23 Aralık 2019 Pazartesi

Ekmeğini taştan çıkaran sanatçılar.


ÇALARAK EKMEĞİNİ KAZANANLAR

Ekonomik koşulların gittikçe ağırlaştığı ülkemizde, para kazanmanın yolları bitmiyor.

Becerikli olan, çalışma azminde bulunan ve ellerinde sanatı olanlar kolay kolay bu koskoca MEGA kentte aç kalmazlar.
Manevi gücü yüksek olan insanlarımız, emek harcayarak para kazanma peşinde olanlara her zaman desteğini vermiştir.
İstanbul gibi büyük şehirlerde artık genç müzisyenler ve emekli olmuş müzik sanatçıları ile görme özürlüsü olan, ancak her türlü çalgıyı çalabilen ve söyleyebilen sanatçılar, metroların girişlerinde, yolcu gemilerinde müzik çalarak halkın gönlünden kopan para ile geçimlerini kazanırlarken, şimdi de metro’ların içlerinde sanatlarını icra etmeye başladılar. 
Faruk Poyraz, Samet Eliçabuk ve Onur Aksoy adındaki gençler, büyük cesaret ve onurlu davranışları ile Marmaray'ın vagonlarında müzik ziyafeti vermeye devam etmişler.
Ülkemizin içerisinde bulunduğu ekonomik koşulların zorluğunun yanında, geleceklerinden kuşku duyan ve yüzleri gülmeyen yolcular, gençlerin söyledikleri neşeli müzikler ile yolculukları esnasında müzik ruhlarının gıdası olmaktadır.

Keşke her sokak başında, her caddede, parklarda, bahçelerde, her yerde müzikler çalınsa, danslar edilse, halk huzur ve mutlu bir yaşam sürse, (Küba gibi) güzel olmaz mı?
2020 yılı zamlarla gelirken, ülkenin huzur ve mutluluğunu sokak sanatçıları bir nebze de olsa gidermekte başarılı olabiliyorlar mı, bunu da halka sormak gerek!

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRK HALKI MEHMETÇİĞİN HER ZAMAN ARKASINDADIR.



TÜRK HALKI MEHMETÇİĞİN HER ZAMAN ARKASINDADIR.

Türk ordusu Peygamber ocağıdır. Türk askeri kahramandır, yiğittir. Vatanı uğruna canını seve seve verir.
Anadolu insanı ise her zaman Türk askerine sahip çıkmıştır.
Tekirdağlı  Erhan Kılınç'ın yeğeni 20 yaşındaki ERTUĞRUL CANDAN  askerliğini yapmak üzere Erzincan’daki askeri birliğe teslim olmak üzere yola çıkmıştır.
A Haber Basın Yayın Reklam A.Ş.  Yönetim Kurulu Başkanı U.B.M Uyuşturucu Bonzai ile Mücadele Spor Klübü Derneği Genel Başkanı AHMET AKAY telefon eder Erzincanlı Levent Okumuş dostuna. “Sana bir yiğit gönderiyorum, ona sahip çık ve vatani görevini yapacak genç yiğidi birliğine teslim et” demiştir.
MODERART MOBİLYA’NIN SAHİBİ Levent Okumuş ve Erzincan halkının Türk askerine ve Türk ordusuna olan desteğinin içten ve gönülden her zaman var olduğunu gösteren Levent Okumuş, Tekirdağ’lı ERTUĞRUL CANDAN’A sahip çıkmıştır.

Levent Okumuş genç askerin dertleri ile ilgilenmiş, bütün ihtiyaçlarını karşılamış, askeri birliğine kadar götürmüş, ailesini aratmamış, görüş günlerinde sabahtan akşama kadar bekleyerek Tekirdağlı Ertuğrul Candan’ı yalnız bırakmamıştır.
Moderart Mobilya’nın sahibi Levent Okumuş ve ailesinin yaptığı bu hizmetler Ahmet Akay’a değil Türk Ordusuna ve Türk Ordusunun neferine yapılmış hizmettir.
A Haber Basın Yayın Reklam A.Ş.  Yönetim Kurulu Başkanı U.B.M Uyuşturucu Bonzai ile Mücadele Spor Klübü Derneği Genel Başkanı AHMET AKAY “
Yapılan hizmet AHMET AKAY’A değil TÜRK ORDUSUNA ve Orduya yeni katılan Türk Askerine yapılmıştır. Demiştir.” Ve devamla: “Askere giden vatan evlatları, bu vatanın savunması için seve seve canlarını vermekteler. PKK ve benzeri terör hareketlerinin devam ettiği ülkemizde, emperyalist güçlerin de destek verdiği teröristler, genç yavrularımızı şehit etmekteler.
Ancak, bütün dünya şunu bilmelidir ki, Türk milleti her zaman ordusunun arkasındadır, Ordumuz bugüne kadar şanlı zaferlere imzasını atmıştır, bundan sonra da atacaktır. Bizler Türk milleti olarak askerimize de, ordumuza da, dinimize de, dilimize de sahip çıkmak zorundayız,” demiştir.


23 Haziran 2019 Pazar

Zengin ülke denilen Hollanda'da Yoksulluğun başkenti: Amsterdam


Yoksulluğun başkenti: Amsterdam

Orhan Selim Bayraktar-Hollanda
(Amsterdam)
Orhan Selim Bayraktar
Böyle bir başlık insanımızı gülümsetmez mi?
Dünyanın kişi başına gelir düzeyi en yüksek ülkelerinden birinde yaşayacaksın ve yoksul olacaksın. 
Yoksullar kendilerinin yoksul olduğunu bilmezlerse ne olacak? 
Birilerinin onlara bölüşümde bir eksiklik, bir yanlışlık olduğunu anlatması gerekmez mi?

Yoksullukla Mücadele Platformu Batı Amsterdam’da bir akşam toplantısı düzenledi. 
Katılımcı listesinde bölge belediye başkan yardımcıları, hukukçular, uzmanlar, semt evi çalışanları, gönüllüler ve yoksullar da olmak üzere, beyin fırtınasına hazır, her yelpazeden Amsterdamlılar vardı. Surinam’dan, Afrika’dan Asya’dan, Türkiye’den, Fransa’dan, Balkanlar’dan insanlar... 

Amsterdam'da yoksulluk içerisinde yaşayanlardan bir aile.
Sorun önce tanımlanmalıydı. 
Yoksulluk neydi? 
Neden yoksuldular?
Tartışmasız kabul gören anlayış; “Eğer dünyanın herhangi bir yerinde yoksulluğa bir çözüm bulunabilse, o ülke kesinlikle Hollanda olabilir.” 
Yoksulluk kendiliğinden oluşmuyor, yoksulluk toplum olarak zenginliği adil paylaşmamızdan kaynaklanıyor.
Genel Hollanda istatistiklerine göre, her dokuz çocuktan biri, yoksulluk içinde ve biz buna göz yumuyoruz. Hollanda toplumunun bu konuda sessizliğinin nedeni, herkesin zaten eşit fırsatlara sahip olduğu düşüncesi mi?
Her insanın, kurumun, grubun kendine özgü bir yoksulluk tanımı olacağı aşikâr. Bunları sırayla yazıp farklılıkları hep beraber tartışarak bulmak doğru olacaktı. Sonunda şu tanım kollektif benimsendi.
Eksik olanlar şunlar belirlendi:

- Kesin yoksulluk.

