29 Ağustos 2014 Cuma

ERDEM ÖĞRETEN BİR DELİ’NİN (!) HİKÂYESİ ( Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR/Yurttaşsız Demokrasi/ Çizgi Kitabevi)

ERDEM ÖĞRETEN BİR
DELİ’NİN (!) HİKÂYESİ
Prof. Dr. M. Akif ÇUKURÇAYIR
Yurttaşsız Demokrasi/Çizgi Kitabevi
Bazen normal olan anormalleşir. Herşey anormalleşince, normal diye bir şey kalmaz... İstisnalar kaideyi (kuralı) bozmaz deriz... Bir de bakarız ki, istisnalar yaşam biçimi olmuş, artık kuralı kaideyi kimse hatırlamaz olmuş...
Hukuk güya vardır. Ama hukuk o kadar farklı yollardan ihlal edilir ki kalbura döner... Ama yine de birileri çıkıp der ki, “hak var, hukuk var...” Hukuk, günümüzde en iyi manipüle edilen alanlardan birisi... Baksanıza, herkesin hakimi, savcısı ayrı neredeyse... “Benim hâkimim, benim mahkemem” sözlerini sık sık okuyoruz basından...
Neyse, bugün başka bir hikâye anlatacağım... Başlığa “Bir Deli’nin (!) Hikâyesi” dediysem de, anlatacağım kişi deli falan değil... Fakat biraz öyle tanınıyor...
Birkaç yıl önce, telefonla beni aradı bir kitabımı alıp halka dağıttığını falan söyledi... Yani böyle bir konuşmaya “şok” olmazsınızda ne yaparsınız... Herkesin kitaptan kaçtığı bir çağda, adamın biri yüzlerce kitap alıp dağıtıyor... Başka yazarların kitaplarını da bana hediye etti.. E, tabi bu harekete bakıp adama deli dersiniz... Halka niye kitap dağıtasın be adam?
Bahsettiğim kişi, Bodrum Turgutreis’de yaşıyor... Adı, Galip Baran… Yetmişli yaşlarda... Herkese göre O bir deli... Emekli olunca kendini toplumsal işlere adamış (!)... Ama dedim ya çoğuna göre o bir deli...
Yaptığı işlerden bazı örnekler anlatayım... Deli olup olmadığına siz karar verin...
Kendini “bilinçolog” diye tanımlıyor.
Hatta kendini “Bilinç Üniversitesi Rektörü” diye tanımlıyor.
Şu kavramların güzelliğine bakınız… “Bencillik yerine, sencilliği içselleştirmeliyiz!” diyor.
Mesela, bütün yazarlara, sanatçılara, Cumhurbaşkanına, Başbakana, Meclis Başkanına, Genelkurmay Başkanına... Aklınıza hangi kurum ve yetkili gelirse, o kurum ve kişiye mektuplar yazıyor... Bu mektuplarda, toplumsal sorunlara, haksızlıklara, adalet arayışlarına yer veriyor ve bunları da yayınlıyor...
Mesela, “kırmızı ışıkta dur!” kampanyaları düzenliyor... Birçok şehirde yanına aldığı gençlerle halkın dikkatini çekmeye çalışıyor... Trafik kurallarına uymanın önemli bir uygarlık göstergesi olduğunu anlatmaya çalışıyor...
Mesela, yerlere “izmarit” ve diğer çöplerin atılmaması için kampanyalar düzenliyor... Bunların çoğu yerel ve ulusal basında defalarca yer aldı...
Toplumsal ve siyasal sorunlarımızın temelinde insani zaaflarımızın olduğunu herkese ve heryere duyurmaya çalışıyor... O’na göre bütün sorunların kaynağında “bencillik” var... Herkes, hoyratça kendi rahatı için başkalarını ve toplumu feda edebiliyor... O halde çözüm nedir?
Çözüm, günümüzde artık neredeyse hiç yaşamayan ve çoğuna göre “antikalaşmış” özverili olma... Kendisinin ifadesine göre, “Sorun bencillik, çözüm sencillik”... Eskilerin kullandığı kelimeyle “diğergamlık...” Kendinden önce başkasını ve toplumun yararını düşünmek... Artık bu düşünce ve duygular, “antika...” Eskiciler çarşısında ya bulunur ya bulunmaz... O yüzden de, böyle insanlar deli...
Bırakın özverili ve diğergam olmayı, insanların en kutsal duygularını kullanarak, insanların varını-yoğunu elinden alan, kanını emen haşeratla dolu etrafımız... Oysa, diğergamlıkta, bu toplumun neredeyse “kutsalları” arasında idi...
