25 Aralık 2018 Salı

MERKEZİ YERELLEŞME (KÜ-YEREL DEĞİL, ME-YEREL) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 143 (25 Aralık 2018) Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır.

ANKARA KALESİ NO: 143
MERKEZİ YERELLEŞME 
(KÜ-YEREL DEĞİL; ME-YEREL) 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 
Ankara, 25 Aralık 2018
Dünya küreselleşme dönemine girdikten sonra, ortaya bir de Kü-yerel kavramı çıkartılmıştır. Bu kavram küreselleşme ve yerelleşme kavramlarının birleşiminden meydana gelen birleşik yeni bir kavram olarak hem makalelerde hem de geleceğe yönelik tartışmalarda yer almakta, daha doğru dürüst ne anlama geldiği belirtilmeden geleceğin yeni dünya düzeninin oluşturulmasında kilit bir deyim olarak kullanılmaktadır. Normal olarak bütün kamuoyunun bu yeni yaklaşımı bilmesi ya da öğrenmesi gerekirken, halk kitlelerini fazlalık olarak gören neo-liberal entellektüel yaklaşım ,eski dünya düzenini yıkarken ve küresel sermayenin imparatorluğuna giden bir yolda emin adımlarla ilerlerken , bir de ortaya Kü-yerel dayatmasını çıkararak fazlasıyla kullanmakta ve kafa karışıklığına neden olarak , finans-kapitalin kapitalist diktatörlüğüne yepyeni bir yapılanma sağlamağa çaba göstermektedir . Daha doğru dürüst küreselleşmenin ne olduğu açıklanmadan , küreselleşme kökenli yeni ve uydurma kavramlar çıkartarak , anlaşılmaz teoriler geliştirmek dünya kamuoyunu sarstığı gibi beş kıtanın ülkelerine dağılmış halk kitlelerini önemli ölçüde kafa karışıklığına sürükleyerek ,kaostan yeni bir düzen çıkarma planlarını dolaylı yollardan devreye sokmaktadır . Kü-yerel kavramı bu açıdan son derece önemli ve üzerinde titizlikle durulması gereken yepyeni bir deyimdir . Bu kavram önümüzdeki dönemde , küresel dönüşümün sağlanmasında kilit anlamlarda rol oynayacak gibi görünmektedir .