- Geçici yoksulluk.

- Yoksulluk bir mantalite duygusu.

- Gizli yoksulluk, yakın çevre tabuları.

- Yoksulluğun yeniden tanımlanması gerek bu yalnızca ekonomik yetersizlik değildir.

- Yoksullukla mücadele toplum için bir kazanç olacaktır. Ekonomik katkı büyüyecektir.

- Farkındalık ve kabulleniş başlangıçtır.

- Çalışanların yoksulluğunu düşünmek gerek.

- Yoksulluğun sayısal olarak bilinmesi gerek.

- Yoksulluğu maddi yetersizlik, bilgi eksikliği, toplumsal eşitsizlik olarak görmek gerek.

Bu tanımlamalar yurttaşlar tarafından ifade edildi. 
Amsterdam’da var olan yoksulluk yalnızca ekonomik boyutlu olamazdı. 
Bir sosyal, kültürel boyutu ve yoksulluğu da olmalıydı. 
Çözümler sıralanırken Rotterdam’ın Avrupa’nın kültürel başkenti olduğu dönemdeki, kültürel yoksullukla mücadelesi bir örnek olarak gösterildi. (Söz gelimi, hayatında hiç operaya gitmemiş insanlara bu şans tanındı. Sanata Evet operasyonu toplumda yıllarca süren izler, gelenek ve alışkanlıklar bıraktı. )

Gruplara ayrılan katılımcılar şu çözümleri ürettiler:

- Eğitimdeki yetersizlikler aşılmalı.

- İnsan Hakları ihlalleri, ayrımcılıklar bitirilmeli.

- İş dünyasının ilgisizliğine çözüm üretilmeli.

- Gönüllü işleri ücretlendirmeliyiz. 

- Bilgi yoksulluğunu bitirelim.

- Ebeveynleri eğitelim.

- Yoksullara umut verelim ve ufuklarını açalım.

- İş yaşamına başlangıç eşitliği sağlansın.

- Her etnik grubu kendi dillerinde aydınlatalım (160+ dil).

- Eşitlik ilkesini tüm konumlarda kullanalım.

- Ön yargıları bitirelim.

- Yoksulluğa desteği yalnızca eğitim, bilgi ve mali kaynak aktarımı olarak değil, aynı zamanlarda başka biçimlerde de yapabiliriz. Sosyal konutları güneş enerjisi desteğiyle donatalım. Elektrik, gaz masrafları azaltılsın.

Çevre yatırımı

Aslında gerek Hollanda konut sistemi ve Hollanda İmar Yasası yoluyla, belediyelerin organize ettiği, imar izni verdiği sosyal konut projelerini yalnızca güneş enerjisiyle baştan donatmak, kullanıcılarına ve ekonomiye farklı bir destek verebilirdi. 
Kışın suyun güneş enerjisiyle 7 derece ısıtılması bile semti düşündüğünüzde çok büyük bir enerji kazanımı sağlayacaktı. 
Güneş enerjisinden elde edilecek elektrik, yoksul ailelere yeni bir gelir desteği sağlayacaktı. Sorun güneş enerjisini sonradan sübvanse etmek yerine, baştan verilen bir sübvansiyonla çözülebilecekti. 
Bunun için imar planı değişikliği de gerekmiyordu. Gerçekte bir çevre yatırımı oluyordu. 
Katılımcı başkan yardımcıları görüş bildirmediler ama dikkatle konuşmaları not ettiler. Hollanda İstatistik Bürosu rakamlarına göre, Türkler, Faslılar ve Antilliler emsallerine göre yüzde 25 daha az kazanıyor. Üç ana neden sıralanıyor; iş pazarında ayrımcılıkla mücadele, eğitimlerin diplomalandırılması, iş sözleşmelerinin süresiz olabilmesi.
Akşamı yemekle ve müzikle bitirdik. Bir çok katılımcı bilgilerini ve bakış açılarını zenginleştirmişti. 
orseba@gmail.com
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

Zengin ülkede yoksulluk!

Hollanda’da son beş yılda 2 milyon 500 bin insanın yoksulluk sınırının altında yaşadığı açıklandı. Hollanda İktisadi Araştırmalar Enstitüsü, yoksulluğun en çok mağdur ettiği kesimin ise kadınlar ve çocuklar olduğunu rapor etti.
Yoksulluk raporuna göre, çocuklarda yoksulluk ve sosyal dışlanma riski son beş yılda yüzde 1,5 artarak yüzde 17’ye yükseldi. Toplam 604 bin çocuk yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Raporun altına imza atan uzmanlar, çocuklar için sunulan imkânların yeterli olmadığı, sosyal altyapının ihtiyaçları karşılamadığı tespitinde bulundu. Yoksulluk ağırlıklı olarak kentsel dezavantajlı mahallelerde daha fazla. Bu durum toplumdaki diğer gruplardan tecrit riski taşıyor. İşgücü piyasasında ve eğitimde eşit olmayan durumlar ortaya çıkarıyor. Hollanda İktisadi Araştırmalar Enstitüsü’nün verilerinden faydalandığı Platform31 Direktörü Hamit Karakuş, yoksullukla eğitim, işgücü katılımı ve konut gibi alanlarda etkili bir biçimde mücadele edilebilmesi için öneriler de bulunduklarını söyledi.
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

Özgürlükler şehri: Amsterdam (Amsterdam gezilecek yerler)Red Light bölgesi, son derece turistik bir atraksiyon olan Madame Tussaud Müzesi, Dam Meydanı, her köşe başında satılan lale tohumları ve Hollanda tahta terlikleri… Amsterdam’ın turistik ikonları olan tüm bu 'klişe'lerden yeterince bahsedilmiş olmalı. Bu yazı ise naif bir Amsterdam üzerine. Brandlifemag.com editörlerinin gözünden özgürlükler şehri Amsterdam...


Amsterdam’da ‘legal’ olan pek çok şeyi yaşayabilme rahatlığı, sex shop’lar ve bilinen tüm diğer ‘özgürlükler’; son derece çılgın kostümlerle şehrin sokaklarında dolaşıp, bekarlığa veda partisi yapan erkek grupları başta olmak üzere, şehri pek çok insan için cazibe merkezi haline getirse de daha az turistik sokaklarda ve semtlerde zaman geçirerek, hatta biraz da köylere, kasabalara uzanarak, Amsterdam’lı biri gibi yaşamanın ucundan da olsa tadına bakmak, çok daha iç ısıtan bir deneyim.
Amsterdam’da ‘legal’ olan pek çok şeyi yaşayabilme rahatlığı, sex shop’lar ve bilinen tüm diğer ‘özgürlükler’; son derece çılgın kostümlerle şehrin sokaklarında dolaşıp, bekarlığa veda partisi yapan erkek grupları başta olmak üzere, şehri pek çok insan için cazibe merkezi haline getirse de daha az turistik sokaklarda ve semtlerde zaman geçirerek, hatta biraz da köylere, kasabalara uzanarak, Amsterdam’lı biri gibi yaşamanın ucundan da olsa tadına bakmak, çok daha iç ısıtan bir deneyim.

