29 Ocak 2018 Pazartesi

Suriye ve “Büyük Ortadoğu Projesi” "Konuralp ERCİLÂSUN" & Milli Düşünce Merkezi

Suriye ve “Büyük Ortadoğu Projesi”
Konuralp ERCİLÂSUN & Milli Düşünce Merkezi

Bugün ABD, artık açık açık Suriye’yi bölme ve oradan Türkiye’yi hedefleme stratejisine geçmiştir. Daha önce de bu stratejisi vardı, bugünün farkı artık görmeyen gözlerce de bu stratejinin görülmüş olmasıdır. Birkaç yıldır türlü siyasi kisve ve örtülü imalardan sonra, artık IŞİD bitse de çekilmeyeceğini ilan etmek ve sözde kuzey ordusu kurmak gibi garip manevralarla ABD yönetimi kartları açık oynamaya başlamıştır. Peki, bugüne nasıl gelindi? Bu yazının amacı biraz hafıza tazelemesi yapmaktır.

Irak Savaşı veya İkinci Körfez Savaşı
Dünya 1991’den itibaren yeni bir süreçten geçmektedir. Bu süreç dünyada yerleşik düzenin bozulduğu ve yenisini oturtmak için hamleler yapıldığı bir karmaşa dönemidir. Bu sürecin ilk on yılında ABD artık dünyanın tek kutuplu olduğunu savunurken, Çin gibi o zamanın bölgesel güçleri çok kutuplu bir dünya olması gerektiğinin propagandasını yapıyorlardı. 2001’den sonra ise ABD, dünyanın tek kutupluluğunu fiilen göstermek istedi ve ilk zamanlarda başarılı da oluyor gibiydi.

2003’te Irak savaşı ve ardından gelen renkli devrimler ise süreci ABD açısından tersine çevirdi. Artık ABD’nin tek kutup olamayacağı anlaşılmıştır. Belki de bunu bir tek anlamayan ülke ABD’nin kendisidir.

Bu kısa küresel çerçeve ışığı altında Irak Savaşı ve sonrası, süreci yeniden hatırlamak gerekmektedir. Bilindiği üzere Birinci Körfez Savaşı’nda ABD, küresel bir ittifak aramış, BM kararlarına dayanmış ve Irak’a karşı uluslararası hukuka uygun bir savaş vermişti. Aynısı ikiz kuleler saldırısı sonrası Afganistan için de gerçekleşti. Ancak bunlardan güç ve cesaret alan ABD yönetimi, İkinci Körfez Savaşı için bu sefer uluslararası meşruiyeti beklemedi. “Kimyasal silahlar” ve benzeri asılsız iddialarla Irak’a girdi. Televizyonlardan seyredilen harekat 20 gün gibi kısa bir sürede Bağdat’a ulaştı ve ABD kısa sürede zaferini ilan etti.

“Büyük Ortadoğu Projesi”
Irak’taki hızlı askerî zaferin rüzgarıyla ABD, bir yıl geçmeden “Büyük Ortadoğu Projesi” adını verdiği projeyi ilan etti. Bu projeyle bölgeye demokrasi ve barış geleceğini iddia eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı’na göre bölge halkı umutsuzca ABD’nin onları özgürleştirmesini bekliyordu. Buradaki “bölge halkı”, Iraklılar değil bölgeyi oluşturan ülkelerin halklarıydı. O dönemki ABD yönetimini oluşturanların yazılarını ve sözlerini bugün yeniden okuyunca ya bir hayal dünyasında yaşadıklarını ya da başka bir planı güzel ve alımlı sözlerle sakladıklarını anlamak daha da mümkün [1]. 2006’da ise İtalya’daki NATO toplantısında ortaya çıkan ve bugün meşhur olan bir harita, Türk subaylarının tepkisini çekmiş; ABD her zamanki gibi bu haritanın resmî görüşünü yansıtmadığını söylemişti. Ancak bir yandan da aynı vakitlerde hükümetimiz, Türkiye olarak “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olmakla övünüyordu.

