamanlarda sağlık sorunlarını gidermek için bu yerlerde her biri ayrı ayrı anlatılması gereken birçok eylemin gerçekleşmesini sağlarlar.
Keban Barajı altında kalan cinli Yedi Değirmen Altı (ok, köyümüz ile değirmen arasındaki güzergâh)
Benim babam, böyle bir değirmenin sahibiydi. Yedi değirmenin sırasıyla en alttaki olduğu için, “Yedi Değirmen Altı” olarak Fırat ile iki derenin (Ariki ve Apçağa derelerinin birleşerek) birleştiği yerin tam burnunda kurulmuştu. Bir taraftan vahşi akan Fırat’ın kayalara vurarak çıkardığı sesler, bir taraftan büyük bir eğimle gelen iki derenin taşlara vurarak çıkardığı sesler birbirine karışarak gerçekten insanı iliklerine kadar titretecek bir doğal müziğin ortaya çıkmasını sağlardı. İlkbaharda suların coştuğu zamanlarda bırakın kadınları ve çocukları, kendine güvenen erkeklerin bile geceleri geçmekten ürktükleri bir güzergâh olurdu. Babamın değirmeninin cinli olduğu, orada cinlerin geceleri halay çektiği kasabalıların ve köylülerin hepsi tarafından tartışmasız kabul edilmişti. Çaresiz hastalara (o devirde çoğunlukla incehastalık olarak da tanımlanan veremlilere) Yedi Değirmen altının farelerinin iyi geleceğine inanıldığı için babama âdete yakarırlardı. Babam aydın bir insan olması ve değirmeninin ne olduğunu bildiği için bütün bu istekleri dili döndüğü kadarıyla ret eder ve yapmamaları gerektiğini söylerdi. Ancak, nafile; insanlar yine de arar dururlardı. Keza solucanları da benzer nedenlerle neredeyse tükenmişti. Balık oltasına geçirecek solucan bulamazdık.
Çarktan çıkan suyunun da şifalı olduğuna inanılırdı. Çünkü ambardan (taş borudan) akan su, değirmenin dibinde çarkın bulunduğu “Domuzluk” denen bir alandaki çarkı döndürdükten sonra bir çeşit püskürerek dışarıya çıkardı. Cinlerin özellikle bu domuzluğu mekân tuttukları bu nedenle buradan çıkan suyun şifalı olacağına inanılırdı. Bu nedenle özellikle kadınlar, bazen çocuklarını da yanlarına alarak gündüzleri bu domuzluğa girerek yıkanırlardı. Doğrusu değirmenin sahibinin oğlu olarak çıplak bir kadının nasıl göründüğünü bu domuzluğa giren-çıkan kadınları gözleyerek öğrenmişimdir. Sıtmaya, kansızlığa ve birçok hastalığa bu suyun iyi geldiğine inanılırdı. Değirmenin suyu soğuk olduğu için, bir kısmının domuzluğa girip çıkması bir olurdu ve bir kısmı da örtünmeye bile fırsat bulamazdı. Daha sonra çeneleri titreyerek güneşin altında ısınırlardı.
Bizim değirmenin bulunduğu yer, o yörenin Toplarağzı olarak bilinen, Fırat’ın en hızlı aktığı ve taşlara en güçlü vurduğu yerdeydi. Toplar, aslında yöresel tanımda suyun hızla aktığı, suyun yüksek dalgalar meydana getirdiği, taşların üzerinden yukarıya doğru fışkırdığı yerler olarak bilinir. Bu nedenle Fırat’ın bu bölgesinden çok korkulurdu.
Fırat’ın başka ürkütücü bir yanı daha vardı. Yazları serinlenmek için suya giren gençlerden bir kaçı suda boğulurdu. Bu nedenle aileler Fırat’ı öcü olarak gösterirlerdi. En çok boğulma yazın en sıcak ayı ağustosta olduğu için bu ay en tehlikeli ay olarak bilinirdi. Sadece değirmenin değil Fırat’ın da bir doğaüstü canlısı vardı. Adı halk arasında Alkarısı ya da Şivot olarak biliniyordu. Alkarısı özellikle Vartuvar (eski dillerde ağustos ayı olarak bilinir) ayında geceleri suyun üzerine çıkar ve “ekmeğim var, etim yok” diye bağırarak delikanlıları ve çocukları boğulmak üzere Fırat’a çağırdığına inanılırdı. Alkarısının ayaklarına kadar uzun saçları olduğu, memelerinin sırtına atılacak kadar uzun olduğu, memelerini arkaya atarken çapraz attığı, sağ memesini sol omuzuna, sol memesini sağ omuzuna attığı; memesinin birinden kan ve irin, diğerinden süt geldiğine ve korkunç seslerle gençleri çağırdığına inanılırdı. Böyle bir durumla, Alkarısıyla, karşılaşabilecek biz gençlere, hemen arkasına geçerek doğru memeyi bulup sütünü içmemizi tembihlerlerdi. Eğer kan akan memeye tutunursak ya da bu fırsatı yakalayamazsak Fırat’ın bu hayaletinin kurbanı olacağımız söylenirdi. Yaz gecelerinin sessizliğinde, özellikle yolumuz derelerin içinden ya da Fırat’ın kenarından geçiyorsa, sesi algılamak için pür dikkat kesilir, Alkarısının ya da diğer adıyla Vartuvarın çığlığını duymaya yoğunlaşırdık. Çıkan onca su sesinin arasında, korkuyla karışık olarak çoğunlukla da bu sesi duyar gibi olurduk. Duyar duymaz da tabana kuvvet en yakın ışığın yandığı yere koşardık.
Aslında Alkarısı ve Vartuvar öyküsünün, basit bir uydurma öykü olmadığını, bunun köklerinin çok, ama çok derinlere inen bir mitoloji olduğunu şimdi biliyoruz. Yeri gelmişken bu mitolojiyi de kısaca anlatalım derim. Tanrı, erkek olarak Âdem ve dişi olarak İlet’i aynı zamanda yaratıyor. Daha sonra Âdem, çiftleşmek üzere ona yere yatmasını ve kendine ödünsüz itaat etmesini söyleyince, İlet itiraz ediyor. Âdem, bunun üzerine İlet’i Tanrı’ya şikâyet ediyor. İlet ben her bakımdan erkek ile aynı haklara sahibim, neden onun altına yatacak, onun isteklerine ödünsüz uyacakmışım; böyle adalet olur mu deyince, Tanrı ilk kadın olan İlet’e kızar ve onu yeraltı dünyasına en kötü görevi vererek gönderir. Ona bundan böyle çocukların ve yeni doğanların canını sen alacaksın der. Böylece yer altına sürülen İlet, çeşitli mitolojilerde çeşitli adlarla bu kötü görevi yürüttüğüne inanılır. Bizim toplumda da İlet, albasan, karabasan, alkarısı gibi, yeni doğum yapmış kadınların ciğerini söken, çocuklarını elinden alan, öldüren yaratıklara döndürülmüştür. Bu nedenle doğum sonrası kadınların yaklaşık 40 gün boyunca yanında birilerinin bulunmasına özen gösterilir. Bu albasan ya da alkarısının gerçekmiş gibi anlatılmasında hamile kadınların sanal görüntüleri de önemli rol oynar. Önemli ölçüde kan yitirmiş, zaten iyi beslenmemiş ve hamileliği sırasında da gerekli şekilde beslenmeyen, tansiyonu düşmüş, kan değerleri dibe vurmuş doğum yapmış kadın, bu öyküler ile de büyültülmüş ise, beyin yeterli gücü bulamadığı için, daha önce şekli şemaili tanımlanmış böyle yaratıkları gördüğünü yeminli billahlı söyler. Söyledikleri doğru ve samimidir; ancak sanaldır. Böylece İlet’in asli görevinin yanı sıra, benim kasabamda, ek olarak Alkarısı ya da Vartuvar kimliğine de büründürülmüş ve ona yeni görevler verilmiştir. Bu öykünün yaratılması için de önemli nedenler vardır. Fırat’ta yaşayan su samuru, ağustos ayında kızana gelir ve çiftleşme davranışı göstermeye başlar. Bu dönemde, insan gibi kayaların üzerinde dikilir; çığlık gibi çiftleşme sesleri çıkarır. Ağzının civarındaki uzun bıyıklar muhayyelimizde uzun saçlara ve dikelmiş vücuttaki ön üyeler de uzun memelere dönüştürülür. Bu arada bu mitolojiyi göre Âdem karısız mı kaldı diye düşünebilirsiniz. Tanrı Âdem’e acır ya da anlayışla karşılar. Ancak mitolojiye göre yeniden bir kadın niye yapayım ki, Ademin kaburga kemiğinden yeni bir kadın oluşturayım der ve Havva anamızı yapar.
Bu öyküler ve mitolojilerle büyüdüğüm ve çocukluğumu geçirdiğim bu yörede, bir gün, babam akşam ezanından sonra kasabadan eve geldi ve anama:
- “Değirmencimiz Salim Efendi çok hastaymış, acele bir çorba yap oğlan, Ali onu götürsün” dedi.
Dünya başıma yıkılmıştı, her yere gidebilirdim; ancak cinlerin ve perilerin halay çektiği değirmene gidecek cesaret yoktu. Üstelik ağustos ayıydı ve Alkarısı olacak Vartuvar da beni oralarda bekliyor olmalıydı. Kem küm ettimse de. Babam:
- “Korkuyor musun? Sen delikanlı olacaksın” dedi.
Annem de biraz sitem etti, küçüktür dediyse de fayda etmedi. Onlara bir el feneri (denizci lambası) vermelerini söyledim. Babam:
- “Korkuyor musun ki lamba istiyorsun deyince; yok ayağım takılıp da çorbayı dökmeyeyim” dedim.
- Yatsı namazına doğru bir elimde gazyağlı lamba, bir elimde çorba bakracı yola koyuldum. Korkuyu gidermenin en iyi yolunun yüksek sesle ıslık çalma ya da türkü söylemek olduğunu öğrenmiştim. Köyün içinden geçerken ıslıkla başladığım yolculuğum, en yüksek sesle bir çeşit bağırarak söylenen türkülere dönüşmüştü. Değirmen birkaç kilometre uzaktaydı ve ta diplerde Fırat ile derelerin birleşme noktasındaydı. Arada da tek bir Allah’ın kulu yoktu. Önce önüme bir fare atladı, çok korktum; yapabileceğim tek şey daha yüksek sesle türkü söylemek oldu. Daha sonra bir yılan çıktı, biraz geri kaçtım; ama babama geri geldim diyemezdim; yola devam ettim. Sonunda önüme hop diye bir tavşan zıpladı. Zıplamaktan ayaklarım yerden kesilmişti. Ancak çorbayı dökmemiştim. Dereye doğru indikçe baykuşların “Hu hu” sesleri gelmeye başladı. Bizde birileri ölmeden önce baykuşun bunu haber vereceğine inanılırdı. Ben de bunu kendim için yorumladım. Galiba değirmene ulaşmadan yolun sonuna geliyorum diye düşündüm. Ancak yine de bir umudum vardı ve o umut bana güç veriyordu. Değirmende Salim Amca vardı ve ben ona ulaşınca bir insanla birlikte olacağım için oradaki cin ve perilerle karşılaşmayacaktım, zil seslerini duymayacaktım. Yoldaki hayvanlara karşı kendimi şu ya da bu şekilde koruyabilirdim; ancak cin ve peri ile hiç deneyimim olmamıştı. Cin başı beni beğenmezse ne yapacaktım. Neyse ki Salim Amca vardı.
Değirmenin önüne geldim, bütün gücümle Salim Amca, Salim amca diye bağırdım. Bütün gücümle bağırıyordum (ya da öyle sanıyordum). İçeriden ses seda çıkmadı, bir daha o andaki en yüksek gücümle Salim Amca, Salim Amca diye bağırdım ses çıkmadı. Bütün umutlarım ve dayanaklarım yıkılmıştı. O ne! Değirmenin koyu, kalın ve heyula kapısında büyük bir sırık duruyordu. Ancak sırık yemyeşildi. Daha önce biliyordum cinler, periler, uhrevi işler yeşille yapılıyordu. Caminin bilmem ne örtüsü, tabutun üzerine örtülen örtü, başa geçirilen takkelerin rengi, dini simgeler hep yeşildi. Cinler, periler ve öbür dünyanın taifesi yeşile meraklıydı. Bu yeşil sopa da onların olmalıydı, Bu arada Fırat’tan gelen vartuvarın alkarısının sesini duyar gibi olunca, bir elimde fener, bir elimde çorba, ulaşabildiğim en büyük hızımla köye doğru koşmaya başladım Birkaç yüz metre gitmemiştim ki, bir el sıkıca koluma yapıştı.
- “Oğlum nereye koşuyorsun?” Dedi.
Kolumu tutan babamdı. Belli ki anam babamı sıkıştırmıştı. Çünkü henüz 6-7 yaşındaydım.
- Baba Salim amca yoktu da ondan.
Babamla birlikte değirmenin kapısının önüne geldik. Bu sefer babam Salim, Salim diye bağırdı (belli ki korkudan benim sesim çıkmamıştı). Kapı açıldı; uzun donuyla bembeyaz Salim Amca dışarıya çıktı. Ancak gözüm hala o sırıktaydı. Cinler onu götürmemişti; orada duruyordu. Sırığı elime aldım. Salim Amca: - “Bugün, yukarıdaki Vakıf Bahçesinden bu sırıkla yonca taşıdılar onun için yemyeşil olmuş, elini sürme kirlenir” dedi.
- Prof. Dr. Ali Demirsoy
*** Değerli Kardeşim;
Çeşitli çalkantılar içinde bunalmış olan bizlerin, zaman zaman eskiye uzanan ve çoğu bir kısmımız tarafından yaşanmış öykülerle rahatlatılması gerektiğini düşünüyorum. Bir dönemin yaşam tarzını, dünyaya bakışını, sanılarını, korkularını özetleyen tarafımdan yaşanmış bir öykümü sizinle paylaşmak istedim. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyorum… Saygılarımla,