Şehrin ana kanallarının birine bakan, yüksek tavanlı tipik bir Amsterdam evinde yüzümü donduran ve nefesimi kesen rüzgarla tanıştıktan hemen sonra, nefis peynir çeşitleriyle dolu bir ahşap peynir tabağının eşlikçisi olan dost bir sohbetin ve prosecco’nun tadını çıkarıyorum.
Sonraki günlerde bu denli sert rüzgarlarla bir daha karşılaşmamayı umarak, hava raporundaki sıcaklık değerlerinden ziyade rüzgar kuvveti ile ilgileniyoruz, tüm Amsterdamlılar gibi. Arkadaşım diyor ki, "Burada güzel havayı kimse kaçırmaz, günler öncesinden hava raporuna bakılır ve çalışanlar o gün izin almak için bahaneler düşünmeye başlarlar" Kanala bakan büyük camlara ve açık bir mutfağa sahip, ahşap zeminli evde yaşayan arkadaşımın anlattıklarıyla hızlı bir Amsterdam girişi yapıyorum.

Turistik olmayacağım derken kaybolmamak adına, elbette şehri bir örümceğin ağı özeninde sarmalayan kanalları çözmek için elimde bir harita olması olağan. Tam bu esnada başıma, insanın henüz yabancısı olduğu bir şehirde karşılaşabileceği en güzel şeylerden biri geliyor. Kararsız bir şekilde duraksadığımı gören bir bisikletli, son derece iyi niyetli bir içgüdüyle bisikletini durdurup, nereyi aradığımı anladıktan sonra adres tarifi yapınca, dünyanın aslında hala iyi bir yer olduğuna dair umudum canlanıveriyor. Bu, ‘bir defaya özgü ve sanırım çok da umutsuz görünüyordum’ diye düşünüyorum, ancak bu durum birkaç defa tekrarlanınca iki seçenek kalıyor: Ya ben çok ‘kaybolmuş’ görünüyorum ya da Hollandalılar çok yardımsever ve centilmen.

Şehrin ana meydanlarından ve kalabalık noktalarından hızla geçiyorum. Vitrinlerdeki plastik görünümlü devasa pizza dilimlerinin ve kremaya bulanmış kocaman dilim pastaların, turist gruplarının, yanıp sönen tabelaların arasında bir gerçeklik bulmak pek söz konusu değil. Bu paketlenmiş ve tüketime sunulmuş alandan uzaklaşıp, merkezin hemen yanı başında sunulan pasta dilimlerinin tadına bakmak için sabırsızlanıyorum.


Jordaan bu semtlerden biri. Mahalle barlarında, kahvecilerde ve tasarım butiklerinde aylaklık etmek ve rüzgar almayan bir yer bulmak için azimli davranmak, benim için ikinci günün sonunda gerçek Amsterdam deneyimi haline geliyor. Zaman zaman ‘turistik’ tarafım içimde kımıldansa da ağırlıklı olarak burun kıvırıyorum. Keyfe keder bir şekilde devrilen saatlerden sonra akşam beni bekleyen, şehrin trend restoralarından olan Izakaya’da Japon füzyon lezzetleri.

Bir süre sonra bisiklet kiralamak fikri, yolları bilmediğim için ve son derece turistik geldiğinden, Amsterdam’ın dışında yer alan ve daha gelmeden radarıma takılan Edam’a gitmeyi planlıyorum. Düzenli ve düzgün sistem burada da işliyor. Edam, Volendam ve Marken’ı içeren bir otobüs rotası var. Elbette bu köyler için hazırlanan broşürlerde turistik bir pazarlama durumu söz konusu olsa da burnuma hiç de bayat bir koku gelmiyor; bilakis harita ve broşürdeki çizimlerin ve kısa bilgilerin sevimliliğine çabucak kapılıyorum.
Edam peyniri ile özdeşleşen Edam kasabasında hiç de öyle tahmin ettiğim gibi adım başı bir peynir butiği yok. Hatta sadece kasabanın meydanında bir tane gördüğümü söyleyebilirim. Meydanda mini bir müze ve otel bulunuyor. Otelin dışarıda yer alan kafesinde oturup kahve içmek, sonrasında evlere hayran kalarak, nehir kenarında sessiz sakin akan bir hayatın içinde yürüyüş yapmak ise gözlerime ve ruhuma iyi geliyor.


Volendam, Edam’dan sonra kuzey balıkçı kasabası havasıyla aynı gün içinde farklı bir görsellik yaşatıyor. Turistik ve hayli hareketli kasabanın limandan aşağıya doğru uzanan sokaklarındaysa yine sükunet hakim.

Amsterdam’ın kasabalarında, ara sokaklarda ve nehir kenarlarında gezerken, zevkli bahçelere sahip evlere bakmaya doyulmuyor.
Volendam’ın restoran, kafe ve hediyelik eşya dükkanlarının yanyana sıralandığı limanından binip, yarım saat sonra akşamüzeri saatlerinde indiğim Marken limanındaki bir restoran bara oturup, hayata kadeh kaldırıyorum.

Huzurlu, sessiz köyler turistlerin seyrekleştiği saatlerde daha da çok bir dekormuş gibi görünüyor gözüme. Sanki buralarda kimse yaşamıyor da insanlar, bir açık hava müzesindeymiş gibi hayran kalarak gezsinler diye düzenli olarak evlerin ve bahçelerin bakımı yapılıyor. Marken’ın huzurunun içinden geçip tekrar otobüse biniyorum. Vakit kaybettirmeyen, yormayan bir rota. 


Tertemiz köyler, kasabalar. Otobüsten Amsterdam’a yaklaşırken Monnickendam’da inebileceğimi görüyorum. Kasabanın gözüme kestirdiğim restoranlarından sıcak bir dekorasyona sahip olan De Waegh’in kapısının önündeki masalardan birine oturup, patates kızartması ve balık siparişi veriyorum. Akşamüzeri saatlerinin yatay ışığında, renkler daha da yumuşuyor, kilisenin çanları çalıyor…


Otobüs, Amsterdam Centraal Tren İstasyonu’na vardığında akşam olmak üzere. İstasyonun hemen önünde, şehri bir örümcek ağı gibi saran tramvayların durağında, birkaç günlüğüne evim olan adrese giden tramvayı arıyorum.
Amsterdam’ın rahatlığı, kolaylığı ve samimiyeti; tüm turistik, neon ışıklı ve paketlenmiş tarafının aslında sadece bir ilüzyondan ibaret olduğu gerçeği, ana resimden biraz uzaklaşınca nispeten sakin ve huzurlu bir yaşamın akıp gittiğini hissetmek beni mutlu ediyor.

Mahalleme vardığımda evin yakınındaki marketten harika bir Hollanda hardalı, peynir ve bir şişe şarap alıyorum. Gün boyu gördüğüm köylerin, kasabaların dingin enerjisi, bana o Amsterdam akşamında ve sonrasında ihtiyacım olan her an eşlik ediyor.
&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&&

ORHAN SELİM BAYRAKTAR

Şubat 1959 tarihinde Kayseri/Süleymanlılı bir ailenin 5 evladından biri olarak dünya'ya gelen Orhan Selim Bayraktar; ekonomist, yerel yönetimler uzmanı, çevreci, girişimci ve siyasetçi kimliğiyle Avrupa Türk toplumunda tanındı.


Bayraktar, yöneticisi olduğu MIRA Medya Grubuyla, medya sektöründe genç televizyoncu ve gazetecilerin yetişmesine katkı sunarak; kamu'da bürokrat olarak çalıştığı dönemden edindiği deneyim ve birikimiyle; Hollanda Türk toplumuna önderlik ederek Sosyal Demokrat İsçi Partisi'nde (PvdA) Rotterdam Anakent Belediye Meclisi üyeliğine ilk seçilen Türk asıllı siyasetçilerdendir.


