Kanuni
Sultan Süleyman 8 oğlunun 7'sinin ölümümüne şahit oldu!
Nakleden: Zekeriya TÜMER
Muhteşem
Yüzyıl dizisi ile tarih bir kez daha sayfa sayfa açıldıç. Kanuni, Sultan
Süleyman'ın oğlu Mustafa'yı öldürtmesi yürekleri dağlarken, aslında onun bu
acıyı daha sonra Şehazde Bayezıd ve torunlarında da yaşadığı ortaya çıktı.
Fakat Kanuni Sultan Süleyman hayattayken 7 oğlunun ölümüne şahit olmuş biridir.
2 çocuğunu kendi öldürtmüş,diğerleri de başka sebeplerle genç yaşta
kaybetmiştir
Bir
sihirli söz düşünün, kılıç olup başlarda gezen, yine aynı söz ki tek hamlede
savaşlar kesen. Ne taht bırakan, ne baht, kendinden gayri. Ama kader ağlarını o
sözün sahibine öyle bir örüyor ki, o meş'um kelime zaman geliyor evlâtlarının
başını gövdesinden alıyor. Kendi diliyle yağ ile balını ağulu aş ediyor
efendisine.
Hiçbir
Osmanlı padişahına nasib olmamış olan 46 yıl gibi uzun bir süre cihana hükmeden
Muhteşem Süleyman, ne yazık ki bu yarım asırlık dönemi, acıların en büyüğü olan
evlât acılarıyla geçirmiş, sekiz oğlundan yedisinin ölümüne şahit olmuştu.
Bunlardan Murad, Mahmud ve Abdullah henüz çocuk yaşta gözlerini hayata
yumarken, nur-i ayini şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed ile, ömrünü sırtına
yüklediği gam yükü ile geçiren Cihangir, gençlik çağında hayatının baharında
toprağa gark olan taze fidanlar misali göçüp gitmişlerdi.
|
ZEKERİYA TÜMER ULUSAL HABER |
Ulu
Sultan, geriye kalan oğullarından yüce gönüllü yiğit alperenler, Mustafa ve
Bayezid'in öldürülmesi için nişan-ı şerif-i alişan hükmünü kendisi vermek zorunda
kalmıştı da, koca cihanın mülkü en gerideki tek oğlan Sarı Selim'e kala
kalmıştı.
Görüldüğü
gibi, kader bir yandan gülsüz, çemensiz, lâlesiz bir baharın hükmünü verirken,
çiçeksiz, lâlesiz kalan bu çemenzârın bülbülünü avlamak görevini de maalesef
nizam-ı âlem uğruna yaslı babaya vermişti.
Oysa,
oğullarının ikbali penceresinden ne hayaller kurmuştu koca sultan. Özellikle
Şehzade Mehmed'i, diğer kardeşlerinden apayrı tutmuş, onun eğitiminden
gelişmesine dek her anını özenle izlemişti. Genişleyen imparatorluğu, istidat
gördüğü bu şehzadesinin yönetmesini istiyordu çünki. Bu emelini gerçekleştirmek
için de 22 yaşına geldiğinde onu sultanlığa giden basamak olan Manisa
Valiliği'ne atamıştı.
Ne var ki,
hayallerini bitiren acı haberi aldığında takvimler hicri 950 milâdî 1543
senesini gösteriyordu. Macaristan seferinin muzaffer komutanı (Estergon seferi
olarak da anılır) dönüş yolunda Belgrad menzilinde almıştı kara haberi. Dört
kıt'aya yayılan zafernamenin muştusuyla Osmanlı coğrafyasında bayram yaşanırken,
'şehzade-i güzin'in ölüm haberi uğrak yeri Belgrad'ı koca sultana zindan
etmişti. Gözbebeği Mehmed'i, çiçek hastalığından ölmüştü. Bütün menzilleri
yıldırım hızıyla aşıp geçmiş, İstanbul'a ulaştığında şehzadesinin tabutuna
kapanıp iki saat ağlamıştı.