Proje, Irak’ta başlamıştı ve oradan devam edecekti. Irak savaşından sonraki yeniden yapılanma sürecinde (veya yıkımı katmerlendirme mi demek lazım?) ABD, Saddam’ı devirmekte işbirliği yaptığı Barzani ve Talabani’yi kendine yakın müttefik olarak ödüllendirdi. Birisi Irak’ın cumhurbaşkanı yapılmak suretiyle bölgede ikisinin tekrar bir çekişmeye girmesinin de önüne geçilmiş oluyordu. Böylece kuzey bölgeleri Barzani’ye kalmış ve Barzani de bu şansını iyi kullanarak Talabani’nin nüfuzunu epeyce geriletmişti.

Irak’ın kuzeyi ve oradaki üslenmeler
O sıralar Türk kamuoyunda PJAK adı duyulmaya başlamıştı. Türkiye’de artık terör faaliyetleri neredeyse durmuş, 1990-2000 arasındaki mücadeleyle PKK, büyük ölçüde bertaraf edilmişti. PJAK ise PKK’nın İran kolu olarak biliniyordu ve açıkça ABD tarafından silahlandırılarak İran’a karşı kullanılmaya çalışılıyordu. Dönemin bazı gazeteleri, Barzani bölgesindeki ABD destekli bu yapılanmayı yazıyor ve Irak koalisyonu içerisinde yer almamızın dolaylı olarak bu örgüte destek anlamına gelip gelmediğini sorguluyordu.

Tabii gerek Barzani’nin hakimiyetini sağlamlaştırması için gerek ABD’nin elini kolunu sallayarak hareket edebilmesi için ve gerekse PJAK faaliyetleri için bölgedeki etkili güç olan Türkiye’nin geriletilmesi gerekiyordu. Bu geriletme önce 2003-2005 döneminde Irak’ta gerçekleşti. Askerî geriletme Süleymaniye’de çuval olayıyla, siyasi ve psikolojik geriletme de Kerkük’te tapu kayıtlarının yakılması ve Telafer’in bombalanmasıyla yerine getirildi.

Gerilemenin İç Yansımaları
Dönemin tecrübesiz hükümetinin bunlara karşı sessiz kalması ve diplomaside çok kullanılan bir yöntem olan nota vermekten dahi imtina etmesi Türkiye aleyhinde plan yapanları cesaretlendirdi. Bir yandan PJAK ile İran’ı baskı altına almaya çalışan ABD, diğer yandan Türkiye için farklı yöntemler geliştirmeliydi. PJAK’ın Türkiye’deki ağabeyi olan PKK yöntemi on beş yıl boyunca denenmiş ve başarısız olmuştu, bu sebeple PKK’yı yeniden kullanmak için yeni yollar bulunmalıydı.

Bu süreçte 1980’lerin sonundan itibaren ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından seslendirilen ülkemizde askerî vesayet(!) olduğu ve bunun geriletilmesi gerektiği konusu üzerinden gidilmesine karar verildiği anlaşılıyor. Gerek AB sürecinin etkisi gerekse yine dönemin hükümetinin askeri kendisine rakip görmesi sonucu ABD-AB-hükümet-FETÖ ittifakı oluşarak kumpas süreci başlatıldı. Türkiye aleyhine bir sonuç alınabilmesi için öncelikle temelinde askerlik olan Türk halkının ordusuyla arasının açılması gerekiyordu.

Kumpas sürecinde yeterli derecede ilerlediğini düşünenler bu sefer önce 2009’da sözde açılım başlattılar. Halktan gelen büyük tepki sonucu bu süreçten vazgeçmek zorunda kalan devrin egemenleri, bunu daha sonra denemek üzere süreci unutturmaya çalıştı. Bu arada ordu üzerinde operasyonlara da devam ediliyordu ve 2010 başında ikinci kumpas süreci başladı. Bu ikinci süreçle birlikte Türk ordusundan daha da büyük ölçüde vatansever subaylar tasfiye edildi ve ordudaki birçok rütbe FETÖ’nün eline geçti.

Yeni Bir Dış Gelişme: “Arap Baharı”
İçeride ikinci kumpas bütün hızıyla devam ederken aynı yılın sonunda “Arap Baharı” başladı ve her ne hikmetse artık o tarihe kadar bir miktar tecrübe kazanmış olması gereken hükümetimiz, bütün hızıyla bu hareketin ortasına daldı. Arap ülkelerinde sokaklar karışırken aktif tavır alıyor ve bölge hükümetlerine karşı üst perdeden öğütler veriyordu. NATO’nun Libya’da ne işi var dedikten hemen bir hafta sonra NATO’nun Libya halkına yardım için orada bulunması gerektiğini hepimize izah ediyordu. Özellikle Libya ve Mısır’ın iç mücadelesinde taraf oluyordu.