19 Aralık 2014 Cuma

ÜNİVERSİTE MEZUNU OLUN & Nevzat Laleli

ÜNİVERSİTE MEZUNU OLUN
                                                           Nevzat Laleli
Bu başlığı gören okurlarım, “herkesin üniversite me’zunu olması mümkün müdür?” diyecekler ve en azından bunun için mekân, zamana ve imkâna ihtiyaç olacaktır, diye ekleyeceklerdir. Bu üniversite, bizim bildiğimiz üniversite değildir ve bunun için gereken şey de mekân, zaman ve imkân değil iman, ihlâs ve fedakârlıktır.
Bu sözlerimle sizlere Müslümanlığın kademelerini tarif etmeye çalıştım. Her şeyde olduğu gibi Müslümanlıkta da kademeler vardır. Bu ifademizi daha iyi anlayabilmek için Asr’ı saadete bakmak yeterli olacaktır.
İlkokulla başlayarak Üniversite sona kadar devam eden eğitimin kademeleri…
Siz hangi kademesiniz?
Peygamberimize nübüvvet (peygamberlik) görevi Mekke’de verildi. İlk Müslümanlar Dar’ül Erkam (Erkam’ın evi) da toplanır orada İslamı öğrenmeye çalışırlardı. O dönemde inzal olan ayetler hep iman esasları üzerine idi. Allah’ın varlığı ve birliği, kudret ve kuvveti, melekler, cennet ve cehennem, Peygamberler gibi… Bu ayetlere Mekkî ayetler denmektedir.
İkinci dönem yine Mekke’de devam etti. Bu dönemin özellikleri Müslümanların karşılaştıkları nefislerine hoş gelen bir takın olaylara karşı direnmeleri ve nefislerini terbiye etmeleri ile Münafıkların yaptıkları zulümlere karşı dayanma ve direnme hareketleridir.
Bu dönem Müslümanların imtihan dönemidir ve zorluklar karşısında çelikleşme ve bilenme dönemidir. “Ben Müslüman’ım” diyen bir insan bu inancında ne kadar samimidir? Gerçekte Allah’a malum olan bu husus, bizim de kendimizi tanımamıza sebep olmaktadır.
Üçüncü dönem fedakârlıkların başlaması dönemidir ki bu Hicretle başlamaktadır. Evini, yurdunu, malını, mülkünü, sevdiklerini, Allah için terk edebilme dönemidir. Mekke’de varlıklı bir insan, Medine’ye hicret edince beş parasız ve fakir durumuna düşmüştür.
Bu arada ayetlerin şekli de değişmiş ve adına Medeni ayetler dediğimiz, bir devletin kurulması ve adaletle devam edebilmesi için ekonomik, siyasi, hukuki, ahlaki, ilmi ayetler yani “ahkâm ayetleri” inmeye başlamıştır.
İslamın canı olan Cihad bu dönemde farz kılınmıştır. Cihadın ilk hareketi, “biatla” başlar. Peygamberimizin nübüvvet vasfında (özelliği) başka bir diğer vasfı da imamet, reislik, başkanlık, devlet başkanlığı vasfıdır. Müslümanlar bu vasfı kabul ettiklerini göstermek için 1. Akabe ve 2. Akabe biatlerini yapmışlar, Mekke’nin fethi esnasında “Rıdvan biati” diye anılan biati gerçekleştirmişlerdir.
Düşmanla mukatele (savaş), Bedir harbiyle başladı. Dikkat edilecek olursa Cihat çok geniş manasıyla “Allah’ın adını (hükmünü) yeryüzüne yaymak” olduğu halde savaş (mukatele) lüzum görüldüğü zamanlar yapıldı. Arkasında Uhud harbi, Hendek harbi gibi…
Harpler, Müslümanların davasında çelikleşmelerini sağlamış, onların en kıymetli varlığı olan canını bile bu uğurda verebileceklerinin fedakârlığını gösteren olaylardır. Harplerin sonunda aldıkları unvan ya şehitliktir veya gazilik olacaktır.
Bütün bu safhaları, zamanımızın okullarına benzetirsek, ilkokula başlamayı yeni Müslüman olmaya, Dar’ül Erkamda bulunmaya ilkokul öğrenimini devam etmeye…
Mekke ortamında karşılaşılan nefse cazip gelen (Arap kızlarının ayaklarında halhallerle yürümeleri- Kumar ile bir anda zengin olunmayı- kadeh tokuşturarak içki içmeyi- cengi (dansöz) kızları oynatmayı- zina etmeyi) ve müşriklerin işkencelerine dayanmayı Ortaokul tahsiline… Hicret ederek fedakârlık sınavını kazanmayı lise öğrenimine… Biat etmeyi, Üniversiteye girmeye benzetebiliriz.
Hemen ifade etmeliyim ki biat işin henüz başıdır ve sadece söz vermedir. Cihad etmek ve gerektiğinde kumandanın emri ile mukatelede etmek, biatla verilen sözün tutulmasıdır. Söz vermişsin ama tutmamışsın. Allah vermesin bu imtihanın kaybedilmesidir. İmtihanı kazanabilmek için verdiğin sözü tutacaksın, cihad için malını ve canını terk edeceksin.
Onun için Kur’an-ı Kerimde nerede bir cihad ayeti gelmişse hemen arkasında “bi emvaliküm ve en fisüküm” buyrulmakta ve “mal ve canın bu uğurda verilmesi” gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu maneviyat üniversitesi diploması size ya “Bu Müslüman, Gazi’dir” diye verilir veya “Şehittir, hesapsız cennete girmeye hak kazanmıştır” diye verilir.
Burada dikkat edilecek husus, Müslüman’ın Allah rızası için çalışmasıdır. Yeryüzünde Allah’ın hükmünün uygulanması demek, bütün dünyada kurulan ahlaksız, kapitalist ve sömürücü düzenlerin yerine “Adil düzen”in kurulması, Adaletin geri getirilmesi, soygun ve sömürünün sona erdirilmesi, ahlaksızlıkların yerine üstün ahlak kurallarını ikamesidir.
Zamanımızda “Ben Müslüman’ım” diyenlerin durumlarına baktığımızda hemen hepsinin ilkokul seviyesinde ki çocuk durumunda olduğu görülmektedir.
Ya adam, inandım der orada kalır veya iman der okur okur gene imanı okur. Eskilerin dedikleri gibi “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur.” Ortaokula gitmenin gayretini bile gösteremez. Hele üniversite mezunu olmak, aklının ucundan bile geçmez. Müslümanlığı sadece kitap okumak, namaz kılmak, oruç tutmak, hac ve umreye gitmek zanneder.
Hele ,“Ben Müslüman’ım” dediği halde, sömürü ve soygun düzenine omuz veren, ona destek olan insanların ise yarın yakalarını nasıl kurtaracaklarını ben bilmiyorum. Bu soruyu kendilerine yakın bildikleri bir hoca efendiye sorsunlar, belki o bilir…

11 Aralık 2014 Perşembe

TARİH: Eski Çin Kültürü ve Türkler; Dr. W. EBERHARD, Sinoloji Profesörü - Çeviren: İkbal BERK - Sinoloji Enstitüsünde Mütercim

