30 Kasım 2016 Çarşamba

(Ölümle Pençeleşen HALEP ve) OSCAR'LIK "İNSAN" ROLÜ - Selcan TAŞÇI

OSCAR'LIK 
"İNSAN" ROLÜ
Selcan TAŞÇI
Her yerde sansürlense, her yerden ambargo yese -mazeretimiz yok-  sosyal medyada oluşturulan"hashtag/etiket"lere, e-postalarımıza iliştirilmiş fotoğraflarla GÖZÜMÜZÜN ÖNÜNDE;
"Halep ölüyor!"
"Halep'te insanlık ölüyor!"
Bakabilmeyi becermek/başarmak zor.
Ama...
Hadi diyelim bugün kaçtık ve hıçkırıklarına kulaklarımızı tıkadık...  Yarın kaçtık ve çığlıklarını duymamayı başardık... Öbür gün kaçtık ve kiminin bombardımanlar sırasında, kiminin yağmaya direnirken, kiminin de açlıktan öldüğünü yok saydık...
Ya, uzaktan bir savaş filmi platosuymuş gibi görünen o harap sokakların arasından yanmış, morarmış, çürümüş insan etlerinin kokusu yayılmaya başladığında buram buram;
Fizan değil ki Halep, burnumuzun dibi...
Sinmeyecek mi sanıyorsunuz üzerinize/üzerimize; bombalanan bina enkazlarının altında kalmış, kocaman beton blokların arasına sıkışmış, cansız bedenleri babalarının kucağında kaskatı kesilmiş/sanki maket gibi, yaralarının acısından göğü yırta yırta ağlayan, korkudan donmuş bakışlı çocukların vebali.
HALEP ÖLÜYOR!..
 "Keşke konuşunca Halep kurtulsa" diye bir not düşmüş arkadaşım dün; ve keşke yazınca da...
En az "durumu yakından takip ettiklerini" bildiren birkaç kurumun duyarlılığı, -Allah dua yollarını kapatmış, gönül yakarışlarını duymuyormuş gibi- twitterden yazılı olarak iletilen "Allah'ım yardımını esirgeme" mesajları kadar işe yaramaz bu satırlar da...
Kendimizi, kendimize aklamaya çalışıyoruz güya;
"Bak ben insanım, insanlıktan çıkmadım -henüz-"
Hepsi bu!
***
 En çok da ümmetçilikle zinhar kesişemeyecek Turan'a hangi yoldan, nasıl bağlandıkları muallak iktidar yanlısı/yandaşlarının hesaplarında görüyorum;
En dehşetengiz katliam fotoğraflarının üzerine "Bu çocukların ahı sizi boğar" yazıyorlar, en karanlık harflerle.
Kimi boğar?
Sadece Putin'i mi?
Ya ABD'yi?
Halep'teki Türkmen mahallelerine paçavrasını diken, Türkmenlerin kalan birkaç yudum suyuyla, birkaç lokma ekmeğini de yağmalayan PYD/PKK'yı boğar...
Da...
Bu katillere "tek kurşun atmamaya" razı olanları?
Onları boğmaz mı?
***
Bu riyakarlığa dağ dayanmaz Halep'te evsiz, hastanesiz, fırınsız, savunmasız celladını bekleyen çocuklar nasıl dayansın!
Hiçbir kahramanlık tiradı kurtarmayacak onları; ölecekler.
Ve hamiliklerine soyunan hiç kimse, hiçbir ülke değil, Halepli bir babanın ölmüş evladına sarılmış ağlarken dediği gibi bir gün "Allah alacak intikamlarını"; en nihayetinde Ahiret var!
Gerisi milletlerin dramlarını menfaatlerine erişim basmağı yapanların filmi-fırıldağı.
***
Biz seninle neden hiçbir zaman aynı yolda yürüyemeyiz biliyor musun; sen Halep'te katledilenlere sadece"ümmetin çocukları" diye yanıyorsun -sahiden yanıyorsan-, ben "çocuklar" diye... Çakalların dansında ezilen çocuklar...
***
Görünmez ölü çocuklar
Ölmüş bir babanın cebinden çıkan "sizde varsa çocuklarıma pirinç, un verin" notu...
En küçüğü birkaç günlük en büyüğü birkaç aylık 6 yaralı bebeğin aynı sedyenin üzerinde hiç gelmeyecek doktorlarını bekleyişi...
Böyle, zulümlerden zulüm beğenin der gibi sıralanan Halep fotoğraflarından biriydi; pembe hırkalı çocuk cesedi! Pembe hırkanın üzerinde kocaman bir resim: Hello Kitty!
Savaş tarihinin en zalim bombardımanlarından ikisine maruz kalan Japonlar, bu sevimli kahramanı yaratırken, bir gün, dünyanın başka bir coğrafyasında aynı katilin hırsları uğruna bombalanan bir Türkmen çocuğunun "kefen süsü"  olabileceğini bir saniye bile geçirmiş midirler acaba akıllarından!
Sadako ve bir, üç, beş, yedi hatta daha yaşsız kız çocukları Hiroşima'da öleli 71 sene geçti ama değişmedi dünyanın düzeni;
Kapımızı çalıyorlar ama
Görünmüyor ölü çocuklar!
***
Kış halleri...
Merak ediyorum;
Meteorolojinin günlerdir yaptığı bütün uyarılara rağmen bugün/yarın kaç kişi kar/yağmur baskın yapmış, aniden yakalamış gibi hazırlıksız yollarda kalıp sonra da kendinden başka herkesi suçlayacak acaba?
BOP'tan geçiş yapanlar mevzuyu tam olarak kavrayamamış olabilirler; Halep de "Turan"a dahil!