2011’de ise sözde bahar Suriye’ye sıçradı. Bu sefer diğer Arap ülkelerine olduğundan daha büyük bir hevesle bu işin içine dalındı. Suriye’de yönetimin birkaç hafta içinde çökeceği, Emevi camiinde namaz kılınacağı konuşuluyordu. Peki bu kadar aktif bir şekilde devrilmek istenen Suriye lideri ile daha önceki ilişkimiz neydi?

Aslında Suriye’yle 1998’den itibaren yeni bir süreç başlamıştı. Türkiye’nin baskısıyla Suriye, terör örgütü elebaşını topraklarından çıkarmış ve yavaş yavaş iki ülke birbirine yakınlaşmaya başlamıştı. Bu yakınlaşma yıllar içinde giderek arttı ve 2009’da iki ülke ortak bakanlar kurulu toplama seviyesine dahi geldi. İki ülkenin hükümetleri ve halkı birbirine yaklaştı, sınır bölgeleri canlandı. Bu süreç, sadece bölgede değil, dünyada da örnek bir ilişki olmaya aday bir şekilde ilerliyordu. Sözde bahar işte bu süreci tersine çevirmiş oldu.

Soğuk Savaş’ın Unutulan Söylemleri: İçişlerine Karışmama ve Toprak Bütünlüğü
2003 Irak savaşından sonra özellikle ABD tarafından üç parçalı Irak’tan söz edilmeye başlanmış ve fiilen Irak, iki parçalı bir hâle getirilmişti. Savaşla ülkelerin içişlerine karışmama prensibinden, iki parçayla da toprak bütünlüğü prensibinden dünyanın egemen gücünün vazgeçtiği anlaşılıyordu. Burada da gidişat doğru okunamadı ve hükümetimiz uzun süre Irak’taki merkezkaç kuvvetlerden yana oldu. Hükümet, bu yolla Türkiye’nin Irak’ta söz sahibi olduğunu savunurken, aslında Barzani ülkemizin güneydoğusunda büyük bir etki kazanıyordu.

Bir yanda Irak’ı parçalamaya doğru giden süreç ilerlerken, diğer yanda Suriye’nin içi karışmış, birkaç haftada düşeceği söylenen Suriye yönetimi dirençli çıkmış ve olay iç savaşa dönüşmüştü. Dünyanın belli başlı bütün devletleri Suriye’ye müdahil oldu. Bu aşamada belki de ülkemiz tarafından bütün dünyaya karşı yüksek perdeden seslendirilmesi gereken içişlere karışmama ve toprak bütünlüğü söylemleri unutuldu ve tam tersine hareket edildi.

İkinci Açılım
Diğer yandan Türk halkının kıvamına geldiği düşünülerek 2013’te ikinci açılım süreci başlatıldı. Ordu geriletilmiş, halk orduya karşı soğutulmuş ve yeniden azan terörle korkutulmuş, basın-yayın kuruluşları zapturapt altına alınmıştı. İkinci süreç, böyle bir ortamda ne kadar hayırlı sonuçlara vesile olacağı bombardımanı ile büyük bir hızla başladı ve ilerledi. Bu sefer sessiz gibi görünen ve daha cılız tepkiler veren halkın, esasında süreci benimsemediği ama kendini de ifade edecek yollar bulamadığı 300 aydının imzaladığı “Türk Milletine Çağrı” bildirisi ile belli oldu. Buna rağmen hükümet, muhtemelen dünyanın egemen güçlerinin baskısıyla, açılımı büyük bir hızla ve kararlılıkla devam ettirdi. Sürece karşı çıkanlar ağır hakaretler edilerek savaş istemekle suçlandılar. PKK terör örgütü artık terör eylemi yapmasına gerek kalmadan güneydoğuda büyük bir etkinliğe sahip oldu.