Bir de, yaşadığı kentte bir “Belediye Takip Merkezi” kurduğunu söylüyordu... Belediyenin kararlarını, etkinliklerini ve yanlışlarını izleyip halka duyuruyordu... Elbette belediyeler böylelerini sevmez... Ama o kadar harika bir fikir ki, keşke her kentte bir “Belediye Takip Merkezi” kurulsa... Halkın ve devletin kaynaklarını, holdinglere, şirketlere ve bilumum akrabaya “peşkeş” çekenlere göz açtırılmasa... Nerdeeeee....
Bahsettiğim bu deli (!) diyojen gibi... Delice aydınlatma hummasına tutulmuş ve bir delice şey daha yapmış... Okuyunca belki çok güleceksiniz ama, bana göre olması gerekeni yapmış... Kendince sanal bir “Bilinç Üniversitesi” kurmuş ve kendini onun rektörü ilan etmiş...
Bana göre toplumdaki anormalliklere, bilinçsizliklere ve aptallıklara verilecek en güzel tepki... Biraz Hoca Nasreddin tepkisi gibi... Adı bile muhteşem, “Bilinç Üniversitesi.” Zaten bazı düşünürler, bu çağı “aptallıklar çağı” olarak tanımlamıyor mu? Adeta uyuşturulmuş bilinçlerle varlığın ve yokluğun farkında olmayan, hayatını sorgulama mecali kalmamış zavallılardan oluşan bir topluma verilecek en iyi uyarı: Bilinç Üniversitesi... En fazla neyin eksiği yaşanıyor, canım memleketimizde? Elbette, “bilinç!”
Bu adam, evet deliliğe çok yakın... Ama, acaba yaptıkları ve söyledikleri kaybettiğimiz, unuttuğumuz, üzerine asit döküp yok ettiğimiz, bizi biz yapan değerlerimiz olmasın...
Çalmak, çırpmak, kayırmak, rantiye ve şantiye kurmak akıllılık da, toplumu bilinçlendirme çabaları delilik mi?
Kim bilir, belki öyledir!
Kim deli, kim akıllı?

14 Ağustos 2014 Perşembe

SİBEL EDMONDS, CIA'NIN ERDOĞAN'I NASIL ÇÖZDÜĞÜNÜ ANLATIYOR‏

[Ozel-Buro-Istihbarat] CIA DOSYASI: 
SİBEL EDMONDS, CIA'NIN ERDOĞAN'I NASIL ÇÖZDÜĞÜNÜ ANLATIYOR‏
Uzun süre Türkiye'de yaşadım ve Türkiye iç politikasını çok yakından takip ediyorum. Ve doğrusu, benim FBI muhbirlik davamın konusu aslında ABD-Türkiye arasındaki gizli görüşmeleri deşifre etmemden kaynaklanıyor.
Bu yüzden hem ABD'de, ABD çıkarlarına zarar verdiğim, hem de Türkiye'de Türkiye çıkarlarına zarar verdiğim gerekçesiyle iki ülkede de tamamen dışlandım.
İnsanlar Twitter üzerinden, sıradan vatandaşlar, soruyorlar, "Erdoğan hakkında düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz", yazdığım makalede bunu yapmaya çalıştım, ve insanların konuyu doğru anlayabilmesi için, ciddi bir tarihi arkaplan bilgisi vermek zorunda kaldım.
İnsanlar şaşırıyor, Erdoğan önceleri bir melekken, nasıl oldu da ABD için şimdi bir şeytan, bir düşman haline gelebildi, bu sistem nasıl çalışıyor? CIA'nın kukla hükümetler kurduğu, onları kullandığı, ve ardından bir gecede onları nasıl yokkettikleri bilenen bir gerçek. Aynı şey Erdoğan'ın da başına geliyor.
Ah evet, bu durum pek çok Amerikalı'ya Donald Rumsfeld'in Saddam'la tokalaştığı o unutulmaz görüntüleri, ve daha sonra gözden düştüğünde işgal ve yokedilişini hatırlatıyor.
Aynı süreç, Erdoğan'la ilişkilerde de açıkça görülüyor.
Ve Erdoğan'ın tasfiye süreci Gezi Parkı olayları ile başlamış gibi görünüyor, ancak makalenizde de belirttiğiniz gibi bunun çok daha geniş çaplı, farklı nedenleri var. Örneğin daha önce Bir Gladyo Projesi: Fetullah Gülen röportajımızda anlattığınız gibi Gülen'le de bağlantılı.