TARİH: Eski Çin Kültürü ve Türkler
“Çin” denildiği zaman birçok insanlar, memleketi düşman taarruzlarından ve dışardan gelen bütün kültür tesirlerinden ayıran Çin seddini hatırlarlar. Çin, bizim için kendi içinde ve kendi kendine tekâmül eden kapalı bir kültürün timsalidir. Çin kültürünün bu tasviri artık bugün için doğru değildir. Çin hakkında düşündüklerimiz son on sene zarfında temamiyle değişmiştir.
Bu yazımızın gayesi, Çin hakkındaki yeni ilmî mütalealar üzerinde konuşmak 1, en mühim noktaları tebarüz ettirmek ve bilhassa Çin’in aydınlanması için Türklerin bu sahada oynadıkları rolün ehemmiyeti ile ilgili olan problemleri izah etmektir. Bununla aynı zamanda Türklerin en eski tarihlerine de temas etmek zorunda kalıyoruz. Bunu söylediğim zaman anlaşmazlığa sebebiyet vermemek için biraz izahat vermem lâzımdır. Ben Türklerin ilk yurtlarının doğu Asya olduğunu iddia etmek istemiyorum. Fakat bugün Türklerin ve Türklerle akraba kavimlerin, M. E. 3 üncü bin yılda, hatta neolitik devirde Orta Asya’nın doğu kısımlarında yaşadıkları bir hakikattir.
Bu Türkler de tıpkı Türk ırkına mensup diğer kavimlerle Anadolu’da yaşayan ve Asya’nın diğer kısımlarından Anadolu’ya hicret eden Türkler gibi bugünkü Türklerin ecdadlarıdır. Bunların tarih ve kültürlerinin incelenmesi, Türk tarih ve kültürlerinin incelenmesi demektir ve bu ulusal bir ödevdir.
Orta Asya Türkleri hakkında elde ettiğimiz en eski malûmat ve zaten Türkler hakkında mevcut en eski bilgiler Çin kaynaklarından alınabilir. Bunu yapmak bu memlekette Sinolojinin vazifesidir. Bunun nasıl yapıldığından yazımızın sonunda bahsedeceğim.
Çinlilerin dünyanın en eski kültür milleti oldukları ve arkalarında 5000 senelik bir kültür devri bulunduğu birçok defalar söylenmiştir. Bu fikir bu şekilde artık doğru değildir. Tabii Çin, haritalarımızda gösterilen coğrafî bir mıntaka olarak ele alınacak olursa Akadlar veSümerler kadar olmasa bile yine, çok eski bir kültüre sahiptir. Fakat 4000 sene evvel orada mevcut olan kültür, bizim bugün gördüğümüz Çin kültürü değildir.
Tıpkı bugünkü İtalya ile eski Roma İmparatorluğunun aynı olmadığı gibi. Bugünkü İtalya, eski Roma İmparatorluğunun da üzerinde bulunduğu coğrafî mıntakadır, fakat insanları aynı değildir, ve kültürleri de eski Roma kültürünün devamı değildir. Memlekete yeni kavimler gelmiş, yeni kültürler nüfuz etmiş ve netice temamiyle yeni ve kendisine has bir şekil almıştır.
Çinliler bize, tarihî devirler için umumiyetle iyi ve kullanılabilen birçok tarihî eserler bırakmışlardır. Eski tarihleri için uğraşmışlar ve hatta M. E. I. inci yüz yılda en eski devirleri tasvire çalışmışlardır. Bu tasvirin üzerinde zamanla uğraşılmış ve nihayet birçok muahhar tarihlerde, ve Avrupa dillerindeki tercümelerde görüldüğü üzere tesbit edilmiştir.
Tasvir, Çin tarihinin başlangıcında halka, kültürü öğreten birçok akıl ve âhlaklı İmparatorlar gösteriyor. Bu İmparatorlar evlenmeyi, giyimi, yazıyı vesaireyi, yani kısaca yüksek bir kültür için lâzım olan her şeyi icat ettiler; ekseriya 100 yıldan fazla icrayı hükmettiler. Bu devirlerde harp yoktur ve mes’ut bir devir hüküm sürmektedir. Ancak sonradan, bizde şimdi mevcut olan kötülükler, harplar, ahlâksızlıklar, cinayetler, kıtlık ve sefalet yavaş yavaş baş göstermiştir. Bütün bu İmparatorların saltanat sürdükleri tarihler de veriliyor ve yeni icatlarda bulundukları zaman bundan bahsediliyor. 
Her şey gayet mantıkî ve sarihtir.
Yeni araştırmalar bu güzel hayali tamamiyle bozmuştur. Bugün artık bunların hiç birine inanmıyoruz. Kazılar bize yazının M. E. 3 üncü bin yılın başlangıcında icat edilmeyip ancak M. E. 15 inci yüz yılda icat edildiğini gösteriyor. Çünkü M. E. 15-10 uncu yüz yıllar arasındaki yazı daha çok iptidaidir ve bu kadar uzun bir tekâmül devresi geçirmiş olamaz. Eski masal araştırmaları ve din tarihi bize eski İmparatorların hakikî İmparator olmayıp, ancak sonraları Çin âlimleri tarafından insan ve İmparator şekline sokulan tanrılar olduklarını göstermiştir. Biz bugün katî olarak tanrı olan bu İmparatorlara hangi bölgelerde tapıldığını biliyoruz; bu tanrılar hakkında mufassal malûmat veren birçok eski kaynaklar bulduk. Etnoloji bize “evlenme,,, “giyim,, gibi şeylerin bir İmparator tarafından icat edilmediğini, fakat, insanlığın, pek çok devirler evvel bunları icat ettiğini göstermiştir; sonra Etnoloji bize yine en eski devirlerde, başlarında bir hükümdarla memurların bulunduğu bir devletin hiç bir yerde bulunmadığını, bunun bugün bildiğimiz ve o zaman Çin’de mevcut olduğunu gördüğümüz ilk merhaleler üzerine kurulmuş olan muahhar bir gelişme olduğunu öğretmiştir. Astronomi riyazî hesaplarla takriben M. E. 1000 yılına kadar Çin kaynaklarında verilen tarihlerin yanlış olduklarını isbat etmiştir 2. Burada bahis mevzuu olan tarihler, tarihî devirlere ait olmayup İsa’nın doğduğu yıllarda ve hatta daha sonraları yaşamış olan Çinli âlimlerin hesaplarının neticeleridir. Astronomik bilgileri çok olan bu bilginler, eldeki pek az malûmatla ve kendi bazı fikirleri ile bu pek eski zamanlarda yaşamış olan kıralların ne zaman yaşadıklarını hesaplamağa çalıştılar. Fakat astronominin bugünkü kadar tekâmül etmemiş olmasından hesaplarında bazı hatalar mevcuttur. Büyüklüğü hesap edilebilen bu hatalar tarihlerde göze çarpmaktadır. Ben burada bunlardan fazla bahsedemiyeceğim, fakat bugün tarihen doğru olmadıkları her hususta görülüyor.
Fakat, tarihi devir ne zaman başlar? M. E. 1400-1050 arasındaki zamanı teşkil eden ve “Shang-devri,, denilen çağla başlar. Çünkü bu devri hem kazılardan ve kazılarda bulunan vesikalardan ve hem de klâsik Çin edebiyatından biliyoruz. 1927 yılındanberi Shang sülâlesinin hükümet merkezinde kazılar yapıldı ve bunların evvelce nasıl yaşadıkları hakkında bugün, oldukca kati malûmat elde edilmiştir. Bundan öncekilerinden emin değiliz ve çoğu da yarı efsanevidir. Shang devrinden önceki çağlar neolitik devre aittir. Shang’ların hükümet merkezinde yapılan kazılar bize vakıa Shang kültürünün sonraki Çin kültürü ile birçok noktalarda aynı olduğunu, fakat Çin kültürünün basit bir ilk merhalesi olmayıp başka karakterde bir kültür olduğunu göstermiştir.
Arkeoloji tetkiklerinden elde edilen neticeler ile ve Etnolojinin de yardımı sayesinde en eski Çin kültürü meselesine temas edilmiş; bu suretle Çin kültürünün teşekkülü hakkındaki yeni görüşler vücude gelmiştir.
***
Bu yeni mütaleaya göre bir “Çin,, kültüründen ancak M. E. 1050 yılından itibaren bahsedebiliriz. Bundan öncekilerin hepsine “proto-Çin„ yahut buna benzer bir isim verilir. M. E. 3 üncü yüz yılda coğrafyada Çin adını alan bölgede ne bir birlik teşkil eden Çin kültürü ne de bir vahdeti olan bir Çin nüfuzu vardı. Fakat bunun yerine muhtelif Çin kültürleri ile muhtelif kavimler bulunuyordu. Bugün bu bölgede 20 büyük halk gurubu tefrik edilebiliyor, fakat bunlar büyükce guruplardan müteşekkil bir sıra halinde toplanabilir.
En mühimleri aşağıdakilerdir: Bölgenin doğu şimalinde bizim bugün Çin dediğimiz yerde bugünkü Mançuların ecdadı olan Tunguz’lar yaşıyordu. Bunlar iptidaî kültür kavmi idiler. Kısmen avcı, fakat kısmen de ehlî hayvan ve bilhassa domuz beslerler. (Tunguz kelimesinin Türkçesi domuz kelimesi ile karabeti hiç bir suretle tesadüfî değildir. Tunguzlar için domuz tipik bir hayvandır; halbuki Türkler bütün tarihleri boyunca, hattâ İslâmiyetten evvel hiçbir zaman domuz beslememişlerdir). Tunguzların batısında bugünkü Moğolların ecdadı olan Moğollar yaşarlardı ve bunlar bilhassa sığır beslerlerdi. Fakat bugünkü Moğollar gibi yalnız Moğolistan’da değil, ta Çin’in içlerine, Sarı ırmağa kadar yayılmış olarak yaşarlardı.
Bunların da batısında, bugünkü Türklerin ecdadı oturuyordu. Büyük Huangho dirseğinin içinde bizim bugün Ordos dediğimiz bölgenin batısında olan Kansu eyaletinde ve cenupta Wei nehrine kadar uzanan yerlerde yaşarlardı. Onları ilk tanıdığımız en eski zamanlarda bile bilhassa at yetiştirirler ve insanlarla hayvanların kışlık yiyimlerini temin için ziraatla meşgul olurlardı. “Göçebe,, kavimlerin yalnız hayvan besledikleri gibi fikirlerden ayrılmamız lâzımdır. Hemen bütün göçebeler kışlık yiyeceklerini temin maksadı ile ziraat ile de meşgul olmak zorundadırlar, ve bunu yapmıyan kavimlerde istisna teşkil ederler. Bu en eski Türklerden ilerde tekrar bahsedeceğiz.
Çin’in batısında en eski zamanlardanberi Tibetliler otururlardı, Yalnız bugün yaşadıkları bölgelerde değil, fakat Çin’in içlerine kadar uzanırlardı. Bu Tibetliler bilhassa koyun beslerler ve koyunları için dağları tercih ederlerdi. Türkler ise ovalarda yaşamağı sevdiklerinden Türklerle Tibetlilerin bir arada oturdukları büyük sahalar vardı; yani ovalarda Türkler, dağlarda da Tibetliler yaşarlardı. Bazan bunların karıştıkları da vaki olmuştur ve İsa’nın doğum yıllarında birçok Türk-Tibet melez kavimlerine tesadüf ediliyor. Muhtelif kültürlere sahip olan kavimlerin karışmalarını araştırmak modern Etnolojinin en mühim problemlerinden biridir ve böyle araştırmaların neticeleri bizim meselelerimiz işin çok ehemmiyetlidir.
Bugünkü Çin’in cenubundaki bölgede muhtelif kültürler taşıyan muhtelif kavimler yaşıyorlardı. Bu cenup kavimleri şimal kavimlerinden bariz bir şekilde ayrılmaktadırlar. Şimal kavimlerinin ekonomisinde hayvan beslemek en mühim rolü oynar; cenup kavimlerinde ise bilhassa ziraat ehemmiyetlidir, fakat ziraatin de iptidaî bir şekli olan yakma suretiyle yapılan ziraattir. Bu nevi ziraate dağların yamaçlarındaki ağaçlarla çalılar yakılır ve geri kalan küle nebatlar, bilhassa kökünde yumru bulunan nebatlar ekilir cenup kültürüne ait olan Tai’lar çok sulak ovalarda nebatlar ekmeğe başlamışlardır. Bu Tai’lar ilk defa olarak pirinç ekmeği icat etmişlerdir Pirinç ziraatinin cenup Çin’den Hindistan’a ve oradan da batı Asya ve cenup Avrupa’ya yayılmış olması ihtimal dışında değildir. Pirinç eken Tai’lar bugünkü Siyamlıların ecdadıdırlar. (bu memlekete onun için bu gün de Tailand deniliyor). Fakat aynı zamanda bugünkü Çin’lilerin de en mühim cedleridirler. Sizi şaşırtmak için canup kültürlerinden fazla bahsetmeyeceğim. Yanlız Yine cenup kültürlerinden biri olan ve Çin’in doğu cenup kabilelerinde bulunan yüen kültürünü zikredeceğim Bu yüen kültürü bir gemici kültürü idi ve oldukça yüksekti. Yüen’lerin gemicileri yanlız cenup Çin ile Hindiçini’nin bütün sahillerinde değil, aynı zamanda cenup Japonya ile Kora’da da müstemleke teşkil etmişlerdir. Kora, Çin ile Japonya arasında bir bağdır ve Japonya ve cenup Çin arasındaki dış benzerlikler gibi iki taraf kültürlerinin müşabeheti Yüen’lerin müstemleke teşkil etmelerinin neticeleridir.