Suriye İç Savaşı
Türkiye’de eylemsiz bir şekilde isteklerini elde etmeye başlayan PKK, bütün gücünü Suriye iç savaşına kaydırdı ve orada PYD adındaki örgütünü kurdu. Suriye iç savaşında IŞİD terör örgütü çıkmış, uyguladığı vahşi yöntemlerle Avrupa ve ABD’nin Suriye’ye daha çok müdahil olmasına zemin hazırlamıştı. IŞİD’in yabancı savaşçıları ise zaten bu örgütün bu müdahaleyi hazırlamak için kurulduğunun bir sembolüydü. Hükümetimiz burada da süreci zamanında ve doğru okuyamadı. Suriye yakınlaşmasıyla açılmış olan sınır, Suriye yönetimine karşı konumlanmamızla kapatılması gerekirken; sanki eskisi gibi sınırsız, açık olmaya devam etti. Bir yandan iç savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler ülkemize kayıtsız bir şekilde giriyorlar; diğer yandan Avrupa ve ABD uyruklu yabancı savaşçılar Suriye’ye geçiyorlardı. Sınırın sanki Almanya-Avusturya sınırıymış gibi açık olması her iki yöne geçişin kontrol edilememesi sonucuna yol açıyordu ve bu durum birkaç yıl boyu devam etti.

IŞİD vahşeti, Irak’a da taşarak devam ederken kuzeyde çok küçük bir bölgeden başlayan PKK’nın Suriye kolu PYD, adım adım yeni topraklar ele geçirerek burada etnik temizlik yapmaya başladı. PKK Suriye’de savaşla ilerlerken Türkiye’de barış ve açılım söylemleri ile saha ve zemin kazanıyordu. Böylece açılım süreci, PKK’nın bütün gücüyle Suriye Savaşı’na yüklenmesine imkan tanıyan bir altyapı oluşturuyordu.

Türkiye’ye Etkiler
Topraklarını genişleten iki terör örgütü, sadece Suriye’de karşı karşıya gelmediler; hem aralarındaki savaşı Türkiye’ye taşıdılar hem de Türkiye’ye karşı terör hareketlerini başlattılar. Bu görüntü, Batı’dan yönetilen her iki terör örgütünün Suriye’deki oyunu Türkiye’de de uygulamaya çalıştığının göstergesiydi. Ülkemizde yoğunlaşan terör hareketleri ve ardarda patlayan bombalar 2015’te yoğunlaştı ve 2016’da artık ülkeyi Suriyeleştireceği düşünülen 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Görüldüğü gibi 2003’ten beri bütün olaylar adım adım gelişti ve bugünlere gelindi.

2013-2015 arası ağırlığını Türk halkına karşı “İmralı”dan ve HDP’den yana koymuş olan hükümet, 2015’ten itibaren önce içeride yeniden terörle mücadeleye başladı. İki yıl içerisinde terör örgütü silah atmadan büyük bir zemin kazandığı için bu seferki mücadele çok zorlu bir süreç oldu ve çok şehit verildi.

Darbe girişiminden sonra ise hükümet, ikinci adımı dışarıda temizliğe doğru attı ve Fırat Kalkanı Harekatı’nı başlattı. Böylece Suriye’nin kuzeyinde oluşmakta olan terör koridorunu engellemeye yönelik bir adım atılmış oldu. Fırat Kalkanı, hem askerî hem de diplomatik bir başarıydı. Bu başarıyla başlayan süreç, düşe kalka da olsa ilerlerken bir yandan da turnusol kağıdı oldu. O güne kadar imalar yoluyla PYD-YPG’yi destekleyen ABD, bu harekatla birlikte söylemini giderek daha açık etti ve bugünlere, sözde ordu kurmalara kadar gelindi.

Günümüzde Durum ve Aklın Yolu
Hükümet, Rusya ve İran ile birlikte Suriye’de inisiyatif alırken iç savaşın da bir ölçüde durağanlaşmasında pay sahibi oldu. Ancak hem Rusya’nın hem de İran’ın, tıpkı ABD gibi kendilerine göre planları var ve bu planların Türkiye’nin çıkarlarıyla tam örtüşmediği de bir gerçek. Bugün ABD karşımızda konuşlanmayı, Rusya ve İran ise yakınımızda yer almayı seçti. Ancak Rusya da ABD’ye göre daha geri plandaki söylemlerle de olsa PYD-YPG yapılanmasına Afrin üzerinden destek vermeye devam ediyor.

“Büyük Ortadoğu Projesi” ilk ortaya çıktığı yıllarda Irak ve İran’ı açıkça, Suriye’yi örtülü olarak ve Türkiye’yi gören gözler için belli olacak bir şekilde hedef almıştı. Irak’ta süreç sekteye uğradı ve merkezkaç kuvvetler zayıfladı. Suriye’de süreç durakladı ancak henüz Irak’taki duruma gelinemedi.