24 Kasım 2016 Perşembe

GORHURAM (Mirza Ali Ekber.., İSLÂMOFOBİ ve Korku) Yılmaz DİKBAŞ

GORHURAM (İSLÂMOFOBİ VE KORKUYORUM)

Yılmaz DİKBAŞ
Son zamanlarda sık sık kullanılan bir deyim var: İslamofobi.
Bu deyim İngilizcedir: İslamophobia.
İki sözcüğün birleşimimden oluşmaktadır: İslam ve phobia.
Phobia, Türkçe fobi olarak okunmaktadır, anlamı şudur: Korku.
Dolayısıyla İslamofobi, “İslam korkusu” demektir.
Müslümanlardan korkma, Müslümanlardan nefret etme anlamında da kullanılmaktadır.
İslamofobi deyimi ilk kez 1991 yılında kullanılmış olup 11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki İkiz Kuleler saldırılarından sonra gündeme getirilmiştir. Saldırıyı düzenleyenler Müslüman’dılar.
Ortadoğu’da IŞİD adlı terör örgütünün ortaya çıkması, tutsaklarının kafalarını bıçakla keserken videoya çekmeleri ve yayınlamalarıyla başta Amerika ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada nefret uyandırmışlardır. Arapça DEAŞ diye de bilinen IŞİD terör örgütü, İslamofobi’yi tüm dünyaya böyle yaymış oldu.
Terör örgütü IŞİD’in açılımı şöyledir: Irak Şam İslam Devleti.
Yani, canavarca katliam yapanlar Müslüman olduklarını, Irak-Şam merkezli bir İslam devleti kuracaklarını ilan etmişlerdir.
Değerli Dostlar,
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP yöneticileri, Amerika ve Avrupa’da çok yaygın olan İslamofobi’den çok yakınmaktadırlar.
Recep Tayyip Erdoğan, terör eylemlerini herhangi bir dinle bağdaştırmanın doğru olmadığını söylüyor. İslam dini ile teröristleri yan yana sayamazsınız, diyor. IŞİD teröristlerinin Müslüman olmadığını savunuyor.
Recep Tayyip Erdoğan, kelle kesen IŞİD canavarlarının Müslüman olmadığını söylüyor, ama IŞİD’in yöneticileri de militanları da Müslüman olduklarını duyurmanın ötesinde, bir İslam devleti kuracaklarını söylüyorlar.
Şimdi sormamız gereken soru şu:
Başta Amerika ve Avrupa olmak üzere tüm Hıristiyan dünyası, gözleriyle görüp kulaklarıyla işittiği IŞİD teröristlerine mi inanacaklar yoksa Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarına mı?
Değerli Dostlar,
Dünyada yaklaşık 2 milyar Hıristiyan yaşamaktadır.
Siz bunca kişiyi, IŞİD’li teröristlerin gerçek Müslüman olmadıklarına, gerçek İslam’la bağları bulunmadıklarına nasıl inandıracaksınız?
İnsanlar genelde, gördüklerine ve işittiklerine inanırlar.
Gördükleri ve işittikleri ortada: “Allahu Ekber” deyip kelle kesiyor bu canavarlar!
“Allahu Ekber” diyenler Müslüman’dır ve bu gerçeği inkâr etmek mümkün değildir!
Bu nedenle, başta Amerika ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada yaşanan İslamofobi, somut gerçeklere dayanmaktadır.
Değerli Dostlar,
Biz bırakalım Amerika’yı, Avrupa’yı bir kenara, Osmanlı tarihine kısaca bir göz atalım:
Padişah Yavuz Sultan Selim; savunmasız, silahsız, genç, yaşlı, kadın, erkek, hasta, çocuk demeden 40 bin yoksul Alevi’yi katletmedi mi? [ULUSAL HABER: Bu iddia yanlış, dayanaksız ve spekülâtiftir. Yavuz Sultan Selim, sadece Alevilere yönelik fitne girişimleri ve kumpasları önlemiş ve fakat kimseyi katletmemiştir.] Öldürenler de öldürülenler de Müslüman değil miydi? [ULUSAL HABER: Kasten/taammüden cana kasteden, mahkeme (devlet) kararı olmadan öldüren; ırza geçen, adalet, hukuk ve medeni/insani haklara tecavüz eden; Hak'sızlık (yani, Allahsızlık) yolsuzluk, kamu malından hırsızlık ve suiistimal yapanlar; Anarşi, terör ve tedhişle iştigal edenler ELBETTE MÜSLÜMAN DEĞİLDİRLER.]  