Diğer taraftan Hindiçini’ye hicret etmiş olan Yüehler değişerek Hollanda adalarındaki yerlileri teşkil eden Malayenler olmuşlardır. Böylece cenup Çin’deki vaziyet yalnız Japonya ve Hindiçin’deki etnik vaziyet değil, Avustralya’ya kadar bütün adalardaki etnik vaziyeti de izah etti. Ben burada fazla tafsilâta girişemiyeceğim fakat size bu araştırmaların pek çok neticeler verdiğini göstermek istedim.
Demek ki takriben M. E. 2500 de bugünkü Çin’in bulunduğu bölgelerde halkın vaziyeti böyle idi. Şimdi siz, o halde Çin’lilerin kendileri nerede idiler, diye soracaksınız. Bugün buna şöyle cevap veriyoruz:
Onlar henüz mevcut değildiler, tıpkı bundan 1400 sene evvel Fransızların henüz mevcut olmayıp onların yerine bilâhare Fransız olan bir çok kabile ve kavimlerin bulunduğu gibi. Mevcut olan bütün yüksek kültürlerin üzerinde yapılan araştırmalar, bunların hiç birinin kendiliğinden vücuda gelmediğini göstermiştir. Dünya yüzünde gördüğümüz ve yakından tetkik ettiğimiz bütün yüksek kültürler, muhtelif kültürlerin birbirlerinin üzerine olan tesirlerinin mahsulüdür. Eğer bu böyle olmasaydı o zaman yüksek kültüre sahip olan kavimlerin diğerlerinden daha kabiliyetli bir ırka mensup olduklarını kabul etmek lâzımdı. Bu vakıa müteaddit defalar iddia edilmiştir, fakat şimdiye kadar hiç bir suretle ispat edilmemiştir. Hattâ modern psikolojinin verdiği neticeler bunun aleyhindedir3.
O halde bu gün, M. E. 2500 de şimdiki manâda Çinlilerin henüz mevcut olmadıklarını söyliyor ve buna mukabil Çinlilerin yaşadıkları bölgelerde yukarda kısaca bahsettiğimiz muhtelif kavimlerin yaşadıklarını iddia ve isbat edebiliyoruz. Umumiyetle kavimler yalnız ve ayrı olarak yaşamazlar. İptidaî kavimler bile sulh halinde iken veya harp dolayısiyle birbirlerile münasebette bulunurlar. Bu münasebetlerdeki karşılıklı tesirler sathi kalmaz, birbirlerinin kültürlerine müessir olurlar. Eskiden kavimlerin arasındaki bu münasebetlerin yalnız harple temin edilebildikleri zannolunurdu. Böylece bir kavim diğerine hücum ederek onu ezerdi. Fakat bunun her4 zaman böyle olması icap ettiği ve iyi şartlar altında da temaslar yapıldığı hatta bu temasların ötekiler kadar ehemmiyetli olduklarını gösteren bir çok misâller vardır. Çin tarihinde bu misâllere çok tesadüf ediyoruz.
O halde başlangıçta anlatılan ayrı ayrı kültürler, zamanla münasebetlerini gittikçe daha fazla arttırmışlardır. Bu bilhassa bütün kabilelere ait müstemleke yahut bir geçit bölgesi olan yerlerde daha şiddetli olmuştur. Eski Çindeki müstemleke bölgeleri sarı ırmak ile Yang-tse’nin mansabı idi. Bu mansap bölgeleri suların çekilmesi ile hasıl olan yerlerdi ve tarihî devirlerde bile Hopei eyaletinin yani bugünkü Pekin’in bulunduğu eyalet temamiyle bataklık ve gayrı meskûndu.
Nehirden kazanılan arazi gittikçe büyümekte ve etraftaki kavimler orada müstemleke teşkil etmekte idiler. Bunun etrafında yaşayan kavimlerin bir kısmı ile muhtelif muhacirler en yakın münasebetlerde bulunuyorlar. Şimal Çin ovalarının kenarında cereyan eden bu hal Yang-tse’nin deltasında cereyan etmiştir; burada sarı ırmakta olduğu gibi yeni bir kültür teşekkül etmiştir. Diğer taraftan Kansu eyaletinden çıkıp doğuya akarak Shensi eyaletinden sarı İrmağa dökülen sarı ırmağın talî kolunu teşkil eden Wei nehrinin vadisi de bir geçit bölgesi idi. Nehir vadisinin cenubu geçilemiyen dağlarla örtülüdür, bunun şimalinde istep ile çöl vardır. Vadi çok zengindir. Doğu Asya ile Ortaasya arasındaki yegâne geçidi teşkil eder. Onun için bu nehir vadisi en eski zamanlardan beri kavimlerin doğudan batıya ve batıdan doğuya akmalarına bir geçit teşkil etmiştir. Bu geçit bölgelerinde halk arasında en yakın temasları temin eden “etnik geçit,, 1er bulunmaktadır. O halde Çinde bugünkü bilgimize nazaran yüksek kültürün teşekkülüne yarayacak 3 bölge vardır. Her 3 bölgede de hakikaten böyle yüksek kültürler teşekkül etmiştir. Yang-tse’nin deltasında teşekkül eden kültür bizim için çok mühim olmadığından bundan fazla bahsetmiyeceğim. Çünkü bu yukarda bahsedilen Yüeh kültürü bilhassa Japonya ve Hindiçini için ehemmiyetlidir fakat Çin için böyle değildir.
Huangho’nun deltasında vücuda gelen kültür daha mühimdir. Çünkü ziraatları için çok elverişli olan ve yeni teşekkül eden vadilere cenuptan Tai’lar muhaceret etmişlerdir. Bu yeni vadilerin kenarlarındaki ormanlara yine bir cenup kavmi olan avcı ve toplayıcı Yao’lar yerleşmişlerdir. Domuzları için rutubetli vadilerle ormanları ideal bir yer addeden Tunguzlar da şimalden gelmişlerdir. Böylece her 3 unsurun ve bunları meydana getiren cüzülerin vazih bir şekilde görüldüğü bir kültür meydana gelmiştir. Bulunduğu yerin adı ile ilgili olarak buna Lungshan kültürü deniyor. Bu takriben M. E. 2000 ile M. E. 1600 yılları arasında mevcut olmalıdır. Bu ziraatcı bir kültürdü ve iskân şekilleri Eski Anadolu yerlilerininkine benzerdi. Höyükler üzerinde otururlardı. Çamurdan ve kerpiçten yapılmış olan evleri vardı. Fakat köylerinin etrafını duvarla çevirmek zorunda idiler, çünkü iki büyük düşmanları vardı: birisi yeni teşekkül eden arazinin kenarındaki dağlarda yaşayan dağ kavimleri ve bilhassa yukarda bahsedilen ve cenuptan gelen Yao’lar ki bunlar Çin’in cenubunda bu gün el’an yaptıkları gibi soygunculuk akınları yaparlardı; diğeri ise şimalden gelen Türk-Moğol atlıları idi. Bunlar suvari ve harp arabaları için bu büyük vadilerde iyi bir saha bulmuşlardı.Böylece tarih boyunca şimali Çin’de bu güne kadar yaptıkları gibi atlarıyle süratli taarruzlarda bulunabiliyorlar.
Bu Türk-Moğol kavimlerinin (bunların ikisinden, ayni olmadıkları ve yalnız kültürleri benzediği halde ayni imişler gibi bahsediyorum; şimdiye kadar mevcut kaynaklarımız bunları kat’i olarak ayırmamız için henüz müsait değildirler) temasları menfi neticeler vermemiştir. Göçebeler çiftçilerle kolayca beraber yaşayabilirler ve böylece ideal bir birlik teşkil ederler. Göçebeler çiftçilerden kışın kullandıkları ziraî mahsulleri alırlar ve bunların yerine ziraatçılara hayvanlardan elde ettiklerini, bilhassa deri, yün ve bazan süt ile sütten yapılmış maddeler verirler. Bu temas şu neticeyi verebilir ve bu bölgede de böyle olduğu zannediliyor. Göçebeler çiftçilerin efendileri olur ve idareyi ele alırlar; orduyu vucuda getirirler; çiftciler ise memleketin ziraî mahsullerini istihsal eden sınıfı teşkil ederler. “Tabakalanma,, dediğimiz bir hal için misâller muahhar Çin tarihinde çok boldur. Böylece yukarda bahsedilen Lung-shan kültüründen bir az sonra içinde sarih olarak Türk-Moğol unsurlarının görüldüğü yeni bir kültür meydana geliyor. Bu Shang adını alan ve doğu Asya’da yaşadıkları ispat edilebilen ve M. E. 1500-1050 arasında mevcut olan ilk yüksek kültürdür. Lung-shan kültürü için elimizde yalnız arkeolojik deliller mevcut olduğu halde Shang kültürü için bundan başka yazılı deliller de vardır. Bu deliller hem klâsik Çin edebiyatında hem de sonraki Çin yazısının iptidaî şeklini teşkil eden bir yazı icat etmiş olmaları dolayısile, kendi yazılarında mevcuttur.
Shang’lar doğu Asya’da ilk devleti kurmuşlardır ve biz-çok mühimolan bu devlet kurma işini Türklerin yaptıklarını kabul etmek zorundayız. Diğer taraftan Türk-Moğol kültürünün tesirinin halâ bu devlette ve bu kültürde çok kuvvetli olmadığı da aşikârdır.
Doğu Çin’de yeni elde edilen “müstemleke bölgesi,, nde demin bahsettiğimiz hadiseler cereyan ederken, batıda Wei nehri vadisindeki geçit bölgesinde en az doğudakiler kadar mühim vakalar cereyan etmekte idi. Bu bölgeye de Tai kabileleri girdiler ve orada şimalden gelüp geçit bölgesindeki nehir vadisinin zengin otlaklarına girmiş olan Türk kabileleri ile karşılaştılar. Bundan maada etraftaki bütün dağlarda koyun sürüleri ile Tibet kavimleri bulunuyorlardı. Burada yine bir çok kültürlerin karıştıklarını görüyoruz. Fakat bu sefer karışan unsurlar başka olduklarından bundan tamamiyle başka bir netice çıktı. Bu sefer Tunguzlar değil, daha fazla Türkler iştirak ettiler. Moğollar mevcut olsalar bile, tesirleri çok az olmuştur. Bunların arasına Tibetliler de girmişlerdir. En son olarak Türk kavimlerinin getirdikleri bir Önasya tesiri de hissediliyor. Burada meydana gelen ve başlanğıcı takriben M. E. 2200 yılında olup en parlak devrine bu zamanda erişen kültür, başlıca bulunduğu yerin adına göre Yang-shao kültürü adını almıştır.
Bu kültür Avrupa literatüründe güzel ve boyalı keramiği ile meşhurdur ki bu da Önasya ile Avrupanın cenup doğusunda boyalı keramiği ile akrabadır. Fakat bu akrabalığı çok mübalağa etmişler ve bu kültüre sahip olanların cenup doğu Avrupadan buraya muhaceret etmiş olmalarında kabil olacağını söylemişlerdir. Çin müdekkiklerinin yaptıkları son araştırmalara göre artık bu mevzu bahs olamaz5. Bilâkis bu karabetin ne şekilde olduğundan ve nasıl tasavvur edilebileceğinden emin değiliz. Yalnız hakikat olan, bu keramikin Tai’lara ait olmadığıdır. Türklerle münasebeti olduğu bir az daha muhtemeldir.
Bu Yang-shao kültürünün yayıldığı bölge oldukca geniştir. Yalnız bugünkü Çin’in bütün şimal batısında değil fakat muayyen farklarla kısmen iç Moğolistan, ile Mançurya’da, sonra Çin’in en batısı yani Türkistan’ın hudut bölgesinde bulunur. Demek ki bugünkü malûmatımıza nazaran boyalı keramik kültürü mühtelif farklarla o zamanlar Türk kavimlerinin oturdukları yerlerde yayılmış bulunuyordu.
Takriben M. E. 1600 dan itibaren bu kültür doğu kültürü ile sıkı münasebetler temin etmiştir, ve bu kültürün kuvvetli tesiri altında kalarak değişmiştir. Böylece doğudan yazı da nufuz etmeğe başlamış ve yabancı yazı ile kendi dillerini yazmağa çalışmışlardır. Siyaset bakımından 1500 ile 1100 yılları arasında batıda kuvvetli ve büyük devletlere tesadüf edilmemektedir. Bunun yerine muharip olan birçok küçük devletler bulunmaktadır. Bunlar devamlı surette doğu devleti ile harp halindedirler. Doğu devleti de gittikce daha fazla Türk kavimlerinin tesiri altında kalmağa başlamış ve bunun neticesinde din gibi devlet de değişmeğe başlamıştır.
Muharip batı devletleri için devlet teşkilâtı ile aynı olan askerî teşkilât tipik ve mühimdir. Bu cihetten – Türk kavimlerinin kuvvetli tefevvukları dolayısiyle – doğu devletinden üstündürler. M. E. 1100 sıralarında diğerlerinden daha kuvvetli ve başkalarını ilhak eden ve batıda büyük bir birlik teşkil eden bir askerî devlet kurmuşlardır. Bu yeni devlette, Türk olduğu sanılan bir hükümdar tabakasından maada oldukca muharip ve kuvvetli Tibet tesiri altında olan kavimler de bulunuyordu.