Bilimsel seviyede "belediyecilik" kimliğiyle Hollanda Belediyeler Birliği'nde "uzman" sıfatıyla çalışarak; 17 Ağustos Körfez depremi dahil az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde kalkınmaya destek projelerin altında imzası vardır.


Bayraktar, birçok sivil toplum kuruluşunda çalışmalar gerçekleştirerek, Hollanda Tema Vakfı'nın kurucularındandır ve  çevrecilik bilincinin toplumda yaygınlaşmasını sağlayıcı çalışmaları yanı sıra ülkenin en büyük Ticaret ve Sanayi Odası olan Rotterdam Ticaret ve Sanayi Odası'nın ilk Türk, Yönetim Kurulu üyesi olmuştur. Aydın kimliğiyle "Avrupalı Türklerin seçilme (temsil) hakkı" konusunda siyasi çalışmaları devam eden Bayraktar iyi derecede Hollandaca, İngilizce ve Almanca bilmektedir


15 Haziran 2019 Cumartesi

Siyam ikizlerinin YKS heyecanı


Siyam ikizlerinin YKS heyecanı
Azimli ve kararlı olan kişi her zaman kazanır. 
                                                   Siyam ikizlerinin YKS heyecanı

Kahramanmaraş'ın Türkoğlu ilçesinde yaşayan siyam ikizleri Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi (ÖSYM) Başkanlığınca düzenlenen Yükseköğretim Kurumları Sınavı'na (YKS) girmenin heyecanını yaşadı.
İlçeye bağlı Kırmakaya Mahallesi'nde oturan Hatice ve Yunus Tanrıkulu çiftinin çocukları 18 yaşındaki siyam ikizleri Ayşe ve Sema Tanrıkulu kardeşler, dedeleri Abdullah Tanrıkulu ile sınava girecekleri merkez Onikişubat ilçesindeki Şehit Erol Olçok Anadolu İmam Hatip Lisesi'ne geldi.
Burada bir süre görevlilerle sohbet eden kardeşler, sınav giriş belgeleri ve kimlikleri kontrol edildikten sonra salona alındı.
Ayşe Tanrıkulu, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hayallerindeki okulu okumak için sınav gireceklerini belirtti.
Yıl boyunca, başarılı olabilmek için çok çalıştıklarını dile getiren Tanrıkulu, "İlk sınavımız çok mutluyuz. Birlikte sınava giriyoruz. İnşallah kazanırız. Çok heyecanlıyız. İnşallah sınava heyecanımız geçer. İlahiyat okumak istiyoruz. Öğretmenlik de yazmayı düşünüyoruz. Bütün öğrencilere başarılar dileriz. Allah emeklerini boşa çıkartmasın." dedi.  
Sema Tanrıkulu ise Türkiye'de sınava giren tek siyam ikizleri olduklarını belirterek bütün öğrencilere başarılar diledi.
Dede Abdullah Tanrıkulu ise torunlarını sınava getirdiğini ve çok mutlu ve heyecanlı olduğunu kaydetti.



7 Mayıs 2019 Salı

Prof. Dr. Ortaylı,Türklerin çok milliyetçi olduğunu, çok kuvvetlendiğini, söyledi.

Tarihçi ve yazar Prof. Dr. Ortaylı, "Avrupa'da belirli merkezler, belirli devletler, Türklerin çok milliyetçi olduğunu, çok kuvvetlendiğini ve başa bela olacağını düşünerek her şeyi değiştirmeye başladılar" ifadelerini kullandı.


Prof.Dr.İLBER ORTAYLI

Tarihçi ve yazar Prof. Dr. Ortaylı, "Avrupa'da belirli merkezler, belirli devletler, Türklerin çok milliyetçi olduğunu, çok kuvvetlendiğini ve başa bela olacağını düşünerek her şeyi değiştirmeye başladılar" ifadelerini kullandı.
Bilecik'te katıldığı bir programda konuşan Tarihçi ve yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı, "Avrupa'da belirli merkezler, belirli devletler, nereden akıllarına geldiyse Türklerin çok milliyetçi olduğunu, çok kuvvetlendiğini ve başa bela olacağını düşünerek her şeyi değiştirmeye başladılar. Yakın tarihlerle oynuyorlar. Çok gülünç. Uzak tarihleri oynatmaya kalktılar. Sonradan tarihi değiştirerek elinize bir şey geçmez" dedi.
İlimde bir şey için "Yoktur" demenin, "Vardır" demekten çok zor olduğunu dile getiren Ortaylı, tarihi gerçeklerin araştırılıp ortaya konulması gerektiğini anlattı.
Bizanslıların menkıbelerinin, Türkler için Battal Gazi kadar önemli olduğunu kaydeden Ortaylı, şöyle devam etti: "İlk dönemler tarihçiliği, milliyetçilik yapılacak bir tarihçilik değildir ama vatanperverlik, vatanınızı tanımak istiyorsanız, oluşumunuzu bilmek istiyorsanız doğru öğrenmek durumundasınız çünkü insanlar dinlerini seçebilirler fakat milliyetinizi seçme iktidarınız yoktur. Türklerin tarihi her milletin tarihinin içindedir. O bilinmeden milli tarihlerin anlaşılması da mümkün değildir. Bu bugün değiştiriliyor. Avrupa'da belirli merkezler, belirli devletler nereden akıllarına geldiyse Türklerin çok milliyetçi olduğunu, çok kuvvetlendiğini ve başa bela olacağını düşünerek her şeyi değiştirmeye başladılar. Yakın tarihlerle oynuyorlar. Çok gülünç. Uzak tarihleri oynatmaya kalktılar. Sonradan tarihi değiştirerek elinize bir şey geçmez."
Osmanlı Devleti'nin nerede kurulduğunun ince hesaplarını yapmanın faydasının olmadığı görüşünü savunan Ortaylı, "Ama belli ki Osmanlı İmparatorluğu burada (Bilecik) kurulmuş çünkü bu bölgenin kendisi, buradaki ovalar yeterince zengindir, yeterince harekete müsaittir, devlet burada kurulur. Bu çok önemlidir." diye konuştu.

24 Nisan 2019 Çarşamba

Notre Dame Katedrali Paris, Fransa'da bir katedral


Cumhurbaşkanı Erdoğan: Notre Dame Katedrali'ni tahrip eden korkunç yangın bizi de derinden sarstı
 
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Fransa'nın başkenti Paris'teki Notre Dame Katedrali'nde çıkan yangına ilişkin "Paris'in sembollerinden biri olan ve insanlığın ortak mirası Notre Dame Katedrali'ni tahrip eden korkunç yangın bizi de derinden sarstı." açıklamasında bulundu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, sosyal medya hesabından, Notre Dame Katedrali'nde dün çıkan yangınla ilgili bir mesaj paylaştı.

Erdoğan, Fransızca mesajında şu ifadeleri kullandı:

"Paris'in sembollerinden biri olan ve insanlığın ortak mirası Notre Dame Katedrali'ni tahrip eden korkunç yangın bizi de derinden sarstı. Kendim ve halkım adına, Fransız halkına geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum." 
 