Glocalization kavramı
Glocalization kavramı , başta İngilizce olmak üzere bütün lâtince kökenli batı dillerinde , küreselleşme aşamasına geçildikten sonra gündeme getirilen yeni bir kavramdır , ve kü-yerel kavramının batı dillerindeki karşılığıdır . Küreselleşmenin karşılığı olan globalizm ile yerelleşmenin batı dillerindeki tanımı olan localizaton kavramlarının bir araya getirilmesiyle glocalization diye yeni bir kavram gündeme getirilerek , küreselleşme yolu ile yerelleşme ya da yerelleşme üzerinden küreselleşme oluşumları açıklanmağa çalışılmıştır . Uluslar arası büyük sermaye kuruluşlarının öncülüğünde , gizli dünya devletinin planları doğrultusunda küresel emperyalizm bütün dünya ülkelerini sarsarak ele geçirmeğe başlayınca , ortaya çıkan yeni durumları açıklayabilmek zorlaşmış ve işte bu aşamada glocalization ya da kü-yerelleşme gibi sonradan olma uydurma yeni kavramlar oluşturma yoluna gidilmiştir .Dünya ülkelerine zorla küreselleşmeyi kabül ettirmeğe çalışan sermaye kuruluşları , bazı yerel yönetimler ya da sivil toplum kuruluşları aracılığı kü-yerelleşme konularında açık oturumlar ya da bilimsel toplantılar düzenleyerek kendilerine kitlesel taban yaratmanın peşinde koşmuşlardır .Çeşitli üniversitelerden devşirilen küreselci ya da neo-liberal öğretim görevlileri ile bazı bilim adamlarını ortak projelere ikna eden emperyal merkezler , küreselleşme sürecine paralel bir biçimde kü-yerelleşme projesini de kendilerine yakın gördükleri bazı yerel yönetimler ya da dışarıdan finans kaynağı sağlayarak satın aldıkları sivil toplum kuruluşları aracılığı ile kü-yerelleşmenin önünü açmağa çalışmaktadırlar . Belediye birliklerine sızarak , bazı büyük kent belediyelerini ele geçirerek , bunlar aracılığı ile toplantılar yapılmakta ve ulusal,üniter,merkezi yapıda kurulmuş olan bugünkü devlet düzenleri yıkılmağa çalışılmaktadır . Açıktan devlet yıkıcılığı , kü-yerelleşme gibi ne olduğu belirsiz ,sonradan olma tehlikeli kavramlar üzerinden yapılmağa çalışılmakta ve insanların kafaları ciddi boyutlarda karıştırılarak, para babalarının yeni dünya hegemonya düzeni kurulmağa çalışılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara
Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’nın çeyrek yüzyıllık belediye başkanı bundan birkaç sene önce , Kuvayı Milliye hareketinin merkezi olan başkentte , bu yepyeni emperyal kavramın başlığında yer aldığı bir bölgesel toplantı düzenleyerek , dünyanın merkezi coğrafyasında Kü-yerelleşme dönemini resmen başlatmıştır . Eski Osmanlı İmparatorluğu topraklarında kurulmuş olan bugünkü Orta Doğu devletlerinin bütün büyük kentlerinin belediye başkanları , Türkiye Cumhuriyetinin başkenti Ankara’da bir toplantıya davet edilerek , Orta Doğu’da Kü-yerelleşme süreci başlatılmıştır .(Glocalization in Middle East ) üst başlığı altında düzenlenen bu bilimsel görünümlü toplantıya , Orta Doğu haritasında yer alan büyük kentlerin belediye başkanları katılmış ve birkaç günlük toplantı sonucunda bugün sıcak savaşların dış tahriklerle sürüp gittiği merkezi coğrafyanın geleceği kentler üzerinden konuşularak planlanmağa çalışılmıştır . Başkentler devre dışı bırakılırken ,başkentlerdeki merkezi devlet yapıları küresel emperyalizmin neo-liberal politikaları ile zaman içerisinde tasfiye edilirken , Türkiye’nin başkenti Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projeleri doğrultusunda bir Kü-yerel yapılanmanın odağı olarak devreye girmektedir . Bir anlamda , Türkiye’nin başkenti olan Ankara , sonunda Ankara’daki merkezi devleti bile ortadan kaldıracak küresel emperyalist projeye alet edilmekte , Ankara kendisini başkent olmaktan çıkaracak bölgesel bir emperyal proje uğruna Türk ulusunun var olma savaşı olan Kuvayı Milliye’den gelen ülke merkezi olma konumunu yabancı planlar uğruna kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmaktadır . Türk devleti içindeki eski kadrolar gelişmelerden habersiz bir biçimde gelişmeleri izlerken , dışarıda yetiştirilmiş neo-liberal genç kadrolar , merkezi devletten yerel devletlere geçiş sürecinde çok bilinçli ve programlı biçimlerde kullanılmaktadırlar .
Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi
Türkiye’de daha çok küreselci, neo-liberal , alt kimlikçi ve cemaatçı kesimlerde destek bulan Kü-yerel projesi , kısaca yerelleşerek küreselleşme ya da küreselleşerek yerelleşme anlamında bir yaklaşımı gündeme getirmektedir . Kü-yerelciler kendi aralarında örgütlendikleri gibi , çeşitli yayınlar çıkartarak , yerel düşünerek küreselleş ya da tamamen tersi bir doğrultuda küresel düşünerek yerelleş gibi bir sloganı kendilerine ana ilke olarak benimsemişler ve bu doğrultularda , batının emperyal devletlerinden para desteği alarak , ülke içinde küresel emperyalizme paralel bir sivil insiyatifin öncüsü olmağa çalışmışlardır .Kü-yerelciler özellikle Avrupa Birliği politikalarına uygun bir çizgide çalışmalarını sürdürerek , dışarıdan gelen yabancı konuşmacıların katılımları ile ülkede yerelleşmeyi küresel emperyalizmin isteklerine uygun bir çizgide gerçekleştirmek üzere çalışmalarını yürütüp gelmişlerdir . Sivil toplum kuruluşlarının kendi ülkelerinin devletlerine karşı duran, hatta daha da ileri giderek alt kimlikçi ve bölgeci bir doğrultuda düşmanca bir tavrı benimseyen işbirlikçi yaklaşımları çerçevesinde Kü-yerel kavramı Türkiye’nin gündemine oturmuştur . Artık gelinen yeni aşamada Türkiye’nin bir çok kentinde bu doğrultuda toplantılar yapılmakta ve yerel insiyatifler oluşturulurken , ülkenin ulusal ve üniter yapısı ihmal edilerek ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin dağılmasına giden yollar dolaylı olarak açılmaktadır . Küresel emperyalizm ulus devletlere savaş açarken , bu siyasal yapıların merkezlerini hedef almakta , başkentleri devre dışı bırakacak yepyeni bir oluşum sürecini öne çıkarmaktadır . Başkentler her türlü kötülüğün kaynağı olarak gösterilerek halkın gözünden düşürülürken , yeni yerelleşme süreçlerinin başlatıldığı yerel merkezler geleceğin kentleri ya da yerel yönetimleri olarak halk kitlelerine lanse edilmekte ve böylece merkezi devletlerden yerel devletçiklere ya da eyalet devletlerine geçişin önü açılmağa çalışılmaktadır . Bu doğrultuda geliştirilen yerelleşme süreci ulus devletleri ve bunların başkentlerini kendisine hedef seçmiş olan küresel emperyalizmin çıkarlarına çok uygun düştüğü için , yeryüzü haritasında yer alan bütün devletyapıları kökten sarsılmakta , halen var olan iki yüz ulus devlet düzeninden ,yerelleşme ya da kü-yerel atılımlar ile gündeme getirilen yeni kent merkezlerinin çevresinde oluşturulacak iki bin eyalet devleti oluşumuna doğru bir yeni açılım ,büyük sermayenin çıkarlarına uygun düşecek bir çizgide gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır.
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri...
Emperyal merkezlere karşı ulus devletlerin direnmeleri ve kendilerini korumaları doğrultusunda önlemler almasına izin vermemek üzere , kü-yerel oluşumları hızlandıracak bazı uluslar arası toplantılar yapılarak resmi belgeler yayınlanmış , bu doğrultuda ulus devletlerin katılımı ile evrensel çizgide geçerli olacak protokollar imzalanmıştır . Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı bunların içinde en önde gelen hukuk belgesidir . Yüzyıllar süren savaşlar döneminden sonra bir kıtasal birlik etrafında bir araya gelerek Avrupa Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği oluşumu çerçevesinde birleşmeğe çalışan Avrupa ülkelerine küresel sermaye yerel yönetimler özerklik şartını dayatmaktadır . Bugün elliye yakın devletin yer aldığı Avrupa kıtasında bir bölgesel birlik var olan devletlerin kendilerini korumaları yüzünden kurulamadığı için ,kıtasal bütünleşmenin yolu gelecekte kentler arası birliğe doğru kaydırılmağa çalışılmakta ve bunun için de Avrupa kentleri , devletlerin kurulu bulunduğu başkentlerin yönetiminden çıkartılmak istenmektedir . Orta çağ Avrupası’ nın haritası incelendiğinde beş yüz civarında kent devletinden oluştuğu görülmektedir . Kentler arası ilişkiler ile sınırlar ortadan kalktığı için , ve daha kolay ilişkiler oluşturulabildiğinden , bir bölgesel birliğe yönelen Avrupa coğrafyasındaki ulus devletler ortadan kaldırılmak istenmekte ve bu devletlerin başkentlerinin ülke içindeki kentler üzerindeki hegemonyasına son verilerek tüm kentler geleceğe dönük olarak serbest bırakılmağa çalışılmaktadır . Bölgesel birlik oluşturulurken , ulusal sınırlar aşılmakta ve tüm kentler uluslar arası kurallara bağlı kılınarak , başkentlerin merkezi devlet yapılanmaları ortadan kaldırılmak istenmektedir . Böylece , ulus devletlerden önce eyalet devletlere daha sonraki aşamada da kent devletlerine yönelerek , bir Avrupa kıtasal birliğinin küresel sermayenin güdümünde oluşturulması planlanmaktadır . Yerelleşme olgusu , aynı zamanda küreselleşmenin önündeki engel olan ulusal ve merkezi devletleri ortadan kaldırdığı için ,kü-yerel bir yapılanmanın elde edilmesini sağlamaktadır .
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte
Yerelleşme bir anlamda demokrasinin doğal gereği olarak kabül edilmekte ve bu doğrultudaki gelişmeler yeni demokrasi projeleri ya da demokratikleşme süreçleri ile desteklenerek , yerel yönetimler öne çıkartılmağa çalışılmaktadır .Bir anlamda demokratik ilerlemeler ile yerelleşme olguları paralel gitmekte , devletlerin merkezi yapılarının hedef alınarak tasfiye edilmelerinde bunlar beraberce kullanılmaktadır. Demokrasi kavramı ile cumhuriyet düzenleri sarsılırken , yerel yönetimler yolu ile de merkezi yönetimler devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Bugünün ulus devletlerini merkezi ve üniter yapıları ile ortaya çıkartan geçmişten gelen siyasal ve sosyal gelişmeler e bugün yer verilmemek istenmekte , bunların tamamen tersi doğrultuda sosyal olaylar uzaktan kumandalı manüple edilerek , küresel sermayenin yeni dünya düzene doğrultusunda bütün ülkeler yepyeni yapılanmalara doğru sürüklenmektedirler .İmparatorluklardan ulus devletlere giden yolda devlet merkezleri ve başkentler kutsal bir yere sahipken , bugün tamamen tersi bir doğrultuda kentler ve yerel yönetimler öne çıkartılmakta , geleceğin ideal devlet biçimi olarak yerel devletleşmeler açık bir destekleme ile gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Her türlü yerel değer önemsenerek öne çıkartılırken , merkezin temsil ettiği değerler ya da başkentlerin konumu ile ilgili oluşumlar ya da toplumsal birikimler sanki yokmuş gibi hareket edilmektedir . Kasıtlı bir yerelcilik giderek bütün dünyada küresel sermayenin desteği ile yüceltilirken , her türlü merkezi değer kötülenerek devre dışı bırakılmağa çalışılmaktadır . Tarihin ilk dönemlerinden bu yana devam edip gelen yerelleşme ve merkezileşme çekişmesinde , merkezi yapıya sahip olan ulus devletleri yıkma doğrultusunda küresel sermaye açıkca yerel yönetimlerden yana bir tutum izleyerek büyük ulus devletlerin merkezi güçlerinden kurtulmağa çalışmaktadır . Sivil toplum kuruluşları ile beraber yerel yönetimler , gelinen bu yeni aşamada küresel sermayenin taşeronları ve işbirlikçileri tarafından ulus devletlere karşı kışkırtılarak açıktan kullanılmaktadırlar . Her ikisine de batının emperyal ülkelerinden ve sermaye merkezlerinden para yardımı geldiği için , yerel yönetimler dernekler ve vakıflar ile kendi devletlerine karşı açıkça kullanılmaktadırlar . Bir anlamda devlet düşmanlığı yerelleşme ve sivil toplumculuk girişimlerinin ana uğraşısı konumuna gelmektedir .
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirir
Yerelleşme olgusu aynı zamanda yerel yönetimlerin örgütlenmesini de beraberinde getirdiği için , her ülke ya da bölge açısından yerinden yönetim gibi bir ilke doğal bir sonuç olarak öne çıkartılmaktadır . Yerelleşme ya da yerelcilik ansiklopedik anlam olarak merkez yokluğu anlamına gelmektedir . Belirli merkezlerden rahatsız olan yerlerde, o yerde yaşayan insan toplulukları kendi aralarında bir araya gelerek ve örgütlenip yerel yapılanmalara giderek yerel yönetimleri ortaya çıkarabilirler , Yerel yönetim bir yerin ya da bölgenin oradan yönetilmesi , başka hiçbir yere ya da merkeze bağlı olmaması anlamına gelmektedir . Yerel yönetimler ,bazen bütünüyle yerinden yönetimi ya da kısmı olarak bir yerel insiyatifin örgütlenmesini temsil etmektedirler . Merkez yokluğu ya da merkezsizlik yerel yönetimlerin doğal sonucudur . Belirli bir merkeze bağlı olmayan belirli bir yörenin insanlarının bir araya gelerek kendi kendilerini yönetme ya da yörelerini yerinden yönetim biçimi ile yönetebilme hakları doğal olarak vardır . Dünya tarihindeki önemli gelişmeler ve bu doğrultuda ortaya çıkan oluşumlar , zaman zaman büyük siyasal yapıların çöküşünü ya da dağılmasını gündeme getirdiği için , böylesine geriye dönük olumsuz gelişmeler karşısında kalan her yöre toplumunun kendi yerel yönetimini oluşturarak , kamu hizmetlerinin ve yöresel sorunlarının, yerel insiyatifler ile yönetmeleri mümkün olabilmektedir . Dünya tarihinin ortaya koymuş olduğu bu gibi gelişmeler , yeni dünya düzeni planlarına kalkışan küresel sermaye açısından da ders verici olmuş ve ,zaman içinde dağılan büyük devletlerin geriye bıraktığı kalıntılar içinden yerel yönetimlerin çıkması gerçeğini göz önünde bulunduran finans kapitalin patronları , dağılma ile zaman içinde çıkan yerel yapılanmaları önceden planlayarak bu kez normal koşullar içinde bir dağılmanın ötesinde acil koşullar çerçevesinde ulus devletleri ve merkezi büyük yapıları çözmek ve parçalayarak önceden hazırlanmış bir dağıtma operasyonunu yerelleşme süreçlerini destekleyerek gündeme getirmekte ve böylece kü-yerel bir programı uygulama alanına aktarmaktadır . Büyük imparatorluklar beş ya da altı yüz yıl yaşama şansına sahip olmalarına rağmen , uluslar arası finans kapital böylesine uzun bir zaman içinde dağılma senaryolarını beklemeden hareket etmekte ve bir an önce kendi küresel imparatorluğunu kurabilme doğrultusunda , hiç beklemeden kü-yerel projelerin yerel yönetimler üzerinden uygulanması ile acele olarak dağıtma senaryosunu gerçekleştirebilmenin arayışı içinde olmaktadır .
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram
Kü-yerel projenin içinde yer alan çok önemli bir başka kavram olarak ,hizmette halka yakınlık anlamına gelen subsidiarite kavramı kullanılmaktadır . Bugünün küreselleşme eğilimlerine uygun bir çizgide gelişen Avrupa Birliği gibi büyük kıtasal oluşumlarda , merkezi yönetimi devre dışı bırakmak yerelleşmeyi daha geniş boyutlarda uygulayabilmek doğrultusunda bir de hizmette halka yakınlık anlamında , yerine koyma ya da ikame etme anlamlarına da gelecek bir tarzda subsidiarite kavramı , merkezi yönetimin yerine yerel yönetimi geçirebilme amacıyla fazlasıyla kullanılmaktadır . Dışarıdan gelen baskı ve dayatmalara karşı halk kitlelerin tepki göstermesi ve tepkilerin gelişerek karşıt akımlara zemin hazırlaması gibi durumları önleyebilme doğrultusunda , bu ilke devreye sokularak , kü-yerel projelere devam edilmek istenmektedir . Avrupa kıtası ülkeler ya da devletler Avrupa’sından bölgeler ya da halklar Avrupasına doğru bir dönüşüme zorlanırken , kü-yerelleşme gene önde gelen bir çizgide uygulama alanına getirilmekte ve ,yerel hizmetlerin yerel yönetimler çatısı altında örgütlenmesiyle devlet merkezleri ya da başkentler ile ilişkiler kesilerek , yerelleşme üzerinden küreselleşmeye yönelen bir oluşum düzeni gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır . Hizmette halka yakınlık gibi halk kitlelerine hoş görünen cilalı kavramlar kü-yerelleşme doğrultusunda geliştirilirken ,toplumlar merkezi devletin kontrolu dışına çıkarılmakta ve bu yoldan küresel emperyalizmin dünya halklarını bütünüyle denetimi altına alabilmesinin yolları açılmak istenmektedir . Avrupa Birliği bir kıtasal oluşum ya da Avrupa Birleşik Devletleri olarak oluşturulmağa çalışılırken , ulus devletlerin direnişleri bu yollardan aşılmağa çalışılmakta , uluslar ve onların devletleri tarihin çöplüğüne doğru süpürülürken , kü-yerel projeler üzerinden hem bölgesel hem de küresel yapılanmaların önü açılmağa çalışılmaktadır . Avrupa topluluğu bu doğrultuda yönlendirilirken , tarihin bir sonucu olan uluslar ve onların ulus devletleri tasfiye olmağa mahkum edilmektedirler .