Halbuki Tai’lar yalnız ziraatla meşgul olan gayrı muharip geçimli kavimler idiler. Tai’lar hâlâ doğu devletinde hükümdar tabakasını teşkil ediyorlardı. Böylece, vakıa doğu devleti maddeten daha zengin ve kültür bakımından farklı idi ise de askerî bakımdan batı devletinden daha zayıf idiler6. Takriben M. E. 1050 yılında kendisine “Chou devleti,, adını veren kuvvetli batı devleti ile doğu devleti olan Shang’lar arasında bir çarpışma oldu. Bu suretle doğu devleti temamiyle parçalandı ve Chou’lar her iki devlete ve bununla bütün şimal Çin’e hâkim olmuşlardır. Her iki kültür birbiri ile karışmış ve bunu müteakip 200 yıl devam eden ve kökünün artık değişmediği ve bizim asıl “Çin kültürü,, dediğimiz bir kültür meydana gelmiştir. M. E. 1050 dan itibaren ilk hakikî Çin devleti olan Chou devletinde Türk-Moğol tesiri hâlâ kuvvetli ve aşikârdır. Ancak Tai unsurunun karşısında yavaş yavaş azalmaktadır. O halde bizim bugünkü telâkkimize göre Çin kültürünün hakikî doğum tarihi M. E. 1050 yılıdır. Ancak bu devirden itibaren muayyen tarzlarda birbirleriyle akraba olan fakat yine esas itibariyle birbirlerinden çok farklı olan doğunun ve batının bu iki büyük kültürü birbirleriyle kaynaşmışlardır.
Ancak M. E. 1050 den itibaren kendilerini bir birlik hissederek komşularına tahkir makamında barbar diyenler, Çinli adını almışlar ve bu suretle bir birlik kurmuşlardır. Bu devirden sonra aksi istikamette bir hareket başlamıştır: Bu devre kadar ayrı ayrı kültürler birbirleri üzerine akmağa ve karışmağa devam etmişlerdir. Şimdi karışma mahsulü olan Çinli meydana gelince, münferit kültürlerden geri kalanların üzerine Çin kültürü geçerek, kalıntıları kendine mezcetmeğe çalıştı. Bundan sonra M. E. 10 uncu yüzyılın sonlarında ilk önce hafif bir surette kendini gösteren ve gelişmesi bu güne kadar devam eden Çinliliğin yayılması başlamıştır. Bundan daha mufassal bahsetmemize yer müsaade etmiyor. Doğu Asyada cereyan eden tekâmülün ana hatlarını, teferrüata girişmeden gösterebildiğimi ümit ediyorum. Şimdi bizi bu memlekette en çok ilgilendiren meselelere de biraz temas etmek istiyorum.
**
M. E. 2500 de Doğu Asya’da müteakip devirlerde hakikî “Çin,, kültürünün teşekkülünde büyük bir tesiri olan bir ilk Türk kültürünün mevcudiyetinden bahsedilebileceğini söylemiştik. Türklerin Çin kültürünü vücude getirdiklerini söylemek yanlış olacaktır. Fakat Türklerin ve kültürlerinin tesiri olmadan hiç bir zaman bir Çin kültürünün meydana gelemiyeceğini söylemek doğru olabilir 7. Türk kültürünün, teşekkül etmekte olan Çin kültürünün üzerine çok müessir olduğunu tebarüz ettirmek zorundayız. Çinlilerin bir Türk kavmi olduklarını veya eskiden Türk olduklarını söylemek yanlıştır. Çünkü Çinliler Moğol ırkına mensupturlar, halbuki Türkler ise hiç bir zaman bu ırka mensup değildirler. Bugün antropologlar tarafından tasdik edildiği üzere vahdeti olmıyan bir ırka mensup bu insanlara pek çok Türk kanı karıştığını söylemek de doğrudur.
Şimdi başlıca iki sorğuya cevap vermek zorundayız:
1 — Elimizde yazılı vesikalar olmıyan bir zamana ait bir kültürün bir Türk kültürü olduğu nereden biliniyor?
2 — Bu Türk kültürü nasıldı ve ona has olan şeyler nelerdi ve Çin kültürünün teşekkülüne neler tesir etmiştir?
Önce birinci soruya cevap vereceğim. Bizden bu kadar uzak olan zamanlar hakkındaki malûmat için tabii ilk kaynak arkeolojidir. Son 20 sene zarfında Çin, Japon ve İsveçli müdekkikler tarafından yapılan kazılar sayesinde bugün tarihten önceki devirlerde doğu Asya’nın muhtelif kültürleri hakkında oldukça mükemmel bir fikir edinebiliyoruz. Fakat arkeolojinin bize verebildiği her şeyde, büyük gedikler kalmıştır.
Çanak çömlek, kemik, kaplar, taş ve metal aletler gibi muhafaza edilebilen eşyalar bahis mevzuu olduğu kadar arkeoloji bize kıymetli yardımlarda bulunabilir. Fakat kumaş, örme eşya, tahta üzerine işlemeler gibi bozulabilen eşyalarda arkeoloji çok yanılır. Çünkü kazı esnasında bu gibi şeyler ancak tesadüfi olarak bulunur. Hattâ din, devlet teşkilâtı, sosyal bünye hakkında arkeoloji bizi tatmin edecek bir cevap verecek bir durumda değildir. Bundan maada ekseriya bulunan eşyanın sahiplerinin hangi kavme ait olduklarını nadiren söyliyebilmektedir 8. Burada etnoloji ile kültür tarihi karışıyor ve bu iki ilmin sinoloji ile iş birliği yapması suretiyle bu gedik kapatılabilir. Neticelerinden demin kısaca bahsettiğim araştırmaların çalışma tarzları aşağıda gösterilmektedir. İlk önce, kabil olduğu kadar, Çinlilerin komşuları hakkında yazdıkları eserlerin hepsi toplanmıştır. Bu eserler takriben M. E. 700 de başlar ve bugüne kadar devam eder. Burada muazzam bir malzeme mevzuu bahistır. 2000 den fazla kabîle ve kavim zikredilir ve hepsi aşağı yukarı tasvir edilir. Yalnız Çin kaynaklarında bulunan bu malzemeyi gözden geçirmek ve tanzim etmek zoru vardı. Bu tasnifi yaparken Çinlilerin ayrı ayrı kabileleri büyük guruplar halinde topladıkları ve bizim modern ilimlerde yaptığımız gibi, onlara aynı adı  vermedikleri halde, aşağı yukarı modern tasnife hemen tamamiyle uyduklarını görüyoruz.
Çin’in sınırlarında bir çok komşu kavimler kültürlerinin varlığı görülmüş ve bundan bu kültürler için tipik şeyler tesbit edilmiştir. 2500 yıldan fazla bir zamanı ihtiva eden kaynaklar sayesinde ayrı ayrı kültürlerin bulundukları muhtelif tarihî devirlerle münasebetlerinin ne olduğu, ve zamanla bu iskân bölgelerinin nasıl değiştiklerini, önceki devirlerde kavimlerinyayılışını gösteren bir harita çizmek ve aynı zamanda ayrı ayrı kavimlerin kültürlerini tasvir etmek kabil olmuştur. Bundan bile bazı çok enteresan şeyler elde edilmiştir. Meselâ tarihî devirlerde bile, Türkler, Tibetliler ve daha başkaları yabancı kavimlerin arasında yaşamağa devam ettikleri ve ancak zamanla ya tamamen imha olundukları yahut temessül edildikleri anlaşılmıştır.
Bu araştırmadan sonra bizzat Çin kültürü tetkik edilmiştir. Kültürden bazı münferit şeyler alınmıştır. Misâl olarak geyiği alalım. Geyiğin Çin kültüründe oynadığı rol tetkik edilmiştir, yani ne zaman ve nerede en mühim rolü oynadığı araştırılmıştır. Bunun neticesinde geyiğin yalnız şimal Çin’in bazı bölgelerinde bulunan kültürlerde büyük bir ehemmiyeti olduğu görülmüştür. Şimdi bütün bu münakaşalara ilâveten Çin kültüründe geyik derisinden yapıldığı için pantalon tetkik edilmiştir.
Burada yine pantalonun yalnız şimalde ve hattâ şimal Çin’in muayyen bir bölgesinden neş’et etmiş olabileceği gösterilmiştir; sonra geyik derisinden yapılmış olan bazı başlık şekilleri, sonra geyikle ilgili olan efsaneler v.s. tetkik edilmiştir. Bu ayrı ayrı araştırmalardan bunların şimalde ve hattâ şimalin muayyen bir bölgesi ile ilgili oldukları anlaşılmıştır.
Bu tarzda yüzlerce muhtelif araştırmalarda bulunulmuştur. Bunlardan şimal Çin’de, diğer bölgelerden farklı bir kültürü bulunan, bir bölgenin mevcut olduğu meydana çıkmıştır. Tabii ayni araştırmalar başka şeyler üzerinde de yapıldı. Meselâ ev ve ocak şekilleri, v. s. cenubu hatırlatırlar. Bu “mahallî kültürler,, tesbit edildikten sonra evvelce tesbit edilen kenar kavimlerinin kültürleri ile ne şekilde münasebettar oldukları araştırılmıştır, ve mahallî kültürlerin kenar kavimleri kültürleri ile ayni, sadece daha eski şekilleri olduğu meydana çıkmıştır. Şimdi kaynaklar vasıtasile bir çok şeylerin tarihleri tesbit edilebilmiştir. Bu tarih verme ile Shang devrine yani M. E, 15 inci yüzyıla kadar gidebiliyoruz. Fakat bir çoklarının Shang devrinden de eski oldukları anlaşılıyor, ve bunların da tarihleri arkeolojiden elde edilen neticelerin mukayesesi ile meydana çıkıyor.
Böylece şimal Çin’in muayyen bölgesinde bulunanların tamamiyle Türk oldukları, tesbit edilen muahhar kültürle aynı olduğunu gösterecek durumdayız, ve bununla Çin topraklarında bulunan bir Türk kültürünün bahis mevzu olabileceğini söyliyebiliriz. Bu Türk kültürünün eskiliği anlattığımız şekilde tesbit edilmiştir.
Bu eski Türk kültürü nasıldı? Esas itibarile daha sonraki zamanların Türk kültüründen çok farklı değildi. Bu adamlar bilhassa at beslerler, biraz ziraatla meşgul olurlar, buna mukabil av (bazı eski müdekkiklerin iddialarına muhalif olarak) bunlarda hemen hiç bir rol oynamamıştır. Bunlarda güneş tarafından temsil edilen, ve en büyük ehemmiyeti haiz olan; gök tanrısı kültünü ihtiva eden gök dini vardı. Bütün din mütekâmil bir yıldız dini idi. Bundan maada bir de ateş kültü vardı. Mütekâmil bir hükümet mevcuttu ve muhtelif sınıflar, yani asilzadelerden müteşekkil bir yüksek tabaka ile kölelerden ibaret bir aşağı tabaka vardı. Zahiren erkek evin efendisi olduğu halde cemiyette kadın oldukça büyük bir rol oynardı. Bunlar hakkında bildiğimiz bütün teferruattan bahsetmek fazla vaktimizi alacaktır.
Bütün göçebelerde bilhassa ekonomi şekillerinden dolayı fazla tekâmül eden siyasî teşkilât kabiliyeti, Türklerin Çin kültürünün teşekkülünde, getirdikleri mühim unsurdur; buna din, felsefe ve aile teşkilâtı karışmıştır. Bunlar meydana gelmekte olan Çin kültürünün esasını teşkil etmişler ve bunların sayesinde Çin kültürü tekâmülüne devam etmiş ve bugüne kadar ortadan kaybolmamıştır. Bu eski Türk kültüründen daha birçok şeyler nakledilmiştir, fakat hiç biri saydıklarımız kadar mühim değildir. Bunlarda Türklerin dünya tarihindeki ehemmiyetleri görülmektedir.
O halde Çin’in doğuşu ve en eski tarihi hakkındaki Sinolojik araştırmaların en eski Türk kültürünü aydınlattığını9 ve bize artık başka kaynaklardan öğrenemiyeceğimiz devirlerdeki şeyler hakkında malûmat Verdiğini görüyoruz.
Dipnotlar
1 Literatür için aşağıdaki kitaplarıma işaret ediyorum: «Çin’in şimal komşuları(T. Tarih Kurumu, Ankara 1942)», «Lokalkulturen im alten China (cilt 1 Leiden,T’oung-Pao-Supplement, 1942, cilt 2 Pekin, Catholic University 1942); son kısım içinTürk dilinde hazırlanmış olan bir kitabımı işaret ediyorum (En eski Türk kültürü hak. *araştırmalar). Nazariyenin eski şekli «Early Chinese cultures» (Smithsonian Report1937; Washington 1937) adlı makalemde gösterilmiştir. Adlara aşağıda geçen sinoloslarbuna karşı müspet cephe almışlardır Prof. E. Rousselle (Sinica 1941), E. Erkes,W- Koppers ve C. Hentze. Nazarî esaslardan «Zur ethonologischen untersuchungen vonHochkulturen» (Zeitsch. f. Ethnologie 1941) adlı makalemde bahsettim.
2 Bk. benim «Der Beginn der Chou – Zeit» (Sinica 8, s. 182-188; 1933).
3 Muk. et : Muzaffer Ş. Başoğlu: Irk psikolojisi (İstanbul 1943).
4 Bu hususta bilhassa R. Thurnwald’ın araştırmaları mühimdir (Die MenschlicheGesellschaft, cilt 4, s. 229; Lehrbuch der Völkerkunde. 2 inci tabı, S. 266); R. Mühlmann(Krieg und Frieden; Heidelberg 1940) in görüşü biraz dardır.
5 Bk. Tu Chin-ting: Prehistoric Potteryin China (London 1938).
6 Muk.et.W, Eberhard. Das altere China (Nevue Propylaen-Weltgeschichte,Berlin 1940, Bd.1)
7 Mûk. el. W. Koppers, ilk Türklük (Belleten, sayı 20, s. 448-449: 1941).
8 Mûk. et. W. Mühlmann. Methodik der Völkerkunde (Stuttgart 1938, S. 207).
9 Bk. benim, Türkiyede sinolojinin vazifeleri (Çığır, sayı99, s. 37-40; Ankara 1941).
Dr. W. EBERHARD, Sinoloji Profesörü
Çeviren: İkbal BERK - Sinoloji Enstitüsünde Mütercim
[publicize twitter] [publicize facebook] [category araştırma]
[tags TARİH, Eski, Çin Kültürü, Türkler]