Gelinen bu noktada unutulan diplomatik söylemler tekrar hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır. Hükümetimiz, ara sıra toprak bütünlüğü açıklamaları yapsa da bunlar yeteri kadar sık ve gür değildir. En son 30.000 kişilik ordu meselesinde Rusya toprak bütünlüğü vurgusu, Suriye hain vurgusu, Türkiye ise teröre destek olunmaması gerektiği vurgusu yapmıştır. Üç vurgu da doğrudur ancak Türkiye açısından bunlardan diplomatik anlamda en etkili olabilecek olan terörle mücadelenin yanında toprak bütünlüğü vurgusunu daha güçlü bir ses ile ifade etmektir.

[1] Bugün için çok hayalci kaçan söz konusu görüşler için Rice’ın bakanlık sırasındaki basın toplantısına veya bakan olmadan önce yazdığı yazısına bakılabilir.

26 Ocak 2018 Cuma

RUM BAŞKANLIK SEÇİMLERİ: "Kıbrıs Rum tarafında, Pazar günü Başkanlık seçimi yapılacak."

RUM 
BAŞKANLIK SEÇİMLERİ

Kıbrıs Rum tarafında, Pazar günü Başkanlık seçimi yapılacak.

Favoriler mevcut başkan Nikos Anastasiadis ve AKEL tarafından desteklenen Stavros Malas.

Seçime dokuz tane aday katılacak. Son yapılan anketlerde Nikos Anastasiadis yüzde 34,2, oy ile birinci sırada, Stavros Malas yüzde 23,1 oy ile ikinci sırada, Nikolaos Papadopulos yüzde 22,6 oy ile üçüncü sırada ELAM Başkanı Hristos Hristuyüzde 4,3 oy iledördüncü sırada ve Yorgos Lillkas3,1oy oranıyla beşinci sırada gözüküyor.

Anastasiadis’in ilk turda tek başına yüzde 50.1 oy alamayacağı ve seçilemeyeceği kesin. Bu nedenle de ikinci tur 4 Şubat’ta yapılacak.

İkinci tura Stavros Malas kalırsa Anastasiadis’in tekrardan seçilme şansı daha yüksek.

Ama ikinci tura Nikolas Papadopulos kalırsa, Anastasiadis’in kaderini sol oylar belirleyeceği için tekrardan seçilmesi tehlikeye girebilir.

Nikolas Papadopulos, Kıbrıs Rum tarafının en zengin iş adamı Anastasios Leventis'in torunu ve EOKA’nın en önde gelen kurmaylarından olan Rumların Beşinci Cumhurbaşkanı Tassos Papadopulos’un da öz oğlu. Nikolas’ın, EOKA’nın kurucusu, tetikçisi, en önde gelen kurmaylarından olan eski İçişleri Bakanı Polikarpos Yorgacis’in, annesinin ilk kocası olması nedeni ile iki de yarım kardeşi bulunmakta.

Gerçekte Papadopulos, eski EOKA’cıların, 60 yaş üzeri olanların ve Helen milliyetçilerinin tam desteğini alıyor. Siyasi partilerden başkanı olduğu DİKO ile EDEK, Dayanışma Hareketi ve Ekologlar kendisine yüzde yüz bir destek vermiş durumda. Anastasiadis’in ruhani başkanı olduğu DISI’nin temelini, her ne kadar EOKA B’ciler ve Makarios’u deviren darbeciler oluşturuyorsa da, DIKO’yu da eski toprak EOKA’cılar ve milliyetçiler destekliyor. Bu nedenle de DIKO ile DISI arasında politik görüş ve kuruluş amacı açısından nüans farkı var sadece.

Kıbrıs sorununda çözüme ulaşılabileceğine inananlar Anastasiadis’e yüzde 25, Malas’a yüzde 12 ve Papadopulos’a yüzde 12 güvenmekte. Bu gösterge, Anastasiadis’in kararsızların ve siyasete bulaşmayı pek sevmeyenlerin büyük çoğunluğunun oyunu alacağını göstermekte.