Günümüzün Osmanlı torunları, 40 bin yoksul Alevi’yi katleden Yavuz Sultan Selim’in “gerçek Müslüman” olmadığını, “gerçek İslam’la” ilgisi olmadığını, sıradan bir “barbar terörist” olduğunu söyleyebilirler mi?
Yavuz Sultan Selim, yalnız Osmanlı topraklarında yaşayan Müslümanların değil, tüm dünya Müslümanlarının Halifesi değil miydi?
Değerli Dostlar,
Başta Amerika ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada insanların yüreğini korkudan ağızlarına getiren IŞİD Müslümanlarını bir yana bırakıp ülkemizdeki bazı Müslümanların eylemlerine bir bakalım.
Aşağıdaki eylemler, “Elhamdülilllah Müslüman’ım” diyen “Muhafazakâr” kişiler tarafından işlenmiştir.
• Diyanet Başkanlığı’nın internetteki resmi sitesinde verilen fetva: “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir.”
• 78 yaşındaki şeriatçının koynuna sokulan 13 yaşındaki kız çocuğuna, Adli Tıp Kurumu tarafından “Ruh sağlığı bozulmadı” raporu verildi.
• Yetiştirme yurdundaki erkek çocuklarına cinsel tecavüzde bulunan Din ve Ahlâk Dersi öğretmeni, sosyal hizmetler müdürü yapıldı.
• AKP milletvekili, hayvanlara tecavüz eden insanlara, yeniden hayvan sahibi olmaları için “bir şans daha” verilmesini önerdi.
• Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 11 yaşındaki kız çocuklarının dedeleri yaşındaki morukların yatağına sokulmasını “küçüğün de rızasıyla” diye açıkladı.
• Türkiye Devlet İstatistik Kurumu’nun (TÜDİK) verilerine göre Türkiye’de 2002–2016 sürecinde:
- 18 yaşın altında 440. 000 (dört yüz kırk bin) kız çocuğu doğum yaparak anne oldu.
- 15 yaşın altında cinsel istismara uğrayarak “anne” olan çocuk sayısı, 15.937 (on beş bin dokuz yüz otuz yedi).
- Çocuklara cinsel saldırı davaları son 10 yılda üçe katlandı, 483.000 (dört yüz seksen üç bin) çocuk evlendirildi.
Tüm bu gerçekler göz önündeyken, yukarıdaki eylemleri yapanların “Gerçek Müslüman” olmadıklarını iddia edebilir misiniz? Etseniz bile size kim inanır?
Değerli Dostlar,
Günümüzde Amerika ve Avrupa’da İslam’dan korkan, Müslüman’dan korkan Hıristiyanlar, bu korkularında yalnız değiller.
İslam dünyasında da “Müslüman’dan Korkan” Müslümanlar da görülmüştür!
Size bir örnek sunacağım.
Azerbaycan Türk Edebiyatı’nın en ünlü şairlerinden, Müslüman hiciv ustası, Mirza Ali Ekber Sabir’in (1862–1911), GORHURAM başlıklı ünlü şiirinden sadece iki diziyi paylaşıyorum.
GORHURAM
“Bir sürü aslan görürem gorhmuram
Harda Müselman görürsem gorhuram.”
Günümüz Türkçesiyle:
KORKUYORUM
“Bir sürü aslan görüyorum, korkmuyorum
Nerde Müslüman görürsem, korkuyorum.”
Değerli Dostlar,
15 Temmuz 2016 gününün gecesi Türk milletine ve seçilmiş hükümetine karşı darbe düzenleyen FETÖ’nün teröristleri de Müslüman değil mi?
FETÖ’den “Gorhmuram” diyebiliyor musunuz?
1.300 yılı aşkındır “İslam” adını kullanan Uydurma Din’in mezhepçilerinden, tarikatçılarından, cemaatçilerinden, şeyhlerinden “Gorhmuram” diyebilir misiniz?
Yılmaz Dikbaş
24 Kasım 2016, Perşembe