Peki, bu değişimin nedeni nedir? Erdoğan neden gözden düştü?
Evet, bütün bunlar bana göre Gülen ve Erdoğan arasındaki kavgayla başladı. Gülen cemaati AKP'nin hükümet olması için çok ciddi destek verdi, Erdoğan ve Gül'ün bütün bürokratları Gülen cemaatinin desteğiyle geldi o noktalara.
Ancak burda şuna dikkat etmek gerekiyor, Gülen sadece bir sembol. Asıl önemli olan ve işi yapan Gülen markası. 1997'den sonra CIA Gülen'i oyuna dahil etti. Gülen Türkiye'de şeriat düzeni kurmak istiyor ve suçlarından dolayı aranıyordu. CIA onu ABD'ye getirdi ve ne tesadüf ki CIA merkezinin hemen yanı başında bir eve yerleştirdi. Gülen şu anda 15 yıldır ABD'de yaşıyor ve 20-25 milyar dolarlık bir ağı kontrol ediyor ve kimse gerçekten bu paranın nerden geldiğini bilmiyor. Bu Gladyo A planı idi.
Gülen'in ABD dışında CIA ile birlikte açtığı okullar, camiler, medreseler birer birer kapatılıyor çünkü bu ülkeler, Gülen cemaatinin varlığının kendi ülkelerinin ulusal güvenliğine bir tehdit olduğunu, CIA ile ortak operasyonlarda kullanıldığını kavradılar.
Gülen cemaati ve CIA bununla kalmadı tabii ki, Türkiye'de büyük bir medya ağı kuruldu, satın almalar yoluyla, polis teşkilatına, hukuk, ve askeri alanlara sızdılar. Ve işte bu güç ağı, yani Gülen ve CIA ortak hareketi, Erdoğan'ı parlatarak hükümete taşıdı.
Aslında 97'de Erdoğan'ın üyesi olduğu parti askerlerin müdahalesiyle kapatılmış, Erdoğan hapse atılmış iken, 2002'de bu kez askerler geri adım attı, sessiz kaldı ve Erdoğan'ın başbakan olmasına izin verdi. Peki 1997-2002 arasında değişen neydi? Evet, artık Gladyo B planına geçilmişti, Gülen ABD'deydi artık.
Erdoğan o sırada değişmiş, aşırı güven kazanmış, beslenmiş, ve artık "bu imama artık boyun eğmek zorunda değilim, halk beni seviyor ve ben ne dersem inanıyorlar" demeye başladı. "İmam kabul etse de etmese de ben kendi istediklerimi artık özgürce yapabilirim" diyordu.
Erdoğan'daki bu aşırı güven sadece bir neden. Diğer bir neden de Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert tutumu, sözünü geçirebiliyor görüntüsüydü. Türkiye'deki bütün partilere, medyaya rağmen bunu eleştiren de ne var ki Fetullah Gülen'di. Ve bu arada, bir yan not olarak şunu söyleyeyim ki, Gülen'in ABD'deki en büyük destekçisi de ordaki Yahudi lobisiydi. İsterseniz Google'a gidip, en büyük yahudi lobisi olan Aipac'i, ya da atc'yi sorgulayın "Gülen Aipac" şeklinde.
İlginç olan bir İslam Mollası, İmamı olan Gülen (!), Yahudi lobisi tarafından destekleniyordu.
Tek başına bu durum bile, insanların Gülen hakkında şüphe duyması, soru sormaya başlaması için yeterli bir nedendir.

Bu da Erdoğan Gülen arasındaki kavganın ikinci nedeniydi, yani Yahudi lobisinin desteklediği Gülen, Erdoğan'ın İsrail'e karşı sert çıkışlarını doğru bulmuyordu.
Ayrılık çanları çalmaya başlamıştı. Ve ardından Suriye konusu geldi. Türkiye, AKP hükümeti Suriye'deki muhalifleri eğitiyor, silahlandırıyor, ve bütün bunlar ABD tarafından, İncirlik üzerinden yönetiliyordu.
Buraya kadar her şey yolunda gidiyordu, ABD emrediyor, Erdoğan uyguluyor, Esad'ın devrilmesi için gereken herşey yapılıyordu. Ancak beklenmedik birşey oldu, ABD'de Esad'a uygulanan şiddet, saldırı hoş karşılanmamaya başlandı. Obama bu konudaki desteğini yitiriyordu. Ve tam bu noktada Rusya'nın devreye girmesi ABD'yi geri adım atmak zorunda bıraktı.