Padişahla
birlikte Şehr-i İstanbul dahi yasa boğulmuş da, esnaf üç gün kepenklerini
açmamıştı. Kırk gün boyunca oğlunun kabrini ziyaret eden Pâdişâh-ı âlem-penâh
40 günün sonunda, Mimar Sinan'ı huzuruna çağırıp "Şehzadeler güzidesi
Sultan Mehmed'im Merkad-i Sultan Mehemmed bad Firdevs-i ebed". Mısrasıyla
tarih düşürdüğü merhum necabetlû şehzade hazretlerinin hatırasını yad edecek
bir cami ve medresenin yapım emrini vermişti.
Muhteşem
Süleyman'ın muhteşem mimarı evlât acısıyla inleyen bir yüreğin nağmelerini
taşlara ustalıkla işlemişti. Yaslı babanın toprağa verdiği civanına yaktığı
ağıt Şehzade Camii ve külliyesi adıyla tecessüm etmiş heybetli bir yalnızlığa
ve ağırbaşlı bir sükunete bürünmüştü. Babanın hüznü de inancından aldığı destek
ve caminin külliyesindeki işlenen sadaka-i cariyelerle her geçen gün biraz daha
hafifleyerek sönmeye yüz tutmuştu.
Zaman her
acının olduğu gibi evlât acısının da en tesirli ilacıydı elbette. Dindirmese de
hafifletici etkisi muhakkaktı. Şehzade Mehmed'in ölümünün üzerinden tam 10 yıl
geçmişti. Doğu'dan batıya sürekli seferler ve her seferde kazanılan yeni
zaferlerle geçen 10 koca yıl.
Ama
Nevruzla birlikte başlayan sefer hazırlıkları yeni bir evlât acısının, taze bir
yürek yangınının da habercisi gibiydi adeta. İran üzerine sefere çıkan muhteşem
Süleyman sefere iştirak etmek üzere Konya ovasında orduya iltihak eden Amasya
Valisi güzünün nuru, ferzend-i şehriyari şehzade Mustafa'nın ölüm emrini vermek
zorunda kalacaktı. Bu diğerinden daha zor bir ölümdü elbette. Şehzade Mehmed ecel
cellâdının ellerinde can verirken, padişah tarümar olan tahammül mülkünün
enkazından tevekkül sığınağında bulmuştu kurtuluşu. Ama bu başkaydı, öz
evladının celladı olmak başkaydı. Nasıl bir duyguydu ki yürek dayansın. En
acımasız insanın bile ciğerlerini yangın yerine çeviren, akıl muvazenesinin
zembereğini yerinden söküp alan bir durumla karşı karşıya idi şimdi cihanın
kudretli padişahı. Ama fitne ateşi yanmıştı bir kez. Nizam-ı alem için ya
söndürülecekti ya da o yangında cihan hakimiyeti mefkuresi kül olup gidecekti.
Emrem Yunus'un söz ola kese başı dediği hakikat Ereğli Ova'sında tecelli
edecekti.
Neydi Koca
Sultan'ı henüz Şehzadeler güzidesi Sultan Mehmed'inin acısı sönmeden yeni bir
acıya kendi eliyle gark eden sözün sırrı. İktidar mı, ihtiras mı, yoksa
"füsun-ı fitneye geldik ey behzad neylersin" diyen şairin dizelerinde
hayat bulan "ateş-i Suzan" mı?
Nedir
insanın evladını öldürtecek kadar tahrik eden bu efsunkâr sır? Elbette tarih
denilen mazinin derelerinde akan sularda insan bedeni birden fazla yıkanamadığı
için tahlil beyanında oldukça müşkil bir ameliyedir bu sırra vakıf olmak.