16 Kasım 2016 Çarşamba

Dünya (16 Kasım) "Hoşgörü Günü" Kutlu Olsun, Prof. Dr. Mehmet Ali Körpınar

DÜNYA HOŞGÖRÜ GÜNÜ KUTLU OLSUN !!!
Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında milli birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve yeteneklerinin olgunluğudur. (04 Şubat 1935) Mustafa Kemal ATATÜRK
İzmir Dernekler Müdürlüğü.
Değerli arkadaşlar,
UNESCO 1995’te 16 Kasım’ı “Uluslararası Hoşgörü Günü” olarak belirlemiştir. Bu nedenle her yıl 16 Kasım, Hoşgörü günü olarak anılmaktadır. Bu gün bana, 5 yıldır sizlere iletmiş olduğum TARTIŞMA KÜLTÜRÜ ve HOŞGÖRÜ başlıklı yazımı anımsattı.
Söz konusu yazımı yeniden göndermek zorunda kalıyorum. Çünkü günümüzde yapılan tartışma ve propagandalar, yine kırıcı ve üzücü düzeye indi. Güzel ülkemizde de daha kaliteli ve daha hoşgörülü ve de tüm halkımıza örnek olacak tartışmalar bekliyoruz.
Yine bir seçim-referandum sürecine giriyoruz. Umarım bu süreçte, liderlerimiz ve danışmanları, yıllarca sürebilecek olan ötekileştirme taktikleri ile ulusal birlikteliğimizin tahrip olma ve yıkılabilme kaygılarımızı bizlere yaşatmazlar.
Ayrıca tüm il yöneticileri ile güvenlik kuvvetlerimizin, yapılan gösterilere karşı daha az can yakıcı tepkisel ve daha sakin tutum ve davranışlar için yeniden uyarılması ve eğitilmesi gerekiyor. Son dönemde yaşanan tüm gösterilerde gereksizce ve aşırı şekilde kullanılan biber gazı ve tomalarla sıkılan çok tazyikli sular ile dikkatsizce atılan gaz kapsülü çarpmaları sonucu birçok can kayıpları oldu. Bu yüzden yaşanan acı olaylardan ders çıkarılması ve yeni can kayıplarımızın önlenmesi gerekiyor.
Değerli arkadaşlar,
Yüce önderimiz Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün kurup, bizlere emanet ettiği güzel ülkemizin ulusal birlik ve beraberliğini korumamız gerektiğini hiçbir zaman unutmayalım.
Sevgi ve saygılarımla (16.11.2016) Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR
TARTIŞMA KÜLTÜRÜ ve HOŞGÖRÜ…!!!
İnsanlığın kurtuluşunu sağlayacak en büyük erdem, hoşgörüdür.
Dale CARNEGIE
Zorla susturma olmamalı.
Değerli Arkadaşlar,
Tartışma kültürü, farklı fikirlerinde var olabileceğine inanan ve kabul eden kişilerin en önemli çağdaş özelliğidir. Güzel ülkemizin ulusal bağımsızlığı ve mutlu geleceği için tartışma kültürümüzü geliştirmemiz gerekirken, ne yazık ki giderek azalıyor. En küçük bir tartışmaya bile başlayamıyoruz. Hemen kavga çıkıyor ve çatışmalar başlıyor, silahlar konuşuyor, yok yere canlarımızı kaybediyoruz.
Tüm milletimize örnek olması gereken kurumlarımızda bile gereken nezaket ve hoşgörü kültürümüzü yerleştiremediğimiz için tartışmalarımız üzücü, kırıcı ve nefret edici olaylarla sonuçlanıyor. Tartışmacılar sonra pişman olup, özür diliyorlar ancak olan o sırada mağdur kişilere oluyor. Yaşanan acı olaylar, halkımız için kötü örnek olarak yıllarca unutulmuyor. Neden bu yüzyılda bile kaliteli bir tartışma yapamıyoruz? Çünkü toplumumuza, küçük yaşlarda başlayan, sağlıklı bir tartışma kültürünün oluşmasını sağlayacak, karşı fikirlere saygı duyacak şekilde bir eğitim veremedik. Bu konuları irdeleyen ve halkımıza örnek olacak şekilde tutum sergileyen yazılı ve görsel medyamızı oluşturamadık. Çağdaş yazar ve düşünürlerimizin her türlü baskıya rağmen bizlere sunduğu tartışma ve haber programlarının kaldırılmasına da engel olamadık. Örneğin; Saygıdeğer Emre Kongar ve Mehmet Barlasın NTV de yıllardır sunduğu “Yorum farkı” isimli tartışma programı kaldırıldı. Pazar günleri Star TV de Ruhat Mengi’nin sunduğu “Her açıdan” tartışma programı da kaldırıldı,
NTV de Can Dündar’ın sunduğu kaliteli haber programı yok artık, Star TV satıldı. Yılmaz Özdil’in katkılarıyla hazırlanıp, Uğur Dündar tarafından sunulan ve her yıl birçok ödül alan haber programı da yok artık. Bu programlar, yaşadığımız olaylar ve ulusal sorunlarımızın çözümleri için uyarı ve öneri paketleri içermekteydi. Gerçektende yöneticilerimiz ve danışmanları tarafından ders alınacak, görevleri sırasında daha az hata yapmalarını sağlayacak bu programların devamı herkesin yararına olacaktı. Ne yazık ki kaldırıldılar.
Esasen bazı TV’lerde tartışma programları var ve devam ediyor. Ancak bunların pek çoğunda yöneticilerimize yaranmak ve destek vermek uğruna tartışmalara yer veriliyor. Yeni öneri ve uyarı üretmek yerine, yapılanları sadece savunma ve onaylama peşindeler. Ne hikmetse birçok tartışma programlarına davet edilen kişiler de hep aynı ve izlemekten bıktık artık.
Değerli arkadaşlar,
Karşılıklı nezaket kuralları içinde yapılacak tartışmalar; taraflara, arzu edilen çözüm önerilerini getirir. Ve hem kendileri kazanır hem de toplumumuz kazanır. Yani eleştiriye izin vermek ve hoşgörü göstermek, yanlış yapılmasını önler. Sonuç olarak; kavga etmeden tartışmak, hakaret etmeden eleştirmek, yapıcı eleştiri üretmek bizleri daha çağdaş ve medeni toplum yapacaktır.  Umarım tüm yöneticilerimiz ve danışmanları da kendilerine yapılan eleştirilere karşı hoşgörü gösterip, onlardan yararlanırlar.
Sevgi ve Saygılarımla, 
Prof. Dr. Mehmet Ali KÖRPINAR