Ve işte tam bu sırada, Erdoğan'ın uyguladığı ABD emirleri Türk halkı tarafından sorgulanmaya başlandı. Türk halkı olanlardan, yapılanlardan hiç de memnun değillerdi. Çünkü Türkiye Suriye ile, Esad ile son derece iyi ilişkilere sahipti, ayrıca, Suriye müslüman bir komşu ülkeydi.
ABD geri çekilince, Erdoğan tamamen ortada kaldı. Artık halkı arasında popüler değil, nefret edilen bir lider olmaya başlamıştı. ABD artık verdiği sözleri tutmuyor, Erdoğan'ı tamamen yalnız bırakıyordu ki bu da Erdoğan'ı oldukça sinirlendirmişti. Bu da üçüncü bir neden oldu.
Bu noktada başka bir olay patlak verdi; Gezi Parkı olayları. Gülen, Erdoğan'la aralarındaki kavgada, bunu bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ve Gülen protestolara kendi cemaatinden insanları soktu. Erdoğan başına neler geleceğini anlamıştı. CIA ve Gülen işe el atmış, protestolarda aktif rol oynamaya başlamıştı. Erdoğan bunu net olarak görüyordu.
Şüphesiz Gezi Parkı olayları gerçek halk tarafından başlatılmıştı, ancak CIA'nın kontrolündeki Gülen cemaati bunu, bu fırsatı değerlendirmekte gecikmemişti. Ve eş zamanlı olarak ABD ve Avrupa basınında Erdoğan "diktatör" olarak anılmaya başlandı. Erdoğan'ın El Kaide ile ilişkileri ortalığa dökülmeye başlandı ki, El Kaide'nin de ne tür bir operasyon olduğunu biz açıklamaya, deşifre etmeye daha önce çalışmıştık. Erdoğan artık El Kaide'nin parasal kaynak sağlayıcıları ile bağlantırılıyordu. Ve bütün bunlar, bu operasyonlar CIA tarafından yönetiliyordu.
Peki, bütün bunlar gayet açık, anlaşılabilir ancak benim kafama takılan soru şu, Gülen'le, daha doğrusu;
"CIA ile Erdoğan arasında bir sorun varsa eğer, bu sorunun nedeni nedir, CIA Türkiye'den, Erdoğan'dan ne istiyor?"
Erdoğan, AKP sadece birer sembol, tıpkı diğer ülkelerdeki kukla hükümetler gibi, Obama gibi, George Bush gibi. Asıl önemli olan, bu sembolün arkasındaki güç, yani CIA, yani ABD Silah Sanayi. CIA'nın yapmak istediği, söz konusu ülkeyi tamamen kontrol altına almak, iç ve dış politikasını yönetmekti, ki son derece düzgün bir şekilde çalıştı, diledikleri kukla hükümeti, yani Erdoğan'ı getirmeyi ve uzun süre hükümette tutmayı başardılar.
CIA'nın planı, Türkiye'yi bir model ülke olarak kullanmak, ve diğer ülkeleri de aynı şekilde hizaya getirmekti, Ilımlı İslam projesini Orta Doğu'da uygulamaya geçirmekti. Erdoğan ve Gülen, daha doğrusu CIA arasındaki sorun, bu planları aksatıyordu. CIA, kullandığı kuklalarından birinin (Erdoğan) kontrolünü kaybediyordu, bu arada Gül'le hiçbir sorunları yoktu. Gül iyi bir uşak (bu kelime aynen kullanılıyor görüntülerde) olmuştu, emirleri harfiyen uyguluyordu.
Erdoğan boyun eğmeyeceğini göstermek için, bir mesaj vermek için şunu söyledi; "Milyarlarca dolarlık silah alımlarını sizinle değil, ABD ile değil, Çin'le yapacağım".
Bu ölümcül bir hataydı, bu ABD ve NATO'nun en üst düzey kurallarından birinin ihlali anlamına geliyordu, yapılabilecek son şeydi. İşte bu, NATO ve ABD Silah Sanayisini çileden çıkardı.
Ve Erdoğan daha da ileri giderek, AB'ye girmek için yıllardır beklediklerini ve bunun gerçekleşmeyeceğini anladığını, bunun yerine Şangay Birliği'ne katılmak istediğini söyledi. Ve resmen başvuruda bulundu. Ve bu davranış yine, çiğnenebilecek en son kurallardan biriydi. Bir kukla, kukla oynatıcısına karşı, sahibine karşı isyana kalkmıştı.