Ne var ki
levh-i mahfuz açılmadan vakıf olunamayacak sırların künhüne vakıf olmak
bütünüyle mümkün görünmese de zaman tünelinde hayalen olsun yapılacak bir
yolculuk bazı gerçeklerin insan zihnindeki bulanık noktaları tebellür edeceği
de bir vakıadır. Bu anlamda görünürde her ne kadar devlet-i ebed müddet ve
nizâm-ı âlem için siyâseten katl caizdir fetvası muktezasınca bu ölümler
gerçekleştirilmişse de gerçekte olayların arkasındaki sırrı anlamaya giden yol
hadiselerin seyrini iyi takip etmeye vabestedir. Bu meyanda nedenlere
nasıllardan varmak mümkün olduğundan yolumuzu aydınlatacak soruların cevabı da
nedenlerden ziyade nasıllarda gizlidir.
Buna göre
tümdengelimci bir yaklaşım geliştirmek doğru hükümleri bütüncül bir bakış
açısıyla yakalamak açısından oldukça önemlidir. Yine sır perdesini aralama yönünde
geliştirilen empatik yaklaşımın ataerkil bir karakter arz etmesi de sebebten
ziyade sonuca tesir eden etkenleri eksik ya da yanlış anlamanın bir başka
nedenidir. Oysa olaylara sadece baba şefkati açısından bakmak yerine bir de
anne zaviyesinden bakılsa Şehzâde Mustafa ile devam eden bir dizi evlât
katillerinin nedeninin de Fatih Sultan Mehmed'in Osmanlı Devlet yönetiminin
temel esaslarını belirlediği ve kendisinden sonra asırlarca uygulanan meşhur
kânun-nâmesinde bulunan 'her pâdişah tahta çıktığında erkek kardeşlerini
öldürür' hükmü olduğu ortaya çıkacaktır.
Bu noktada
Şehzâde Mustafa'nın Kardeş katli kanunu gereği kardeşlerince öldürülmemiş
olmasına rağmen ölümünün bu kanuna dayandırılmasının nedeni sorgulanabilir
evvel emirde. Bu sorgu bizi tahta çıktığında kardeşlerini öldürme ihtimali
şehzade Mustafa'nın hazin sonunu hazırladığı yargısına ulaştıracak ve son
tahlilde genç şehzade bir üvey annenin oğullarını kaybetme korkusuyla
hazırlanan Hürrem ve Rüstem ortak yapımı bir entrikanın kurbanı olacaktır.
Yine söz
konusu kanun Fatih döneminde hazırlanmasına rağmen neden Hürrem Sultan'a kadar
geçen dönemde böyle bir şey olmamış ta Hürrem bu işi başlatmış sorusu akla
gelebilir.
Bu sorunun
gayet yalın bir cevabı vardır. Hürrem kadar güçlü ve tesirli olmadıklarından
naşi, Hürrem Sultan'a gelinceye değin saray kadınları çocuklarının ölümü noktasında
müdahil rol oynamamış, teslimiyetçi bir tavır takınmışlardı. Hürrem Sultan ise
kendisinden önce gelen şehzâde annelerinin mütevekkil tavırlarının aksine
oğullarının katline engel olmak için her türlü desiseye başvurmuş, kimi zaman
zekâsını, kimi zaman da kadınlığını ustalıkla kullanarak seferden
sefere koşarken yollarda yaşlanan Kânunî'yi aşkıyla, yörüngesine almağı
başarmıştı.
Cariye
olarak geldiği sarayda Haseki Sultanlığa kadar yükselen Hurrem, dirayetli bir
devlet adamı olmasının yanında oldukça duygusal bir yapıya sahip olan
Kânunî'nin ruh halini çok iyi tesbit etmiş, diğer saray kadınlarının başaramadığı şeyi başararak
cihana hükmeden ama kalbine hükmedemeyen bu melankolik hünkârın yüreğindeki
boşluğu ona sunduğu sevgisiyle doldurmuştu. Şair ruhlu koca sultanın kalbine
mukabil bir kalp olmuştu Hürrem'in kalbi. Her iki taraf da böylece sevgilerini,
aşklarını, şevklerini değiştirip, lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve
kederli anlarda da birbirlerine yardımcı olup, destek verir hale gelmişlerdi.