                   Notre Dame Katedrali
             Paris, Fransa'da bir katedral
 
Açıklama
Notre Dame Katedrali Paris, Fransa'da bulunan dünyaca ünlü bir katedraldir. Meryem Ana'ya ithafen isimlendirilmiştir. Gotik yapı Île de la Cité'nin doğu kısmında, Paris'in diğer tüm önemli yapıları gibi Seine Nehri'nin kıyısında bulunur. Girişi batıya bakar. 
Adres6 Parvis Notre-Dame - Pl. Jean-Paul II, 75004 Paris, Fransa
Uzunluk128 metre (420 ft)
Mimari tarzFransız Gotik Mimarisi

16 Mart 2019 Cumartesi

Türk Dünyasının Ortak Değeri: "MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR BİRLİĞİ" -Kırgızistan’daki ziyaretlerimiz sırasında Kırgız bir Bakana Atatürk resmi olan bir hediye verirken “Atatürk, bizim Atamızdır” dedim. Bakan da “Mustafa Kemal Atatürk, sadece sizin, Türkiye’nin Atası değil, bizim de, biz Kırgızların da Atasıdır”

TÜRK DÜNYASININ ORTAK DEĞERİ:
MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN KÜLTÜR BİRLİĞİ

Doç. Dr. Müjdat KAYAYERLİ
Bu makaleyi niçin yazdınız diye bir soru sorulduğunda şunun için diye cevaplayabilirim. Kırgızistan’daki ziyaretlerimiz sırasında Kırgız bir Bakana Atatürk resmi olan bir hediye verirken “Atatürk, bizim Atamızdır” dedim. Bakan da “Mustafa Kemal Atatürk, sadece sizin, Türkiye’nin Atası değil, bizim de, biz Kırgızların da Atasıdır”, diyalogundan sonra bu yazının yazılması daha da anlam taşımaktadır.

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” “ Hayatta en gerçek yol bilimdir.” diyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, fikir ve engin görüşleriyle her alanda milletçe yolumuzu aydınlatmış, Stalin, Mussolini ve Hitler gibi kaos üreten bir lider değil, “Yurtta ve dünyada barış” isteyen bütün dünyanın lider olarak kabul ettiği, “Türk Dünyası’nın Ortak Atası ve Aksakal’ı”dır. Atatürk’ün ihmal edilen, ayrıntılarıyla açıklanmayan yönlerinden biri de, O’nun Türklük ve Türk Dünyasına yönelik çalışmalarının, görüş ve düşüncelerinin gelecek kuşaklara tam olarak aktarılamamasıdır.

Namık Kemal’in ve Tevfik Fikret’in vatan ve hürriyet düşünceleri Atatürk’ün Şam da ve Selanik de kurduğu siyasi derneğe “Vatan ve Hürriyet” adını verdirir. Atatürk’e göre, Vatandaş İçin Medeni Bilgiler kitabında “Özgürlük, insanın düşündüğünü ve dilediğini mutlak olarak yapabilmesidir.”

“Ne Mutlu Türk’üm Diyene”
“Benim yaradılışımda fevkalade olan bir şey varsa, o da Türk olarak dünyaya gelmemdir.”
“Türk, çetin işler başarmak için yaratılmıştır.”
"Türk’e müspet ve iyi bir şey veriniz, bunu reddetmesi ihtimali yoktur.”
“Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milleti’nin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir.” vb. gibi Türk’ün haysiyet ve izzeti nefsi kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun evladır. Atatürk, bu sözleri bütün Türk dünyasında yaşayanlar için söylemiş ve Türkiye ile Türk Dünyası arasında kültürel birlikteliğin kurulması için çalışmıştır. Atatürk, siyasal birliğe, dil ve yurt birliğine, köken birliğine, tarihi ve ahlaki birliğe yakınlığa önem veren görüşlere sahiptir. “Kıbrıs’ta Türk Dili sönmemelidir” der. O, ulusu kültürel bir topluluk olarak değerlendirir. Bunun için de ana dil Türkçemizin yabancı dil boyunduruğundan kurtarılması gerektiğine inanır.

Atatürk, yalnız Anadolu Türklüğü ile değil, Balkan Türklüğü, Kafkaslar, Ortadoğu ve Orta Asya ülkelerindeki Türk Topluluklarıyla, İslam’a inanmış milletlerle ve Türkistan Türklerinin geleceği ile yakından ilgilenir, Türk dünyasında kültürel birlikteliğin oluşmasını isterken, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk Milletidir. Bu milletin fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o millete dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.” mesajını verir. Orhun Abideleri ve Divanü Lügati’t Türk’ü okuyarak önemli gördüğü yerlerin altını çizmesiyle, Türk Dünyasında Türk Varlığının ebedi olarak yaşatılması için milli kültürün temelini teşkil eden tarih ve ortak dil şuurunun gelişmesine dikkat çeker. Bu gerekçeyle de Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunu kurdurmuş, böylece Türk Dil ve lehçeleri ile Türk kültür tarihi en iyi şekilde araştırılacak, Türklerin kültür ve medeniyet dünyasına katkıları hizmete sunulacaktır. Azerbaycan’da Dede Korkut, Kazak ve Kırgızlarda Manas, Özbekistan ve Türkmenistan da Ahmet Yesevi, Ali Şir Nevai, Farabi, İbni Sina, Harezmi, Türkiye’de Yunus Emre, Nasreddin Hoca, Köroğlu, Mevlana ve Hacı Bektaşi Veli, Balkanlarda Sarı Saltuk vb. düşünce ve fikir ve kanaat önderleri ile ortak değerler kültürel birliktelik hamuruyla her bölgede etkinliğini koruyacaktır.

Milli duruşu, fikirleri, nezaketi, giyim tarzı ve sanat anlayışıyla herkesi etkileyen kendine hayran bırakan kültür adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’e göre, “Milli duygu ve dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin zenginliğinin ortaya çıkarılması milli kültürün gelişmesinin de başlıca gerekliliğidir. Dil ve kültür Türk Dünyasındaki topluluklarının hayat kaynağıdır. Bu bakımdan Atatürk’ün Türk dünyasını kültür birliği ile zenginleştirmek gerektiği inancını Cumhuriyetimizin 10. Yılında 29 Ekim 1933 tarihinde Ankara Ziraat Bankası Lokalinde yaptığı şu tarihi konuşmada daha iyi anlamaktayız: “Bugün, Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yarın ne olacağını kimse bugünden kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, Avusturya –Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilir. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir…Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprülerini sağlam tutarak..Dil bir köprüdür…inanç bir köprüdür…Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimizin içinde bütünleşmeliyiz. Dış Türklerin bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli…” Türk Dünyasında yaşayan Türk kültür değerlerini yaşayan ve yaşatan her insanımız yukarıdaki metinden dersler çıkarmalıdır. İlk önce Türkiye içinde, Türkiye’ye komşu olan ülkelerde, Ortadoğu’da, güney de kuzeyde batıda doğuda nerede yaşıyorsak yaşayalım, ister Almanya’da, ister Fransa’da, isterse Avusturya’da, ister Rusya’da, isterse Çin’de, ister Amerika’da, isterse Kanada’da, ister İran’da, isterse Afganistan’da, Hindistan’da, isterse Arabistan’da, isterse Afrika’da yaşadığımız ülkenin kurallarına uyarak hareket etmeli, ama kültür varlığımızı, dilimizi, edebiyatımızı, tarihimizi bilmeli ve yaşatmalıyız!