KKTC’nin aksine Kıbrıs Rum tarafında, Kıbrıs Cumhuriyeti vatandaşı olan Rumların, bulundukları ülkede oy kullanmaları mümkün. 11 bin 683 seçmenin bulunduğu yurt dışındaki Rumlar için, aralarında Yunanistan, İngiltere, ABD, İsveç, Fransa, Belçika, Katar, Bahreyn ve Suudi Arabistan’ın da bulunduğu ülkelerde 38 seçim merkezi kurulacak. Yurt dışında yaşayan Rumların yüzde 90’ı Yunanistan ve İngiltere’de bulunuyor. Yunanistan’da 5 bin 930, İngiltere’de ise 4 bin 117 kişinin oy kullanma hakkı var.

Yunanistan’da yurt dışında yaşayan Rumların ezici çoğunluğunun olmasının nedeni, 1964 yılının Nisan ayında dönemin Cumhurbaşkanı Makarios Rum Milli Muhafız Ordusunu kurarken Bakanlar Kuruluna aldırdığı kararla, Rum Milli Muhafız ordusunda görev yapan rütbesine bakılmaksızın her Yunan vatandaşına otomatik olarak Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti vatandaşlığının verilmiş olmasıdır. Bu nedenle Kıbrıs’ta doğmamış veya da Kıbrıslı anne ve/veya babadan doğmamış olmalarına rağmen binlerce Yunan vatandaşı günümüzde Kıbrıs (Rum) Cumhuriyeti vatandaşıdır ve bu seçimlerde Yunanistan’da oylarını kullanacaklardır.

28 Ocak Pazar günü yapılacak Rum Başkalık seçimlerine yüzde 75 civarında bir katılım beklenmekte. Yani her dört kişiden bir tanesi sandığa gitmeyecek….

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı
e-mail: ata.atun@atun.com veya ata.atun@gmail.com
http://www.ataatun.org
Facebook: AtaAtun1

10 Ocak 2018 Çarşamba

"Yağmur Yağmasın Duası" FİLOZOF TORLAKON

*** Yağmur Yağmasın Duası *** 
Filozof TORLAKON
2017 Yılı ülkemiz için son 44 yılın en kurağı olmuş; 2018 için de kaygılanmaktayız. Kuzey Amerika’nın bazı bölgeleri son 130 yılın en soğuk günleriyle donarken, ılıman günler geçiren Alaska’ya birkaç yıldır hiç kar yağmamış. Avustralya ise son 79 yılın en kavurucu günlerini yaşamakta olup 47 dereceyi aşan sıcaklarla haşlanan yarasalar topluca ölmekteymiş…

Güney komşumuz Suriye’deyse durum bir başka içler acısı; kışta kıyamette yerinden yurdundan olan garipler “Kar da yağmur da yağmasın” diye dua ediyorlarmış… En başından beri yanlış politikalarla perişanlığın batağına düşürdük onları; İsrail’in isteyip de yapamadığını yaptık. Hem ekonomiden hem huzurdan ve hem de insanımızdan kaybettik, kaybetmeye de devam ediyoruz. Şimdi bizler kuraklığın pençesine doğru ilerlerken kar-yağmur yağsın diye dua ediyoruz; onlar ise, yağmasın diye… Bu durum bir babanın öyküsünü getirdi aklıma:

İki kızı olan bir baba, gelin gönderir onları; birini aşağı, diğerini de yukarı köye… Aradan birkaç hafta geçtikten sonra hanımı seslenir; “Ya adam! Kızları gönderdin de hiç arayıp sormadın halları nicedir diye! Hele bi git gör huzurları yerinde midir nedir!”
Aşağı köye giden baba kızına sorar “mutlu musun” diye. Kızı da, eşinin kerpiç işleriyle uğraştığını ve işlerinin yolunda gitmesi için de “yağmur yağmasın” diye dua edip durduğunu söyler.
Daha sonra yukarı köye yönelen baba, oradaki kızına da aynı soruyu sorar. O da, eşinin ırgatlık yaptığını ve ürünün bereketli olması için “yağmur yağsın” diye dua edip durduğunu anlatır.
Evine dönüp gelen adam hanımına der ki; Bizim kızların işi Allah’a kalmış hanım; biri yağmur yağsın diye dua ediyor, diğeri de yağmasın diye…
“İbretli nasip; yaptığınız duaya kulak misafiri olan duası makbûl bir delinin âmin demesidir.” (Torlakon)
 