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi
Kü-yerel projelerin temelinde geçmişten gelen yerellik o ilkesi bulunmakta ve geleceğe dönük ulus devlet ötesi oluşumların tezgahlanmasında bu ilke ana bir kural olarak uygulanmaktadır . Yönetim sistemlerinin demokratikleşmesi görünümünde sürekli olarak yerellik ilkesi öne çıkarılmakta vatandaşların ülke yönetiminde etkisinin artırılması gerekçesi ile de merkezi yönetimin gücü ve üniter yapının bütünlüğünün yıkılmasında yerellik ilkesi haklı gösterilerek dıştan güdümlü dönüşüme devam edilmeğe çalışılmaktadır . Bütün bilgilerin merkezde toplandığı ,ülke ile ilgili tüm kararların gene merkezde alındığı ulus devlet yapıları aşılırken , daha geniş kıtasal oluşumlara yol açacak ve bunlar üzerinden de bir büyük dünya konfederasyonunu küresel sermayenin güdümünde oluşumunu gerçekleştirecek açılım ve atılımlar birbiri ardı sıra gerçekleşme aşamasına gelecektir . Hizmette halka daha yakın durma gibi bir görünümden yararlanan kü-yerelcilik ,küresel imparatorluğa yerel yönetimler üzerinden gitmeyi hedeflemekte ve bu doğrultuda en büyük engel olarak öne çıkan başkentleri devre dışı bırakarak tek merkezli bir finans kapital imparatorluğunun hazırlıklarının tamamlanmasını sağlamaktadır . Dışlanan başkentler bir araya gelmedikçe ve küresel büyük şirketler tarafından empoze edilen dıştan güdümlü kü-yerel planlara karşı bir işbirliği ya da ortak bir çalışma düzenine gitmedikçe , önceden kurgulanmış olan sistem çalışmakta ve ulus devletler düzeninden küresel şirketler egemenliği dönemine geçiş doğrultusunda hızlı bir dönüşüm yaşanmaktadır . Devletlerin merkezi yönetiminin kesin otoritesini silmeğe çalışan tekelci şirketler açısından yerelleşme alternatif olarak devreye girmekte ve bu doğrultuda kü-yerel projeler şirketlerin desteği ile uygulamaya getirilmektedir .Halka en yakın yönetimleri hizmetin halkla bütünleştirilmesi biçiminde gündeme getiren kü-yerel politikalar ,halk kitleleri için aldatıcı olmakta , sivil toplum kuruluşları ya da yerel yönetimler üzerinden tekelci şirketlerin kucağına sürüklenen halk kitleleri , zaman içinde vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları kendi devletlerine düşman bir hale düşürülerek , üniter devlet yapılarını bölücü bir konuma iteklenmektedirler . Küresel sermayenin güdümündeki medya organları aracılığı ile beyinleri yıkanan halk kitleleri böylesine oyunlara alet edilirken , ulusların egemenliği ya da halkların kendi kaderlerini belirlemesi ilkesi doğrultusunda kurulmuş olan ulus devlet yapıları hızla bir çöküşe mahkum edilmektedirler.
Hizmetler yerelleştirilirken,
Hizmetler yerelleştirilirken, hizmete en yakın yönetim olarak lanse edilen yerel yönetimler aynı zamanda halka da en yakın yönetim biçimi olarak tanıtılmakta , halkların yerinden yönetiminde yerel yönetimlere kilit bir misyon yaratılmaktadır . Bu doğrultuda , yerel yönetimlerin özerkliği talep edilmekte ve hiçbir biçimde merkezi yönetimin müdahalesi ya da ulusal egemenlik düzeninin gerektirdiği bir biçimde ulusal insiyatifin yerel yönetimlerde etkili olmaması için özerklik başlıca kaçış yolu olarak görülmektedir . Alt kimlikçi yapılanmalar , ülkenin belirli bölgelerinde farklı etnik ya da dinsel yapılanmalara gitmek isteyen bölücü akımlar ulusal egemenliğin dışına çıkmak ve merkezi yönetimin baskısından sıyrılabilmek üzere özerkliği bir kurtuluş yolu olarak görmektedirler . Özerklik yerel yönetimlere bir hak ve hukuk statüsü olarak tanınınca ,ülkenin bölünmesine ve merkezi devletin çöküşüne giden yol açılmakta ve bu doğrultuda kü-yerel açılımlar yeni küçük eyalet devletçiklerinin oluşumunu sağlayarak , büyük ulus devletlerin küçültülmesine yardımcı olmaktadır . Ayrı bir tüzel kişilik çatısı altında örgütlenen yerel yönetimler ,kü-yerel açılımlar doğrultusunda kendi kendine açılım yapabilir bir noktaya getirilebilmekte ve ayrıca dışarıdan sağlanacak maddi destekler ile , küresel yeni dünya düzeni oluşumu çizgisinde yönlendirilebilmektedirler . Özerklik statüsü bu açıdan bir güvence sağlamakta ve böylece yerel yönetimler merkezi yönetimin ya da ulus devletin kontrol alanı dışına çıkarak geleceğin eyalet devletlerinin oluşum süreçleri hızlandırılmaktadır . Her yerel adım böylece aynı zamanda ulus devletin dışına çıkılarak küreselleşmeye yönelen bir oluşumun öncüsü de olabilmektedir . Ulus devlet içinde yerelleşmek ya da merkezden kopuk bir yapılanmaya gitmek aynı zamanda tamamen tersi bir çizgide dışa açılarak aynı zamanda küreselleşmek anlamına da gelebilmektedir . Merkezi yönetimin sakıncaları ,bürokratik yapısı ile otoriter baskıları sürekli olarak gündemde tutularak ulus devletler kötülenmekte ,yerelleşme ise bu gibi tuzaklardan kaçış olarak gösterilirken yeni bir özgürleşme olarak kamuoyuna benimsetilmeğe çalışılmaktadır . Yerelleşme halk topluluklarını merkezden uzaklaştırırken sanki özgürleştiriyormuş gibi bir durum ortaya çıkarmakta ama , başkentlerden kopan bölgelerin küresel sermaye ve ona bağlı tekelci şirketlerin saldırısı ve sömürüsü altına girmesine yol açarak yeni bir emperyalizmin ve buna bağlı olarak gündeme gelen köleleştirmenin öne çıkmasına neden olmaktadır .
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması
Kü-yerel uygulamalardan birisi olarak gündemde gelen kentlerin dışa açılması , başkentlerin güdümü dışına çıkarak uluslar arası kuruluşlar ile bağlantı içine girmesi son yıllarda fazlasıyla görülmektedir . Özellikle Uluslar arası Para Fonu ya da Dünya Bankası gibi çok büyük evrensel kuruluşlar , devletlere ya da hükümetlere kredi açmayı bir yana bırakarak kentlere ve belediyelere kredi vermeğe başlamışlardır . Bu gibi uygulamaların sonucunda bir çok geri kalmış bölge kenti ve onların belediyeleri başkentleri by-pas ederek dışa açılmışlar , büyük ekonomik kuruluşlardan ya da uluslar arası bankacılık sisteminden yüklü krediler alarak kendi yöresel sorunlarını çözmeğe çalışmışlar ama sonunda gene kendi devletlerine ve de başkentlerinin yönetimine muhtaç bir duruma düşmüşlerdir .Yöresel sorunlarının çözüm projelerine finans kaynağı sağlamak üzere yurtdışından borç para sağlayan bazı kentler , aldıkları borçları geri ödeyememişler ve zaman içerisinde kapitalist ekonomik sistemin faiz bataklığına sürüklenerek iflas bayrağını çekmek zorunda kalmışlardır . Krediler yolu ile ulus devletleri çökerten küresel kapitalist sistem benzeri uygulamaları , borç tuzağına düşürdüğü kentler ya da yerel yönetimler içinde uygulamaya devam edince bir çok yerel yönetim iflas ederek gene kendi ülkelerinin devletinin himayesine sığınmak zorunda kalmışlardır . Kü-yerel projeler yerel yönetimleri merkezden uzaklaştırırken , yeni ufuklara açılan yerel yönetimler borç bataklarında sürüklenirken okyanuslarda boğulurken gene kendi devletlerine avuç açma noktasına gelmişlerdir . Kapitalisz tuzaklar merkezi yönetimler ile beraber yerel yönetimleri de iflas noktasına itekleyince , kü-yerel projeler iflas etmiştir . İnsanlığın doğasına aykırı olan kapitalist emperyalizmin sömürgeciliği , küreselleşme ya da yerelleşme oyunları ile insanlığı yeniden köleliğe mahkum etme aşamasına getirmiştir .Etnik toplumlara devlet kurdurma projeleri ,kü-yerel politikalar ile dıştan desteklenmesine rağmen , yerel yönetimlerin güçsüz kalması ve bu yüzden kapitalist sistem içinde batma noktasına gelmesiyle etkinliğini yitirerek devre dışı kalma noktasına gelmiştir .
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri
Küresel şirketlerin ulus devletleri tarih sahnesinden silme girişimleri aşamasında gündeme getirilmiş olan kü-yerelleşme , İMF ve Dünya Bankasın’dan borç alarak başkentlere savaş açan yerel yönetimlerin iflas etmesi üzerine artık durma noktasına gelmiştir . Merkezi devletin sahip olduğu güçlü yapılanmadan yoksun kalan yerel yönetimler dış dünyaya açılınca cılız kalmışlar ve geleceğin kent devletlerini tekelci şirketlerin desteği ile uluslara karşı oluşturma yolunda kendilerinden beklenen adımları atamamışlardır . Geçmişten gelen yerelleşme olgusu , küreselleşme aşamasında kü-yerel projelere dönüştürülmek istenmiş ama ,büyük sermayenin çıkmazları ve sorunları yüzünden bu açılım bitme noktasına gelmiştir . Büyük parasal destekler ile kentleri başkentlere karşı kışkırtma ya da geleceğin kent devletlerini oluşturma noktasında eyalet devletlerine dönüştürme girişimlerinin çoğunlukla başarısız kaldığı görülmektedir . Çeyrek yüzyıllık küreselleşme döneminde birbiri ardı sıra görülen yerel yönetim iflasları , yerel yönetimlerden yerel devletlere geçme senaryolarının gerçekçi olmadığını ve birer ütopyadan öte gitmediğini açıkça göstermiştir . Bir çok etnik kavgaya ve de cemaat çekişmesine yol açan yerelleşme süreçlerinde , toplumların iç savaşa gitmesine neden olunmuş ve ve küçük yerel yapılar arasındaki çekişmeler büyük toplum yapılarında karışıklığa ve bazen da iç savaşlara yol açmıştır . Güçlü bir merkezin ortadan kaldırılması , toplumsal alanda kaosa giden süreçlerin de başlangıcı olduğu için ,artık kü-yerel projelerden ya da uygulamalardan söz edebilmek giderek zorlaşmıştır . Küresel sermayenin taşeronu konumundaki neo-liberal kadrolar ya da kuruluşların , fanatik ulus ,devlet ya da başkent düşmanlığının ötesinde ,hiçbir işe yaramayan kü-yerelleşme artık insanlığın gündeminden düşme aşamasına gelmiştir . Bir devlet çatısı altında halkı ile bütünleşmeyen , bölücü ve parçalayıcı kü-yerel girişimlerin kamu zararına yol açtığı kesinleşince , küresel emperyalizmin dayatması olan kü-yerelleşme süreci durma noktasına gelmiştir . Aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimi ,kü-yerelleşmenin gerçek dışı olduğunu , dünyanın bugünkü koşullarına uymadığını kanıtlayınca , bütün dış çabalara ve uzaktan kumandalı manüplasyonlara rağmen, kü-yerelci bir yapılanma başarılamamıştır .
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu
Batı kapitalizminin dünya imparatorluğu için zorlanan kü-yerelleşme diğer küresel politikalar gibi bitme noktasına geldiğinde , insanlık artık yerelleşmeyi yeniden düşünmek ve bugünün dünyasının koşullarına uygun bir biçimde gerçekçi bir tarzda düzenlemek durumundadır . Bir çok ülkede yerelleşme dışarıda küresel emperyalizme uygun bir yapılanma sağlayamamıştır ama , insanlığın geleceği açısından cumhuriyet devletlerinin kendi toplumlarını daha gelişmiş bir çizgide yönetebilmeleri açısından gene de demokratik bir alternatif olarak geçerliliğini korumaktadır . Bu nedenle , yerelleşme olgusu artık küresel şirketlerin ve emperyalizmin güdümünden kurtarılarak , merkezi ulus devletlerin yönlendirmesi doğrultusunda yeniden ele alınmalıdır . Böylesine yeni bir yaklaşım yeni bir kavramlaştırma yaklaşımı çerçevesinde ME-YEREL ya da MERKEZİ YERELLEŞME olarak adlandırılabilir . Geçmişten gelen bir alışkanlıkla , yerelleşme hep merkezin yokluğu anlamında adem-i merkeziyet kavramı ile açıklanmağa çalışılmış ve sürekli olarak merkeze ya da merkeziyetçiliğe karşı gibi gösterilmiştir . Bugünkü ulus devlet ya da üniter devlet modelleri incelendiği zaman, hem merkezi yönetimlerin hem de yerel yönetimlerin aynı anayasa ile yönetilen ortak bir devletin çatısı altında yer alabildikleri görülmektedir . Merkezi ve yerel yapılar ortak bir çatı altında buluşabildiğine göre , o zaman bu iki kavramı birbirine karşıt bir doğrultuda değil ama , yan yana ve birbirini tamamlayıcı bir doğrultuda ele almak mümkün olabilmektedir . Bu çerçevede ,bir devletin merkezi yapısının yanı sıra yerel yönetimler de yer alabilmeli ve merkezin kontrolü altında yerelleşme güçlendirilerek , artan nüfusun ve kamu gereksinmelerinin karşılanmasında merkez ve yerel yönetimler işbirliği sayesinde daha üst düzeylerde geliştirilebilmelidir . Yerel yönetimler başkentlere karşı ya da merkezi devlete düşmanlık içinde bir gelişmeye yönelmemeli ,ulus devletlerin merkezi ile anlaşarak MERKEZİ YERELLİK , ya da ME-YEREL ilkesi doğrultusunda geleceğe dönük gelişme programlarına yönelebilmelidir . Ancak böylece her yerel yönetim kendi ülkesinin koşullarına uygun düşen bir yeni yapılanma süreci içine girebilecek ve böylece küresel emperyalizmin sömürge batağından ulus devletlerin koruyucu şemsiyesi altında kendisini kurtarabilecektir . İflas tehlikesi olmayan yerel yönetimler , kendi ülkeleri ve de merkezi devletleri ile beraber doğal gelişim süreçlerini tamamlayarak yeni dünya düzeninde daha güvenli bir konumda var olabileceklerdir .
MERKEZİ YERELLEŞME
Şimdiye kadar merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik ayrı ayrı ele alınmış ve sanki bu iki akım birbirine düşmanmış gibi bir ortam yaratılmıştır . Bugün gelinen aşamada artık geçmişten gelen deneylerin bir bütünsellik içerisinde değerlendirilmesiyle ,daha üst düzeyde çağdaş bir kamu yönetiminin gerçekleştirilebilmesi için merkeziyetçilik ile yerelcilik ya da yerelleşme birlikte ele alınmak durumundadır .Bir devlet geleceğe dönük kendisini yenilerken , hem merkezi yapısında hem de taşrada yer alan yerel yönetimlerde yenileşmeyi bir bütünsellik içinde birbiriyle bağlantılı olarak ele almak durumundadır . Merkezde yeni yapılanmayı sağlayan idari reformlar yapılırken , yerel yönetimler de de benzeri yenilemelere gidilmelidir . Türkiye’de küresel baskılar ile gündeme getirilen kamu yönetimi reformu ile beraber yerel yönetimler reformu girişimlerinin başarısız kalmasının ana nedeni , bunların belirli bir bütünlük içerisinde ele alınmamasıdır . O zaman , sadece yerelcilik yaparak ya da yerelleşmeyi öne çıkararak ,bir idari reformun yapılamayacağı artık açıkça ortadadır .Artan nüfus dikkate alınarak yerel yönetimler güçlendirilmeli ,yerel yönetimlere kendi bölgelerindeki etkinliklerini artıracak düzeyde yeni yetkiler verilebilmelidir . Ne var ki , yerel yönetimlerin güçlendirilmesi , merkezin tasfiyesi anlamına da gelmemeli , tıpkı yerel yönetimler de olduğu gibi merkez de benzeri doğrultuda daha da güçlendirilmelidir . Böylece , ME-YEREL ilkesi doğrultusunda ,başkent’de yer alan merkezi devlet ile buna bağlı olan yerel yönetimler bir bütünsellik içerisinde güçlendirilerek ülkenin kamu yönetimi ve kamu hizmeti gereksinimleri en üst düzeyde karşılanabilmelidir. MERKEZİ YERELLEŞME , yapılacak idari reformun esası olmalı , böylece var olan ulus devletler dağılmadan , merkezi devletler kü-yerel politikalar ile çökertilmeden insanlığın beklentilerini karşılayabilecek yepyeni bir kamu örgütlenmesi , ulusal çizgide geliştirilecek idari reformlar ile başarılabilmelidir . Yerel yönetimler ile merkezi yönetim birlikteliğinden daha güçlü kamu yönetimi teknikleri ortaya çıkabilmeli ve , giderek artan nüfusun gereksinmeleri doğrultusunda daha gelişmiş yönetim biçimleri ile daha mutlu ve düzenli bir yeni dünya düzeni kurulabilmelidir .
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA!..
KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE KAOS DEĞİL AMA ME-YEREL POLİTİKALAR İLE BİR DÜZEN KURULMALIDIR. KAOS’tan SONRA YENİ DÜZEN İSTEYENLERE DÜNYA BIRAKILMAMALIDIR. YENİ DÜNYA DÜZENİ SAVAŞ İLE DEĞİL BARIŞ VE DAYANIŞMA İLE KURULMALIDIR. KÜ-YEREL POLİTİKALAR İLE ETNİK VE DİNSEL ÇATIŞMALARA İZİN VERİLMEMELİ, ME-YEREL POLİTİKALAR İLE DAYANIŞMA VE BARIŞ İÇİNDE DÖNÜŞÜM SAĞLANMALIDIR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER ÜLKEDE İŞBİRLİĞİ VE DAYANIŞMA GERÇEKLEŞTİRİLMELİ VE DÜNYA’YA BARIŞ GETİRİLMELİ, YENİ DÜNYA DÜZENİ İÇİN TÜM İNSANLIK ORTAK MÜCADELE ETMELİDİR. ME-YEREL POLİTİKALAR İLE HER TÜRLÜ ÇATIŞMA ÖNLENMELİ VE BARIŞ İÇİNDE BİR GELECEK HAZIRLANMALIDIR.