İşte bunları yaptığınızda, son kullanma tarihiniz dolmuş demektir. kim olursanız olun artık bitmiştir. Ve ABD'nin uygulayacağı cezanın diğer ülkeler için ibretlik olması gerekiyordu, çünkü bu durum başkaları tarafından örnek alınabilirdi, bu risk göze alınamazdı.
Erdoğan'a şu ihtimaller sunuldu, tabii bunları hiçbir yerde duyamazsınız;
Birincisi, geri adım atacaksın, her şeyi geri saracak, İsrail'le ilişkilerini düzeltecek, Çin'den silah almaktan vazgeçeceksin, Şangay'dan uzak duracaksın, Gülen'den özür dileyeceksin, bu senin birinci seçeneğin.
İkinci seçeneğin, sessizce istifa edip gideceksin. Çünkü biz hali hazırda senin yerine gelecekleri belirledik (Ç.N: CHP!). şu ana kadar çalıp çırptığın paraları da beraberinde götürebilirsin. Senden öncekiler de çaldı, sen de çaldın, ve bunlarla İngiltere'ye gitmene izin vereceğiz.
Üçüncü seçeneğin ise bizi beklemek olacaktır ki bu sana iki senaryo sunar; Kaddafi gibi, Saddam gibi yok edilirsin, seni Taksim meydanında, Gezi Parkı'nda öldürürüz. ikinci senaryo da, Mübarek gibi korkak bir şekilde teslim olabilirsin, seni İngiltere'de bir hapishaneye atarız, yaşamının kalanını orda sürdürürsün.
İşte şu anda, Erdoğan bu seçeneklerle karşı karşıya. Bu seçenekler Kaddafi, Saddam ve Mübarek'e sunulanlarla aynı, CIA böyle çalışıyor. Senaryolar o kadar aynı, şaşmaz ve detaylarıyla benzer ki, insan neredeyse aynı şeyleri tekrar tekrar görmekten sıkılıyor.
Ve birkaç ay içinde sonucu göreceğiz, çünkü bu durum fazla uzun sürmeyecek.
Sibel Deniz Edmonds is a former Federal Bureau of Investigation (FBI) translator and founder of the National Security Whistleblowers Coalition (NSWBC). [publicize twitter].[publicize facebook].[category istihbarat]
[tags CIA DOSYASI, SİBEL EDMONDS, CIA, tayyip ERDOĞAN]

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Ümit Köprülü Türkmen Şanı Medya ve Araştırma Merkezi Genel Yönetmeni

İktidar Türkmenlere yardım etti faturasını Sinan Oğan’a ödetti
Ümit Köprülü
Lanetlenmiş Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’un tamamen kontrolünü ele geçirdi.
Ardından en büyük Irak ilçesi  Türkmen Telafer ve ona bağlı Türkmen kasaba ve köyleri birer birer düştü.
Başınınzı fazla ağırtmıyayım, hatırlıyorsunuz Türkmeneli’de taş kalmadı yerinden oynamasın.
Tuzhurmatu, Tazehurmatu, Süleyman Bey, Amirli, Bastamlı, Yenice, Beşir, Çardağlı, Biravcılı, Şahraban, Karatepe, Karağan, Kızlarbat olayları sizce malum.
Musuldan başka Kerkük, Salaheddin, Diyale vilayetlerindeki Türkmen yoğunlu tüm ilçe, kasaba ve köyler 21’inci çağın en kanlı terör örgütünün saldırı ve işgaline maruz kaldı.
Yüzlerce Türkmenin acımazcasına katledildiğini
Binlerce Türkmen ailelerinin yurtlarından olduğunu
500 bin Türkmenin göçe maruz kaldığını
Onlarca Türkmenin başı kesildiğini
Onlarca Türkmenin cesetleri vahşice yakıldığını
Onlarca Türkmen çocuğunun sıcaklık ve kötü koşullar sonucu öldüğünü
Onlarca yaşlı ve gebe kadın sıcaklığa, açlık ve susuzluğa dayanmıyarak öldüğünü
Binlerce Türkmen evinin havaya uçurulduğunu
Birleşmiş Milletler Konseyi yetkilileri, dünya insani örgütler personelleri ve medyacılar internet üzerinden sesizce izlediler.
Ancak, Irak’ta 3 milyonun üstünde sayısı olan bir milletin yok olmasına dilsiz sağır kaldılar.
Allah razı olsun Türkiye’deki AKP iktidarı ne sebeple olursa olsun da en son, geçte kalmışsa elini Türkmeneli’deki mağdurlarımıza uzattı.