Türklerin kültürel birliği için Ali Fuad Paşa’yı Moskova elçiliğine, İsmail Suphi’yi Türkistan’a gönderen deha Atatürk’tür. 1921’de Ankara’da sadece Azerbaycan, Afganistan ve Sovyet Elçilikleri olmasına rağmen, bütün dünya ülkelerinin Türkiye’de elçilik kurmak için gayret göstermesi ve Türkiye’ye önem atfetmelerini oluşturan temeli atan Atatürk’tür.

Atatürk, Azerbaycan’ın Asya’daki kardeş hükümet ve milletler için bir temas ve dayanak noktası olduğunu, stratejik özel konumunun ve vazifesinin önemli olduğunu söyleyerek, 18 Ekim 1921’de “Azeri Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için onların isteklerine nail olmaları, hür ve bağımsız olarak yaşamaları bizi pek ziyade sevindirir” der. Bu bakımdan kadim milletler topluluğuna sahip olan Kırımlı Tatar, Azerbaycanlı, Kazakistanlı, Özbekistanlı, Kırgızistanlı, Tataristanlı, Özbekistanlı, Balkan ülkelerinde Batı Trakya’da, Romanya’da, Gagauz Yerin’de, Makedonya’da, Bulgaristan’da, Rusya’da, İran’da, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yaşayan gençlerimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün görüş ve düşüncelerini kültürel birliktelik için yaptığı çalışmaları çok yakından öğrenmeli ve Türk kültürünü yaşatarak kendi öz benliğini ve kimliğini korumalıdır. Yusuf Akçuraların, Gaspıralı İsmail Beylerin, Zeki Velidi Toganların , Ziya Gökalplerin, Mehmet Emin Yurdakulların, Ahmet Cevatların düşünceleriyle hareket etmek, ve her Türk Dünyası ülkesindeki Üniversitelerde Mustafa Kemal Atatürk Enstitüleri kurmak hem kültürlü seçkin insanlarımızın yetişmesine vesile olur, hem de Türk Kültürü Birlikteliğine katkı sağlar.

Atatürk, 9 Şubat 1934 de Türkiye, Yunanistan, o zamanki Yugoslavya ve Romanya’nın iştirakiyle Balkan Paktını, 8 Temmuz 1937 de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan Sadabat Paktını kurmakla Balkanlar’dan Orta Asya’ya, yani, Türkistan’a kadar uzanan kültürel birlikteliğin güvenli şemsiyesini oluşturmuştur. Hindistan Müslümanlarının istiklale kavuşmasında büyük katkıları olan Nazrul İslam, Mustafa Kemal Atatürk ve Türk kardeşleri için Kemal Paşa şiirinde “Hür ruhlu insanlara, hür bir ülkeye, zehirli solucanlar gibi sokuldun, Başverir, hürriyet vermez Türkiye, işte kardeş Kemal’den belanı buldun!” şeklinde kalbindeki hayranlık ve sevgisini olup biteni açıklar…Yine Hindistan Müslümanlarına Atatürk ve Türk sevgisini aşılayan Muhammed İkbal de, Mustafa Kemal Paşa’ya Sesleniş şiirinde “Bir millet var, Biz onun varlığı ile ulaştık, ilahi kanunların gizli gerçeklerine, bir bakışla yön verdi bizlere, darlar aştık, Dünya Güneşi olduk, bir kıvılcım yerine..” der.

Sonuç olarak, Atatürk’ün vatan ve millet anlayışında hayal ve maceraya yer yoktur. Türk Milletinin içtimai düzenini bozmaya yönelik her türlü kara ve açık propaganda ölmeye mahkûmdur. Türk Milleti kendinin ve memleketin yüksek menfaatleri aleyhine çalışan bozguncu, vatansız ve milliyetsiz beyinlerin gizli ve kirli emellerini anlamayacak ve onlara müsamaha gösterecek bir topluluk değildir. Atatürk, vatan ve milliyet meselelerinde her dönemde ve şartta nelerin yapılabileceğini bizlere gösteren stratejisiyle örnek aldığımız bir Türk büyüğüdür. Atatürk, sosyal, siyasi, ekonomik ve kültürel birikimiyle 3997 kitabı inceleyerek okumasıyla Türkiye’nin içinde bulunduğu şartları ve Türk Dünyasını en iyi şekilde değerlendirmiş ve ileriyi görmüş devlet kurmuş bir büyük Türk Lideri, Türk Dünyasının Örnek Aksakalı olarak tarihe geçmiştir. Türk Topluluklarının bulundukları ülkede kültürel kimliklerini korumaları ve kültürel güven şeridi oluşturmaları ve Prof.Dr. Mehmet Saray’ın Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında çıkan “Atatürk ve Türk Dünyası” adlı eseri okumaları zorunludur.

25 Şubat 2019 Pazartesi

“Havada durdum, şahitlerim var.” TEMEL SAĞIROĞLU "AKP’nin Genel Başkanı: “Millet ittifakının PKK lı teröristlerle işbirliği yaptığına dair elimizde maddi delil ve belgeler var.” dedi. GÖSTERSENİZE O ZAMAN!..


“Havada durdum, şahitlerim var.” 
TEMEL SAĞIROĞLU
Bu şarlatanı hatırladınız mı?
Ben yinede kısacık bir hatırlatma yapayım.
2009 yılında Esra Ceyhan ın televizyon programına katılan Sabri isiminde ki bu soytarı telekinezi (Beyin gücü) ile havaya yükselebildiğini ve boşlukta asılı kaldığını iddia etmişti.
Stüdyoda bulunan diğer konukların;
– “haydi o zaman bize de göster ve ispat et” demeleri üzerine stüdyo içinde yerde taklalar atarak yuvarlanmaya başlamıştı.
Bu vakanın trajikomik tarafıydı.
Ama daha vahim ve utanç duyulması gereken tarafı ise;
Adı geçen programdan sonra Sabri isimli bu şarlatan soytarıya binlerce kadın tarafından yapılan evlilik teklifleriydi.
***
Yalan söylemek psikolojik bir hastalıktır. Söyleyen kişinin ruhsal sorunudur.
İnanmadığı halde bu yalana sahip çıkmak ve onu doğru kabul etmek ise ahlaksızlıktır.
İşte bu, toplumsal bir sorunudur.
*****
AKP’nin Genel Başkanı: “Millet ittifakının PKK lı teröristlerle işbirliği yaptığına dair elimizde maddi delil ve belgeler var.” dedi.
GÖSTERSENİZE O ZAMAN
Madem belgeli deliller var, yandaşınız ve propaganda aracınız olan 56 tane televizyon kanalında neden göstermiyorsunuz?
AKP’nin Genel Başkanı;
Biz vatansever Türk halkı bu maddi ve belgeli delilleri merak ediyor ve görmek istiyoruz.
Umuyoruz ki, Kabataş olayındaki başörtülü bacımızın mağduriyeti gibi düzmece değildir …
Siz bu kadar net ve kesin ifade ettiğinize göre, elinizdeki delil ve belgeler 80 milyon Türk vatandaşının gözlerinin içine baka baka;
“Valilere PKK lı teröristlere operasyon yapmayın emrini ben verdim” diyen Reis-i Cumhurumuzun televizyon ekranlarındaki itirafı gibi net ve açıktır.
Ya da:
Türkiye Cumhuriyetine terorist devlet diyen Şivan Perver ile el ele tutuşup “Megri, megri” diye çığlıklar atan parti başkanımızın mutluluğunu gösterir kıvamdadır.
Veya:
“Ne istedinizde vermedik” diyen siyasimizin bir zamanlar efendi hazretleri dediği insana yapmış olduğu sitem gibidir.
***
İç işleri Bakanı Süleyman Soylu:
“Elimizde öyle istihbaratlar var ki kanınız donar” dedi.
Yok yok siz merak buyurmayınız.
Bizim kanımız donmaz.
Siz yeter ki o istihbaratı açıklayın.
Biz neler görüp neler duymadık ki?
Düne kadar miting meydanlarında bir yerleri hasar görünceye kadar haykıran mevcut iktidara hakaret ve küfür eden insanları gördük.
Daha sonra aynı insanların onurlarını paspas yaptığını, koltuk ve makam sevdası uğruna yalanmalarını gördük.
Kanımız falan donmadı.
Şimdi hiç donmaz.
Eğer Muhalefet PKK ile işbirliği yapıyorsa ve sizler bu delillere sahipseniz;
AÇIKLAYIN
Millet 31 Mart seçimlerinde muhalefete cezasını versin.
Onları siyaset çöplüğüne göndersin.
Ayrıca;
Bu dedikleriniz Terörizm ile açık bir işbirliği değilimdir?
Sosyal Medyada bile bu suçu işleyenleri tespit edip hapse atmıyor musunuz?
O halde sizler bu maddi ve belgeli deliller ile hukuki anlamda yapılması gerekeni neden yapmıyorsunuz?
Bence mesele nedir biliyor musunuz;
HAVADA DURDUM ŞAHİTLERİM VAR
Bu sizin psikolojik sorununuz
Tanrı yardımcınız olsun.
Ama…
Size inanarak halen daha destekleyenler var yaa…
İşte bu çok ciddi bir toplumsal sorundur.
Sevgilerimle...