19 Kasım 2014 Çarşamba

Hanefi Avcı / Hesap Zamanları Geldi

Hanefi Avcı / Hesap Zamanları Geldi                      
Paralel yapıyı, neden tüm delilleri ile ortaya çıkartıp yargılamıyorlar? Örgütsel yapıları, eylemleri, suçları… Her şeyi kamuoyu önüne neden çıkarmıyorlar. Madem paralel yapı, cemaat varsa, darbeye teşebbüs ettilerse, neden tüm örgüt, ve bunları planlayanlar, uygulayanlar, delilleri ile ortaya çıkarılıp yargının önüne konmuyor?
Bu vb. soruları çok kişi soruyor…
Eski Cumhurbaşkanından sanatçısına, Başbakanından, bakanına, askeri makamlardan bütün bürokratlara kadar herkesi sahte isimlerle kim ve kimler dinledi, niye dinlediler?
Sahte belgeler, dijital veriler hazırlayarak bunca askere kim ve kimler tuzak kurdu?
ODATV bilgisayarlarına, bilgisayar korsanlığı yoluyla uydurma belgeleri koyarak, basın mensuplarını kim niye tutukladı? Basılmamış kitabı kim suç unsuru saydı?
Sanki Türk insanı elle yazmayı unuttu da, her meslekten, her meşrepten herkes herşeyi bilgisayarda yazıyormuş gibi suçlanan herkes hakkındaki belgeler, imzasız ve dijital ortamlarda ve buzdolaplarının altında vs. nasıl bulunur oldu!
Bir anda sanki yerde biter gibi, bazı terör örgütleri nasıl birdenbire bulunmaya başlandı? Gömülü silah, mermi krokileri her yerde kolayca bulunacak bir şekilde nasıl birdenbire ortalıkta dolaşmaya başladı?
Bir anda, yıllarca sol örgütlerle kıyasıya mücadele etmiş sağcı, muhafazakâr bilinen bir emniyet müdürü, nasıl oldu da; kendisini hedef seçmiş olan o solcu örgütlere yardım ediyormuş gibi lanse edilirken buldu!
Bütün bunları kim yaptı? Bizi döven kimdi? Bunları yapanlar, bu olaylarda rol alanlar belli… Peki, o zaman bu kadar bol malzeme varken, neden her şey tam aydınlatılamıyor, kişiler delilleri ile yakalanıp niye ortaya konamıyor!
Neden bunca iddia, itham ve en üst düzeyde devlet yetkililerinin beyanına rağmen ciddi,  gerçek,  herkesi ikna edecek güvenilir bir adli soruşturma yapılıp; ‘işte … ‘ denilerek, her şey berrak bir şekilde ortaya konulamıyor?
Bu sorulara cevap olarak; bu zamana kadar yapılan operasyonlarda ortaya çıkarılan; hukuka aykırı dinlemeler, hazırlık safhasında olan soruşturmalar, yapılan diğer şeyler vb mazeretler öne sürülebilir, anlatılabilir.
Çok şey istenmesine rağmen kısa sürede her şeyin ortaya konamamasının sebepleri arasında; öncelikle ortaya atılan, açığa çıkan şeyler ve olup bitenlere bakarak kimle, kimlerle, nasıl bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu düşündüğümüzde… Polis teşkilatının soruşturmalarda yaptıkları hukuksuzluklar, binlerce kişi için keyfi dinlemeler, özel yetkili mahkemelerin keyfi uygulamaları, onlarca suç ve delile rağmen HSYK’nın bu durum karşısında sessiz kalması ve bu kişileri kollaması, Yargıtay’ın durumu, verdiği kararlar…
Gazeteci, aydın, yazar vb. herkesi kolay ve uyduruk iddialarla tutuklayan, suçlayan, eski Genelkurmay Başkanını bile terör örgütü yöneticisi olmaktan tutuklayan, en gizli devlet sırlarına vakıf olmuş, en gizli toplantıları dinlemiş, MİT gibi en esrarengiz teşkilatın yöneticilerine operasyon yapmaya teşebbüs etmiş, bu kadar güçlü bir hükümete açıktan karşı tavır almış, darbe yapmaya kalkışmış… Hala da hükümete karşı açıkta sert tavır alan bir yapıyla, örgütle. Faaliyetle karşı karşıyayız...
Tüm bu veriler cemaatin o kadar kolay ve her kesin karşı koyacağı, tavır alacağı bir yapı olmadığını gösteriyor.
Paralel yapı hakkında soruşturma yapacak, delil toplayacak olanların çoğunun da son güne kadar (17 Aralık),  cemaat mensubu/paralel yapının icra elemanları olması dolayısı ile bu kişilerin değiştirilmesi, yerlerine yeni atananların göreve alışması, ekip ruhu oluşturulması belli bir süreyi aldığı gibi, cemaate karşı duruşun tayin mevsimi dışı; Aralık ayında başlaması nedeniyle de yeni kadroların oluşması uzunca bir süreci kapsamıştır.
Cemaatin darbe teşebbüsü ile başlayan o süreçte, önce mahalli seçimler, akabinde cumhurbaşkanlığı, arkasında HSYK seçimleri mücadeleyi siyasi sahaya taşımış bu sahada cemaatin geriletilmesi, umduğunu bulamaması, üç seçimde de tahminlerin aksine cemaatin halkta umulan bir desteğinin olmadığı, seçimler öncesi cemaatin % 8-10 oyu olduğu tahmininin gerçekçi olmadığı ortaya çıkartılarak, siyaseten bir varlık olmadıkları ortaya çıkmıştır. Cemaat karşıtları blokunun hükümete aktif destek vermeleri sonucunda tahminleri aşan bir oy alınması da, artık bundan sonra cemaate karşı yapılacak olan adli ve polisiye operasyonlara; siyasi, sosyal, hukuki, demokratik temeller kazandırmıştır…
Bir süredir olayları ortaya çıkaracak adli soruşturmalar için yargı mensuplarının HSYK seçimlerini beklediği bir sır değildi. Cemaat propagandasının etkisiyle;“HSYK seçimlerini Yargıtay’daki gibi kazanacağız ve tüm süreci tersine çevireceğiz” söylentileri, aslında birçok soruşturmayı bekleme sürecine sokmuştur.
Artık HSYK seçimlerinin neticesi; paralel yapının tutunacağı hiç bir hile dallarının kalmadığının en sondan bir önceki işaretidir…
An itibarıyla; bir şey bilmeye, içerden haber almaya, yetkilinin açıklamasına gerek yok.  Artık beklenen soruşturmaların yapılmasını sağlayacak tüm şartlar oluştu, engeller kalktı. Çok sürmeyecek paralel yapının suçları tek tek ortaya çıkacak… Sağda-solda saklanan, kendini gizlemeye kalkan, geçmişte suç işlemiş, suçlara iştirak etmiş, paralel yapıya bilerek malzeme taşıyan herkes hesabı neyse onu verecek … Bundan her suçlu nasibini alacak. Bu konu da artık hiç bir tereddüdüm yok. Hesap zamanları geldi ….