10 Kasım 2016 Perşembe

YENİ MUHALEFET & NACİ AKIN (Manisa, SELENDİ MEDYA)

YENİ MUHALEFET
NACİ AKIN
"Yeni" sihirli bir sözcük, çekiciliği var. Her şeyin yenisi makbul denir, çocukluğunda bayramlarda yeni bir giysi, ayakkabı alındığındaki mutluluğunu hatırlamayan var mıdır? Ancak her yeni iyi, güzel olmadığı gibi her eski de kötü değildir. Bu sihirli sözcüğün ne anlama geldiğinin idraki içinde olamayanlar eskiyi, geçmişi kötüleyerek, yok sayarak güya yeniyi parlatmaya çalışıyorlarsa bu yeni demek değildir. Oysa eskinin iyisi, kalitesinden, değerinden bir şey kaybetmeyeni, yenilenebilir olanı her zaman yenisinden daha değerlidir. Klasik sözcüğü yıllar geçse de değerini koruyabilen, her daim kabul gören asla eskimeyen, eser, eşya hatta fikirler ve fikir akımları için söylenir. Ya antika? O da eskidikçe kıymetlenen şeyler için söylenir.
Rahmetli anneannemin Karşıyaka'daki hala dün gibi korunan evinde 60 yıllık Prestcold buzdolabı var, hala ilk günkü gibi işlevini sürdürüyor. Belki çok enerji sarf ediyor, derin dondurucusu yok, no frost değil ama sorarım size, siz evinizde kaç kez buzdolabınızı yenilediniz? Yenilerin ömrü ne kadardır? Endüstri geliştikçe artık eskisi gibi sağlam ürün üretilmiyor, bu gibi ürünler birkaç yılda bir yenilenmeli ki endüstrinin çarkı dönsün. Artık eskisi gibi, bobin sarma, tamir gibi olaylar yok, bir yeri arızalandı mı sök at yeni parça tak. Neredeyse yenisinin yarı fiyatı kadar masraf çıkıyor, öyleyse at, yenisini al, tüketim toplumunun gereği bu. Gel de şimdi evladiyelik eskileri arama. Konumuz bu değil tabi ki.
Eski dilde eskinin karşılığı iki sözcük vardır. "Köhne" eskimiş, yıpranmış, bozulmuş, dökülmüş, iş göremez duruma gelmiş, değerini yitirmiş şeyler için söylenir. "Kadim" sözcüğüne ise olumlu bir anlam yüklenmiştir. Başlangıcı geçmişin derinliklerinde bulunan, pek çok eskiye uzanan, öncesiz anlamını taşır, kadim medeniyetler, kadim dostlar, kadim kültürler gibi. İşte her ikisi de eski anlamına gelen bu sözcüklerin arasındaki farklılık belki yeniden de neyi kast ettiğimiz hakkında da bir fikir verebilir.
Bir şeyin önüne yeni nitelemesi koyduğunuzda gerçekten yeni oluyor mu? Yeni Türkiye aldatmacası var, acaba gerçekten yeni mi? Belki, lüks konutları, binaları, AVM'leri, yeni köprüleri, duble yolları, ve benzeri gelişmeleri dikkate alırsak Türkiye gerçekten ilerliyor, yenileniyor, gelişiyor demek mümkündür. Ancak, Türkiye'nin gerçekten büyümesine, ilerlemesine, sanayileşmesine yol açan, Keban, Karakaya, Atatürk Barajı, Kralkızı, Dicle gibi enerjide çağ atlatan üretim seviyelerine ulaştıran barajların, dünyada eşi benzeri bulunmayan Urfa tünellerinin üzerine yenileri konulabilmiş midir? Erdemir, İsdemir, Tüpraş, Petkim, TAİ ve daha nice sanayi tesisleri, çimento, gübre, şeker fabrikalarının bir yenisi yapılabilmiş midir? Ne gezer hepsi birer birer elden çıkarılmıştır. Dahası özel sektör yatırımlarında, yeni bir Tofaş, Otosan, Renault, Mersedes, MAN, gibi dev otomotiv tesisleri kurulabilmiş midir? Ya zihniyet? Ya toplumsal gelişme? Bilimde, kültürde, sanatta, demokrasi, özgürlükler, hukuk, adalet anlayışında, hoşgörü anlayışında, evrensel kurallara uyumda gelişme, ilerleme var mıdır? Ne gezer giderek geriliyoruz.