8 Şubat 2019 Cuma

19 Ocak 2019 Cumartesi

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi: Bir 2099 vizyonu [BİRGÜN.NET-06 Ocak 2019]

Mali kurumların kaçınılmaz evrimi:
"Bir 2099 vizyonu"


Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir
BİLİM NE YAPTI – AKADEMİSYEN
Dünyanın ikinci milenyum itibarıyla vardığı iktisadi, siyasi ve sosyal çıkmazlar hemen herkesin malumu. Bu üçlü çıkmazın sürdürülmezliği, iktisadi ve siyasi gücü hızla artan bir azınlığın, geniş toplum kesimlerini keyiflerince, ve gitgide daha fazla, baskılaması şeklinde kendini gösteriyor. İşgücü piyasalarının esnek olmasıyla övünülen ABD’de, işçi örgütlenmelerinin sesi kısılmış da olsa eğitimli geniş kitlelerin finansal güce hükmeden azınlıkla gitgide artan varlık farkının yarattığı hoşnutsuzluk artık silah endüstrisi ve medya aracılığıyla yaratılan senaryolar yoluyla dahi susturulamaz vaziyette. Avrupa, siyasi gücünü iktisadi ve parasal birlikle pekiştirmek için çıktığı rotada ciddi şekilde tökezlemiş vaziyette.

Dünya güçlerinin Orta Doğu ve diğer stratejik konumda olan gelişmekte olan ülkelerdeki kaynakları bitmez tükenmez paylaşım savaşları, o ülkelerdeki insan hayatlarını hiçe saymakta. Savaş oyunlarını inceleyen bilimsel çalışmalarda, az gelişmiş ülkelerdeki sivil halkın uğradığı kayıpları sadece bilgisayar ekranında ‘esas hedef’ yanında bir başka renk olarak algılayan “bilim insanları”nın analizlerini yayınlayan bol atıflı dergiler, bilimin insan hayatından ayrışmasını normalleştirmekte…

İktisadi kalkınma, büyüme, adil bölüşüm ve etkin kurumsal değişim; kurumlar ise, kişilerin birbirleriyle ve devletle ilişkilerini düzenleyerek beklentileri etkileyen oluşumlar olarak tarif edilebilir. 1970’ler sonrası istikrar ve sonra da büyüme konusunu araştıran yayınların baskın olduğu makro iktisat yazınında, bölüşüm ve kalkınma konuları yakın zamana kadar görece ihmal edildi. Diğer yandan, kalkınma için belirli kurumsal düzenlemelerin desteklenmesini savunan Washington Mutabakatı ise, etkinlik ve uygulanabilirlik açılarından zaafları nedeniyle, bilimsel literatürde saygınlığını gitgide yitirdi; kurumsal düzenlemelerin teşvik yoluyla ve her koşulda uygulanabilir ve etkin olmayacağı anlaşıldı.

Ancak, 1990’lara gelindiğinde, çok sayıda ülkede yaşanan yüksek enflasyonun yıkıcı iktisadi, sosyal ve siyasi etkilerinin üstesinden gelebilmek için para politikalarını şekillendirmek üzere tasarlanan kurumsal mekanizmaların genel kabul görmüş olduğunu da belirtmek gerekli. Para politikalarına dair kurumsal kazanımlar, enflasyon hedeflemesinin ve merkez bankası bağımsızlığının çok sayıda ülke tarafından uygulanmaya başlaması şeklinde kendini gösterdi. Peki, dünyadaki çoğu ülkede ve özellikle ülkemizde de, siyasi ve mali konularda aşılamayan bunca soruna çare olacak kurumsal düzenlemeler uygulamaya konmazken, neden en çok para politikaları alanında kurumsal gelişmeler kaydedilebildi? Bunu anlayabilmek için kurumların kime ne faydası olduğunu ve nasıl evirildiğini anlamak gerekli.

Büyük reformlar, hatta devrimler, genellikle geniş halk kesimlerine zarar veren büyük krizler ya da savaşlar sonucu hayata geçirebilmişlerdir. Geniş halk kesimlerini bir araya getirebilecek kadar büyük krizlerin olmadığı durumlarda ise, kurumsal değişimler ya güçlü iktisadi ve siyasi grupların devlet aygıtını kendi amaçları doğrultusunda etkilemesi, ya da – pek gerçekçi olmasa da, ideal olarak — çoğulcu bir devlet iradesinin zaman içinde evirilen toplumsal ve iktisadi yapıların kurumsal çerçevede gerektirdiklerini yerine getirmesi sonucu gerçekleşir. Yani, eğer büyük yıkımlar sonucu gerçekleşen reformları bir yana bırakırsak, çoğulcu bir devlet iradesinin olmadığı bir ülkede kurumlar, genellikle toplum genelinin evirilen ihtiyaçlarına göre değil, güçlü azınlıkların talepleri yönünde değişir.

Finans sektörü oyuncuları -ki bunun büyük kısmını bankalar oluşturmaktadır- organize olup taleplerini devlet aygıtına iletebilme olanakları (özellikle de oligopolistik piyasa yapısı ve teknolojiye erişim) açısından diğer sektörlere göre üstün konumdadırlar. Finans sektörünün bir diğer özelliği de, genellikle uzun dönemli kredi açıp kısa vadeli kaynak toplamaları nedeniyle net kreditör durumunda olmalarıdır ki, bu da beklentilere yansımayan enflasyon gerçekleşmesinden aşırı zarar görmelerine sebep olur. Büyüyen ve globalleşen ekonomiler ile birlikte hızla büyüyen ve güçlenen sektör olan finans sektörü, bu nedenlerle parasal istikrarı sağlayacak yasal kurumsal düzenlemeler yoluyla kendilerini korumaya alabilmişlerdir. Fiyat istikrarının reel ekonomiye etkileri de ‘ideal şartlar altında’ son derece olumludur, zira düşük enflasyon belirsizliğin de azalması ve kaynakların spekülatif kazançlar yerine gerçek yatırımlara yönelmesi için temel gerekliliktir; ancak, parasal istikrar yatırım ve kalkınma için yeterli değildir.