13 Kasım 2014 Perşembe

ŞARK MESELESİ ÜZERİNE; Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ

ŞARK MESELESİ ÜZERİNE
Şark Meselesi tabirinin ilk kez 1815’te Viyana Kongresinde dile getirildiğini ve bunun Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün korunması ile parçalanması noktasında ele alındığını görmekteyiz.
Bilindiği üzere Osmanlı Devletinin 19. asrın başında dağılma sürecine girmesi, kendi kendini koruyamayacak bir hale düşmesi, bu geniş ülkenin paylaşılması ve zenginliklerine sahip olma meselesi, Avrupa devletlerini karşı karşıya getirmiş idi. Esasında hiçbirisi Osmanlı memleketinin bölünmesine hazırlıklı olmadığından dolayı, başlangıçta Rus emellerinin önünde İngiltere gibi ülkeler, Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün korunması yolunda tavır takınırken, 19. yüzyılın sonlarıyla, 20. asrın başlarında büyük devletlerin kendi aralarında vardıkları anlaşmaların neticesinde, Osmanlı’nın parçalanmasına karar vermişlerse de, o zamana kadar İngiltere, Fransa ve Rusya’nın dışında duran Almanya’nın güçlenmesi ve Şark Meselesine müdahil olması bütün dengeleri alt-üst etmişti.
Umumiyetle 19. yüzyılın başına konulan bu mesele hususunda birtakım tarihçiler daha erken devirlere kadar gitmektedirler ki, bunda da haklı tarafları vardır. Belki isim olarak geç bir zamanda ortaya çıkmıştır ama, Şark Meselesinin başlangıcı Türk-Hun ordularının Avrupa’yı fetihleri, Roma’nın ikiye ayrılması dönemine kadar götürülebilir. O çağa kadar Avrupa, karanlık bir âlem içerisinde, özellikle kilise ve feodal idarelerin etrafında oluşan güç birliktelikleri şeklinde, insanların köle misali yaşamaya zorlandığı bir ortamda idi. Türklerin gelmesiyle, kurulu düzen ve çıkar ilişkilerinin tepe-taklak olduğu bir gerçektir. Bu yüzden Avrupalılar kendilerine yabancı, çok dinamik ve bütün işlerini bozan bu millete karşı bir nefret duymuşlar; Avrupa kıtasına ayak bastıkları günden itibaren Türkleri geldikleri yere geri göndermek için elbirliği yapmışlardır. Dolayısıyla Şark Meselesi bazılarının dediği gibi İslam-Hrıstiyan çatışması değil, belki de İslam nazarında Türk-Avrupa savaşıdır.
Türk tehlikesiyle yüzyüze gelene kadar birbirlerini boğazlayan Avrupalılar, Türklere karşı ortak bir cephe oluşturmuşlar, önce başlarının belası Attila (Ata İllig) Hunlarının zayıflığından yararlanarak, onları bir katliama tabi tutup, bir müddet rahat nefes almışlardı. Fakat 10. asrın sonlarıyla, 11. yüzyılın başlarında Avrupa ve Hrıstiyan dünyasınca Şark Meselesinin ikinci ayağı zuhur etti. Bu kez Türkler, Hazar’ın hem kuzeyinden hem de güneyinden olmak üzere Roma ile Arap topraklarına hızla daldılar. Ancak bu, daha öncekilerden çok farklı bir hareketti. Hazar’ın kuzeyinden Doğu Avrupa ve Balkanlara inen ve buralara hâkim olan Peçenek ile Kumanların bir din kaygısı olmamakla beraber, onlar çok kısa zamanda Balkanlarda hâkimiyeti ele geçirerek, üstünlük sağladılarsa da, milli hassasiyetten yoksun olduklarından, az bir vakit sonra Bizans’ın entrikalarına maruz kalarak, birbirlerini öldürmeye başladılar. Bizans imparatorluğu kendi kardeşleri Kuman-Kıpçakların eliyle Peçenekleri katlettirirken, onları Hrıstiyanlaştırıp, erimelerinin de yolunu açtı.
Fakat Hazar’ın güneyinden Ön Asya’ya ve Orta Doğu’ya doğru gelen Türklerin konumu çok değişikti. Onlar Müslümanlığı benimseyerek, kendilerini Türk’ün adaletini ve Tanrı’nın adını yaymaya vazifeli görüyorlardı. İşte bu noktada belki de Şark Meselesinin din boyutu da önem kazanmaktadır. Zaten bu sırada Arapların, dünyadaki fütuhat faaliyetleri de sönmüş, Sicilya ve İspanya’dan kovulmuşlar, Doğu Roma eski topraklarının büyük bir kısmını geri kazanmıştı. Ama son Roma 1071’de Türk askerleri önünde büyük bir yenilgiye uğruyorken, Şark Meselesinde, doğudan gelip, kendilerine yeni bir yurt arayan ve Allah’ın adını her tarafa hâkim kılmaya çalışan bu ırk yeni bir sayfa açıyor ve uzun yıllar sürecek Haçlı Seferlerini başlatıyordu. Avrupalılar arasında çok derin mezhep ayrılıkları olmasına rağmen Türkleri Anadolu’dan ve Orta Doğu’dan atmak emelleri çerçevesinde birleşmeyi başarmışlar, hatta bir aralık Türkleri Anadolu’da çok zor durumlara da düşürmüşlerdi. Gerçekte bugün de yapmak istedikleri bundan öte bir şey değildir.
İşte tam bu esnada ortaya çıkıp, bütün Türklerin temsilcisi olma vasfına erişen Osmanlılar da işleri bozdu. Hele Osmanlı Türklerinin Hrıstiyanların doğudaki son kalesi, Bizans’ı ele geçirmeleri meseleye tuz-biber oldu. Buna binaen Avrupalıların intikam alacakları büyük Roma’nın Ata İllig (Attila) tarafından dize getirilmesi, Malazgirt’te Alp Arslan’ın ayaklarını öpmelerinden sonra bir olay daha ortaya çıkmıştı ki, o da İstanbul’un fethidir. Kendilerini bir şekilde Bizans’ın devamı olarak gören Avrupalılar, 1071 ile 1453’teki o acı yenilgileri asla unutamadıklarından, her durumda ve ortamda bunun intikamını almak için fırsat kollamaktadırlar.
Ne yazık ki, bir müddet sonra Osmanlı kendini bilmez, devlet işlerinden bihaber ve kadınlar tarafından idare edilen padişahlar ile dönme paşaların oyuncağı haline geldi. İşler ters gitmeye başladı. Önce bir duraklama devri ve arkasından parçalanma yaşandı. Avrupalılar, Türk hezimetinin sebebi olarak geri kalmışlıklarını görüp, reform ve rönesans hareketlerini gerçekleştirirken, Osmanlı Devleti çöküşünü halâ Tanrı’nın takdiri şeklinde algılıyordu. Bırakın diğer hususları, kendisini dünyada üstün kılan ordusunun yenilenmesi gerektiğini, artık ihtiyaca cevap veremediğini bile aklına getirmedi. Hrıstiyanlar Osmanlı’yı Avrupa’dan atmak için neredeyse 16. yüzyılın sonuna kadar beklediler. Bu yüzyılla beraber toprak kaybeden Türklerden öçlerini hem de çok kanlı bir biçimde aldılar.
Şark Meselesinin başlangıcında Avrupalıların amacı Türkleri batıya sokmamak iken, daha sonra bu Türkleri Avrupa’dan çıkarmak şekline dönüştü. Bunun için de çeşitli stratejiler geliştirdiler. Evvela Osmanlı Türkiyesi’ndeki Türk olmayanlarla işbirliği yaparak, Türkleri zor duruma düşürmeyi hedeflediler. Bu işte baş rolü Rusya oynamakla beraber diğer Avrupa devletleri de ona yardımcı oldular. Önce Osmanlı sınırları içindeki gayr-i Müslim ve gayr-i Türk tebanın bağımsızlığı sağlanacak, bilahare Arap kıtası vasıtasıyla Türkler kıskaç altına alınacaktı. Zaten kuzeyden ve doğudan Ruslar, Türkiye’yi çoktan kuşatmışlardı. Bu düşünceleri de gerçekleştikten sonra Türklerin kafasına öldürücü darbe vurulabilir, İstanbul ve Kudüs kurtarılabilir, Türkler geldikleri yere yollanabilirdi. Ancak Osmanlı Devletinin bulunduğu mevki o kadar mühimdi ki, Avrupalıların hiçbiri diğerinin kendisinden fazla bir şey koparmasına göz yumacak gibi değillerdi. Bu sebepten Şark Meselesinin bir dönemini teşkil eden, Avrupa’da “Hasta Adam” olarak görülen Osmanlı bir müddet daha yaşatıldı. Bunun için I. Dünya Savaşına kadar ülkeler bekledi.
Aslında Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti tarihçileri, I. Dünya Harbi çıkmadan daha evvel büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesi üzerine gizli planları ve andlaşmalarının mevcut olduğunu çok iyi bilirler. Savaşın arifesinde Osmanlı devlet adamlarının Rusya ve diğer Avrupa ricaliyle yaptığı görüşmeler ve bunlardan bir sonuç çıkmadığı ortada iken; bugün bilip-bilmeden herkes harbe girmenin suçunu Enver Paşa’ya atmakta ve ona insafsız bir şekilde saldırmaktadır.
Harp öncesi Osmanlı Devletinin genel durumuna şöyle bir bakacak olursak; Osmanlı memleketi 93 Harbi, Trablusgarb ve Balkan Savaşları gibi peşi sıra ortaya çıkan savaşlardan yenik, perişan ve bir o kadar da toprak kaybıyla ayrılmıştı. Türk ordusunun elinde doğru dürüst silah kalmadığından başka, Osmanlı iktisadi ve siyasi açıdan da bir karmaşa yaşıyordu. Hakikatta Avrupa’nın gözünde “hasta adam” vaziyetindeki bu devletin sonu hakkında bir takım tereddütler vardı. Kimi tamamen ortadan kaldırılarak topraklarının paylaşılmasını düşünürken, kimisi de biraz daha yaşaması taraftarıydı.
Bunlar bir yana zaman zaman ileri Avrupa devletleri düzeyine ulaşmak için bazı adımlar atılmaya çalışılmış ise de, Türkler o denli geriydiler ki, kısa bir süre de Avrupa’yı yakalamaları imkânsız gibi görünüyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devletinin zayıflığının sebebi esasında bu idi.
Netice itibarıyla I. Dünya Savaşının patlak vermesi kaçınılmazdı ve harbin büyük bir kısmının Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde olacağı da aşikârdı. Çünkü o zamanki dünyayı incelediğimizde ne Fransa’nın, ne de İngiltere’nin ham madde açısından bir üstünlüğü yoktu. Aynı durum Almanya için de söz konusuydu. Böylece zengin Osmanlı topraklarının birtakım saldırılara uğraması, o dönemin şartları göz önüne alınınca gayet normaldir. Bu da demektir ki, Türk ülkesi bölünecekti. Ama mesele bu paylaşımda kime ne düşeceğiydi. İşte bu noktada Almanya ile diğer Avrupa devletleri anlaşamıyordu. Yeni yeni güçlenen ve sanayileşme atılımı içindeki Almanya’yla, eski dünyanın hâkim kuvvetleri Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkeler karşı karşıya gelmişti. Amaçları da bir yeraltı ve yerüstü serveti halindeki Osmanlı memleketine sahip olmaktı. Hele yüzyılın sonuna doğru vazgeçilmez bir enerji kaynağı olarak ortaya çıkan petrol herkesin iştahını kabartmış, ağızların suyu akarak Osmanlı Devletinin topraklarına göz dikilmişti.
Elbette Osmanlı devlet adamları tehlikenin farkındaydı ve Avrupa’nın en önemli silahlı gücü vaziyetindeki Rusya ve İngiltere ile ittifak yapma yollarını aradı. Fakat bu ülkeler onunla anlaşma yapma niyetinde değillerdi. Zaten ikisi de Osmanlı arazisini nasıl ele geçiririz rüyalarını görüyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti, Almanya’yı tercih etmek zorunda kalmıştı. Hem Avrupa ülkeleri arasında Osmanlı’dan tek toprak talebinde bulunmayan devlet de Almanya idi. Buna rağmen Osmanlılar arayışlarını sürdürdüler. Ancak iktidarı elinde tutanların Türk ülkesini iyi yönetemeyeceklerini düşünen İngiltere, gelen elçilere pek yüz vermediği gibi, onları devamlı atlattı.
İngiltere’nin yanı sıra Osmanlı dışişleri görevlileri Fransa ile de ikili görüşmelerde bulundu. Bu arada Rus çarına da ittifak teklifi götürüldüyse de, her yerden eli boş dönüldü. Bütün bunlara karşın Osmanlı devlet adamları son ana kadar Almanya ile bir anlaşmaya varmadılar. Nihayet Avrupa’da savaş çıkınca onlar da 2 Ağustos 1914’te Almanya ile bir ittifak imzaladılar. Osmanlı’nın hali, denize düşen adamın yılana sarılmasına benziyordu.
Bu anlaşmaya göre Rusya, Almanya’ya savaş ilan ederse, Türkiye Almanya’nın yanında yer alacak, buna karşılık Almanlar da Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün korunmasına uğraşacaktı. Henüz harbe hazır olmadıklarını düşünen Türkler, sonuna değin Almanya ile işbirliğini gizli tutmaya çalıştılar Bu sırada Osmanlı Devleti İngiltere’den adları Reşadiye ve Sultan Osman olan ve paralarını da peşin ödediği iki gemi sipariş etmişti. Fakat İngilizler bunlara el koyarak, düşmanlıklarını göstermekten çekinmediler. Ama bu arada Almanlar, Türkleri kendi saflarında harbe girmeleri için sıkıştırmaya başladılar. Daha sonra Wangenheim, Osmanlı Hükümetinin savaşa katılmasını sağlamak için Tarabya’daki Alman Sefaretine öğle yemeğine Sadrazam ve Hariciye Nazırı Sait Halim, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver, Bahriye Nazırı ve 2. Ordu Kumandanı Cemal Paşalarla, Dahiliye Nazırı Talat ve Meclis-i Mebusan Reisi Halil Beyler gibi ileri gelenleri davet etmişti.
Tedbiri elden bırakmayan Enver Paşa, her şeye rağmen 5 ağustosta Ruslarla yeniden anlaşmak için irtibata geçti. O, Kafkasya’daki Türk askerini çekeceğini, Balkan ülkeleriyle Rusya arasında bir savaş çıkarsa, Ruslara yardım edeceğini ve Almanları Türk topraklarından uzaklaştırabileceğine dair teminat veriyordu. Buna karşılık Trakya ile Adalar Denizi’ndeki bazı yerleri istedi. Bu sırada İngiltere’yle tekrar anlaşma zeminleri arayan Cemal Paşa’nın çabaları da boşa çıktı. Almanya’nın dışındaki hiçbir ülke Türklerin dostluk elini sıkmamıştı.
İşte bu şartlar içinde Türkler savaşa girmekten başka çıkar yol bulamayınca, 29 Ekim 1914’te Goben ve Breslav adlı iki Alman harp gemisine Türk bayrağının çekildiğini ve Karadeniz’deki bazı Rus limanlarının topa tutturulduğunu görüyoruz. Bir an önce Türklerin savaşa girmesini isteyen Almanya bu hale çok sevindi. Çünkü birkaç cephede çarpışan Almanların başı dertte idi ve iyice bunalmışlardı. Bu durumda Türkler, Ruslara karşı bir cephe açarlarsa, Rus kuvvetlerinin büyük bir kısmı doğuya kayacak, bu suretle batıda Almanya ile Avusturya rahat bir nefes alabilecekti. Süveyş Kanalının müdafaası ve Arap yarımadasındaki mücadele yüzünden de İngilizler mühim bir askeri gücü bu cepheye kaydıracak ve buna binaen de Almanlar İngilizlerle daha fazla uğraşacaklardı.
Tabi bu arada Müslüman dünyasının göz bebeği Osmanlı Devletinin birtakım Hrıstiyan ülkeler tarafından saldırıya uğraması, İngiltere ve Rusya gibi imparatorluklar dâhilinde külliyetli bir İslam nüfusu barındıran devletler için hiç de iyi değildi. Her ne kadar I. Dünya Harbi esnasında Müslümanlar ortak hareket edememişse de; bilhassa Rusya’daki 1916 yılı ayaklanmaları ve Hindistan’daki Müslüman nümayişleri her iki devletin de başını ağrıtmaya yetmiştir.
Bilindiği üzere, neticede Osmanlı Devletiyle aynı safta savaşa katılan ülkeler teslim olunca, Türkler bir başına harbi sürdüremeyeceklerini anladılar ve onlar da silahlarını bıraktı. Birinci Cihan Harbinin ilginç taraflarından birisi de, bütün cephelerde zaferler kazanan İngiliz kuvvetlerinin en büyük yenilgileri Türkler karşısında almış olmalarıydı. Harbin uzamasına neden olan Türklere bunun hesabını ödetmeyi kafaya takan galipler, işte bu sırada Şark Meselesinin başka bir ayağı olan ve halâ üzerinde çalıştıkları Sevr’i Türklerin önüne koydular.
Türkiye’nin parçalanarak, dağıtılmasını amaçlayan ve Türkleri Anadolu Yarımadasından sürüp, çıkarmayı hedefleyen Sevr Andlaşması (1920) İstanbul hükümetince imzalanmasına rağmen, bilindiği üzere Türkiye Türkleri hiçbir zaman buna razı olmamış, Mustafa Kemal’in önderliğindeki bir yükselişle, Sevr müsveddelerini tarihin karanlığına atmışlardır.
Türkiye’nin son yıllarda hem bir bocalamaya girmesi, hem de kabuğunu yırtarak, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Orta Doğu, Kafkasya ve Asya coğrafyasında etkili bir konuma gelmesinin önünün alınması amacıyla, Sevr’in eski hamileri yeniden bu andlaşmayı tuvalet çukurundan çıkararak, biraz temizleyip, biraz da süsleyerek Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da üstü çizilen hükümleri Türk milletine zorla da olsa kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bunu gerçekleştirmek için Türk milletinin ve devletinin çok daha kötü durumlara düşürülmesi kararlaştırılmış ve bu yüzden de birtakım aracı etkenlerin kullanılması yoluna gidilmiştir ki; bunlardan birisi Kürtçülüğü kaşımak (tıpkı Musul’un elimizden koparılışı sırasında çıkarılan Şeyh Sait ayaklanması gibi), biri Ermeni soy kırımı yaptıkları yolundaki iddialara Türklerin sahiplenmesini sağlamak ve büyük Ermenistan için Türklerden toprak istemek (ki, büyük Ermenistan’ın yaratılmasında Azerbaycan ve Türkiye taraflarında ancak yayılma gerçekleşebileceğini herkes bilmektedir), birisi de bugün Anadolu’da çok az sayıda olan Ortodoks Hrıstiyan cemaatinin diriltilerek, Türkiye içerisinde otonomik haklar vermektir. Bunlar ta 19. asrın başlarında yürürlüğe konan planlardı.
Nitekim 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Ermenilerden özür dilenmesi, dini azınlıkların vakıflarının iadesi, Tevhid-i Tedrisat Kanununa aykırı olarak, azınlıklara birtakım ayrıcalıklı eğitim hakkı verilmesi batı’nın adım adım Türklere Sevr’i kabul ettirdiklerinin göstergesidir.
Birinci Dünya Harbinden sonra Şark Meselesine ABD de dahil oldu. Bugün Türkiye’nin zayıflatılarak, Anadolu topraklarının bölünmesi gündemdedir. Başta Amerika ve Avrupa Birliği Orta Doğu, Kafkasya ve Asya’yı yüzlerce yıl hiçbir sorun çıkmadan yönetebilmeyi düşünüyorlar. Bunun adımları yavaş yavaş atılmaktadır. Afganistan’a nüfuz edilmesi, Irak’ın işgali, Suriye ve İran’ın da dize getirilmesinden sonraki hedef Türkiye’dir. Ama, Amerika Birleşik Devletleri ne Dünya Savaşlarında ne de değişik bir yerde Türkiye ile birebir sıcak çatışma içerisine girmediğinden dolayı halâ Türkiye’den ürküyor. Bunun için de, Türkiye’nin kendi kendine tasfiyesi hususunda bütün gizli planlarını ve imkânlarını seferber etmiş durumdadır. Amerika’nın geçmiş yıllardan hatırlandığı üzere önce Taliban’ı desteklemesi, şimdi Kürtlere siyasi bağımsızlık sözleri vermesi ve onları yönlendirmesi, Ermenistan’ın genişlemesine ve ekonomik olarak rahatlamasına çalışması, Karadeniz, Adalar Denizi ve Akdeniz’de Rum nüfuzunu artırma gayretiyle, Türkiye’nin elinin kolunun bağlanarak, ABD’ye muhtaç duruma getirilmesinin altında, gerçekte dünya hâkimiyetinde Batı ve Hrıstiyan dünyasının öne çıkarılmasından başka bir şey yoktur.
Bugün Türkiye, Önasya’da Hrıstiyan Ortodokslar, Arap ve Fars milliyetçileriyle, Rus şovenizminin baskısı altında kaldığı gibi, son zamanlarda ABD’nin Irak’ı işgali ve buraya tamamen nüfuzuyla beraber, güneydeki Kürtleri kullanması suretiyle kıskaça alınmış vaziyettedir. Yarın-birgün üç tarafı deniz olmasına rağmen, Türkleri buralara bile çıkarmama durumu doğabilir. Bu yüzden başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, bölgede güvenebileceğimiz devlet ve topluluklarla siyasi münasebetlerin kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Tehlike, Türkiye’nin kapısını çalıyor. Esasında aynı trajediyle Türk Cumhuriyetleri de karşı karşıyadır. Herne kadar Asya’nın ortasında stratejik bir konumda bulunuyorlarsa da, coğrafi olarak kuşatıldıkları gibi, hiçbir açık denizle de bağlantıları yoktur. Türkiye onlar için her bakımdan bir müttefiktir. Dolayısıyla Şark Meselesini veyahut da bugün adına ne deniyorsa Türklerin aleyhine yürütülen planları boşa çıkarmak için sadece Türkiye’nin değil bütün Türk Dünyasının gözlerini çok iyi açması gerekiyor.
[publicize twitter][publicize facebook][category araştırma]
[tags ARAŞTIRMA DOSYASI, PROF. DR., SAADETTİN GÖMEÇ, ŞARK MESELESİ]