3 Aralık 2018 Pazartesi

DÜNYA’NIN PROFESÖRÜ OKTAY SİNANOĞLU Ref: Ahlat Haber Gazetesi Yazan: İlhami NALBANTOĞLU (Dünyanın en genç profesörü, Türkiye'nin Einstein'ı Oktay Sinanoğlu,)

DÜNYA’NIN PROFESÖRÜ
OKTAY SİNANOĞLU

Ref: Ahlat Haber Gazetesi

Yazan: İlhami NALBANTOĞLU
Dünyanın en genç profesörü, Türkiye'nin Einstein'ı Oktay Sinanoğlu, 80 yaşında Amerika'da hayata gözlerini yumdu.
Türk insanının göğsünü kabartan çalışmalarıyla adını tüm dünyaya duyuran Oktay Sinanoğlu kimdir, çalışmaları nelerdir?
Oktay Sinanoğlu, babasının Türkiye Başkonsolosluğunda görev yapmakta olduğu İtalya’nın Bari kentinde doğdu. 1939 yılında İtalya'da II. Dünya Savaşı'nın başlaması üzerine Ailesiyle Türkiye'ye döndü.
Oktay Sinanoğlu, Ankara Yenişehir Lisesi'ne burslu öğrenci olarak girdi ve 1953 yılında bu okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla Kimya Mühendisliği okumak üzere ABD'ye gitti. 1956'da ABD Kaliforniya Üniversitesi Berkeley Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitirdi.
1957'de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü'nü sekiz ayda bitirerek yüksek kimya mühendisi oldu. "Alfred Sloan" ödülünü aldı. 1959'da Kaliforniya Üniversitesi Berkeley'de kuramsal kimya doktorasını tamamladı. 1960'ta Yale Üniversitesi'nde öğretim üyesi (asistan profesör) oldu.
1960-1961 yıllarında atom ve moleküllerin çok-elektronlu kuramı ile "Doçent" oldu. 1963'te 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırarak 28 yaşında "tam profesör" unvanını aldı. 20. yüzyılda Yale Üniversitesi'nde bu sanı kazanan en genç öğretim üyesidir.
1962 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi mütevelli heyeti yalnız Oktay Sinanoğlu'na mahsus olmak üzere kendisine Danışman Profesör ünvanını verdi. Yale Üniversitesi'nde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. 1973'de Almanya'nın en yüksek "Aleksander von Humboldt Bilim Ödülü"nü ilk kazanan kişi oldu. 1975'de Japonya'nın "Uluslararası Seçkin Bilimci Ödülü"nü kazandı; yine 1975 yılında özel kanunla Oktay Sinanoğlu’na ilk ve tek Türkiye Cumhuriyeti Profesörü ünvanı verildi. 1976'da Japonya'ya Türkiye Cumhuriyeti Özel Elçisi olarak gönderildi. Kendisi Türk-Japon kültür, bilim ve eğitim ilişkilerinin temellerini atmıştır. Amerikan Bilim ve Sanat Akademisinin ilk ve tek Türk üyesidir. Meksika hükümeti tarafından yüksek Bilim Ödülü "Elena Moshinsky" ile ödüllendirildi.
Dünyada yeni kurulmaya başlayan moleküler biyoloji dalının ilk profesörlerinden biri oldu. DNA sarmalının çözelti içinde o biçimde nasıl durduğuna açıklama getirdi. Dünyanın pek çok yerinde buluşları ve kuramları ile ilgili konferanslar verdi.
1980'li yıllarda çalışmalarını kimya biliminin basit bir şekilde öğretilmesine yönelik bir kuramsal çerçeve üzerinde yoğunlaştırdı. 1993'te Yale Üniversitesi'ndeki profesörlük görevlerinden erken sayılabilecek bir yaşta emekliye ayrıldı. Aynı yıl Türkiye'ye dönerek Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Kimya Bölümü'nde profesörlüğe atandı. 2002 yılında bu görevden de emekliye ayrıldı.
Türkiye'de bulunduğu dönemde çalışmalarını daha çok Türk ulusal kimliği ve Türk diliyle ilgili milliyetçi görüşlerini yaymaya adadı. Eğitim dilinin resmi dil olması gerektiğini ve yabancı dilin takviyeli olarak öğretilmesinin gerektiğini savunmaktadır. Matematiksel yapısından dolayı Türkçenin en iyi bilim dili olduğunu söylemektedir
Yaşamı boyunca Kuantum mekaniğine birçok katkıda bulunmuş bir bilim adamıdır. P.A.M. Dirac'in de üzerinde uğraştığı ancak çözümleyemediği bir problemi, "Kuantum mekaniği"nde, Hilbert uzayının topolojisi ve içerdiği yüksek simetrileri çözdü. Böylece Kimya bilimini bu topolojik inceleme ile sağlam bir temele oturttu.
19 Nisan 2015 tarihinde hayatını kaybetti.
Ülkemiz adına yapmış olduğu bu denli önemli başarılarından dolayı Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu’na Tanrıdan rahmet diliyor, minnetle anıyoruz.

10 Kasım 2018 Cumartesi

NAHİT DURU: MÜFLİS TÜCCAR ESKİ DEFTERLERİ KARIŞTIRIRMIŞ., İNCİ HEKİMOĞLU: BENİ O HEKİMLERE EMANET ETMEYİN., ESFENDER KORKMAZ: İKTİDAR NEDEN DENETİM İSTEMİYOR?., ÜMİT ZİLELİ: HAYDİ BAKALIM ÇIKARIN YAZDIĞINIZ YAZILARI., AHMET TAKAN: ÖDÜL KİMİN BAŞINA KONULDU?.., YILMAZ ÖZDİL: KARAYILAN

NAHİT DURU: ‘MÜFLİS TÜCCAR ESKİ DEFTERLERİ KARIŞTIRIRMIŞ’