Türk Kızılayı, Afat ve Tika kurumlarını bölgeye koşturdu.
Tırlar yiyecek ve diğer ihtiyaç malzemelerini insanlara taşıdı.
Ancak gönül dilerdi ki iktidarın Başbakanı Sayın Erdoğan veya diğer bir yetkilisi bu yardımların bize yapılması sebebini Türkmen orduğumuz için olduğunu ilan etselerdi, değil de sadece insan olduğumuz için.
Bu da iktidarın milliyeçlikleri neticesiyle, Türkmenleri ne kadar sevmediğinin büyük bir kanıtıdır.
Anavatan’da Milliyetçi Haraket Partisi ve özellikle Sayın Lider Devlet Bahçeli ve Iğdır Milletvekili Sayın Sinan Oğan beylerin Tükmen acılarını Türkiye ve dünya gündemine taşımasalardı, iktidar böyle bir yardımı sunmaya asla yanaşmazdı.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri
AKP iktidarının Türkmenlere yardıma koşma nedeninin altında cumhurbaşkanlığını seçimlerini kaybetmek korkusu vardı.
Yardım sadece iktidarın çıkarları doğrultusunda yapılmış ve yapılmaktadır.
Bunu anavatan insanı bildiği gibi tüm Türkmen ve Türk dünyası insanı da bilmektedir.
Türkmenler geç ve az da olursa yardımı aldı
Fature Türkmen avukatlığını yapan Sinan Oğana’a kesildi.
Aslında Iğdır Milletvekili Sayın Sinan Oğan bey kimsenin avukatlığını yapmamıştır.
Türkmen sorununa önce bir Tük’ce sonra bir insanca davranmıştı.
Kürt ve Arapları kendi akrabası bilip yardımına koşan iktidara, Oğan bey, burası Türkiye’dir. Türkmler de bizim diğir yarımızdır ve hükümetin onlara yardım etmek zonunda olduğunun mesajını vermek istemiştir.
Gönül isterdi ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki tüm milletvekilleri dünya Türklerine karşı aynı hessasiyeti gösterselerdi.
Sayın Sinan Oğan Türkmen çilesini meclise taşıdı.
Defarca gündeme getirdi.
Sayesinde Türkmen soykırımı Türkiye’den ziyade, dünya gündemine de oturdu.
Ancak bunu AKP İktidarı ve milletvekilleri birtürlü sineye çekemediler.
Hatta fırsatı yakalıyıp ona kalleşce saldırdılar.
Sinan Oğan beye atılan her yumruk yüce Türk milletinden önce Türkmeneli’ndeki kaderine terk edilmiş perişan olan üç milyon Türkmene atılmıştır.
O yumruğu her Türkmen yaralı yüreğinde hissetmiştir ve Sinan oğan’ı bir kez daha bağrna basmayı istemiştir.
Onun o ak alınından öpmek istemişlerdi Türkmenler.
Türkiye hep sinan Oğan gibi temiz ve dürst evlatlarının sayesine ayakta durar, gelişir ve ilerler.
Türkiye’nin dünya ülkeleri arasındakidaki yeri ve değerini Sinan oğan gibileri sağlıyabilir.
Dünyanın Türkiyeye yapacağı bir hesap veya göstereceği bir saygı olursa, kesin o hesap ve saygı Sinan Oğan gibilerini göze alınarak olacaktır.
Son olarak Türkmeneli insanı adına Sayın Sinan oğan beye büyük geçmişler dileriz. Allah onun gibi Türk Milleti’nin yılmaz kahramanlarını korusun.
Ümit Köprülü
Türkmen Şanı Medya ve Araştırma Merkezi
Genel Yönetmeni

5 Ağustos 2014 Salı

Su, Su, Su...‏ (D. Ali ERCAN Prof. Dr…) Kocaeli ve Sakarya'yı besleyen Göl kuruyor!

Su, Su, Su...‏  
Kocaeli ve Sakarya'yı besleyen Göl kuruyor! 
(D. Ali ERCAN Prof. Dr…)
Bu fotoğrafta Göl sularının 200-300 metre içeriye çekildiği açıkça belli oluyor. Toplam alanı ~40 km2 ve ortalama derinliği 20 metre olan Gölün 2,5 metre seviye kaybetmesi, (~100 milyon m3 su)  Gölün yaklaşık %15 su kaybı demektir. Æ

Dünya Bülteni/ Haber Merkezi
Son iki yılda kuraklığın etkisiyle gölü besleyen kaynakların önemli bölümünün kuruması sonucu su düzeyi giderek düşen Sapanca Gölü'nde tehlike her gün biraz daha büyüyor...Su düzeyi normalden 2,5 metre aşağı düşen gölün bazı noktalarında ötrifikasyon* belirtileri (Göl suyunu azot ve fosfor gibi elementlerle zenginleşerek kalitesinin içim bozulması) görülmeye başlandı.