Dün, (11 OCAK 2018) 18:46 
Gesendet: Donnerstag, 11. Januar 2018 um 08:55 Uhr
Von: "ENTÜRK ALPERHAN TORLAKON" <filozoftorlakon@gmail.com>
An: "ismet aydemir" <dr.aydemir@web.de>
Betreff: Re: *** Yağmur Yağmasın Duası ***

6 Ocak 2018 Cumartesi

İRAN "HALK HAREKETİ Mİ, YOKSA KIŞKIRTMA MI?" TÜRKER ERTÜRK

HALK HAREKETİ Mİ, YOKSA KIŞKIRTMA MI?
İran’da, 28 Aralık 2017’de Meşhed kentinde başlayan, hızla diğer kentlere yayılan, yeni yılın ilk günlerinde de devam eden ve kontrolden çıkacakmış gibi gözüken halk hareketleri, dün itibarıyla sönümledi. Burada ilk akla gelen soru; halk hareketlerinin kendiliğinden mi, yoksa dışarıdan bir kışkırtma ile mi başladığıdır.

Bilinmesi gereken ilk şey; hiçbir halk hareketi veya toplumsal olay durup dururken veya arkasında hiçbir neden yokken başlamaz ve başlatılamaz. Bu, İran’da da böyle oldu. İktidara yönelik protestoların arkasında; geniş halk kitleleri arasındaki memnuniyetsizlik, ağır ekonomik sıkıntı, yoksulluk, yaygın işsizlik, ağır baskı ortamının bulunması ve özgürlüklerin kullanılamaması vardı.

Tetiklenebilir, Kışkırtılabilir, Yönlendirilebilir

Toplumsal memnuniyetsizlik, eğer arkasındaki nedenler ortadan kaldırılmaz ise zaman içinde kızgınlığa ve gerilime neden olur ve bir yerde patlar. Aynen depremleri meydana getiren fay hatlarındaki gerilimin artması ve kopması gibi! Toplumsal gerilimler; toplumsal patlamaya neden olmak için dışarıdan tetiklenebilir, kışkırtılabilir ve belirlenen hedefe yönelik olarak yönlendirilebilir.

İran’da da dışarıdan kışkırtma ve yönlendirme vardı! İşin arkasında Suudi Arabistan ve İsrail’in olduğu neredeyse kesin gibi! Zaten, en yetkili ağızlarından İran’daki olaylardan dolayı duydukları memnuniyetlerini ifade ettiler. ABD’nin tutumu ise çok açıktı! Daha geçen ay Başkan Trump tarafından açıklanan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nde İran’ın terör destekçisi bir ülke olduğu ilan edilmiş, dünya ve bölge barışı için tehdit olduğu söylenmişti.

Gerekirse Askeri Müdahale

İran’da rejim değişikliği isteniyordu! Nedeni ise; bölgesinde hegemonyaya direniyor olması, emperyalist projelerin realizasyonuna Suriye’de olduğu gibi taş koyuyor olması ve kendisine biçilen elbiseyi giymek istemiyor olmasıydı. Daha da önemlisi İran, İsrail tarafından yaşamsal tehdit olarak değerlendiriliyordu!

Bir ülkede dışarıdan rejim değişikliği yapabilmek için ya ülkeyi işgal edeceksiniz Irak gibi ya da o ülkenin hassasiyetlerini kaşıyarak ve kışkırtarak, yönlendirilen halk hareketleri, Renkli Devrimler ve Arap Baharı gibi yöntemlerle hedefe ulaşacaksınız. Gerekirse de oluşan bu kargaşayı ve elverişli zemini kullanarak,Libya’daki gibi dışarıdan askeri müdahalede bulunacaksınız.

Hassasiyetler Neler Olabilir?

İran’da rejim değişikliğine yönelik kaşınabilecek önemli hassasiyetler;
Ambargolar ve İran’ın Suriye ve Yemen gibi yerlerde sürdürdüğü savaşların finansmanı nedeniyle ekonomik durumunun kötü olması ve bunun halk kitleleri üzerinde meydana getirdiği memnuniyetsizlik,
Yaklaşık 80 milyon olan İran nüfusunun yarısına yakınının Türk olması ve ayrıca geçmişte kısa bir dönem de olsa devlet kuran Kürtlerin varlığı,
Rejimin demokratik olmaması, baskıcı olması ve özgürlüklerin kısıtlı olmasıdır.

Duygularla Değil, Akıl ve Bilgiyle!