1 Kasım 2014 Cumartesi

AĞRIYAN KAFADAN SIZINTILAR; Prof. Dr. Salih Şimşek

AĞRIYAN KAFADAN SIZINTILAR
Prof. Dr. Salih Şimşek
Prof. Dr. Salih Şimşek
Fazla 'şey' bilmek, bazen zararlı olabilir.
Evet, güneşin doğması için sebep mi var ki?
Allah, hiç bir kulunu, ‘omurga kaybı'na uğratmasın!
Az ile ‘yetinme’ kadar, güzel bir şey olduğunu düşünmüyorum.
Hâlâ gevelemeye devam ediyor bir mübarek varlık. Bari biraz sussa…
Güzel dostlarınız varsa kıymetini bilin. Yoksa da 'yok' olduklarını unutmayın!
İçimizden bazıları her şeyi çok iyi bilirler. Öyle bilirler ki bilmediklerini bile bilirler.
Başka coğrafyalardan bir coğrafyada, başkaların hayatlarından bir hayat nasıldır ki?
Aynı dili konuşmayanların aynı mekânda olmamaları gerekir. Trene bakanlar gibi bakışmalarının anlamı yok ki
Korkunun ecele yokmuş… ‘İki saniye sonrası için garantisi olmayan bir hayat için’ korkmaya gerek var mı, sevgili Dostlar?
Her dönem, her gün belki de gündemler değişir. Bu işin tabiatı gereği… İnşallah bizler gündem gereği bozulmaz ve fıtratımızda sebat ederiz.
Güzel ülkemde partisiyle ve mensubuyla muhalefetimizin bir gün de İktidar Partisi’ne  'bunu iyi yaptınız' dediği günü görürsem eğer, mutluluktan uçacağım! Hadi ne olur bir defa da olsa beni mahcup edin!
Ülkemin güzel insanlarından  ‘unvan’ sahipli olanların büyük bir kısmı öyle mütevazıdırlar (!) ki dostlarına yazdıkları bayram ve kandil tebriklerinde bile, isimlerinden önce kocaman kocaman unvanlarını yazarlar.
Havalar sıcak… Ruhum gergin… Kafam karışık… Yüreğim yanıyor… Çıksam yollara da Dünya’nın Kuzey uzundaki, Kuzey Sibirya’daki Yamal Yarımadası’nda yaşayanların yanına gitsem… Yüreğim soğur mu ki?
Şu âlemde herkes ‘başarılı’ olmaya çalışıyor. Neden böyle yaparlar ki? ‘Başarılı’ insanlar kıskanılır, dedikodusu yapılır, yeri gelir ayağı kaydırılmaya çalışılın. Hâlbuki ‘başarısız’ olanların böyle bir derdi yoktur. Onlarla kimse ilgilenmez, kıskanılmaz ve ayağı da kaydırılmaya çalışılmaz. Ne dersiniz? Haklı mıyım?
Benim güzel ülkemde öyle ‘mübarek insanlar’ vardır ki; bir yazarın siyasî görüşünü öğrenmeden önce, yazdıklarına bakarak o kadar mutlu olurlar ki onu ‘İDOL’ ve ‘MELEK’ veya ‘FİLOZOF’ olarak nitelendirirler. Yazara övgü üzerine övgü mesajları gönderirler. Bir süre sonra onun siyasi görüşünün kendisine uymadığını görünce, bir süre önce ‘idol’ veya ‘melek’ veya olumlu anlamda, hikmet sahibi ‘filozof’ dediği aynı kişiyi, ‘ŞEYTAN’ olarak görmekte mahzur görmez. O artık, kafası çalışmayan, olayların ve insanların farkında olmayan bir ayak-takımıdır. Mübarekler, insanoğlunun hepsi sanki birer ‘ROBOT’ olup farklı düşünmeyecekler… Bu durum, ülkemin ‘okumuş’ taifesinde çok yaygındır. Bu fikri plandaki ‘ifrat ve tefrit’ten (aşırılıklardan) kurtulmadıkça işimiz çok zor… Orta yolu ne zaman bulursak, işimiz o zaman kolaylaşacaktır!
Ahh, ahh…
Kafam! Sen bu sızıntılardan doğan ağrıdan bir an önce kurtulsan ne olur sanki?
Bazılarına göre abuk sabuk konuşmaktan kurtulman için ne yapmak gerekir ki?

23 Ekim 2014 Perşembe

Dünyanın En Ünlü ve En Güçlü “Önde Gelen” İstihbarat Teşkilatları

Dünyanın En Ünlü ve En Güçlü “Önde Gelen” İstihbarat Teşkilatları
Ülkelerin güvenliği için kurulan istihbarat teşkilatları Devletler arasında bulunan tehlikeleri yok etmeyi amaçlayan gizli ve gizemli kuruluşlardır. İçlerinde bulunan "özel eğitimli" ajanlar ve "istihbarat elemanları" ülkelerinin menfaati ve güvenliği için operasyon yapar ve bilgi toplarlar.

Dünyadaki birçok ülke iç ve dış tehditlere karşı kendi güvenliklerini sağlamak amacıyla istihbarat servisleri kurmuşlardır. Bu bilgi edinme servisleri çok geniş yetkilerle ülkelerinin düşmanlarına üstünlük sağlamak için çalışmaktadırlar. Bu istihbarat teşkilatlarında çalışan ajanlar başka ülkelerde gizli faaliyetler yaparak ülkelerinin güvenliği için bilgi toplamaya devam etmektedirler. İşte, dünyanın önde gelen istihbarat servislerinden bazıları…
1. CIA – Amerika Birleşik Devletleri

Central Intelligence Agency (Kısaca: CIA; Türkçe: Merkezi İstihbarat Teşkilatı), 1947’de ABD başkanlarından Harry Truman döneminde kurulan, ABD’nin birimleri için gereken ABD dışı ülkelerle ilgili istihbarat bilgilerini toplayan kurumdur. Merkezi Virginia eyaletindeki Langley’de bulunmaktadır. Direktörlüğünü John Brennan yürütmektedir.
2. MSS – Çin

MSS ( Devlet Güvenlik Bakanlığı ) Çin Halk Cumhuriyetinin ana güvenlik kurumudur. Devlet güvenliğine karşı suç işleyenleri polis teşkilatı tutuklayabiliyorken, bu teşkilata mensup ajanlar da polis gibi tutuklama yapma yetkisine sahiptir. Çin istihbaratının ana sorumlulukları siyasi güvenlik, yabancı ülkelerde karşı istihbarat, Çin halkını korumak, yabancı casuslar ile hükümeti devirip devrim yapmak isteyenlerin faaliyetlerini önlemektir.
3. MOSSAD – İsrail
Mossad, İstihbarat ve Özel Operasyonlar Enstitüsü isimli İsrail gizli servisinin kısa adıdır. Sembolik olarak on iki casus olayıyla kurulan Mossad resmi olarak 18 Eylül 1947’de kurulmuştur. Merkezi Tel-Aviv’dedir. Mossad tarafından doğrulanmasa da, Victor Ostrovsky’e göre, Mossad’ın sleeper yani uyuyan personeller dahil 30.000’e yakın istihbarat personeli vardır. Kendi içerisinde de bölümlere ayrılır. Mossad’ın İbranice anlamı enstitüdür. Mossad, genel olarak dış istihbarat konularında görev yapar. İç istihbarat alanında Shin-Bet (Şabak) isimli kurum faaliyettedir.
4. RAW – Hindistan

Hindistan istihbarat ajansı Araştırma ve Analiz Wing veya RAW olarak bilinir. RAW 1968 yılında temel amacı komşusu Pakistan hakkında istihbarat toplamak için kurulmuştur. Dünyada 8 binden fazla ajanı olduğu düşünümektedir.
5. CSIS – Kanada

Kanada’nın güvenlik ve istihbarat servisidir. ABD dahil diğer ülkelerin istihbarat örgütleri ile birlikte çalışır.
6. DGSE – Fransa

Direction Générale de la Sécurité Extérieure (DGSE) (Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü), Fransa’nın istihbarat teşkilatıdır. 2 Nisan 1982’de 82-306 sayılı tamim ile eski teşkilat olan Service de Documentation Extérieure et de Contre-Espionnage(SDECE)’ın yerini aldı. Sloganı “partout où nécessité fait loi”, “zaruretin kanunu yarattığı her yerde” oldukça saldırgan bir anlam taşır.
7. GRU – Rusya


















GRU, Rusya Federasyonu Silahlı Kuvvetler Genelkurmayına bağlı askeri istihbarat teşkilatıdır. Daha öncesinde Sovyetler Birliği’nde Kızıl Ordu’ya bağlıydı. GRU Rusya’nın en büyük istihbarat teşkilatıdır.bŞu anda istihbarat teşkilatının başında korgeneral Aleksander Şlyahturov bulunmaktadır. GRU sonradan Kızıl Ordu’nun sivil yöneticisi olan Leon Troçki tarafından 21 Ekim 1918’de kuruldu. İlk kurulduğu yıllarda Kayıt Müdürlüğü olarak bilinirdi ve ilk başkanı Semyon Aralov’du.
8. MI6 – Birleşik Krallık

Secret Intelligence Service (Gizli Haberalma Servisi), MI6 (Military Intelligence Section 6) (Askeri İstihbarat Bölüm 6) olarak bilinir. MI6 adı geçmişte bu servisin askeri istihbaratın bir birimi olarak örgütlenmesinden gelir. Bugün resmi durumu ve hiyerarşik yapısı değişmesine karşın kamuoyunda bu adla anılmayı sürdürür. Birleşik Krallık’ın haberalma kuruluşlarından biridir. Görevi dış istihbarat faaliyetleridir. Bu konuda tek istisna Kuzey İrlanda’dır. Stratejik durumu nedeniyle Kuzey İrlanda’da haberalma görevi MI6’ya aittir.
9. ISI – Pakistan
Pakistan’ın istihbarat servisi olan ISI, 1947 yılındaki Hint-Pakistan savaşı sırasında zayıf olduğu askeri istihbarat gücünü arttırmak amacıyla 1948 yılında kurulmuştur. 11 Eylül saldırılarından sonra Amerikan İstihbarat Örgütü CIA ile birlikte Taliban ve El-Kaide’ye karşı birlikte çalışma yapıyorlar.
10. BND – Almanya
Almanya’nın gizli haber alma servisidir. Kontrol edildiği yer Reichstag’dır. Karargahları Münih ve Berlin’dedir. 6.050 personeli vardır. Şuanki başkanı Ernst Uhrlau’dur. Kurucusu ünlü Nazi casusu Reinhard Gehlen’dir. Almanya’nın 300 yerinde casus evleri vardır. Bundeswehr’in %10 mensuptur. Amt für Militärkunde (Ordu Bilim Ofisi) adlı bir bölümü vardır. Bütçesi 430.000.000 €’dur. Soğuk savaş döneminde Batı Almanya’nın Sicherheitsdienst Doğu Almanya’nın Stasi olarak iki istihbarat servisleri vardı ve Berlin Duvarı yıkınlınca tek çatı altında toplanarak “Bundesnachrichtendienst” adı altında birleştiler.
[publicize twitter] [publicize facebook] [category istihbarat] [tags İSTİHBARAT DOSYASI, Dünya, İstihbarat Teşkilatları]