Biliyorum ki; “Bu başlık nereden çıktı?” diyeceksiniz. Ekonomik kriz nedeniyle konkordato isteyen veya iflas eden şirketler için değil bu başlık...
Son günlerde ekonomik kriz ABD’li Papaz Bronson ve McKinsey olayı enflasyonun önlenemeyişi evleri sarsan mutfak yangını gibi sorunlar almış başını gidiyor. İktidar bu sorunlarla nasıl baş edeceğini bilemiyor.
O nedenle de AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve AKP’liler bu olayları unutturmak için eski defterleri karıştırmaya başladılar. Çünkü halkı inandırabilecek yeni söylemleri yok.
“Andımız”la ilgili Danıştay kararı ve ezanın Türkçe okunmasının yanı sıra yıllardır başları sıkıştığında sarldıkları İsmet Paşa’nın camileri ahır veya depo yaptığı iddiaları yeniden gündeme taşındı ve İnönü islam karşıtı gibi sunuldu. Aslında yıl olarak 1930’lar diyorlar ama Atatürk’ün adını anmadan
Cumhuriyetimizin Devletimizin kurucusunu en yalın arkadaşı İsmet İnönü üzerinden vurmaya çalışıyorlar.
Öncelikle İsmet Paşa Laik Cumhuriyet’e inanmış eskilerin deyimi ile “mütedeyyin“ bir devlet adamıydı ve de yaşamının hiç bir döneminde “dini siyasete alet” etmedi.
Paşa oruç tutmak dahil elinden geldiğince dini vecibelerini sessizce yerine getirmeye çalışırdı.
Meydanlarda dini politikaya alet etmemek inançlardan medet umarak din ticareti yapmadan halktan oy istememek dinsizlik sayılıyorsa bunun adı en hafifinden cehalettir.
Bugün İsmet Paşa’ya “dinsizlik “ suçlaması yöneltenler O’nun kendi parası ile Çankaya Merkez Camii’ni yaptırdığını halılarını da eşi Mevhibe hanımın aldığını bilmiyorlar mı? Bilmiyorlarsa ayıp bilip de bu suçlamayı yapıyorlarsa daha büyük ayıp. Hatta günah…
Genç tarihçilerimizden Sinan Meydan camilerin depo olarak kullanımına ilişkin şu gerçeği kaç kez açıkladı bilmiyorum. Bir de ben Meydan’ın kaleminden anımsatayım:
“İsmet İnönü II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda camilerin hedef alınmayacağını düşünerek müzelerimizdeki “tarihi” ve“dini” değeri olan eserleri zarar görmemeleri için bazı camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet İsmet İnönü 1939-1946 arasında bazı camileri ‘depo’ yapmıştır ama bu depolar Kutsal emanetler Hz. Muhammed’in sancağı kılıcı hırka-i saadeti Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı
Kerim’i gibi ‘dinsel ve tarihsel’ değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin Topkapı Sarayı’ndaki‘Kutsal Emanetler’ bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. ”
Tanımaktan onur duyduğum İsmet Paşa’la ilgili doğruların anlaşılması için birkaç konuya vurgu yaptım o kadar...
Mustafa Kemal Atatürk’e gelince orada da baltayı taşa vuruyor müfteriler.
Turgut Özakman da Atatürk’e iftira atanlara şu cümlelerle adeta tarih ders veriyor:
“Yunanlılar giderken ahşaptan yapılmış 8-10 bin köy camiisini yaktı. İnsanları içine doldurup yaktı. Cumhuriyet ilk iş olarak bütün camileri yaptırdı…
Polatlı’dan İzmir’e kadar olan bütün köy camileri Cumhuriyet’in eseridir… Para toplayarak yaşıyordu din adamları. Cumhuriyettir ki onları kadrosuna aldı.
İmam maaş alıyor... Bunu yapan Atatürk. İnsan ona bir dua etmez mi?
En tehlikeli cehalet dinde cehalet. Çünkü onu koyun gibi kullanırsınız dinde cahil olan adamı istediğiniz gibi kullanırsınız. Matematik cahili olursanız fazla bir şey değil bakkal kandırır. Ama öbürü çok büyük tehlike…”
Din bezirganları Atatürk’ü ve İsmet Paşa’yı istedikleri kadar karalamaya çalışsınlar gerçekler gün gibi ortada.
Bu iftiraların karalamaların nedeni belli.
Yerel seçimler yaklaşırken yeniden “din”i öne çıkarıp sorunları unutturmaya çabalıyorlar ama bu kez nafile nafile…
Enflasyon pahalılık halkın cebini vurdu bir kere.
İNCİ HEKİMOĞLU: 
BENİ O HEKİMLERE EMANET ETMEYİN
hekimogluinci@artigercek.net
Her talep iktidar tarafından toplum mühendisliğinin bir başka basamağına tırmanma vesilesi yapılırken topluma eza olarak geri dönen yeni bir mağduriyet alanı yaratıyor.
Yakın bir dostum anlatmıştı.
70’li yıllarda ağır bir mide kanamasıyla Ankara’da bir devlet hastanesine yatırılır.
Günler geçer ama iyileşmesi beklenirken her gün daha da kötüye gider.
Sararır solar zayıflar ve bitkinlikten parmağını kıpırdatamaz hale gelir.
Sevenleri endişe ve panik içinde sorumlu doktoru soru yağmuruna tutarlar ama “elimizden geleni yapıyoruz bekleyip göreceğiz” dışında umut verici bir yanıt alamazlar.
Oysa artık beklenecek zaman kalmamıştır ve yakınları harekete geçer.
Tanıdık doktorlar bulunur görüş alınır ve apar topar güvenilir buldukları başka bir hastaneye naklederler.
Bu karar hayatını kurtarır.
Sevgili dostumun aslında tedavi edilmediği ölüme yatırıldığı anlaşılmıştır.
Daha vahimi gözünü kırpmadan hastasını ölüme terk eden doktorun MHP’li olduğu ortaya çıkmıştır.
Kutuplaşmanın sokak çatışmalarına dönüştüğü “darbe koşullarının olgunlaştırıldığı” bilmem kaçıncı MC hükümetinin iş başında olduğu yıllar…
Milliyetçi Cephe iktidarının devletin bütün kilit noktalarını ele geçirdiği tıpkı bugünkü gibi kadrolaşmanın her alanda fütursuzca uygulandığı yıllar yani bahsedilen dönem…
Devlet hastaneleri de payını almıştı elbet faşizmin örgütlenmesinden.
12 Eylül Darbesi’nden sonra işkencehanelerde görev alan Adli Tıp’ta “işkence yoktur” raporları veren cezaevlerinde işkenceyi örtmekten sorumlu olan o doktorlar 70’li yıllarda yapmıştı ‘staj’larını.
Şimdi yeni bir ‘doldur-boşalt’ uygulamasıyla sağlık alanı tümüyle kontrol altına alınıyor.
Sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti önleyecek tedbirler almak yerine bunu da bir ‘fırsat’a çeviren iktidar adeta şiddete yeni boyutlar kazandıran yasayı anıldığı gibi “sağlıkta şiddet” olarak Komisyondan geçirdi.
Galiba artık öğrenmemiz gereken ilk ders bu iktidardan hiçbir soruna çözüm üretmesini talep etmemek.
Her talep iktidar tarafından toplum mühendisliğinin bir başka basamağına tırmanma vesilesi yapılırken topluma eza olarak geri dönen yeni bir mağduriyet alanı yaratıyor.
Meclis yeni rejimin basit bir manivelası haline gelmişken hâlâ alternatif yaratıcı kapsayıcı örgütlenme ve siyaset üretme kanallarına yoğunlaşmamak mağduriyet alanlarını giderek çeşitlendirip genişletiyor.
Komisyon görüşmelerinin sosyal medyadaki video kayıtlarını herkes izlemeli.
Hukuku çoktan geçtik Komisyonun tabi olduğu/olması gereken yasaların tüzüğün geleneklerin nasıl zorbalıkla çiğnendiğini herkes görmeli.
Anayasa başta olmak üzere İLO Sözleşmesi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi ulusal ve uluslararası hukukun bir emirle yok sayılmasının ibret-i alemlik kaydıdır çünkü.
Ve iktidar üyelerinin kendilerine saygısının geldiği seviyeyi…
Artı Gerçek yazarı ve HDP’li komisyon üyesi Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun twitter hesabından yaptığı paylaşım bugün hiçbirini utandırmıyor olabilir ama yarının garantisi yok.
“Gece yarısı her türlü zorbalıkla uyduruk bir oylamayla tamamen usulsüzlük içinde güya 5. maddeyi komisyondan geçirdiler. Mazlumlardan aldıkları beddualar arşı inletir bu yürekten kahırlarla sonları kesin berbat! Tek bir vekilleri madde lehinde konuşamadı yüzleri yoktu. ”
Konuşamadıkları için muhalefet milletvekillerini de konuşturmamakta bulmuşlar çareyi.
CHP’li Doktor Ali Şeker isyanını bu mesajla duyurdu:
“Sağlık Komisyonu üyesiyim. 5. madde üzerine söz istedim. 11 saat beklettiler. Bana bekleyen komisyon üyeleri ve milletvekillerine söz vermediler. Komisyon
Başkanı AKP Grup Başkanları’nın talimatıyla oylamaya geçti. Faşizme karşı direnmek haktır. ”
HDP’li Meral Danış Beştaş ise mesajında “KHK’lı doktorlara medeni ölüm getiren 5. maddeninoylaması bile yapılmadan kabul edildiği ilan edildi. Bir AKP klasiği...” diyerek bize eğitimde 4x4x4uygulamasının komisyondan geçişini hatırlattı.
Genç yapılı adeta dövüş sporları eğitimi almış milletvekillerinden küçük bir ordu komisyonu basmış ve muhalif milletvekillerini döve döve yasayı geçirmişlerdi.
Gerçekten bir AKP klasiği.
Tamam da “faşizme karşı direnmek hak” ise dayak yiyerek zorbalık karşısında çaresiz kalarak ve bunların karşılığında mesaj atarak mı olacak o iş?
Bu yasayla mağdur edilecek doktor sayısının 7 bin civarında olduğu belirtiliyor.
O da şimdilik…
Sayısız mezun atanmayı bekliyor hem de hastanelerde en az 20 bin uzman 10 bin pratisyen açığı bulunurken.
Türk Sağlık-Sen’in geçen yıl açıkladığı verilere göre 141 bin 259 doktor görevdeydi ve 100 binkişiye sadece 179 doktor düşüyordu.
Niye atama yapmadıkları malum. MİT veya Emniyetten gelecek fişleme sonuçlarını bekliyorlar.
Yani artık hastaneleri de yandaş dinci-kinci iktidar emrini Hipokrat Yemini’nden üstün tutan doktorlarla dolduracaklar.
Üstelik bunların çoğu tabela üniversitelerinden mezun olmuş ‘seçkin’lerden oluşacak.
“Yargıya güven”in yanılmıyorsam tarihimizde ilk kez “polise güven”in bile altına düştüğü ülkemizde sağlık çalışanları ve doktorlar da artık güven endeksinde yargının altında bir yere yerleşirler.
Şahsen sevenlerime diyebileceğim tek şey mümkünse beni rejimin kindar-dindar ve yetersiz doktorlarına emanet etmeyin.
ESFENDER KORKMAZ: 
İKTİDAR NEDEN DENETİM İSTEMİYOR?
esfender@esfenderkorkmaz.com
Sayıştay'ın bazı kamu dairelerinde ve belediyelerdeki usulsüzlükleri meydana çıkaran raporundan sonra Denetimden Sorumlu Başkan Yardımcısı görevden alındı.
Eylül enflasyonu da yüksek çıkınca Türkiye İstatistik Kurumu Başkan Vekili görevden alınmıştı
İktidar doğrudan ve denetimden hoşlanmıyor. Başkanlık sistemini "Başkan ne derse ve ne yaparsa doğrudur. Tek yetkili ve sorumlu başkandır" şeklinde anlıyor.
Kaldı ki Sayın Cumhurbaşkanı da bu anlayışı eskiden beri açıkça dile getiriyor.
Başbakanlığı sırasında müteahhitlere yatırımlarda Danıştay engeliyle karşılaştığını söylemişti. Danıştay Başkanlığı da cevap olarak; "Hukuka bağlı olması gereken Sayın Başbakan'ın Danıştay'ı dolayısıyla hukuku icraatına engel sayması kabul edilemez maksadı aşar nitelikte talihsiz bir açıklamadır" demişti.
Yine Sayın Cumhurbaşkanı Danıştay 8. Dairesi tarafından verilen 'Öğrenci Andı' kararına tepki göstererek "Vatandaş sizi tokatlamıyor beni tokatlıyor" demişti ve ardından Danıştay kararının idareye müdahale olduğu ve yeni sistemin yürütmede çift başlılığı kaldırdığı şeklinde yorum yapmıştı.
Hangi sistem olursa olsun demokratik hukuk devletinde yürütmeyi denetleme ve yürütmenin yanlışlarını engelleyen denetim mekanizmaları vardır.
Türkiye'de Danıştay ve Sayıştay yetkisini Anayasadan alıyor. AKP iktidarında 2005 yılında değişen Anayasanın 160. maddesine göre Sayıştay kamu kurumları ve belediyelerin gelir-gider ve mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemekle yükümlüdür.
Türkiye'de Meclis'in yetkileri kısıtlandı ve fakat Sayıştay'ı düzenleyen madde aynen duruyor.
Dünya Adalet Projesi (WJP) dünyadaki hukukun üstünlüğünü ilerletmek için çalışan bağımsız çok disiplinli bir organizasyondur.
WJP'ye go¨re hukukun üstünlüğü sürdürülebilir ekonomik kalkınma hesap verebilir hükümet ve temel haklara saygı sunan topluluklar için fırsat ve eşitliğin temelini oluşturur.
WJP'nin 2018 raporuna göre Türkiye 2017 yılında hukukun üstünlüğü endeksine giren kriterler açısından da ortanın altında puan aldı ve 113 ülke içinde 101. sırada geri sıralarda yer aldı.
2017 yılında Türkiye'nin en geri kaldığı kriter "hükümet yetkilerinin denetimi ve gerektiğinde eylemlerinin kısıtlanması" kriteridir. Türkiye bu kriterde 113 ülke içinde sondan üçüncü olmuştur. Afganistan Nikaragua Etiyopya Uganda gibi ülkeler daha üst sıralardadır.
Kaynak: World Justice Project Rule of Law Index 2018'den derlenmiştir.
***
Bu alandaki sorun Sayıştay denetimine sınır getirilmesi Meclis'te AKP çoğunluğunun her yasayı yeterli tartışmadan ve kontrolsüz çıkarması hükümetin çıkardığı OHAL kararnamelerinin OHAL ile sınırlı değil de kalıcı olarak ve kanun yerine geçen kararlar olması niteliğinde olması yargının yeniden düzenlenerek daha fazla siyasi etki altına alınması her şeyin Cumhurbaşkanı kararnamesi ile çözülmeye çalışılması Türkiye'yi hükümeti ve hükümet yetkilerini denetlemede dünyanın en geri ülkeleri arasına soktu.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/iktidar-neden-denetim-istemiyor-49545yy.htm
ÜMİT ZİLELİ: 
HAYDİ BAKALIM ÇIKARIN YAZDIĞINIZ YAZILARI.
Ertuğrul Özkök dün köşesinde “FETÖ savcısı” Ferhat Sarıkaya ile ilgili kaleme aldığı yazısında“13 yıl sonra öğrenip dehşete düştüğü kumpası uygulanan iğrenç yöntemleri” anlatmış… Üşenmedim bulup saydım; tee 2005'ten bu güne yalnızca ben tam 9 yazı yazmışım o iğrenç kumpasla Sarıkaya veFETÖ ile ilgili görememiş demek ki! TV'lerdeki tartışmaları da izlememiş!. . Bir de başka gazetelerdeki arkadaşlarının siyasetçilerin yazdıklarını söylediklerini önlerine koyup düşünme çağrısı yapmış Özkök… Gerekçesi çok ilginç:
-Biz milletçe 11 yıl nasıl uyuduk veya nasıl uyutulduk!. .
Çok haklı! uyuyanlar uyutanlar uyutulanlar o gün yazdıklarını çıkarıp ortaya koymalı; koymalı ki kimlerin hangi iğrençliklere meze olduğu kimlerin savaştığı kimlerin arka kapıdan sıvıştığı ortaya çıksın!.. Haa bu arada eşi Tansu Hanım'ı da yürekten kutluyorum; tümünden yürekli çıktığı için!. . Ben kendi hesabıma 2016 yılında yayınlanan tüm süreci anlattığım yazımla katılıyorum kampanyaya (kumpanya mı demeliydim acaba!)
-Bakalım kaç yiğit çıkacak er meydanına göreceğiz!. .
ELLERİ KAN İÇİNDE BİR CEMAAT SAVCISI!. .
Ferhat Sarıkaya… Bir savcı… Ama bir Cumhuriyet savcısı değil…
Fethullah Gülen'in “kahraman” payesi ile onurlandırdığı nice yaşamları söndürmüş elleri kan içinde bir Cemaat savcısı… Ergenekon ve Balyoz kumpaslarının öncüsü olarak tarihe geçen Van 100. Yıl Üniversitesi ve Şemdinli operasyonlarının ön planındaki “en cevval piyonu!. . ”
İşte bu “kahraman” savcı tam 11 yıl sonra 15 Temmuz darbe girişiminin ardından “vicdanen rahatsız” olduğunu söyleyerek itirafçı oldu… Halen Ankara Cumhuriyet
Savcısı olduğundan itiraflarını da birlikte çalıştığı mesai arkadaşı savcılara yaptı!. .
İtiraflarını okuduğumda yüreğim sızladı… Savcı kılığındaki bir müridin işlediği “cinayetler” zindana tıktığı insanlar şerefi lekelendiği için kendini asan kalp krizi geçiren insanlar cemaatçi hakim ve polis şefinin verdiği talimatlar çerçevesinde hazırladığı iddianameler hepsi bir bir gözümün önünden geçti…
Savcı suretine bürünmüş bu mürit küçücük minnacık bir “adam” dı ama çok büyük işler başardı; Türkiye'yi bambaşka iklimlere sürükleyecek rejimi dinamitleyecek
Türk ordusunu tarihinde olmadığı şekilde diz çöktürecek binlerce on binlerce suçsuz günahsız insanın ve ailelerinin darmadağın olmasına sebep olacak düğmeye o bastı…Ve 11 yıl sonra hem de hâlâ“Cumhuriyet savcısı” sıfatını taşırken korku belasına hiç utanıp sıkılmadan itirafçılığa soyundu…
-“Kahraman” savcının kalibresi işte ancak bu kadardı!. .
BİR GENEL SEKRETERİ KATLETMEK!. .
İlk cinayeti bir üniversite genel sekreterinin intiharıydı!. .
Ona Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın ve çalışma arkadaşlarının defterinin dürülmesi görevi verildi ilk olarak…
O sıralar parti içinde epey etkin olan Hüseyin Çelik yerel seçimlerde Cemaat çevresine meydanlarda açık açık şu sözü vermişti:
-Belediyeyi bize verin üniversiteyi halledeceğiz!. .
Tam da öyle oldu!. . Sarıkaya “tıbbi cihaz alımı ihalesinde yolsuzluk” gerekçesiyle Rektör Aşkın'ın Genel Sekreter Enver Arpalı'nın ve bazı çalışanların tutuklanmasını sağladı. Sarıkaya itiraflarında bu başarısından ötürü Van Başsavcısı Kemal Kaçan tarafından alnından öpülerek kutlandığını anlattı!. .
Bu tutuklanmayı onuruna yediremeyen defalarca tahliye dilekçesi veren Genel Sekreter Arpalı sonunda bir çamaşır ipiyle kendini asarak intihar etti.
Genel sekreterinin intihar ettiğini duyan Rektör Aşkın ise kalp krizi geçirdi zor kurtarıldı. Sonra?. Sonrası yok! Tüm sanıklar beraat etti!. . Ama iş başarılmış üniversite Fethullah'ın müritlerinin kucağına düşmüştü!. .
-Bir intihar bir kalp krizi ve söndürülen darmadağın edilen yaşamlar pahasına!. .
GÜNEY AFRİKA BOSNA VE ANKARA!. .
Cemaat'in bu ilk büyük kumpasını başarıyla sonlandıran Ferhat Sarıkaya'ya zaman geçirmeden ikinci kumpas davası verildi; hedef bu kez çok daha büyüktü:
-Genelkurmay Başkanı olacağı neredeyse kesinleşen Yaşar Büyükanıt!. .
Aradıkları fırsat ise ayaklarına gelmişti; Şemdinli'de Umut Kitabevi'ne bombalı saldırı yapılmış bir kişi yaşamını yitirmişti. İki astsubay ve bir PKK itirafçısı suçlanıyordu… Sarıkaya itiraflarında kumpası nasıl hazırladıklarını şöyle anlattı:
-Başsavcı Vekili İbrahim Özer soruşturmayı bana verdi. Daha sonra Yargıtay üyesi olan İlhan Kaya o zaman Van'da 3. Ağır Ceza Mahkemesi başkanıydı. Beni o yönlendirmeye başladı.
Ancak bu kez kumpas tutmadı! Cemaat'in savcısı HSYK tarafından meslekten atıldı. Gülen'in“kahraman savcıya iyi bakın” talimatı gereği Sarıkaya ve ailesi
Güney Afrika'ya yerleştirildi. Yediği önünde yemediği ardında bir hayat yaşadığını itiraflarında anlattı. Öyle ki; emekli generallerin açtıkları davalarda mahkum edildiği tazminatlar dahi Cemaat tarafından ödendi.
Sarıkaya ve ailesi 18 ay kadar da Bosna'da ikamet etti. Çocukları burada okudu. Daha sonra Ankara'ya döndü. 2010 referandumu sonrasında gerekli tüm makamlar
Cemaat'in eline geçince de Ankara'ya Cumhuriyet Savcısı olarak atandı iyi mi?!. Gazeteci İsmail Saymaz'ın Hürriyet Pazar ekinde kaleme aldığı “Bir savcının cinayet defteri”başlıklı incelemesinden öğrendiğim kadarıyla bu muhteremin “cinayetleri” yalnızca 2005'de yediği herzelerle sınırlı kalmamıştı; başka hayatların sönmesinde intiharlar yaşanmasında da “başrollerden” birini oynadığı ortaya çıkmıştı!..
Ve bu “itirafçı-savcı” kılıklı mürit ülkenin başkentinde görevini sürdürüyor…
-Yargılanıp günahlarının bedelini ödemesi için daha kaç hayat söndürmesi gerekiyor acaba?!.
AHMET TAKAN: 
ÖDÜL KİMİN BAŞINA KONULDU?..
ahttakan@gmail.com
Bayram değil seyran değil... Enişte bize neden selam verdi!... Hem de ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Matthew Palmer'in Ankara ziyareti sırasında... Hem de açıklama ABD Ankara Büyükelçiliği vasıtası ile yapıldı... ABD; PKK'lı teröristler Murat Karayılan Cemil Bayık Duran Kalkan'ın başlarına toplam12 milyon dolarlık ödül koydu.
İçeridekiler milletin aklı ve zekasıyla her daim alay ederse dışarıdakilerin eli armut mu toplar?. . Eli kanlı katilleri bugüne kadar büyüten ve himaye eden kim?. . Yaşadıkları inlerde ABD subayları değil de Venüs ordusu subayları ile mi dolaşıyorlardı?. . Bu katillerin emrindeki kahpeler her türlü eğitim para ve silah desteğini Uganda mı sağlıyordu?. . Bugüne kadar aklınız neredeydi?. . "Vay be ne büyük kıyak çektiniz bize" deyip güdümünüzdeki siyasetçiler gibi bizlerden de önünüzde iki kat bükülmemizi mi bekliyorsunuz?. .
Defolur gidersiniz!. .
Haber duyulur duyulmaz Ankara'nın nabzını tutmak için güvenilir askerî ve istihbarat kaynaklarımla bir dizi görüşme yaptım. Önce 2 yıldır ABD'nin PKK elebaşlarına yaptığı "dönüşeceksiniz" baskısını hatırlattılar. Peki bu son nokta mı?. . İstihbarat kaynakları "ABD 'Rojava' denilen bölgeden dönüşüme karşı çıkan PKK güçlerinin çıkmasını istiyor. 'Çıkın Türkiye'yi durdurayım' diyor. Bunu bizim için yapmıyorlar. Kendi planlarını uyguluyorlar. Çözüm sürecini güncellemişler. Diğer yandan da İran operasyonuna bizden de destek istiyorlar. 'Rojava' ABD'nin hem yönetim üssü hem askerî operasyon merkezlerinden biri hem enerji koridoru. BOP'un da merkezi PKK'yı burada istemiyorlar. Şu an PKK dağ kadrosu buradan çıkıyor ama yeni kadroları ile YPG geliyor. Değişen bir şey yok. ABD bu hamlelerle sadece PKK'nın adını bitiriyor. Hepsine YPG diyor. Direnenleri de temizleyecek. ABD bunları Rojava'da günah keçisi ilan etti. Diğerlerine 'eğer bunlar giderse Türkiye size hiçbir şey yapamaz' mesajı veriyor" değerlendirmelerini yapıyor.
"Rojava" denilen bölgenin Fırat'tan Irak sınırına kadar Kuzey Suriye'deki sözde Kürt kantonları olduğunu hatırlatarak devam edelim.
ABD bir taşla kuş sürüsü vurmayı hedefliyor. İran'a yakın Cemil Bayık ile PKK-İran ilişkisini Murat Karayılan ile "Rojava"da çok etkili olan PKK ilişkisini kırmak istiyor. Duran Kalkan meselesi ise biraz derin!. .
Dönüştürülen PKK'da bu katillerin yerine kimler getirilecek?. . Anladığım kadarıyla ABD yeni sivri isimler istemiyor. Alt kadrolardan "akademik eğitim verdikleri" isimleri bölgeye götürerek görevlendiriyor ve idari kadroları bunlardan kuruyor. 3 teröristin başlarına ödül konulması ardından bugün itibarıyla şunları sıralayabiliriz;
* Suriye'de yeni oluşum kavgasında ABD yeni bir hamle yaptı. Kontrol hamlesi.
* ABD YPG/PKK içindeki kavgaya da net olarak taraf oldu. Eski tüfekleri kovdu. Bu Türkiye'ye kıyak çekmeden ziyade oradakilerin de gazını alma operasyonu.
* ABD kullandığı adamları eskidi mi çöpe atar. Yakın geçmişteki örnek; Taliban.
* Çapulcu başı Barzani Kuzey Irak'ta referandum yaparken "bir süre bekle acele etme" demişti. Neden?. . Çünkü Suriye ile Irak'taki sözde Kürt devletlerinin birleştirilmesi işini ABD yapacaktı ve bunun herhangi bir nedenle sekteye uğratılmasını istemiyorlardı. Suriye'deki yapılanmaların sorunsuz tamamlanması gerekiyordu. Suriye ve Irak'taki yapılanmalar tamamlandıktan sonra referandumla birleşme planlanıyordu.
* Suriye'deki özerk yapılanmalara rejim itiraz etmez.
* Rusya ABD ile çok rahat anlaşır. Çünkü tek hesabı Akdeniz'deki üslerine dokunulmamasıdır.
* ABD petrol kaynaklarını düşünür.
* Hatırlar mısınız?. . Kuzey Irak'ta binlerce militanını besliyor olmasına rağmen çapulcu başı Barzani ile PKK yönetim kadrosu arasında liderlik konusunda şiddetli kapışmalar olmuştu. ABD'de sözde Kürt devletinin kuruluşunun başlangıç noktası olarak Suriye'yi göstermişti.
* Hiç unutmamız gereken bir husus daha var; İmralı'da sefa süren bebek katili Öcalan da tüm konuşmalarında sözde Kürt devletinin kuruluşu için ilk adres olarak Suriye'yi gösterir.
* Kandil ile İmralı'nın ters olduğunu bilmeyen kaldı mı?. .
* ABD Türkiye'de salak atlatma oyunu oynuyor. PKK YPG'ye dönüştü. Biliyorsunuz YPG ABD için terör örgütü değil müttefik. İnanmayan son ortak devriye görüntülerine baksın.
* Çok yakında "PKK'yı bitirdik" havalarıyla birilerinin yeni çözüm masasına kurulduklarını görürseniz onların da "muhatabımız PKK değil. O bitti. Bölgeye artık barış gelecek" dediklerini duyarsanız sakın ha şaşırmayın!. .
Bu arada PKK'nın formatlanarak nasıl devletleştirildiğine ilişkin kaleme aldığım yüzlerce yazıdan biri olan 29 Mart 2018 tarihli "Fransa Türkiye aleyhine şer yayınlarına başladı" başlıklı yazıma bir kez daha bakın. O yazıda ABD'nin yancısı Fransa'da çok popüler bir TV kanalında yayınlanan belgeseldekiPKK/YPG sözde devletleşmesini sizlere aktarmıştım.
Hâlâ ABD'nin teröristlerin başlarına koyduğu ödüle "Türkiye'ye yapılmış geç de olsa bir kıyak"olduğuna inanan ve kafasında soruları olan varsa;
O zaman gitsin bebek katili Öcalan'ın idam edilmesine karşı çıkanlara ve bu idamı engelleyenlere danışsın. Bir bildikleri vardır mutlaka!. .
Allah bana ömür vermesin de İran operasyonun ardından Türk yurduna Kuzey Suriye'den topyekûn nasıl saldırıldığını görmeyeyim!. .
YILMAZ ÖZDİL:
KARAYILAN
Bin sene önce değil…
Sadece beş sene önce.
***
Açılım kepazeliğinin revaçta olduğu günlerdi.
Murat Karayılan Kandil'de basın toplantısı düzenledi.
Sayın basınımız sevinçle coşkuyla koştura koştura gitti.
Bazı yalaka köşe yazarlarımız aman geç kalmayayım diye iki gün önceden gitti.
***
Sayın basınımızı kalaşnikoflarla karşıladılar.
Apo posterleriyle Pkk bayraklarıyla donatılmış mekanlarda sofralara oturttular pilav üstü tavuk yedirdiler.
Muz cumhuriyeti'nden geldikleri için muz ikram ettiler.
Kahve ikram etmediler.
“Doydunuz mu?” diye sordular.
Doymuşlardı.
Kalkın sıraya girin dediler.
Hepsini sıraya soktular.
Donlarına kadar arama yaptılar.
Kamyonet kasalarına bindirip dağa çıkardılar.
***
Sayın basınımızdan 160 gazeteci gelmişti.
Alayını çadıra soktular.
Murat Karayılan Apo posteriyle Pkk bayrağının önüne oturdu.
Konuşma yapacağı masada 34 ayrı televizyon kanalının mikrofonu vardı.
Anadolu Ajansı bile oradaydı.
Devletin resmi haber ajansı canlı yayın için Kandil'e gönderilmişti.
Tarihte ilk'ti.
***
Murat Karayılan anlattı.
Sayın basınımız ertesi gün “bravo şahane yaşasın” manşetleri attı.
50 bin insanımızın ölümünden sorumlu olan terör örgütü “sivil toplum örgütü” gibi gösterildi.
Güzellemeler yapıldı.
***
Mesela Pkklılardan bile daha çok Pkkcı olan bir köşe yazarı var. Şunları yazdı: “Kandil'e çıktık. Pkk'nın pasaport kontrolünden geçtik. Çat pat Türkçe konuşan kontrol noktasının şefi olduğu anlaşılan sevimli bir delikanlı ‘abi ben sizi bir yerden tanıyorum?' diye sordu. ‘Televizyondan olabilir mi?' dedim.
‘Tabii ağabey televizyonda seyrettiydim bu adam cesur adam be dediydim' dedi. ”
***
Demek ki neydi?
Teröristler “sevimli delikanlı”ydı.
Teröristlere sevimli delikanlı diyen gazeteciler de “cesur adam”lardı.
***
Bir başkası aynen şöyle döktürdü: “Güzel bir ceviz ağacının dibinde öğle yemeğindeyiz. Keyifle yiyoruz. Etrafta incir ağaçları dut ağaçları pembe pembe çiçekler açmış Kürdistan gülleri…”
***
Ne romantik değil mi?
***
Sayın basınımızın mensupları Kandil'den canlı yayınlar yaptılar.
Pkk'nın “samimi” olduğunu anlattılar.
Pkk'yı eleştirenlerin “ırkçı” ve “faşist” olduğunu anlattılar.
***
Pkk'ya yakınlığıyla tanınan Fırat Haber Ajansı da oradaydı.
Ancak… Fırat Haber Ajansı muhabiri Karayılan'ın ne dediğini değil bizim gazetecilerin neler dediğini gözlemlemişti bizim gazetecileri haber yapmıştı.
Sayın gazetecilerimiz “kendi çalıştıkları kurumları şikayet etmiş”lerdi!
“Kürdistan haberleri yaptıklarını ama bağlı bulundukları editörler tarafından sansürlendiklerini haberlerinin değiştirildiğini anlatmış”lardı!
Yani açıkça kendi çalıştıkları kurumları Pkk'ya ispiyonlamışlardı.
***
Kuyruğa girdiler.
Sünnet çocukları gibi sırayla Murat Karayılan'ın yanına oturdular.
Sırıta sırıta poz verdiler.
Kadın gazetecilerden biri o gurur duyduğu hatırasını şöyle ambalajladı: “Açıkçası çatık kaşlı olacağını düşünmüştüm. Halbuki Murat Karayılan sohbet boyunca gülümsüyor. Kariyer hırsı yok. Bir lokma bir hırka. Saygılı. Kültürlü. Bilimsel konuşuyor. ”
***
Zannedersin… Tonton babacan bi aile büyüğünü tarif ediyordu.
Teröristten ziyade “terörişko”ydu.
Okuyunca insanın Pkk'ya katılası geliyordu!
***
Ana haber bültenlerinde ballandıra ballandıra yayınladılar.
Ekrana bi tek mekap'la çıkmadıkları kaldı!
Gazetelerde neredeyse tam sayfa verildi.
Haber kanallarında günlerce başka mevzu yoktu.
Örgüt meşrulaştırıldı.
***
Bunlar olurken… Türkiye Cumhuriyeti'nin genelkurmay başkanı “terörist” sıfatıyla hapisteydi.
Pkk tanık TSK sanık'tı.
İmralı'ya muhabbet Silivri'ye müebbet'ti.
Akp'ye göre “Türkiye bağırsaklarını temizliyor”du.
Apo'yu makyajlıyorlardı… Öğrenciliğinde namaz kılan oruç tutan derin devlet tarafından kandırılan talihsiz bir genç olarak tarif ediyorlardı. “Zavallı apocuk” olarak pompalıyorlardı.
***
Ya şimdi?
***
Aynı gazeteler aynı televizyonlar utanmadan yazıyor: “ABD dışişleri bakanlığı Murat Karayılan'ın başına beş milyon dolar ödül koydu yerini bildirene beş milyon dolar verilecek ayrıca Cemil Bayık için dört milyon dolar Duran Kalkan için üç milyon dolar ödül verilecek. ”
***
Dünyada daha yüzsüz bir basın var mıdır sanmıyorum.
***
Ve Amerikan büyükelçiliğini uyarıyorum.
Kapılarınızda hazırlık yapın.
Çünkü tiko parayı gördüler ya…
Şimdi aynı sayın basınımız sizin elçiliğin önünde kuyruğa girer “Murat Karayılan'ın adresini ilk ben ispiyonlayayım” diye!