Marmara Bölgesi'ne, 2012-13 yılı dahil yeterli miktarda kar ve yağmur düşmemesi sonucu, Kocaeli ve Sakarya'nın içme suyu havzası olan, ayrıca Dünyanın suyu içilebilir ender göllerinden biri olarak bilinen Sapanca Gölü su düzeyinin giderek düşmesine neden oldu. Daha önce sadece Sakarya Büyük şehir Belediyesi'nin şehir içme suyu şebekesi için su aldığı, bazı sanayi kuruluşlarının da su çektiği gölden, geçen yıldan itibarenKocaeli Büyük şehir Belediyesi de su almaya başladı.
Daha çok Kartepe'den gelen 14 derenin suyuyla beslenmesine rağmen Sapanca Gölü, iki belediyenin her gün daha da artan su ihtiyacını karşılamak için su çekmesi,  ayrıca gölü besleyen derelerin kuruması, diğer kaynaklar üzerinde de sayıları 30'u bulan su şirketlerinin (!) tesis kurması  nedeniyle beslenemez hale geldi. Bu yaz başından itibaren desu seviyesinde önlenemeyen bir düşüş görülmeye başladı.
Sakarya su kanalizasyon İdaresi'nin bugün yaptırdığı ölçümlere göre, normalde 32,2 olması gereken göldeki su işletme kodu, 29,6 ya kadar düştü. Gölden su çekmek için, yani işletme kodunun 32,2-29,9 arasında olması gerekirken, Belediyeler ve Sanayi kuruluşları başka kaynak olmadığından işletme kodu 29,6 ya düşmesine rağmen Gölden su çekmeye devam ediyorlar!
Kartepe sınırları içinde kalan bölgelerden su çekilmesi nedeniyle geniş bataklıklar oluştu. Göl suyunun üzerinin yeşillendiği, göl çevresindeki çekilmenin 100 metreyi aşmaya başladığı görüldü. Bu bölgelerde de daha önce suyla kaplı olan bölgedeki iskeleler, su kayağı tesisleri su mesafesinin 100 metre gerisinde kaldı. Bu arada aynı bölgede 200 metre kadar açıkta da, su seviyesi doğrudan 2,5 metre aşağı düştüğünden tarihi eser olduğu ileri sürülen yazı yapı taşları ve adacıklar da ortaya çıktı.
Adının yazılmasını istemeyen bir yetkili, "Maalesef gölde durum hiç iç açıcı değil. Şu anda ötrifikasyon yok; ama bu kış mevsiminde yeterli yağış olmaz ve göle yeterli su girişi sağlanmazsa o zaman ötrifikasyon görülür. 1-2 yıl içinde de Sapanca Gölü'nün suyu içilebilir özelliğini kaybeder" dedi.
* Eutrofication: Suyun içilebilirlik özelliğinin kaybı. ötrofikasyon yüzlerce hatta binlerce yıl alan bir yenilenme süreci gerektirir. Bu şekilde sağlıklı kullanım özelliğini kaybeden su ve toprak gibi yaşam kaynaklarının geri kazanımının bedeli çok ağırdır. æ

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Yeni bir tüketim ahlakı nasıl olmalı?, TEMA – Beyin Fırtınası Çalışması Sonuçları (Sonuç Bildirgesi)

Yeni bir tüketim ahlakı nasıl olmalı?
Kaliteli ve yeterli miktarda üretim anlayışını toplum olarak benimsemeliyiz.
İhracat miktarları da dikkate alınarak planlı üretim yapılmalıdır.
Bilinçli ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda, gerektiği kadar tüketim yapmalıyız.
TV reklâmları, basın ilanları, medyadaki yönlendirici haberlerden etkilenmemeyi öğrenmeli, her şeye sorgulayıcı yaklaşmalıyız.
Çağımızı ele geçirmiş alışveriş çılgınlığından sıyrılmalıyız. Çoğu zaman elimizdekilerle yetinmiyor, sürekli daha fazlasını, daha iyisini arzuluyoruz.
Sorgulayıcı bakış açışı oluşturarak, dış etkilerin bizi çeşitli yanlış şartlandırmalara yöneltmesine izin vermemeliyiz.