Ya muhalefet? Türkiye'nin bugün geldiği durumdan iktidar kadar muhalefet de sorumludur. 14 yıldır olan bitene, Habur manzaralarına, çadır mahkemelerine, devletin terör örgütü tarafından kuşatılmasına, kumpaslara göz yumulmasına, keyfiliğe, tarafgirliğe, vurdumduymazlığa rağmen 14 yıldır iktidar hala % 50'ler dolayında destek bulabiliyorsa bunun asıl sorumlusu muhalefettir. Resmen olmasa da adının önüne yeni sıfatı ekleyen CHP gerçekten yenilenmiş midir? Gerçek bir sosyal demokrat parti olabilmiş midir? MHP zaten köhnemiş, iktidarın stepnesi nitelemelerine muhatap hale gelmiştir. HDP desen Türkiye partisi olabilmesi şöyle dursun, barış söylemiyle topladığı oyların hakkını verememiş, terör örgütünün siyasi kanadı olmaktan öte gidememiştir.
Evet! Türkiye'nin hem siyasal hem de ekonomik ve toplumsal sorunlarını çözmesi, toplumdaki gerginliği yumuşatması, kutuplaşmadan, kavgadan uzaklaşması, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, bağımsız yargıyı, sosyal adaleti yeniden siyaset anlayışının merkezine koyması için yeni bir iktidar kadar yeni bir muhalefet anlayışına ve yeni bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacı vardır.
Unutmayın ki gerçekten yeni nitelemesine yakışan bir iktidar ve zihniyet değişikliğinin yolunu 1945'de dört yiğit adamın CHP gurubuna verdiği dörtlü takrir sağlamıştır. Beğenmediğiniz İsmet Paşa ise "parti içinde muhalefete izin vermem, muhalefet edeceklerse ayrı parti kursunlar" sözleriyle çok partili siyasi hayatın önünü açmıştır.
Gerek iktidar partisinde, gerekse muhalefet partilerinde cesur yürekle ortaya çıkabilecek, dörtlü takriri imzalayan yiğit insanlar gibi hem ülkenin, hem demokrasinin önünü açabilecek vasıfta siyasetçilerimiz vardır. Farklı partilerde olsalar da aslında çoğu merkez sağ siyaset anlayışıyla yetişmiş değerlerdir. Son günlerde kadim dostlarımız Sayın İlhan Kesici'yi ve Sayın Aytun Çiray'ı televizyonlarda daha sık görür olduk. Sayın Meral Akşener deseniz zaten halkta bir karşılık bulmuş.
Ülkenin doğruya doğru, eğriye eğri demesini bilen, bağcı dövmeyi değil üzüm yemeyi şiar edinen, kutuplaşmaya, kavgaya son vermeyi, uçurumun eşiğine gelmişlikten düze çıkmayı hedefleyen, ekonomiyi yönetebilecek, demokrasi ve hukukun üstünlüğünden asla taviz vermeyecek yeni bir muhalefet anlayışına ihtiyacı vardır. İktidarın yolu da, Türkiye'nin önü de ancak böyle açılabilir. Saydığım isimler birlikte bu işi başarabilecek vasıftadırlar.
Yeni muhalefeti bekleyin. Umut dağın ardındadır, oysa gerçek yanı başındadır. Kalın sağlıcakla. (9 Kasım 2016 Çarşamba)