2 Kasım 2018 Cuma

SOKRATES’İN SAVUNMASI (Çürümüş, yozlaşmış ve tefessüh etmiş bir toplum durumuna düşen "Suçlayıcı Atinalılar" ve Dönemin İyilik, İnsanlık, Yüksek Ahlâk, Eşitlik, Adalet ve Fazilet Timsali Filozof Sokrates'in Savunması...)

Suçlayıcı Atinalılar ve Sokrates'in Savunması...
SOKRATES’İN SAVUNMASI
(I)Atinalılar! Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum. Böyle olmakla beraber, inanın ki doğru tek söz bile söylememiş-lerdir. Ancak, uydurdukları birçok yalan-lar arasında, beni usta bir hatip diye gös-tererek sözlerimin belagatine* (Konuyu bütün yönleriyle kavrayarak hiçbir yanlış ve eksik anlayışa yer bırakmayan, yorum gerektirmeyen, yapmacıktan uzak, düzgün anlatma sanatı.)kanmamak için sizi uyanık bulunmaya davet etmelerine çok şaştım. Ağzımı açar açmaz hiç de güzel söyleyen bir adam olmadığım meydana çıkacak, yalancılıkları elbette anlaşı-lacak olduğu halde, bunu söylemek için insan doğrusu çok utanmaz olmalı. Eğer onlar her doğru söyleyen adama hatip diyorlarsa, diyeceğim yok. Bunu demek istiyorlarsa ben hatip olduğumu kabul ederim; ama onların anladığından bam-başka manada. Herhalde, demin de dediğim gibi, söylediklerinde doğru bir taraf hemen hemen yoktur; ben ise size bütün hakikati söyleyeceğim. Fakat Atinalılar, ben onlar gibi baştanbaşa parlak ve gösterişli sözlerle bezenmiş hazır bir nutuk söyleyecek değilim; Tanrı korusun. Hayır, şu anda iyi kötü dilim döndüğü kadar söyleyeceğim; çünkü bütün diyeceklerimin doğru olduğuna inanıyorum. İçinizde kimse benim doğrudan başka bir şey söyleyeceğimi sanmasın. Toy delikanlılarımız gibi huzurunuzda birtakım süslü cümlelerle konuşmak, benim yaşımdaki bir adama yakışmaz. Sizden yalnız şunu dileye-ceğim: kendimi savunurken öteden beri alışık olduğum gibi konuştuğumu, agorada, sarraf tezgâhlarında, o gibi yerlerde nasıl konuşursam burada da öyle konuştuğumu görürseniz şaşırmayınız, o yüzden de sözümü kesmeyiniz. Çünkü ben yetmişimi aştığım halde ilk defa olarak yargıç huzurunda bulunuyorum; bu yerin diline bütün bütüne yabancıyım. Bunun için, bir yabancının ana deli ile kendi yurdu adetlerine göre konuşmasını nasıl tabii karşılarsanız beni de tıpkı bir yabancı sayarak alışık olduğum gibi konuşmama müsaade ediniz. Bu dileğimi yersiz bulmayacağınızı umarım. Söyleyiş iyi veya kötü olmuş, bundan ne çıkar? Siz yalnız benim doğru söyleyip söylemedi-ğime bakiniz, asıl buna önem veriniz. Zaten yargıcın asıl meziyeti (üstünlüğü) buradadır; nasıl ki hatibinki de doğruyu söylemektir.
Atinalılar! Önce bana yönelmiş olan daha eski suçlamalara ve beni çok daha eskiden beri suçlayanlara cevap vermek isterim, bundan sonra daha yenilerine cevap vereceğim.
Çünkü Atinalılar, yıllardan beri haksız yere beni size karşı suçlayıp duran birçok kimseler olmuştur; Anytos ile arkadaşları benim için daha az tehlikeli olmamakla beraber, ben bunlardan daha çok korkarım. Evet, yargıçlarım, bunlar daha tehlikelidirler; çünkü bunlar birçoğu-nuzu(n) ta çocukluğunuzdan beri yalanlarla kandırarak güya göklerde olup bitenlerle uğraşan, yerin altında neler geçtiğini araştıran, yanlışı doğru gibi göstermeyi beceren, Sokrates adlı bir bilgin olduğuna sizi inandırmışlardır. Beni suçlayanlar içinde en çok korktuklarım, 2 işte bu masalı yayanlardır; çünkü bunları dinleyenler, bu gibi meselelerle uğraşanlar tanrılara inanmaz sanıyorlar. İnanınız, bu adamlar çoktur; eskiden beri beni bununla suçluyorlar. Üstelik bunları, çocukluğunuzda olsun, gençliğinizde olsun, daha çok tesir altında kala-bileceğiniz çağlarda iken, kulaklarınıza doldurmuşlardı. Hem bu suçlamalar, karşılarında kendilerine cevap verecek kimse olmadan, benim arkamdan oluyordu. Bir komedi yazarını bir yana bırakırsak, ötekilerinin adını ne biliyorum, ne de size söyleyecek durum-dayım, işin en korkunç tarafı işte bu. Kıskançlıkları, kötülükleri yüzünden, bazen ilkin kendilerini bile inandırmaya kadar vararak, sizi bütün bu suçlamalara inandıran bu adamlar, uğraşılması en güç olanlardır, çünkü bunları ne buraya getirmek ne de söylediklerini çürütmek mümkündür. Bu yüzden kendimi savunurken sadece gölgelerle çarpışmak, karşımda cevap verecek biri olmadan iddialarının yanlışlığını göstermek zorunda kalıyorum. O halde, demin de dediğim gibi, düşmanlarımın iki çeşit olduğunu görüyorsunuz: bir beni şimdi suçlayanlar, bir de eskiden suçlamış olanlar. Umarım ki, ilkin ikincilere cevap vermemi siz de yerinde bulursunuz; çünkü bunları hem ötekilerden daha önce, hem de daha sık duymuşsunuzdur.
O halde, Atinalılar, artık savunmama başlayabilirim. Yıllardan beri kafanızda kökleşmiş olan bir suçlamayı kısa bir zamanda söküp atmaya çalışmalıyım. Eğer hakkımda ve hakkınızda hayırlı ise, bunu başarmayı ve kendimi temize çıkarmayı temenni ederim. Ama bunun kolay bir iş olmadığını da iyice biliyorum. Her ne ise, bunu Tanrının buyruğuna bırakalım; bana düşen vazife, kanunun emrine göre kendimi savunmaktır.
Baştan başlayarak, benim kötülen-meme yol açan ve Meletos'u bu davayı aleyhime açmaya cesaretlendiren suçla-manın ne olduğunu araştıralım. Bir defa, bana iftira edenler bakalım ne diyorlar. Beni dava ettiklerini farz ederek bun-ların suçlamalarını şöyle kısaca bir toplayacağım: “Sokrates kötü bir insan-dır: yeraltında, gökyüzünde olup biten-lere karışıyor, eğriyi doğru diye göste-riyor, bunları başkalarına da öğretiyor.” Suçlamanın aşağı yukarı özü bu. Aristophanes'in komedyasında gördüğü-nüz gibi: sahnede Sokrates adlı bir adam dolaştırılıyor, havada gezdiğinden, benim hiç ama hiç anlamadığım şeylerden dem vurarak bir sürü saçma sapan sözler söylüyor. Bunu, böyle bir bilgisi olanlar varsa onları küçültmek için söylemiyorum. Meletos'un bana açtığı bu davadan kurtulamayayım ki, Atinalılar, gerçekte benim bunlar üzerinde en küçük bir fikrim bile yoktur. Burada bulunanların çoğu bunun doğru-luğuna şahittir, onlara hitap ediyorum: beni dinleyenler, içinizde bu meseleler hakkında şimdiye kadar tek söz söyle-diğimi bilen varsa buradakilere söylesin. Cevaplarını istiyorsunuz. Suçlamanın bu kısmına verdikleri bu cevap karşısında, geri kalanının doğruluğu hakkında da bir hüküm verebilirsiniz. Bunun gibi, benim para ile ders vermekte olduğuma dair dolaşan sözün de hiç bir temeli yoktur, bu da ötekiler kadar asılsızdır. 3
Doğrusu, bir kimsenin insanlara gerçekten bir şey öğretmesi mümkün olsaydı, buna karşılık para alması bence o kimse için bir şeref olurdu. Leontinoi'li Gorgias gibi, Keos'lu Prodikos gibi, Elis'li Hippias gibi şehir şehir gezerek ders veren gençlerin kendi hemşeh-rilerinden parasız ders almaları pekâlâ mümkün iken, onları bu hemşerilerinden ayırarak kendilerine çekecek kadar kandıran, dersleri için para almakla kalmayıp üstelik bu parayı lütfen kabul ettiklerinden dolayı bir de teşekkür ettiren kimseler var! Şimdi Atina’da Paros'lu bir bilgin varmış. Bu adamı öğrenişim şöyle olmuştu: bir gün, bilgicilerin (sofist) uğruna dünya kadar para harcayan Hipponikos oğlu Kallias'a rastlamıştım: bu zatın iki oğlu olduğunu biliyordum, onun için kendisine sordum: “Kallias, dedim, iki oğlun olacağına iki tavuğun veya buzağın olsaydı, bunları, eline verecek birini bulmakta zorluk çekmezdik; onları kendi tabiatlarının (huy) mümkün kıldığı ölçüde yetiştirecek ve olgunlaştıracak bir seyis veya bir çiftçi tutardık; fakat mademki birer insandırlar, onları kimin eline vereceğini biliyor musun? Onları bir insan ve bir yurttaş olarak yetiştirecek biri var mıdır? Herhalde, senin oğulların olduğuna göre bu meseleyi düşünmüşsündür? Ne dersin, böyle bir kimse var mı?” Kallias bana, “evet vardır” dedi. “Öyleyse kim? nereli? Derslerini kaça veriyor?” diye sorunca, “Paros'lu Evenos, dersine beş mina* (Eski Helen parası.) alıyor” cevabını verdi. O zaman kendi kendime düşündüm ve dedim ki: Evenos gerçekten böyle bir bilgin ise, bu bilgisini bu kadar ucuza öğretiyorsa, doğrusu bahtiyarmış. Bende de böyle bir bilgi olsaydı, gerçekten ben de gurur ve sevinç duyardım; fakat Atinalılar, doğrusu benim böyle bir bilgim yoktur.
Belki içinizden biri bütün bunlara karşı diyecek ki: “Sokrates, bunların hepsi güzel ama uğradığın bu suçlamalar nereden çıkıyor? Herhalde alışılanın dışında bir şey yapmış olacaksın ki aleyhine bu gibi suçlamalar var. Sen de herkes gibi olaydın bütün bu dedi kodular çıkmazdı; o halde, hakkında acele bir hüküm vermemizi istemiyorsan bite bunların sebebini anlat.”
Bu itirazın haklı ve yerinde olduğunu kabul ederim; onun için ben de size bu kötü şöhretimin nereden çıktığını anlatacağım. Lütfen dikkatle dinleyiniz. Bazılarınız belki şaka ediyorum sanacak; ama inanın ki tamamıyla doğru söylüyorum. Atinalılar, bu şöhret bende bulunan bir nevi bilgiden, sadece ondan çıkmıştır. Bunun ne biçim bir bilgi olduğunu sorarsanız derim ki “bu, herkesin elde edebileceği bir bilgidir” ben de ancak bu manada bilgim olduğunu sanıyorum. Hâlbuki sözünü ettiğim kimselerin bende olmadığı için size anlatamayacağım insanüstü bilgileri var. Benim böyle bir bilgim olduğunu söyleyen yalan söyler, bana iftira eder. Atinalılar, size belki mübalağa (abartı) ediyorum gibi gelecek, fakat sözümü kesmemenizi dilerim. Çünkü size şimdi söyleyeceğim sözler benim sözlerim değildir. Size güvenilir bir şahit göstereceğim. Benim bir bilgim varsa, bunun nasıl bir bilgi olduğunu Delphoi tanrısından dinleyin Khairephon'u tanırsınız; çok eski bir arkadaşımdı, 4
sizin de dostunuzdu, geçen sürgünde o da sizinle birlikteydi, dönerken de birlikte gelmiştiniz. Khairephon'un huyunu bilirsiniz, kafasına koyduğu şeyi muhak-kak yapardı. Bir gün
Delphoi'ye gitmiş -lütfen sözümü kesmeyiniz-, benden daha bilgin bir kimse olup olmadığını tanrıya çekin-meden sormuş; Python'lu tanrı-sözcüsü de benden daha bilgin bir adam olmadığını söylemiş. Khairephon bugün sağ değil, ama kardeşi burada mahke-mededir, söylediklerimin doğruluğunu tasdik edebilir.
Bunu size sırf bu kötü şöhretimin nereden çıktığını göstermek için söylüyorum. Tanrının bu cevabını öğrenince düşündüm: Tanrı bu sözüyle ne demek istemiş? Bu muamma nedir? Çünkü az olsun, çok olsun, bende böyle bir bilgi olmadığını biliyorum. Böyle olduğu halde insanların en bilgini olduğumu söylemekle ne demek istiyordu? Tanrı yalan söylemez, yalan onun özü ile uzlaşır bir şey değil. Ne demek istediğini uzun zaman düşündüm; en sonunda için aslını bir deneyim dedim. Bilgisi belli birini bulup Tanrıya gider, sözünü çürütmek için derim ki: İşte benden daha bilgili bir adam; oysaki sen benim için en bilgili demişsin. Bunun üzerine bilgisi ile ün almış birine gittim, kendisine iyice baktım. Adı lazım değil, denemek için seçtiğim bu adam devlet işleriyle uğraşır. Vardığım sonuç şu oldu: bu adam çok kimselere, hele kendisine bilgin gözüküyor ama gerçekten hiçbir bilgisi yok. Bunun üzerine kendisini bilgin sandığını, hakikatte ise olmadığını anlatmaya çalıştım. Bunun sonucu, onun da, üstelik orada bulunup beni dinleyen birçok kimselerin de düşmanlığını kazanmak oldu. Yanından ayrılırken kendi kendime dedim ki: doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel bir şey bildiğimiz yok; ama gene ben ondan bilginim; çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor; ben ise bilmiyorum ama bildiğimi de sanmıyorum. Demek ben ondan biraz bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bilirim sanmıyorum. Bundan sonra başka birine, daha da çok bilgili tanınan başka birine gittim. Gene o sonuca vardım; onun da, daha birçoklarının da düşmanlığını kazandım.
Böylece, kendime birçok düşmanlar edindiğimi bile bile, birini bırakıp ötekine gidiyor, gittikçe umutsuzlaşıyor ve kederleniyordum. Artık boynumun borcu oldu, her şeyden önce tanrının sözünü göz önünde tutmalıyım, diyor-dum. Bilgili denen kim varsa ona başvurarak Tanrının ne demek istediğini anlamam gerekti. Size doğruyu söyle-meliyim. Atinalılar, köpek hakki için, bütün o araştırmalarımda baktım, asıl bilgisizler, bilgilidir diye tanınmış olanlar! Boştur denenlerde ise daha çok akıl var. Size bütün o dolaşıp durma-larımı anlatayım, Atinalılar: o kadar didindim, tanrının sözünü çürütemedim. Devlet adamlarından sonra tragedya yazanlara, dithyrambos şairlerine, her çeşidinden şairlere başvurdum. Kendi kendime, artık bu sefer göreceksin, kendinin onlardan çok daha bilgisiz olduğunu anlayacaksın, diyordum. Yazılarından bence en işlenmiş parçaları seçtim, ne demek istemiş olduklarını gidip kendilerinden sordum,5
bir şey öğreneceğimi umuyordum. Yargıçlar, inanır mısınız? Doğruyu söylemeye utanıyorum; ama söylemeli-yim. O şairlerin, eserleri hakkında dedikleri, orada bulunan hemen herkesin diyebileceğinden daha iyi değildi. O zaman anladım ki şairler eserlerini bilgilerinden değil, bir çeşit içgüdü ile Tanrıdan gelme bir ilhamla yazıyorlar, tıpkı bir sürü güzel şeyler söyleyip de dediklerinden bir şey anlamayan tanrı-sözcüleri, biliciler gibi. Şairler için de öyle olduğunu gördüm; üstelik onlar, kendilerinde şairlik var diye, bilmedikleri şeylerde de insanların en bilgini olduklarını sanıyorlar. Yanlarından ayrılırken anlamıştım ki, devlet adamları karşısında nasıl bir üstünlüğüm varsa, onlardan da böylece üstünüm.
En son, ustalara gittim: çünkü kendimin bir şey bilmediğimin farkında olduğum gibi, onların da hem çok, hem iyi şeyler bildiklerine emindim. Bu sefer aldanmamışım; onlar benim bilmediğim birçok şeyleri gerçekten biliyorlardı ve bunda hiç şüphesiz benden daha bilgin idiler. Ama Atinalılar, gördüm ki iyi ustalarda da şairlerdeki kusur var; kendi işlerinin eri oldukları için en yüksek şeylerden de anladıklarını sanıyorlar, böyle sandıkları için de asıl bilgileri gölgede kalıyordu, o kadar ki Tanrının sözüne geldim, onlar gibi bilgin, onlar gibi de bilgisiz olmaktansa, bilgilerini de, bilgisizliklerini de edinmeyip olduğum gibi kalmak daha iyi değil mi? diye düşündüm; gerek kendime, gerek Tanrı sözüne cevap vererek, benim için olduğum gibi kalmak daha iyi, dedim.
Atinalılar, bütün bu araştırmalarım birçok düşmanlar, hem de en kötü, en tehlikeli soyundan düşmanlar edinmeme sebep oldu; birçok iftiralara yol açtı; adim bilge diye çıktı, çünkü beni dinleyenler, başkalarında bulunmadığını gösterdiğim bilginin bende bulunduğunu sandılar. Asıl bilen, Atina yargıçları, belki yalnız Tanrıdır; o sözü ile de insan bilgisinin büyük bir şey olmadığını, hatta hiçbir şey olmadığını göstermek istemiştir; Sokrates demiş olması ancak bir söz gelişidir; "ey insanlar! Aranızda en bilgesi, Sokrates gibi bilgeliğinin gerçekte bir hiç olduğunu bilendir" demek istemiş. İşte böylece Tanrının sözünü düşünerek yer yer dolaşıyor, yurttaş olsun, yabancı olsun, bilge sandığım kimi bulursam konuşup soruyorum; bilge olmadıklarını anla-yınca da, Tanrı sözüne hak vererek bilge olmadıklarını kendilerine gösteriyorum. Bu iş bütün vaktimi alıyor, bu yüzden devlet işleriyle de, kendi işlerimle de iyice uğraşacak vakit bulamıyorum; o kadar ki, Tanrıya hizmet edeyim diye yoksul kaldım.
Dahası var: birtakım gençler kendilik-lerinden başıma toplanıyor; babaları zengin, vakitleri bol; ben önüme aldığım adama sorular sorarken durup dinliyor-lar; üstelik bilgiçlerin sorguya çekilme-sini dinlemekten hoşlanıyorlar, çok defa bana benzeyerek kendileri de başkalarını denemeye kalkışıyorlar; az bir bilgiyle hatta büsbütün bilgisiz, kendilerini bilgin sananlar sayısız: bunu o delikan-lılar da buluyorlar. Sıkıştırdıkları adam-lar kendilerine kızacaklarına bana kızı-yor, “ah! bu alçak Sokrates! gençleri baştan çıkarıyor!..” diyorlar.6
Hâlbuki biri çıkıp da kendilerine sorsa “peki ama bunun için ne yapıyor? Ne öğretiyor?” dese ne cevap vereceklerini bilmezler; fakat şaşkınlıklarını belli etmemek için de her zaman filozoflara karşı çevrilen “bulutlarda, yerin dibinde olup bitenleri öğretmek”, “tanrılara inanmamak”, “iyiyi kötü göstermek” gibi beylik sözleri sayıp dökerler; çünkü bir şey bilmedikleri halde biliyor görünmek istemelerinin açığa vuruldu-ğunu söylemeğe bir türlü dilleri varmaz. Onlar ille iyi tanınacağız, sözümüz geçecek diyen, hem de kalabalık insanlardır; benim sözüm açılınca, bir ağızdan konuşup karşıla-rındakini kandırmayı bildikleri için, öteden beri, ağır iftiralarla kulak-larımızı doldurdular, gene de dolduru-yorlar. Meletos'a Anytos'a, Lykon'a, bana saldırmak cesaretini veren, işte bu iftiralardır. Meletos, şairlerin, Anytos, ustalarla politikacıların, Lykon da hatiplerin kinlerine tercüman olmuştur. Sözüme başlarken de dediğim gibi, böyle kök salmış bir iftiradan kendimi böyle az bir zamanda temize çıkarabile-ceğimi ummam. İşte, Atinalılar, size doğruyu söyledim; büyük, küçük, bir şeyi saklamadım, bir şeyi değiştir-medim. Biliyorum ki bu yüzden yine garazlarına uğrayacağım; bu da gösterir ki ben doğruyu söylüyorum, bana iftira ediliyor, sebebi de budur. Simdi arayın, sonra arayın, bulacağınız hep budur.
Beni suçlayanların birincilerine karşı bu kadar savunma yeter; şimdi ikin-cilere dönüyorum. Bunların başında Meletos, kendi sözüyle, iyi, yurdunu gerçekten seven Meletos var. Bunlara karşı da kendimi savunmaya çalışa-cağım. Nelerden şikâyet ettiklerini bir okuyalım. Aşağı yukarı şöyle deniyor: Sokrates, gençleri doğru yoldan ayırmakla, devletin tanrılarına inanma-makla, bunların yerine yeni yeni tanrılar koymakla suçludur. İşte bana yükledikleri suçlar; bunların hepsini ele alalım.
Gençleri doğru yoldan ayırmak sucunu işliyormuşum, ben de iddia ediyorum ki Meletos ciddi şeyleri alaya alarak herkesle eğlenmekten, gerçekte üzerinde hiç uğraşmadığı işlere güya taassup (bağnazlık) ve ilgi göstererek herkesi mahkemeye sürüklemekten suçludur. Bunun böyle olduğunu size ispata çalışacağım.
Meletos, şöyle gel, bana cevap ver:
- Gençlerimizin mümkün olduğu kadar erdemli olmalarına çok önem veriyor-sun, değil mi?
- Tabii veriyorum.
- O halde, onları daha iyi kılanın kim olduğunu da yargıçlara söyle. Mademki onları doğru yoldan ayıranı meydana çıkarmak zahmetine katlan-mışsın ve yargıçların karşısında beni göstererek bu suçlunun ben olduğumu iddia ediyorsun, o halde şunu da bilmen gerekecektir. Onları terbiye edenler kim yargıçlara adları ile söyle… Gördün mü Meletos, susu-yorsun işte. Bir şey söylemiyorsun ama bu susman, senin için utanılacak bir şey değil mi? Mesele ile hiçbir ilişiğin yoktur dememin bu, açık bir kanıtı değil mi? Söyle dostum, söyle, gençleri daha iyi kılan nedir?
- Kanunlar. 7
- Fakat, delikanlım, bu benim soruma cevap değil ki. Ben şunu bilmek istiyorum: her şeyden önce bu kanunları bilen kim?
- İşte bu mahkemedeki yargıçlar. Sokrates.
- Ne dedin? Nasıl, Meletos? Onlar gençleri yetiştirebilir, daha iyi kılar mı diyorsun?
- Elbette.
- Hepsi mi, yoksa bazıları mı?
- Hepsi.
- Ira* (Hera-Zeus’un kız kardeşi) hakkı için ne güzel söz! Demek gençleri daha iyi kılanlar birçok kimselermiş. O halde, söyle bakalım, burada bizi dinleyenler de gençliği terbiye ediyorlar mı?
- Evet onlar da.
- Peki, ya bule* (Atina senatosu) üyeleri?
- Onlar da.
- Acaba ekklesia'da* (Halk meclisi) top-lanan yurttaşlar gençliği doğru yoldan ayırıyorlar mı, yoksa onlar da terbiye mi ediyorlar dersin?
- Onlar da terbiye ediyorlar.
- O halde, benden başka, bütün Atina’ lılar onları güzel ve iyi kılıyorlar; onları yalnız ben doğru yoldan ayırıyorum. İddian bu değil mi?
- Tam işte bu.