Büyük Resesyonun da sebebi olmuş olan, finansal türev araçların gelişmesiyle finansal varlıklardan varlık elde etme yöntemlerinin denetim ve gözetiminin yetersiz kalışı, bugün dünyada gitgide yaygınlaşan eşitsizliklerin ve iktisadi durgunluğun temel sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Reel sektörle orantısız büyüyen finansal varlıklar yoluyla dar bir kesim siyaseten de hızla güçlenirken, gelir ve üretim kaynaklarının dağılımındaki adaletsizlikler, dünyanın çoğu ülkesinde ve Türkiye’de de sürdürülemez bir hale gelmiştir. Ülkelerin yakın iktisadi tarihleri, “önce büyü sonra dağıt” teorisini geçersiz kılmış görünmektedir.

Finans teknolojilerinin azınlığın refahını artırmak için değil, reel sektörün ihtiyaçları ve toplum faydası doğrultusunda –siyasi etkilerden bağımsız— gelişimi için gerekli olan finansal denetim ve gözetim mekanizmalarıdır ki bunlar güçlü azınlığın karlılığını engelleyeceği için siyaseten desteklenmemektedir. 2008’deki Büyük Durgunluğun ve gelecekteki diğer olası finansal krizlerin, ana sebebi de budur. Bunlar ışığında, kısa vadeyi ve en çok finansal varlık sahibi güçlü azınlığı ilgilendiren kur-faiz-enflasyon ve bunların beklentileri konuları medyada ekonomi haberlerini orantısız biçimde işgal ederken, gelişmekte olan bir ülkede reel ekonominin ve istihdamın asıl odak noktasının ‘uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun ve bunların gerektirdiği kurumsal mekanizmaların eksikliği’ oluşu neredeyse göz ardı edilmektedir. Yanlış ekonomi politikalarında ve kurumsal yanlışlarda ısrarcı Türkiye gibi ülkeler hala fiyat istikrasızlığı ve reel sektörde vizyonsuzluk sarmalında debelenmekte ise, çözüm sosyal sermaye birikimi ve kurumsal gelişim odaklı olmalıdır.
BURADAN NEREYE GİDİLİR?
Yukarıda çizilen çerçeve, sürdürülemez iktisadi, siyasi ve toplumsal sorunlar karşısında ülkelerin izleyebilecekleri farklı rotalara işaret etmekte. Hangi rotanın izleneceği, yaşanan durgunluğun geniş toplum kesimleri üzerinde artan yükünün siyasi iktidarlar tarafından ne kadar hafifletilebileceği, bu da ülkelerin gelişmişlik düzeyleri yanı sıra, ülke içinde refah farklarının ne kadar kemikleşmiş çıkar grupları yaratmış olduğu ile ilgilidir. Mesela gelir dağılımının oldukça adil, ve sosyal mobilitenin de yüksek olduğu Finlandiya gibi bir ülkenin oldukça sürdürülebilir siyasi ve iktisadi rotada olduğu düşünülebilirken, geniş toplum kesimlerinin artan yoksunluklarına tepkileri karşısında daha baskıcı olmayı seçen diğer bazı ülkeler kaynak dağılımının düzelmesi için yapılması gereken mali reformları sadece erteleme yoluna gidecek, ancak tepkiler bastırılamaz hale gelince toplumda büyüyen talepleri karşılamak zorunda kalacaklardır. Yani, bu gitgide sürdürülemez gidişat karşısında devlet yönetimlerinin ikilemi, toplumun geneli için gerekli reformları bugün yapmakla yarına bırakmak şeklindedir; ikinci seçim, güçlü azınlığın yol açtığı kurumsal skleroz durumudur.

Demokratik toplumlarda hükümetler kısa süreli iken, toplumların varlığı süresizdir. Bu da devlet yönetimine gelenlerin çoklukla kısa süreli ve çoğulcu değil çoğunlukçu hedeflere yönelik politika gütmelerinin sebebidir. Bu çelişki aşılarak uzun dönemli bir kalkınma vizyonunun etkinleşmesi, ancak kültürel bir altyapı üstüne inşa edilecek, genel kabul gören hukuki düzenlemelerle mümkün olabilir. Seçimleri ve partileri şekillendiren yasalar, toplumun sadece bir kesimini değil tümünü ilgilendirdiği için, nüfusun sadece “yüzde ellisi artı bir” gibi bir çoğunlukla değil, çok daha büyük bir çoğunluğun desteğini alabilecek şekilde düzenlenmez ise sürdürülebilir olması mümkün olmadığı gibi, toplumu kutuplaşma ve kaosa sürüklemesi beklenir. Oysa politik iktisat ve siyaset bilimcilerin anayasa ve seçim sistemleri üzerindeki bilimsel çalışmaları, uzun dönemde iktisadi, sosyal ve siyasi açılardan sürdürülebilir yasal düzenlemelere ışık tutmaktadır.

Dünya çapında ve özellikle de ülkelerin kendi içlerinde artan eşitsizliklere ek olarak, teknolojik gelişmelerin artan hızla işgücü piyasalarından uzaklaştırdığı geniş halk kitlelerinin gitgide karar alma mekanizmalarından da soyutlanması 2000’lerin bir gerçeği olarak görünmekte. Bu gidişatın sosyal sermayeye ve toplumsal refaha büyük zarar verdiği açıktır. Bu nedenle, 2000’lerde mutlaka gerçekleşeceği ve tüm dünya ülkelerine yayılacağı tahmin kolayca tahmin edilebilecek olgu, mali devrimdir! Bu devrim, çoğu ülkede gecikmiş ya da zaman içinde yıpratılmış olan toplumsal katılımcılığı ve ‘adil bölüşümü’ sağlayacak kurumsal düzenlemelerin yasalaşarak hayata geçirilmesi şeklinde olacaktır.

Siyasi kurumların kapsayıcılığının ve kalkınmanın en önemli göstergelerinden biri sosyal mobilitedir, ki bu ancak kaliteli bilimsel eğitimin saf kamu malı olmasıyla mümkündür. Eşitliği önceleyen mali politikaları sağlayacak kurumsal reformların ‘devrim’ niteliği dünya üzerinde bu tür uygulamaların yaygınlaşması şeklinde olacaktır düşüncesindeyim. Bu vizyonu hayata geçirecek mali devrimlerin güçlü azınlıklara yol açacağı ‘yaratıcı yıkım’ maliyeti, insanlık için edinilecek büyük kazanım yanında önemsiz kalacaktır. Sonuç olarak, adil dağıtımı sağlayacak kurumsal düzenlemelerin hayata bir an önce geçmesi, dünyayı biriken sorunlarla daha fazla yıpratmadan, insanca yaşam için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bunun için gerekli irade, henüz tam mobilize olamamış %99’da mevcuttur.