3 Kasım 2016 Perşembe

“KÜTÜPHANE!” - Mustafa Aslan Aksungur, Eğitimci–Araştırmacı-Yazar

“KÜTÜPHANE!”
Mustafa Aslan Aksungur 
Eğitimci–Araştırmacı-Yazar
Yine burada bilgiler vermeden geçersem, konu salt anlaşılmaz olmakla kalmaz, uğradığım hayal kırıklıklarının dozunu… Derecesini… Yıkımını olduğu gibi değil, olamadığı gibi bile yansıtamam sizlere... O yüzden, buyurun sizlere bir demetçik artı bilgi daha sunayım:
İşini bilmez bir yakınımın, bunkerlerinden altınlar akan bir taşıma işini, durmamacasına kovalamak göreviyle görevlendirildim. Dört bin işçi çalıştıran, büyük bir fabrikaya attım kapağı. Akşamın sekizinden (yirmisinden) sabahın sekizine, sabahın sekizinden akşamın yirmisine, nöbet nöbet fabrikada kalıyorum. Kömür tozu, yanmış kömür cürufu, zehirli gaz sızıntıları, gazdan daha da zehirli gürültü-zırıltı sesleri arasında koşuşturup duruyorum bu iş yerinde...
Burası: Kütahya. Burası, “Kütahya Azot Fabrikası…”
İşleri yolağına koyup, dinlenceye çekildiğim zamanlarda başlıyor asıl sorunum, asıl sıkıntılarım...
Asıl o zamanlarda azıtıyor gönül azaplarım, beyin sancılarım...
Ne oturup dinlenecek bir yerceğiz var Azot’ta, ne vakit geçirecek bir durakcağız var... Hele, üç-dört saatlik de bir boş zamanınız varsa ve de günlerce, aylarca bu durumda kalmışsanız, bu beyin ve gönül azabının ne menem bir azap olduğunu, ucundan, kıyısından sizler de belki tahmin edebilirsiniz...
Tam, iki yıl çektim bu çetrefilli azabı ben...
İki yıl demek, dile kolay. Ortalama insan ömrünün otuzda biridir iki yıl. Bi-yol yaşamaya kalkın da bakın o vakit bu iki yıl sözcüğünün somut anlamına siz. Sanırım benden daha oflaz anlarsınız o sıkıntılı ”iki yıl”  sözcüğünün beyninize çaktığı paslı zaman çivisini...
Bu iki yıl içinde, sayısız ahbaplar edindim. Sayısız tanışlar kazandım Fabrikada. İşçisinden aşçısına, müdüründen memuruna,  mühendisine, şefine,  Usta-başılarına... Posta-başılarına… Kademecilerine... Bakımcılarından, kömürcülerine, kuyucularına, bekçisine, asansörcüsüne, muhasebecisine, çaycısına…
Kendini beğenmiş amirlerine, alçak-gönüllü memurlarına, makamlarını asık suratlarıyla, acı zart-zurt larıyla doldurmaya çalışan aciz yetki sahiplerine, odacısına, şoförüne, operatörüne, yağcısına, vardiya değişimli, tam üç nöbet yarı-yorgun, içtenlikli işçilerine, dalkavukluğu sanat edinmiş, domuzuna hasetlenenlere, işlerimizi kolaylaştıran insan evlatlarına, zorlaştıran rüşvetçi yetki sahiplerine, binde bir de olsa, hak tutmaya çalışanlarına... vbg.. vbg.. vbg…lerle her türden, akıla gelebilecek her  yapıdaki insanlarla tanıştım....
Bu koca kalabalık âlem içinde, bu koca iki yıllık zaman içinde, tek bir Allahın kulu çıkıp da, fabrikada, kapısı hiç açılmadık, gıcır gıcır bir KİTAPLIK olduğunu söyleyen olmadı bana. Yine bu koca yıl içinde, -düne değin- eline bir kitap açıp ta okuyan tek, bir tek sevimli yahut bed çehreli, yüksek adam görmedim. Ne bilirdim, nasıl aklıma getirebilirdim ben bu budala aklımla bu fabrikada bir kitaplık bulunabileceğini..?
Bu da benim budalalığım... Aptallığım... Ayıbım işte..!
Ne bilsinler bu üç yıllık, beş yıllık, on beş yıllık, kitap sayfası açmamış amirler, memurlar, mühendisler, kendilerini aydın sanan karanlık insanlar,  işçi ağırlıklı bu Azot Fabrikasında da bir kitaplık buluna-bileceğini..?!
Gereksinimi duyulan şeyler aranıp bulunur ancak...
Acıkmadan önce, ekmeği arama gereğini hangimiz duyarız? Dudaklarımız susuzluktan hiç çatlamamışsa, çöl develerinin ağustos ateşinde ne susuzluklar çektiğini nereden bilebiliriz?
Eh, okuyup yazmayı, okuyup yazmak için öğrenmişsek eğer, bize ne o elin kitabından, o elin kitaplığından..?
”Kitapsız..!”lara, kitaplık, ne gerek..?!
Asık suratlı, rahatının kaçacağından ödü kopan o ödlek KİTAPLIK sorumlusuyla tanıştırdı kader beni işte, son sonunda. Herkesler gibi, o binlerce, yüz binlerce, milyonlarca okuyup-yazmayı iş edinmeyenler gibi çekiliriz daracık dünyamızın midye kabuğuna bizler de, atarız kendimizi o yetmiş kulaç denizin derinliklerine, tutunuruz oracıkta bir yerli kayanın pütürüne. Günümüzü “DÜN”  ederiz... ”Dûun” ederiz..! (*)