- Sen haklı isen, ben gerçekten, çok bahtsız bir adamım. Ama tut ki sana şöyle bir şey soruyorum; acaba sana göre atlar için de böyle mi? Atlara da herkesin, iyilik ettiğine, yalnız bir kimsenin kötülük ettiğine inanıyor musun? Hakikat bunun tam yersi değil mi? Atları, bir veya birkaç kişi, yani seyisler terbiye edebiliyor; kullananlar ise onları bozuyorlar, değil mi? Atlar için de, başka hayvanlar için de böyledir, değil mi Meletos? Bu, şüphesiz böyledir.; Anytos ile sen ne derseniz deyiniz, gençleri yalnız bir kişinin yanlış yola sürüklediği, ondan başka herkesin daha iyi kıldığı doğru olsaydı, bu onlar için gerçekten eşsiz bir bahtiyarlık olurdu. Ama hayır Meletos, gençler üzerinde hiç kafa yormadığını yetecek kadar gösterdim; senin kayıtsızlığın, bana karşı çevirdiğin şeyleri hiç umursamamış olmandan da açıkça anlaşılıyor.
Şimdi sana bir sorum daha var, Zeus hakkı için cevap ver; Sence kötü kimselerle birlikte yaşamak mı, yoksa iyi kimselerle birlikte yaşamak mı daha iyi?... Cevap versene dostum; zor bir şey sormuyorum. İyi insanlar yanların-dakilere hep iyilik, kötüler de kötülük ederler, değil mi?
- Şüphesiz.
- Şimdi, bir arada yasadığı kimselerden, faydalanan çok zarar görmek isteyen var mı?.. Cevap ver, dostum, kanun, cevap vermeni emrediyor. Zarar görmek isteyecek kimse var mıdır?
- Elbette yoktur.
- Peki, gençleri doğru yoldan çıkarıyor, kötülüğe götürüyor diye beni suçlu-yorsun; Bence ben bu suçu bilerek mi, bilmeyerek mi isliyorum?
- Bilerek diyorum.
- Demek ki, Meletos, iyilerin, yanların-dakilere iyilik, kötülerin ise kötülük ettikleri şu genç yaşında (8) senin yüksek zekanca bilinen bir gerçek olduğu halde, ben bu yasımda, birlikte yasamak zorunda olduğum bir kimseyi doğru yoldan ayırırsam, ondan bana zarar geleceğini bilmeyecek kadar karanlık ve bilgisizlik içindeyim; hem de bunu, iddiana göre, bile bile yapıyorum. Meletos, buna ne beni inandırabilirsin, ne de başkalarını.
Öyleyse ya ben onları doğru yoldan çıkarmıyorum yahut da çıkarıyorsam bunu bilmeyerek yapıyorum; her iki halde de yalan söylüyorsun. Bundan başka, işlediğim suç bilmeyerek işlen-mişse, kanun onu suç tanımaz; beni bir kenara çekerek ayrıca hatırlatman ve öğüt vermen gerekirdi; çünkü öğütle, bilmeyerek işlediğim suçu herhalde islemekten vazgeçerdim; hâlbuki sen benimle konuşmaktan, bana öğretmekten kaçındın; bunu istemedin; beni mahke-meye, kanunun, aydınlatılması gereken-leri değil, cezalandırılması gerekenleri gönderdiği mahkemeye sürükledin.
Atinalılar, artik anlaşılıyor ki Meletos bu işlerle, az olsun çok olsun, kafa yormamıştır; ama Meletos sen gene söyle; ben gençleri nasıl yanlış yola sürüklüyorum? Yazdığın suçlamadan anladığıma göre, gençlere devletin tanı-dığı tanrıları tanımamayı, onların yerine başka tanrılara inanmayı öğretiyor-muşum; gençleri bozan derslerim bunlardır, diyorsun, değil mi?
- Evet, bunu bütün kuvvetimle iddia ediyorum.
- Öyleyse, Meletos, sözünü ettiğimiz tanrılar hakkı için ne demek istediğini bana ve bu yargıçlara daha açıkça anlat. Sence ben birtakım tanrılara inanmayı öğretiyormuşum; öyle ise o tanrılara ben kendim de inanıyorum, demek ki büsbütün tanrı bilmez değilim, böyle bir suç işlememişim; simdi sunu anlayalım: sen beni devletin tanrılarını bırakıp başka tanrılara inanmakla mı suçluyorsun yoksa tanrılara büsbütün inanmayıp bunu başkalarına da aşılamakla mı?
- Evet, ben senin hiçbir tanrıya inanmadığını söylüyorum.
- Şaşılacak şey! Meletos, bunu nereden çıkarıyorsun? Herkes gibi, güneşin veya ayın tanrılığına inanmadığımı mı söylemek istiyorsun?
- Emin olun, yargıçlar, inanmaz; çünkü güneşin taş, ayın toprak olduğunu söylüyor.
- Fakat, dostum Meletos, sen beni Anaksagoras sanmışsın da buraya çıkarmışsın. Buradaki yargıçları Klazomenai’li Anaksagoras'ın yazıla-rının bu kuramlarla dolu olduğunu bilmeyecek kadar boş ve cahil mi sanıyorsun? Gençler bu yazıları orkestrada en çok bir drahmiye satın alabilirlerse, Sokrates de bu fikirleri kendine mal edince delikanlılar onunla pekâlâ alay edebilirlerse, bunları neden gelip benden öğrensinler? Doğru söyle Meletos, sen gerçekten benim hiçbir tanrıya inanmadığımı mı sanıyorsun?
- Zeus'a yemin ederim ki, hiç, hiçbir tanrıya inanmıyorsun.
- Buna kimse inanmayacak. Atinalılar, bu Meletos azgının, küstahın biri; beni suçlaması da gençliğinden, hakaret olsun diye. Kim bilir, belki de beni denemek için bu muammayı(bilmece) uydurmuştur. Belki de, kendi kendine, 9
"bakalım bilgin Sokrates işi alaya alıp birbirini tutmaz sözler söylediğimi bulacak, meydana çıkaracak mı, yoksa onu da bizi dinleyenleri de aldatabilecek miyim?” demiştir. Bana öyle geliyor ki suçlamasında bir dediği bir dediğini tutmuyor. Sanki şöyle demiş; "Sokrates, tanrıların varlığına inanmamaktan, tanrılar olduğuna da inanmaktan suçludur”. Buna düpedüz alay derler.
Atinalılar, Meletos'un düştüğü tutmazlıkları benimle beraber gözden geçirin ve sen Meletos, bize cevap ver. Siz de benim ta baştaki dileğimi hatırlayın da alışık olduğum gibi söz söylersem, ses çıkarmayın. Dünyada bir kimse var mıdır ki, Meletos, insanlık işler olduğuna inansın da insanlar bulunduğuna inanmasın? Şunu söyleyin Atinalılar, kaçamaklı yollara sapmadan bana cevap versin. Bir adam bulunur mu ki at yoktur ama atın kullanıldığı işler vardır, flavtacılar yoktur ama flavtacılık vardır desin? Bulunmaz, dostum, bulun-maz. Mademki sen cevap vermekten kaçınıyorsun, sana da buradakilere de cevabı ben vereyim; ama hiç olmazsa şuna cevap ver; bir kimse var mıdır ki tanrılık işlere inansın da tanrılara inanmasın? Daimon'lara (ruhlar ve cinler) inan-masın da Daimonların kuvvetine inansın?
- Hayır, yoktur.
- Çok şükür, yargıçların zoruyla ağzın-dan bu cevabi alabildim. Demek daimonluk işlere, bu işler yeni olsun eski olsun, inandığımı ve bunları öğret-tiğimi iddia ediyorsun. O halde, söylediğine göre, ben daimonluk işlere inanıyorum. Suçlamanda buna yemin bile ediyorsun. Bu işlere inanıyorsam, onların var varlığına da ister istemez inanmam gerekir, öyle değil mi? Hiç şüphesiz, cevap vermediğine göre senin de ayni fikirde olduğunu kabul ediyorum. Peki, Daimonları tanrı veya tanrı okulları olarak alabiliriz, değil mi?
- Evet, şüphesiz.
- Öyle ise, söylediğim gibi, Daimonların varlığına inanıyorsam, öte yandan da, ne adla olursa olsun, Daimonlar bir nevi tanrı iseler, muammalar (bulmaca) çıkarıyorsun ve bizimle eğleniyorsun demekte haksız mıyım? Hem tanrılara inanmadığımı iddia ediyorsun, hem de biraz sonra Daimonlara inandığımı söylemekle tanrılara inandığımı kabul etmiş oluyorsun! Denildiği gibi Daimonlar, tanrıların nymphalar! veya başka analardan doğan piçleri iseler, tanrılar olmadığı halde, tanrıların çocukları olduğuna kim inanabilir? Bu katırın, eşekle atın çocuğu olduğuna, fakat eşeğin de atın da var olduğuna inanmamak kadar yersiz olur. Hayır, Meletos, sen bütün bu saçmaları ya beni denemek için kasten çıkarmış-sındır yahut da bana karşı ciddi bir suç bulamadığından suçlamana koydun. Fakat inan ki, aynı bir kimsenin daimonluk işlere inandığı halde, Daimonlara, tanrılara, kahramanlara inanmayacağına biraz anlayışı olan hiçbir kimseyi inandıramazsın.
Meletos'un suçlamalarına yeter ölçüde cevap verdim sanıyorum, daha fazla savunmama gerek yoktur. Bununla beraber, üzerime ne kadar çok kin çekmiş olduğumu düşünüyorum ve hüküm giymem gerekirse, 10
beni yok edecek olanın bu olduğunu, onun Meletos, Anytos değil, şimdiye kadar birçok iyi insanların ölümüne sebep olmuş, belki ileride de olacak olan iftira ve çekememezlik olduğunu düşünü-yorum; çünkü bu kurbanların sonuncusu herhalde ben olmasam gerek.
Belki biri şöyle diyecek: “Sokrates, seni böyle vakitsiz bir sona sürükleyen bir ömürden utanç duymuyor musun? Bana bunu soracak olana açıkça cevap verebilir ve diyebilirim ki: dostum, yanlıyorsun. Değeri olan bir kimse, yaşayacak mıyım yoksa ölecek miyim diye düşünmemelidir; bir iş görürken yalnız doğru mu eğri mi hareket ettiğini, cesaretli bir adam gibi mi yoksa tabansızca mı hareket ettiğini, düşün-melidir. Hâlbuki sizin özünüzde, Troia'da ölen kahramanların, hele namussuzluğa karşı her türlü tehlikeyi küçümseyen Thetis’in oğlunun bir değeri olmaması lazım. Hektor'u öldürmek için sabırsız-lanırken, anası tanrı ona, yanılmıyorsam, aşağı yukarı şu sözleri söylemişti: “Oğlum, arkadaşın Patroklos'un öcünü alacak ve Hektor'u öldüreceksin, ancak bil ki onun arkasından sen de hemen öleceksin; çünkü tanrı hükmü böyle emrediyor”. Hâlbuki o, bu öğüde aldır-mayıp her şeyi göze alarak, arkadaşının öcünü almadan namussuzca yaşamaya, ölümü ve tehlikeyi üstün gördü: “Burada şu eğri gemilerin yanında, dünyaya lüzumsuz bir yük olarak, maskara gibi durmaktansa, düşmanımdan öcümü alayım, arkasından da öleyim.” dedi. Onun bu hareketinde hiç ölüm ve tehlike korkusu var mıydı? En doğru hareket, Atinalılar, bir kimsenin yeri neresi olursa olsun, ister kendinin seçtiği, ister komutanının gösterdiği yer olsun, tehlike karşısında direnmek; ölümü veya başka tehlikeleri değil, ancak namusu göz önünde bulundurmaktır.
Atinalılar, benim için de bundan başka türlü hareket etmek gerçekten çok garip olurdu; çünkü Potidaia'da, Amphipolis'te, Delion'da seçtiğiniz komutanların gösterdikleri yerde, her türlü ölüm tehlikesi karşısında bütün cesaretiyle duran ben, simdi, kendi fikir ve sanımca, Tanrı tarafından, kendimi ve başkalarını denemek için filozofluk vazifesi ile gönderildiğim zaman, ölüm veya başka bir şey korkusu ile vazifemi bırakıp nasıl kaçardım? Böyle bir hareket gerçekten ağır bir suç olurdu. Kendimi bilge sanarak ölüm korkusu ile Tanrı sözüne baş eğmeseydim, o zaman mahkemeye pek haklı olarak çağrıla-bilir, tanrıların varlığını inkârdan suçla-nabilirdim. Çünkü yargıçlar, ölüm korkusu, gerçekte bilge olmadığı halde kendini bilge sanmak değil midir? Bilinmeyeni bilmek iddiası değil midir? İnsanların, korkularından en büyük kötülük saydıkları ölümün en büyük iyilik olmadığını kim bilir? Bilmedi-ğimiz bir şeyi bildiğimizi sanmak gerçekten utanılacak bir bilgisizlik değil midir? İşte yargıçlar, ancak bu noktada başkalarından farklı olduğuma inanı-yorum. Belki de onlardan daha bilge olduğumu iddia edebilirim: Ben, öteki dünyada olup bitenler hakkında pek az bir şey bildiğim halde, bir şey bildiğime inanmıyorum, fakat tanrı olsun, insan olsun, belki, kendinden daha iyi olanlara haksızlık ve itaatsizlik etmenin 11
bir kötülük, bir namussuzluk olduğunu biliyorum; ben, kötülük olduğunu iyice bildiğim şeylerden korkarım, ama iyilik olmadığını kestirmediğim şeylerden ne korkar, ne de sakınırım. Onun için siz beni simdi serbest bırakıp; Anytos'un size: “Sokrates mademki böyle bir suçla suçludur, ona herhalde ö1üm cezasını vermek gerekiyor, yoksa bütün çocuklarınız onun öğütlerini dinleyerek büsbütün bozulacaklardır” demesine bakmayarak, “Sokrates, biz Anytos'un fikirlerine inanmak istemiyoruz, seni serbest bırakacağız ama bir şartla: artık bir daha böyle herkesi sorguya çekmeyeceğine ve filozofluk etmeye-ceğine söz vermek şartıyla; bunları yapmakla bir daha suçlandırılırsan, öleceksin” derseniz, kurtulmam için ileri sürülebilecek böyle bir şarta karşı derim ki: Atinalılar, size saygı ve sevgim vardır; ancak, ben size değil, yalnız Tanrıya baş eğerim; ömrüm ve kuvvetim oldukça da iyi biliniz ki, felsefe ile uğraşmaktan, karşıma çıkan herkesi buna yöneltmekten, felsefeyi öğretmekten vazgeçmeyeceğim; karşıma çıkana, her zaman dediğim gibi gene şöyle diyeceğim: “Sen ki, dostum, Atinalısın, dünyanın en büyük, kudretiyle, bilgeli-ğiyle en ünlü şehrinin hemşerisisin; paraya, şerefe, üne bu kadar önem verdiğin halde bilgeliğe, akla, hiç durmadan yükseltilmesi gereken ruha bu kadar az önem vermekten sıkılmaz mısın? Kendisiyle münakaşa ettiğim bir adam bu saydıklarıma önem verdiğini söylerse, yakasını bırakacağımı ve salıvereceğimi sanmayınız; hayır, gene soracağım, onu gene sorguya çekeceğim, onunla gene münakaşa edeceğim; erdemli olduğunun bir sözden başka bir şey olmadığını anlarsam, kendisini, değeri büyük olana az değer verdiğinden değeri küçük olana çok değer verdiğinden ötürü utandıracağım Ayni sözleri genç, ihtiyar, yurttaş, yabancı, her kese, hele benim kardeşlerim olduklarından dolayı bütün hemşeri-lerime tekrarlayacağım. Çünkü biliniz, bu bana Tanrının bir buyruğudur; şuna inanıyorum ki şehrimizde, şimdiye kadar Tanrıya benim bu hizmetimden daha büyük bir iyilik edilmemiştir. Çünkü ben, genç, ihtiyar, hepinizi, vücudunuza, paranıza değil, her şeyden önce ruhun en yüksek terbiyesine önem vermeniz gerektiğine kandırmaktan başka bir şey yapmıyorum. Evet, benim vazifem, size para ile erdemin elde edilemeyeceğini, paranın da, genel olsun, özel olsun, her türlü iyiliğin de, ancak erdemden geldiğini söylemektir. Ben bunları öğretmekle gençler doğru yoldan ayırıyorsam, zararlı bir insan olduğumu kabul ederim. Ama biri gelip öğrettiğim şeylerin bunlar olmadığını iddia ederse yalan söylemiş olur. Bu noktada, Atinalılar Anytos'a ister inanın ister inanmayın, hakkımda ister beraat hükmü verin, ister vermeyin; herhalde, iyice bilin ki, bir değil bin kere ölmem gerekse bile, yolumu asla değiştir-meyeceğim.
Atinalılar, sözümü kesmeyiniz, beni dinleyiniz; sonuna kadar dinleyeceğinize söz vermiştiniz, söyleyecek bir şeyim daha kaldı, öyle bir şey ki işitince, korkarım, haykırmak isteyeceksiniz; fakat beni dinlemek sizin için 12
daha hayırlı olacaktır, onun için, çok yalvarırım, sakin olunuz. Bilmelisiniz ki, benim gibi bir adamı öldürmekle, beni değil kendinizi cezalandıracaksınız. Bana kimse, ne Meletos ne de Anytos, zarar verebilir; kötü bir kimse iyi bir adamı nasıl zarara sokabilir? Ancak kendine zarar vermiş olur. Onlarda şüphesiz beni öldürtmek, süründürmek veya hemşerilik haklarından yoksun bırakmak imkânı vardır; onlar herkesle beraber böyle bir cezanın bana karşı büyük bir kötülük olduğunu sanabilirler. Fakat burada onlarla bir düşünemem; çünkü onların şimdi yaptıkları gibi, başka bir kimsenin hayatını haksız yere yok etmek daha büyük bir kötülüktür.
O halde, Atinalılar, siz Tanrının bir vergisi olan beni mahkûm etmekle ona karşı bir günah işlemeyiniz dediğim zaman, sizin sandığınız gibi kendimi değil, sizi düşünüyorum. Çünkü gülünç bir benzetmeye müsaade edin, beni öldürürseniz, hem büyük, hem cins, ama büyüklüğünden dolayı ağır ve dürtülmek isteyen bir ata benzeyen devleti yerinden oynatmak için, Tanrının musallat ettiği benim gibi bir at sineğine kolay kolay bir halef (yerine) bulamazsınız, ben Tanrının, devletin başına musallat ettiği bir at sineğiyim, her gün her yerde sizi dürtüyor, kandırıyor, azarlıyorum; peşinizi bırakmıyorum. Benim gibi bir kimseyi kolay kolay bulamayacaksınız; onun için, size kendinizi benden yoksun bırakmamanızı tavsiye ederim. Belki de, ansızın uykusundan uyandırılan biri gibi, caniniz sıkılarak, Anytos'un öğüdüne uyar, beni kolayca vurup öldürebile-ceğinizi sanır ve Tanrı size acıyıp başka bir at sineği gönderinceye kadar, hayatınızın geri kalanında gene uykuya dalarsınız. Size Tanrı tarafından gönde-rildim demenin ispatini mi istiyorsunuz? Ben başkaları gibi olsaydım, yıllarca sizi erdeme yeltmekle(yöneltmekle), bir baba, bir ağabey gibi teker teker sizin mese-lelerinizle uğraşmakla, kendi işlerimi savsamaz, onlara sabırlı bir seyirci kalmazdım; böyle bir hal, sanırım ki, insan tabiatına (doğasına) uyan bir şey değildir. Bundan bir şey kazansaydım yahut yol gösterme ve aydınlatmalarımın karşılığında para alsaydım, bu hareke-timin belki bir anlamı olurdu; fakat şimdi, kendiniz de görüyorsunuz ki, beni suç-layanların küstahlığı bile bir kimseden para aldığımı veya almak istediğimi söylemeye varamıyor; çünkü bunu hiçbir vakit görmemişlerdir. Bu sözümün doğru-luğuna, yetecek kadar şahitlik edecek bir şeyim var: fakirliğim.
Devlet işlerine girerek fikirlerimi oradan söylemek varken herkese ayrı ayrı öğüt vermeye, başkalarının işlerine karış-maya kalkışmam belki size şaşılacak bir şey gibi gelebilir. Bunun sebebini de söyleyeceğim. Bir tanrının veya tanrısal bir ruhun bana göründüğünden, çok kere ve birçok yerde söz ettiğimi işitmiş-sinizdir. Meletos'un, suçlamasında, bununla alay ettiğini de bilirsiniz. Bir nevi ses olan bu işaret, bana çocuk-luğumda gelmeye başlamıştı; bu ses beni hep göreceğim islerden alıkor, ama yap! diye hiçbir vakit emretmezdi. İşte beni siyasete girmekten alıkoyan da budur. Bu alıkoymanın da çok yerinde o1duğuna inanıyorum. Çünkü Atinalılar, ben siyaset ile uğraşsaydım, besbelli ki çoktan 13
yok olurdum, ne size ne de kendime, hiç bir iyilikte bulunamazdım. Canınız sıkıl-masın ama hakikat sudur ki, devlette görülen birçok kanunsuz, haksız işlere karsı doğrulukla savaşarak size veya herhangi başka bir kurula karşı giden hiçbir kimse ö1ümden kurtulamıyor. Evet, ancak hak yolunda çalışan bir kimsenin, kısa bir zaman olsun yaşaya-bilmesi için devlet adamı değil, sadece yurttaş olarak kalması gerekiyor.
Size, -hem yalnız sözle değil, daha çok değer verdiğiniz işle- söylediklerimi ispat edebilirim. Size başımdan geçen bir olayı anlatayım, o zaman ölüm korkusu yüzünden haksızlığa hiçbir vakit boyun eğmemiş, eğmeye ölümü üstün tutmuş bir adam olduğumu görüsünüz. Size mahkemeler hakkında, belki pek önemli gözükmeyen, ama gerçekten olmuş olan bir şeyi anlatacağım. Atinalılar! Şimdiye kadar üzerime aldığım biricik devlet memurluğu, halk kurulu üyeliği olmuştur: Mensup olduğum Antiokhis oymağı, deniz savaşından sonra ölenlerin cesetlerini toplamayan on komutanın duruşmasında prytaneia makamında bulunuyordu; hepinizin sonraları kabul ettiğiniz gibi, kanuna aykırı olarak onları toptan muhakeme etmeyi ileri sürmüştünüz; o zaman kanuna aykırı olan bu harekete karşı koyan biricik üye ben olmuş, oyumu sizin tarafınıza vermemiş-tim; hatipler beni suçlamakla, hapse sokmakla korkuttukları zaman, sizler bağırıp çağırdığınız zaman, ben ne hapsolmaktan ne de öldürülmekten kor-karak haksızlıklara ortak olmaktansa kanun ve doğruluğun tarafında tehlikeye atılmaya karar vermiştim. Bu olay, şehrimizin demokratlıkla yönetilmekte olduğu zamanlarda olmuştu. Otuz1arin oligarşiliği, iktidarı ele alınca benimle birlikte öbür dört kişiyi Tholos'a çağı-rarak, öldürmek istedikleri Salamin'li Leon'u Salamin'den getirmemizi iste-diler. Bu, onların, işledikleri cinayet-lerden ellerinden geldiği kadar çok kişiyi sorumlu kılmak için verilmiş emirlerinden biriydi. O zaman bu şartlar altında, sözüm caizse, ölüme kıl kadar önem vermediğimi, en çok hatta biricik önem verdiğim şeyin haksızlıktan, günah işlemekten sakınmak olduğunu yalnız sözle değil, edimle de gösterdim. Bu zorlu idarenin kuvvetli kolu haksızlık işletecek kadar beni korku-tamadı; Tholos'tan çıkar çıkmaz öteki dört kişi Salamin'e gidip Leon'u getir-dikleri halde, ben sadece evime döndüm. Belki çok geçmeden Otuzların idaresi sona ermeseydi, bu hareketimi haya-tımla ödeyecektim. Bu sözlerin doğru-luğuna size birçok kimse şahitlik eder.
O halde, siyaset hayatına girdiğim halde, iyi bir adam gibi hep hak gözetir ve tabii olarak doğruluğu her şeyden üstün tutsaydım, şimdiye kadar sağ kalabilir miydim, sanırsınız? Hayır, Atinalılar, hayır; bu ne bana, ne de başka bir kimseye nasip olurdu. Hâlbuki bütün hayatımda; özel olsun, genel olsun, bütün hareketlerimde hiç değişmedim, öğretiliklerimi lekeleyen-lere de başkalarına da, doğruluktan ayrılarak, alçakçasına boyun eğmedim. Devamlı öğrencilerim olduğu iddiası da doğru değildir. Ben, bana düşeni yerine getirmeye çalışırken, genç, ihtiyar, beni dinlemek isteyenleri geri çevirmedim. 14
Bana yalnız para verenlerle konuşmadım; zengin, fakir, herkes bana sorabilir, cevap verebilir, sözlerimi dinleyebilir; fakat bundan sonra, o kimse iyi yahut kötü bir insan olmuş, her ikisini de bana yüklemek haksızlık olur, çünkü ben ona ne bir şey öğrettim, ne de öğreteceğime söz verdim. Bir kimse benden başkalarının işitmediği, ayrı bir şey öğrendiğini veya işittiğini ileri sürerse, biliniz ki, yalan söylüyor.