Cep telefonunun gereksiz kullanımı sera gazı yayılımını daha çok arttırmaktadır.
Plastik maddeleri kullanmadan önce bir kez daha düşünmeliyiz. Plastik gibi polimer maddelerin doğada yok olması çok uzun zaman gerektirmektedir.
Tüketmeden önce üretmeyi bilmeliyiz.
Bilinçli bir tüketim için önce kendimizi sonra etrafımızdaki insanları eğitmeliyiz.
Toplumun bazı kesimlerinde bu sorunlarla ilgili bir algı mevcut değil. Sorunun ne olduğunu, sebepleri ve sonuçlarını aktarmalıyız.
Görsel iletişim araçlarını bilinçli tüketim anlayışını yaygınlaştırmak için kullanmalıyız. Bu tip yayınlara ön ayak olmalı, talep etmeliyiz.
Tüketim bilincinin yaygınlaştırılmasında gençlerin ilgi alanları üzerinden onlara ulaşmaya çalışmalıyız.
Toplumun bazı kesimlerinde tüketimin bilincinin yeterli düzeyde olmaması nedeniyle, bu bilincin oluşması için öncelikle ekonomik sonuçlarından yaklaşılabilir (örn. su faturasında belirli miktarın üzerinde bir fiyat artışı). 
Toplumda davranış değişikliğinin oluşması için çeşitli teşvik edici ödüller ve caydırıcı cezalar uygulanabilir.
Televizyon kanallarında kalitesiz birçok yayın var, bunlara yeri geldiğinde tepkimizi göstermeliyiz.
Siyasi ve etik değerlerin ortak çıkarlarda buluşması gerektiğini düşünüyoruz.
Atıkların geri-dönüşüm sürecine sokulmasını kendi yaşantımızda bir alışkanlık ve gereklilik haline getirip toplumda da eğitim yoluyla yaygınlaşmasına önayak olmalıyız. Petrole bağımlılığı azaltmalıyız. Kullanılmış yağların bio-dizel olarak tekrar kullanıma girmesine önayak olmalıyız. Aspir en kurak bölgelerde bile yetişen ve bio-dizel üretiminde kullanılan bir bitki olduğundan, bio-dizel kullanımı çift yönlü kazanç sağlayacaktır.
Kaynakları etkin ve verimli bir şekilde kullanmalıyız.
Su kaynaklarımız sınırlı. Suyu içme suyu ve kullanım suyu (bahçe sulama, halı yıkama, araba yıkama vb.) olarak kategorize edip ihtiyacımıza göre kullanmalıyız.
Ülkemizde çok yaygın olan kaçak elektrik ve su kullanımının önüne geçmek için  öncelikli olarak işletmelerde, daha sonra konutlarda gerekli önlemler alınmalı.
Daha önce  altyapı çalışmaları uzun dönemi kapsayacak şekilde planlanıp yapılmadığından ve kaliteli malzeme kullanılmadığından kente dağıtılan suyun %48’i şebekelerimize gelmeden kayboluyordu. , yerel yönetimlerde planlama ve uygulamaların uzun dönemleri kapsayacak şekilde yapılmasını gençler olarak arzuluyoruz. İlimiz yerel yönetiminin bu yönde ilerlediğini görmek biz gençlere umut vermektedir.
Toplu taşıma araçlarının kullanımını tercih etmeli ve teşvik etmeliyiz.
Verimliliği yüksek, enerji kullanımı düşük ve uzun ömürlü tüketim maddelerini tercih etmeliyiz. Çevreye ve kendimize karşı daha saygılı bir tüketim anlayışını yerleştirmeliyiz.
Tek ve ortak bir çıkarımız var. “Doğal varlıkların korunması, yaşanabilir bir dünya.” Tek bir ses olup bu ortak çıkar doğrultusunda hareket etmeliyiz. Ortak çıkarımıza ters düşen uygulamalarla  karşılaştığımızda tepkimizi ortaya koymalıyız.
Amacımız, değerlerimizi yitirmeden kararların kısa vadeli değil uzun vadeli sonuçlarını dikkate alarak bilinçli bir toplum oluşturmak olmalıdır.
Hedefimiz, günü kurtaran değil, geleceği düşünüp geleceğine sahip çıkan bir tüketici ahlakı oluşturmaktır.
Kaynak: TEMA – Beyin Fırtınası Çalışması Sonuçları (Sonuç Bildirgesi) 
Derleyen: Galip BARAN, 03. 08. 2014