Evet, İran bu hassasiyetler üzerinden kaşınmaya, kaos yaratılmaya, uluslararası kamuoyu önünde köşeye sıkıştırılmaya çalışılmakta, Suriye ve Yemen başta olmak üzere bölgeden elini eteğini çekmeye zorlanmaktadır.

Biz bu değerlendirmeyi Molla Rejimini savunmak ve meşrulaştırmak adına değil, ülkemizin güvenliğini ve bekasını savunmak adına yapıyoruz. Tabii ki biliyoruz İran’daki rejimin çağdaş ve demokratik olmadığını ve Türkiye’deki laik düzene ve Atatürk’e zamanında düşmanlık ettiklerini. Ama dış politika duygularla, rövanşlarla değil; akılla, bilgiyle yapılır.

Duygular Aklın Çok Gerisinde Olmak Zorunda

Aynı şeyi Mart 2011’de, Suriye’de emperyalizmin vekalet savaşı başlatıldığında da söylemiştik. “Suriye’de istikrarın bozulmasının Türkiye’deki istikrarı bozacağını, Suriye’nin bölünmesinin Türkiye’nin bölünmesi demek olduğunu” da yazdık ve anlattık. Ayrıca; “Türkiye’nin Suriye’de yanlış işler yaptığını, vekalet savaşının ateşine odun taşıdığını ve kendi mezarını kazdığını” ifade ettik.

Bu değerlendirmeleri Beşar Esad’ı savunmak ve meşrulaştırmak adına değil, ülkemizin güvenliğini ve bekasını korumak adına yapmıştık. Şimdi haklı olduğumuz görüldü! Tabii ki biliyorduk Beşar’ın babasıHafız Esad’ın Türkiye’ye yaptığı düşmanlıkları ve PKK’ya verdiği desteği. Ama dış politika yaparken, duygular aklın en az 10 adım gerisinde olur.

Dört Misli Daha Fazla Etkilenir

Eğer bugün İran hızla istikrarsızlaşır ve iç savaş çıkarsa; Türkiye bundan Suriye’den etkilendiğinden en az dört misli daha fazla etkilenir. En az 20 milyon sığınmacı ülkemize gelir. Suriye parçalanır ve dolayısıyla ülkemiz de!

Büyük Ortadoğu Projesi adım adım ilerliyor. Akıllı olmak demek; emperyalist adımlar size gelmeden tedbir alabilmek demektir. Savunmayı ülkenizden uzakta kurabilmek demektir. İran ve Rusya, bu nedenleSuriye’de savaşıyor. Suriyeli Arapların kara kaşına, kara gözüne aşık olduklarından değil.

Sorun Duygularınıza Esir Düşüp Düşmeyeceğiniz!

Emperyalizm; İran’da Azerbaycan Türkü veya Kürt, Türkiye’de Kürt ve/veya Alevi, Suriye’de Türk, Kürt,Sünni, Rusya’da ve Çin’de Müslüman veya Türk’tür. Gerçekte; Türk, Kürt, Arap, Müslüman, Sünni, Şii veyaAlevi, hatta Hristiyan bile umurunda değildir emperyalizmin. Hedefine ulaşmak için bunları birbirine karşı kullanır. Şimdi sorun sizin duygularınıza esir düşüp, emperyalizm tarafından kullanılıp kullanılamayacağınızdır.

İrlandalı tarihçi Dr. Pat Walsh tarafından kaleme alınan The Armenian Insurrection and the Great War(Ermeni İsyanı ve Büyük Savaş) kitabını okumanızı ve çocuklarınıza bırakabilmek açısından kütüphanenizde bulundurmanızı mutlaka tavsiye ediyorum. Yurt dışında yaşayan ve görev yapan akademisyenlerimiz, öğrencilerimiz, diplomatlarımız ve askerlerimiz mutlaka bu kitaba sahip olmalı.Almanya merkezli Manzara Verlag Yayınevi tarafından çıkarılan kitabın önsözünü Tennessee Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Gunter yazmış olup, kitap Dr. Pat Walsh tarafındanTürkiye’de “Ermeni Soykırımı” iddiaları konusunda çalışmaları ile bilinen ve “Tek Kişilik Ordu” olarak ünlenen dostum, ağabeyim ve büyüğüm Şükrü Server Aya’ya ithaf edilmiştir.

Türker Ertürk
E. Amiral, Araştırmacı - Yazar

Türker Ertürk <erturkturker@gmail.com>