Dün, elinde bir kitap bulunan, daha askerliğini bile yapmamış, gencecik bir Geçici İşçinin, dalgın dalgın kitap okuduğunu gördüm. Ne de olsa serde Öğretmenlik var: Dünyalar benim oldu o anda... .
”-Demek burada bir kitaplık var imiş de benim haberim olmamış bugüne değin, öyle mi? Yuh olsun şu, bana..!”  Dedim, kendi kendime bir yuh daha çektim...
Olsun böylesi okumaya gönül vermiş işçiler de, ister kadrolu işçi olsun, isterse “Geçici İşçi” olsun. Yeter ki, kitap okuyan, kitaba tutkun işçilerimiz olsun..!
Bak o zaman sen işlerin verimine... Ülkemizin yükselişine..!
İçimi, dışımı nurlu bir sevinç, bir tarifsiz mutluluktur, kaplayı-verdi birden. Bu geçici işçiyi, fabrikanın bu en büyük işçisini kucaklayıp, kucaklayıp öpmek tutkusuna kapıldım kendi kendime.
Ah: ”-El-âlem ne der?” Engelini, ”-Çevremizdekiler ne düşünür?” Çengelini bir aşabilsem, hiç dıklınmadan, hiç duraksamadan kalkıp, bu geçici işçi kardeşimizi kucaklayıp, kucaklayıp öpecektim...
“Peygamberler Tarihi”ni okuyordu işçimiz.
“Okusun da, ne okursa okusun!” Du. Az şey miydi Dört bin işçi çalıştıran koca fabrikada tek bir işçi bile olsa, bir Türk işçisinin kitap okuması..?
Sokuldum yanına:
”-Nereden aldın bu kitabı kardeeeş..?” Dedim.
”-Fabrikanın kitaplığı var ağabey; oradan aldım...” Dedi.
”-Deme yahu..! Ben iki yıldır buradayım, fabrikanın bir kitaplığı olduğunu daha bugüne dek hiç duymamıştım. Hiç kimse fabrikada bir KİTAPLIK olduğunu söylemedi bana. Nerede bu kitaplık..?”
“-Aşağıda ağabey, kantar kulübesinin yanı-başında...”
Hıımmm..!Aldım müjdeyi ol geçici işçimizden.
Durabilir miydim gayrı ya yerimde ben..? Hemen, koşar-adım Kantar kulübesine koştum. Kitaplık aramaya başladım, Kantar kulübesinin çevrelerinden. Buldum hazinemi. Hış-mış, girdim içeriye.
Biraz hayret, biraz şaşkınlık, bir haylice de merak dolu bakışlarla baktı yüzüme, sarı bıyıklı, orta yaş sınırını geçmemiş, sevimsiz bir surat...
Gözlerim kitaplık raflarındaki dizili duran, düzgün düzgün ciltlenmiş, kapakları açılmamış cilt cilt kitapları görünce, gözlerim kitap bayramı yaptı...  O anki aceleci ve acemi tahminlerimle, on bini aşkın kitap olduğunu hesapladı beynim hemen oracıkta. Yıllar yılı gömüde kalmış “İskender Altınlarıydı bunlar. Ne yazık ki, yerlerini gördüğümüz, bildiğimiz halde, yine de gömülerinden çıkarıp güneşin altına seremeyecektik bu altınları...
”Shylock” olsak, süremeyecektik elimizi bu hazineye...
“-Buyurun ağabey, bir emriniz mi var?” Dedi, kitaplık sorumlusu.
“-Yooo! Estağfurullah.  Emir değil, ricam olacak kardeeş..!” Dedim.
“-Buyurun, söyleyin efendim..!”
“Pek güzel bir kitaplık varmış fabrikamızda da, benim haberim olmamış. Ben kül müteahhidinin görevlisiyim. İşleri bitirdikten sonra, şööyle, hem dinleneceğim, hem okuyacağım bir yer bulmak, cennetten bir koltuk bulmak kadar çekici ve hoş gelecek bana. O yüzden şaşkınlaştım birden. Boş zamanlarımda oturup okuyabilir miyim burada?”
“-Görüyorsun ağabey, burada oturacak yer yok. Burası, ”Ödünç Kitap Verme Servisi.” Salt, işçilere kitap vermek, dışarıda okumalarını sağlamak amacıyla kurulmuş. Kitap isterseniz, kuşkusuz ki sizlere de kitap verebiliriz. Siz de fabrikanın adamı sayılırsınız. Kitabı alır, götürür, okur, okuduktan sonra geri getirirsiniz...”
O ışıklı mutluluğuma bir çıra isi düştü o anda. Beş, altı bin insan çalıştıran koca fabrikaya Kitap-lık yapılır da, bir ”Okuma Salon”cuğu yapılamaz mıydı..? 
“Made In Turkiiş” markalı bir Türk Kütüphanesinin beynimde o anki yarattığı depremi ben burada, yeterince anlatamayacağım sizlere...  Ama ne gam: Ben anlatamasam da sanırım sizler, benim anlata-bileceğimden çok daha duruca ve çok daha aynalıca anladınız ”meselenin (sorunun) kare-kökünü...”     
Sağlıklı günlerde kalın; saygın, kitaplı yaşamlar yaşayın…
m.a.a
Dûun: Alçaltma, aşağılama, boşa harcama…