Öyleyse, birçok kimsenin benimle konuşmak için birçok zamanlarını vermekten hoşlanmalarına sebep nedir? Bunun asıl sebebini, Atinalılar, açıkça size söyledim: bu kimseler hiçbir bilgelikleri olmadığı halde, bilge olduklarını iddia eden kimselerin sorguya çekilmesini dinlemekten hoşlanıyorlar, gerçekten bu pek tatsız bir şey de değildir. Başkalarını sorguya çekmeyi bana Tanrı emretmiştir, bu yol bana Tanrı sözleriyle, gözüme gözüken hayallerle, Tanrı iradesinin insanlara göründüğü her vasıta ile gösterilmiştir. Atinalılar, bu sözüm gerçektir; öyle olmasaydı şimdiye kadar karşıtı ispat olunurdu. Ben gençleri bozmuşsam, hala da bozuyorsam, şimdiye kadar büyümüş olanlar, gençliklerinde kendilerine kötü öğütler verdiğimi anlamış olanlar ortaya çıkarak beni suçlar, benden öç alırlardı. Bunu yapmak istemezlerse bile, hiç olmazsa yakınlarından biri, babaları, kardeşleri veya hısımları benim yüzüm-den ailelerinin ne felaketlere uğradığını söylerdi. Şimdi tam zamanıdır. Onların birçoğunu burada görüyorum. İşte çocukluk arkadaşım, benim bölgemden olan Kriton, işte oğlu Kritobulos. Sonya, Aeskhines' in babası da, Sphettos'lu Lysanias da burada; bunlardan başka, Epigenes'in babası Kephisia'li Antip-hon'u ve benimle beraber bulunmuş olan birçok kimsenin kardeşlerini de görüyorum. Theozotides'in oğlu ve Theodotos'un kardeşi Nikostrates (Theodotos şimdi sağ değil, onun için o mani olamaz); Demodokos'un oğlu ve Theages'in kardeşi Paralos; Ariston'un oğlu ve şurada gördüğünüz Eflatun'un kardeşi Adeimantos hazır bulunuyor; Apollodoros'la kardeşi Aiantodoros'u da görüyorum. Daha birçoklarını sayabi-lirim. Meletos bunların bazılarını, suçla-masında şahit göstermeliydi. Unutmuşsa şimdi yapsın, kendisine yol göste-riyorum. Bu çeşitten, istediği şahidi göstersin. Fakat Atinalılar, hakikat bunun tam tersidir. Çünkü bunların hemen hepsi Meletos'la Anytos'un iddiasına göre arkadaşlarını bozmuş, bastan çıkarmış olan benden yana şahitlik edeceklerdir; hem yalnız bozulan gençler değil, benden yana şahitlik etmelerine hiç sebep olmayan bozulmamış daha yaşlı akrabaları da. Bunlar şahitlikte niçin benim tarafımı tutarlar? Herhalde, yalnız hakikatin, doğruluğun hatırı için, doğru söyle-diğimi, Meletos'un yalan söylediğini bildikleri için.
Sözün kısası, Atinalılar, savunmam için bütün söyleyeceklerim, buna ve buna benzer şeylere varır, Bir sözüm daha var. Belki, içinizde, buna benzer, hatta bundan daha az önemli bir sorunda kendisinin, gözyaşları dökerek yargıç-lara yalvarıp yakardığını, yargıçları yumuşatmak için çocuklarını bir sürü hısım ve dostlarıyla birlikte mahkemeye getirdiğini hatırlayarak kızan biri olacaktır; halbuki ben, belki de hayatım tehlikede olduğu halde, bunların hiçbirini yapmadım. Bunun tam tersine hareket ettiğimi görünce, belki bu kızgınlıkla oyunu benden yana vermeyecektir.
Aranızda böyle biri varsa -muhakkak vardır demiyorum- ona açıkça cevap verip derim ki: Dostum, herkes gibi ben de bir insanım; Homeros'un dediği gibi, tahtadan veya taştan değil, etten, kandan yapılmış bir varlığım; benim de çoluğum, çocuğum vardır; evet Atinalılar, biri hemen hemen yetişmiş, erkek olmuş, ikisi henüz çocuk, üç oğlum vardır; böyle olduğu halde, sizden beraatımı dilemeleri için, hiçbirini buraya getirmeyeceğim. Niçin? Küstahlıktan yahut size karşı saygısızlıktan dolayı değil. Ölümden korkup korkmadığım da ayrı bir mesele, şimdi bundan söz açacak değilim. Ancak, bence böyle bir hareket, kendimin, sizin ve bütün devletin şerefine aykırıdır. Benim yaşıma gelmiş, bilgeliği ile tanınmış bir kimsenin böyle bir aşırılığa düşmemesi gerekir. Her halde, herkes Sokrates'in şu veya bu bakımdan başkalarından ayrı olduğuna inanıyor, halkın bu fikri bana uyuyormuş, uymuyormuş, bunu burada araştırmı-yorum. Aranızda bilgeliği, cesareti yahut herhangi bir erdemi ile sivrilmiş olduğu söylenen kimselerin böyle aşağı bir harekete düşmeleri ne kadar utanılacak bir şeydir. Hüküm giydikleri zaman garip garip birtakım hareketlerde bulunan nice tanınmış adamlar gördüm; bunlar, sanki ö1ümle korkunç bir ıstıraba gidecek-lerini, sanki sadece yaşamalarına izin verilmekle ölmez olacaklarını sanıyorlar. Fikrimce bu gibi şeyler devlete karşı saygısızlıktır; bunların bu gibi hareketleri dışarıdan gelen bir yabancıya, Atina’nın en ünlü adamlarının, gene kendi hemşe-rilerinin ün ve mevki verdiği bu kim-selerin, kadınlar kadar bile yürekli olmadıkları kanaatini verir. O halde, Atinalılar, bu gibi şeyleri hiç olmazsa bizim gibi ünlü kimselerin başarmaması gerekir; başarırlarsa sizin de onlara göz yummamanız; soğukkanlılık göstereceği yerde, acıklı sahneler hazırlayarak şehri gülünç bir hale sokan bu gibi kimseleri daha şiddetle mahkûm etmek istediğinizi göstermeniz gerekir.
Bundan başka, -halkın düşüncesi mese-lesini bırakalım- yargıcı aydınlatmak ve kanıksatmak yerine, onun lütfünü rica ederek beraat kazanmak da doğru bir şey değildir. Çünkü yargıcın vazifesi, doğruluğu bağışlamak değil, herkesin hakkim (hakkını) ö1çerek hüküm vermek; kendi keyfine göre değil, kanunlara göre hüküm vermektir. Yalan yere ant içmeye alışarak sizi tesir altında bırakmamalıyız, siz de buna göz yummamalısınız; bu, dine uymaz bir hareket olur.
O halde, Atinalılar, -hele şimdi, Meletos'un ileri sürdüğü iddiaya göre, burada dinsizlikten muhakeme edildiğim bir sırada- şerefsiz, dine uymaz, yanlış saydığım bir şeyi yapmamı benden beklemeyiniz. Çünkü sizi rica kuvvetiyle kandırmaya, yeminlerinizi bozmağa çalış-saydım, tanrıların olmadığına inanmayı size öğretmiş, kendimi müdafaa ederken, tanrıları inkâr etmek ithamına karşı yalnız kendi kendimi kandırmış olurdum. Fakat hakikat büsbütün bunun tersidir; 16
ben, tanrıların varlığına, ey Atinalılar, bütün beni suçlayanların inandığından daha yüksek bir anlamda inanırım; bundan dolayıdır ki sizin için ve benim için hayırlısı ne ise ona karar vermek üzere davamı size ve tanrıya bırakıyorum".
(II)
Atinalılar, benim için verdiğiniz mahkûmiyet kararına üzülmeyişimin birçok sebepleri var. Bunun böyle olacağını bekliyordum, yalnız, oyların birbirine bu kadar denk denecek derecede ikiye ayrılmış olmasına şaştım; çünkü benim aleyhimde olan çokluğu daha büyük sanıyordum. Hâlbuki şimdi, öbür tarafa otuz oy gitmiş olsaydı beraat kazanmış olacaktım. Bu yüzden diyebilirim ki, Meletos’un suçlamasından beraat kazanmış sayılırım; hatta üstelik Anytos ile Lykon beni suçlamak için buraya gelmeselerdi, kanunun istediği gibi, oyların beşte birini kazanmayarak bin drahmi para cezasına da mahkûm olacaklardı.
O şimdi ö1ürn cezası teklif ediyor. Bense kendi hesabıma neyi ileri süreyim Atinalılar? Şüphesiz değerim neyse onu. O halde hakkım nedir? Bütün hayatında herkesin düşkün olduğu birçok şeylere, zenginliğe, aile bağlarına, askerlik rütbelerine, halk kurullarında nutuklar vermeğe, başkan-lıklara, taraflara hiç aldırmamış bir adama verilecek karşılık ne olabilir? Ben bir siyaset adamı olmak için fazla dürüst olduğumu düşünerek, size ve kendime iyilik etmeme engel olacak hiç bir yola sapmadım! Tam tersine, hepinize iyilik etmemi mümkün kılan bir yola girdim, herkesin kendini düşünmekten, kendi işlerinin peşinde koşmaktan önce erdemi bilgeliği araması gerektiğini, devletin sırtından fayda-lanmaya bakmazdan önce devlete bakması lazım geldiğini sizlere kabul ettirmeye çalıştım. Böyle bir kimseye ne yapılır Atinalılar, herhalde, ona bir mükâfat verilmek lazımsa, iyi bir şey verilmeli ve bu iyilik ona yakışır bir şey olmalıdır. Sizi yetiştiren, sizi aydınlatmak için işini gücünü bırakmayı her şeyden üstün gören fakir bir adama yakışan mükâfat ne olabilir? Atinalılar, ona Prytaneion'da beslemekten daha yakışan bir mükâfat olamaz; böyle bir mükâfat, Olympia'da at yarışlarında, bilmem kaç atılı araba yarışlarında mükâfat kazanan bir yurttaştan çok ona yaraşır. Çünkü ben fakirim, hâlbuki onun yetecek kadar geliri vardır: o size yalnız bahtiyarlığın görünüş1erini bense gerçeği veriyorum. Bana vereceğiniz cezanın uygun ve yerinde bir ceza olması isteniyorsa, diyeceğim ki, bana Prytaneion'da beslenmek en doğru bir karşılıktır.
Belki, daha önce, gözyaşları ve yalvarmalar hakkında söylediğim gibi, bu sözlerimle de size boyun ekmediğimi göstermek istediğimi sanacaksınız; ama öyle değil; hiç öyle değil; bunları isteyerek, hiç bir yanlış harekette bulun-madığıma inanarak söylüyorum. Böyle olduğu halde sizi de buna kandıramam, çünkü vakit pek dar; başka şehirlerde olduğu gibi, Atina'da da büyük davaların bir günde görülmemesi için bir kanun 17
olsaydı, o zaman sizi kandırabileceğime inanırdım. Fakat bu kadar az bir vakitte bu kadar büyük suçlamaları dağıtamam. Nasıl şimdiye kadar kimseye kötülük etmemişsem, kendime de elbette etmeyeceğim; kendimin bir kötülüğe layık olduğumu söylemeyeceğim, kendim için bir ceza teklif etmeyeceğim. Niçin edeyim? Meletos'un ileri; sürdüğü ö1üm cezasından korktuğumdan mı? Ölümün bir iyilik mi yoksa bir kötülük mü olduğunu bilmediğim halde, muhakkak kötülük olan bir cezayı neden teklif edeyim? Hapis cezası mı? Niçin ceza evlerinde, yılın yargıçlarının, Onbir’ lerin* (Savcılar kurulu)kölesi olayım? Para cezası mı diyeceksiniz, yoksa para cezası ödeninceye kadar hapislik mi diyeceksiniz? Buna karşı da ayni şey söylenebilir; çünkü beş param olma-dığından, cezayı da ödeyemeyeceğimden, cezaevinde ö1eceğim. O halde, sürgün-lüğü mü teklif edeyim? Belki siz de bu cezayı kabul edersiniz. Ama benim kendi hemşerilerim olan sizler bile, artik benim konuşmalarıma, sözlerime tahammül edemezken, bunları çekemez ve iğrenç bulurken, başkalarının bana tahammül edeceğini umacak kadar düşüncesiz olmak için, yasamak hırsının gerçekten gözlerimi bürümüş olması lazım. Hayır, hayır, Atinalılar, bu hiç de böyle değildir. Yer yer dolaşarak, sürgün yerimi hep değiştirerek, her gittiğim yerden kovu-larak yaşamak, benim yaşımda bir edam için ne acı bir şeydir! İyi biliyorum ki burada olduğu gibi, her gittiğim yerde gene gençler beni dinlemek için etrafıma üşüşecekler; onları yanımdan uzak-laştırsam daha yaşlı hemşerilerini ayaklandırarak beni dışarı attıracaklar; etrafıma toplanmalarına izin verirsem babaları, dostları gene onların yüzünden beni yurtlarından kovacaklar.
Belki bana denecek ki: “Sokrates; ağzını tutamaz mısın, sana kimse karışmadan yabancı bir şehre giderek, yaşayamaz mısın? Buna vereceğim cevabı anlatmak çok güç. Çünkü dediğinizi yapmanın Tanrı’ya karsı bir itaatsizlik olacağını, onun için ağzımı tutamayacağımı söylersem ciddi bir söz söylediğime inanmayacaksınız; erdemi, üzerinde hem kendimi hem başkalarını sınadığım daha birçok meseleleri her gün tartışmanın insan için en büyük iyilik olduğunu, imtihansız hayatın yaşamaya değer bir hayat olamadığını söylersem bana gene inanmayacaksınız. Size kabul ettirmek kolay olmamakla birlikte, söylediklerim doğrudur.
Kendimi hiçbir cezaya layık görmeye de alışmadım. Param olsaydı, beni beraat ettirecek bir para cezası teklif ederdim; bundan bana kötülük gelmez. Ama ne yapayım, yok; bunun için bu para cezasını, ancak benim vere-bileceğim kadar kesmenizi dilerim. Evet, belki bir mina verebilirim, onun için bu cezayı teklif ediyorum. Buradaki dostlarım Eflatun, Kritobulos ve Apollodoros otuz mina teklif etmem için beni sıkıştırıyorlar; onlar kefil olacaklar. Haydi, otuz olsun; bu para için onlar size yeter teminat olacaklardır. 18
(III)
Atinalılar, Sokrates'i, bir bilgeyi öldürmüş olmakla, şehrinizi ayıplayacak olanlardan alacağınız kötü üne karşılık, büyük bir karınız olmayacak; ben gerçekte hiç bir şey bilmeyen bir adam olduğum halde onlar bizi kötülemek istedikleri zaman, benim bilge olduğumu söyleyecekler. Hâlbuki biraz daha beklemiş olsaydınız, istediğiniz, tabiatın yürüyüşü ile kendiliğinden yerine gelmiş olacaktı. Çünkü gördüğünüz gibi, yaşım çok ilerlemiştir; ölümden çok uzak değilim.
Şimdi hepinize değil, .yalnız bana ölüm hükmünü verenlere sesleniyorum. Onlara söyleyecek bir şeyim daha var: Belki beraatımı kolaylaştıracak şeyler söylemediğimden, suçluluk kararından kurtulmak için gereken şeyleri söylemeği ve yapmağı kabul etmediğimden dolayı mahkûmluğuma karar verildiğini sana-caksınız. Hayır; mahkûm olmama sebep olan kusur, sözlerimde değil sizin istediğiniz gibi, ağlayarak, sızlayarak, haykırarak, bence bana yakışmayan, fakat başkalarından daima işitmeğe alıştığınız birçok şeyleri söyleyerek ve yaparak, size söylemek istediğimi yüzsüzlüğümü küstahlığımı gösterme-yişimdendir. Fakat ben, tehlikeye düştü-ğüm zaman, ne böyle aşağılıklara, alçaklıklara saparım, ne de kendimi müdafaa etmediğime pişman olurum. Asla! Böyle bir şey yapmaktansa, sizin alıştığınız gibi kendimi müdafaa etmektense, alıştığım gibi söz söyleyerek ölmeği üstün görürüm. Çünkü savaş meydanında olduğu kadar adalet karsısında da ben de, başka hiç kimse de kendini ö1ümden kurtaracak vasıtaları kullanmağa kalkışmamalıdır. Evet, çok defa, bir kimse savaşta silahlarını bırakmakla, düşmanlarının önünde diz çökmekle ölümden kurtulabilir; her şeyi söylemeği, her şeyi yapmayı kabul eden bir kimse için her türlü tehlike karşısında ölümden kurtulmanın daha birçok çareleri vardır; yalnız şuna iyice inanınız, yargıçlarım, asıl mesele, ölümden sakınmak değil, haksızlıktan sakınmaktır; çünkü kötülük ölümden daha hızlı koşar, Ben yaşlı ve ağır olduğumdan yavaş kosan bana yetişmiştir; hâlbuki beni suçlayanlar kuvvetli ve çabuk olduklarından, çabuk koşan kötülük onlara yetişmiştir. Simdi ben, tarafınızdan ölüm cezasına, onlar da hakikat tarafından kötülüğün ve haksızlığın cezasına mahkûm edilerek ayrılıyoruz. Ben cezama boyun eğerim, onlar da cezalarına boyun eğsinler. Herhalde böyle olması mukaddermiş; belki de yerindedir...
Şimdi, ey beni mahkûm edenleri Size bir kehanetimi söylemek isterim; çünkü ben simdi hayatın öyle bir anında bulunuyorum ki, bunda insanlar ölmez-den önce kehanet gücüne erişirler. O halde benim katillerim olan sizlere haber vereyim ki, ölümümden çok geçmeden bana verdiğiniz cezadan daha ağır bir ceza sizi beklemektedir. Beni öldürmek-le hayatınızın hesabını soranlardan kurtulacağınızı sanıyorsunuz. Fakat bana inanınız, sandığınızın tam tersi olacaktır. Evet, hiç şüphe etmeyiniz, şimdiye kadar öne atılmalarına engel olduğum birçok kimseler, karşınıza çıkacak, sizi şiddetle suçlayacaklardır; bunlar daha genç oldukları için19
sizi daha çok incitecekler, sizinle daha çok uğraşacaklardır. Atinalılar, insanları öldürmekle, herkesi kötü hayatınızı kınamaktan alıkoyacağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz; bu, olası bir kaçış yolu, ünlü bir kaçış yolu değildir; en kolay en asil yol, başkalarını hiçbir şey yapamayacak bir hale getirmek değil, kendinizi yükseltmektir. İste buradan ayrılmadan önce beni mahkûm eden yargıçlara söyleyeceğim kehanet budur.
Beni beraat ettiren dostlar, yargıçlar meşgulken, öleceğim yere gitmeden, sizlerle olup bitenler hakkında görüşmek isterim. Onun için azıcık daha durunuz, birbirimizle görüşebilecek kadar vakit var. Siz benim dostlarımsınız, onun için başıma gelenin manasını size belirtmek isterim. Ey yargıçlarım! (Çünkü ancak sizlere gerçekten yargıç diyebilirim.) Size gerçekten şaşılacak bir olayı anlatmak isterim. Şimdiye kadar, gündelik işlerde bile kötü veya yanlış bir iş işlemek tehlikesi karşısında içimden gelen tanrısal bir ruh beni alıkoyuyordu; simdi ise, gördüğünüz gibi herkese göre belki de kötülüğün en kötüsü ve en sonuncusu başıma gelmiştir. Hâlbuki sabahleyin evimden ayrılırken de, mahkeme karsısına çıktığımda da, burada söz söyleyeceğim anlarda da Tanrı sesi beni alıkoymamıştır; başka hallerde, birçok kereler söz söylerken, beni alı-korken, bugün bu mesele üzerinde söyle-diğim ve yaptığım şeylerin hiç birinin önüne geçmemiştir. Bu susmanın manası nedir? İste size bunu söyleyeceğim: bu şüphesiz başıma gelenin iyilik olduğuna, ölümün bir kötülük olduğuna inanan-larımızın yanıldıklarına bir alamettir. Çünkü iyiliğe değil, kötülüğe doğru gitmiş olsaydım, her zamanki işaret herhalde beni alıkoyacaktı.
Başka türlü düşünürsek, ölümün bir iyilik olduğunu umduracak sebep oldu-ğunu da görürüz; ölüm iki şeyden biridir: ya bir hiçlik, büsbütün şuursuzluk halidir yahut da, herkesin dediği gibi, ruhun bu dünyadan ayrılarak başka bir dünyaya geçmesidir. Ölüm bir şuursuzluk, deliksiz ve rüyasız uyuyan bir kimsenin uykusu gibi bir uyku ise, o ne mükemmel, ne tam bir kazançtır! Bir kimse, uykusunda, hiç rüya görmediği bir gecesini düşünerek, bunu hayatının öteki günleri ve geceleriyle karşılaştırsaydı, bütün haya-tında bundan daha iyi ve daha hoş kaç gün ve kaç gece geçirmiş olduğunu da bize söyleseydi, sanırım ki herkes, değil yalnız alelade kimseler, Büyük Hüküm-dar bile, hayatında böyle pek az gündüz ve gece bulurdu. Ölüm bu çeşit bir uyku ise, büyük bir kazançtır; çünkü öyle olunca, zamanın bütün akışı, tek bir gece gibi gözükecektir. Ama. ö1üm bizi bu dünyadan başka bir dünyaya götüren bir yolculuk ise ve herkesin dediği gibi, bütün ölenler başka dünyada yaşıyorlarsa, yargıçlarım, bizim için bundan daha büyük ne iyilik olabilir? Gerçekten öteki dünyaya vardığımızda, bu dünyada doğruluk iddia eden kimselerden kurtu-larak, denildiği gibi asıl doğruluğu veren gerçekten yargıçları, Minos'u, Rahada-manthos'u, Aiakos'u, Triptolemos'u doğru yaşamış olan yarı-tanrıları bulacaksak, bu yolculuk hiçbir zaman bir ceza olamaz. Bir kimse orada, Orpheus'a, Musaios'a Homeros'a, Hesiodos'a kavuşacaksa, bunun için ne vermez ki?20
Hayır, bu doğru ise, bırakınız bir daha, bir daha öleyim. Hele Palemedes ile Telamon oğlu Aias ile haksiz bir hüküm yüzünden
Helen eski kahramanları ile buluşmak bizim için ne yüksek bir şeydir! Kendi sonumu onların sonu ile karşılaştırmak benim için ne büyük bir zevk! Hepsinin üstünde, burada olduğu gibi öteki dünyada da öz ve yanlış bilgeliği araştırmamı ilerletebileceğim, kimin bilgiç, kimin cahil olduğunu anlayabile-ceğim. Yargıçlar! Büyük Troia seferinin önderi Odysseus'u, Sisyphos'u, kadınlı erkekli daha birçoklarını deneyebilmekte ne büyük bir zevk var! Onlarla, konuş-makta, onların arasında yaşamakta, onlara sorular sormakta ne sonsuz bir zevk olacaktır! Orada hiç şüphesiz, sormak yüzünden ö1üme mahkûm edilmek tehlikesi de yoktur. Bizden daha mesut olduktan başka, doğruyu söyleyen, orada ölmez de olacaktır. O halde, yargıçlar! siz de benim gibi ölümden korkmayınız, şunu biliniz ki, iyi bir insana, ne hayatta ne de öldükten sonra hiçbir kötülük gelmez. Onu ve onun gibileri tanrılar daima korurlar. Benim yaklaşan sonum, sadece bir tesadüf işi değildir; tam tersine, apaydın görüyorum ki ölmek ve böylece bütün acılardan büsbütün kurtulmak, benim için daha değerlidir. İşte, içimden gelen işaretin alıkoymamasının sebebi budur. Gene bunun için beni mahkûm edenlere, beni suçlayanlara asla kızmıyorum. Onlar bana iyilik etmeyi bile bile isteme-mişlerse de, bana hiç kötülük de etme-mişlerdir. Onları ancak, bana bilerek kötülük etmek istediklerinden dolayı kınayabilirim.
Sizden dileyeceğim bir şey daha kaldı: çocuklarım büyüdükleri zaman, Atinalılar, erdemden çok zenginliğe yahut herhangi bir şeye düşkünlük gösterecek olurlarsa, ben sizinle nasıl uğraşmışsam, siz de onlarla uğraşınız, onları cezalandırınız; kendilerine, kendi-lerinde olmayan bir değeri verir, önem vermeleri gereken şeye önem vermez, bir hiç oldukları halde kendilerini bir şey sanırlarsa, ben sizi nasıl azarlamış-sam, siz de onları öyle azarlayınız. Bunu yaparsanız, bana da, okullarıma da doğruluk etmiş olursunuz.
Artık ayrılmak zamanı geldi, yolumuza gidelim: ben ölmeye, siz yaşamaya.
Hangisi daha iyi?
Bunu Tanrı’dan başka kimse bilemez.
Galip Baran, Bilinç Üniversitesi Kurucu Rektörü
SON