Hürrem'le
geçirdiği saatlerde cihanın gam ve kederinden kurtulup teneffüs ruhuna nefes
aldıran koca sultan kâh Doğu'ya kâh Batı'ya uzayıp giden yorucu ve kasvetli
seferlerinde de Hürrem'den aldığı mektuplarla teselli buluyordu.
"Ey
Sabâ Sultânuma zâr u perîşân diyesin
Gül
yüzünsüz işi bülbül gibi efgân diyesin"
diye
başlayan şiirler yaşlı pâdişahın kalbini ateşliyor. Hürrem'in vuslatının
arzusuyla yanıp tutuşan, Muhibbi ruhunu ihtizaza getiren bu iştiyakı
"Nâmeler
gelse kaçan İstanbul-ı âbâddan
Bûy-ı
zülfini seher-geh aluram Bağdad'dan"
dizeleriyle
dile getiriyordu.
İşte,
Hürrem Sultan yukarıdaki dizelerden de anlaşılacağı üzere böylesi bir aşkla
kendisine bağladığı cihanı titreten kudretli pâdişaha istediğini yaptırmak
için, işe Şehzâde Mustafa'nın kendisini tahttan indirmek için hazırlıklar
yaptığı yolunda dedikodular yayarak başladı. Bu dedikodular oğlunun ortadan
kaldırılacağı korkusunu yüreğinde hisseden bir başka anneyi harekete geçirmişti
ki bu da oyunun bir parçası idi. Babası Yavuz Sultan Selim'in dedesi Bayezid'i
tahttan indirmesi olayının kendi başına gelmesi gibi bir evhamla, Kânunî'nin bu
dedikodudan etkileneceği ve bu korkuyla onu ortadan kaldıracağı korkusuna
kapılan Mustafa'nın annesi Mahidevran, galeyana gelerek dedikoduyu çıkaran
Hürrem'e saldırınca, Hürrem'in de isteği olmuştu. Pâdişah Mahidevran'ı çiçeğine
saldıran bir yabani gibi telâkki edip o sırada Kütahya Valisi olan oğlu Şehzâde
Mustafa'nın yanına gönderince Hürrem sarayda rakipsiz kalmış ve Kanunî'nin
nezdindeki itibarını hızla artırarak "Haseki Sultan"lık mertebesine
kadar ulaşmıştı.
Aradan geçen
yıllar bir yandan savaşçı, cesur ve atak kişiliği ile dedesi Yavuz Sultan
Selim'e benzeyen Şehzade Mustafa'nın Anadolu'daki Türkmen aşiretleri ve
askerler arasında sempati halesi genişlemesine vesile olurken, diğer yandan
çocuklarının isitikbali açısından Hürrem'in giderek artan korkusunu da
beraberinde getirmişti. Bu sırada Mustafa önce Manisa'ya daha sonra Amasya'ya
oradan da son alarak Konya'ya vali olarak atanmış olan Mustafa'nın buralardaki
askerler ve halk arasındaki etkinliği Kütahya'dan aşağı kalmamış, sevilen ve
saygı duyulan karizmatik kişiliğinin etrafındaki yandaşları her geçen gün
artmıştır.
Bu sırada
sadrazamlık görevinde bulunan Rüstem Paşa, Hürrem Sultan'a yakınlığı ile
tanınmaktadır. Kânunî Sultan Süleyman'ın Hürrem'den doğma kızı Mihrimah Sultan
ile evlenmiş, bu evlilik Paşa'nın Hürrem Sultan'a yakınlaşmasına sebep olurken,
Mustafa'nın taraftarı İbrahim Paşa'yı öldürten Hürrem'in de evlâtlarını koruma
ve tahta çıkarma uğruna çevirdiği entrikalar için uygun bir piyon bulmasını
sağlamıştır.
Nitekim
öyle de olmuş Hürrem, Mihrimah ve Rüstem üçlüsü Şehzâde Mustafa'nın ağzıyla Şah
Tahmasb'a bir mektup yazarak Kânunî Sultan Süleyman'a karşı işbirliği teklif
etmişler, bu teklife Şah'ın verdiği olumlu cevabı getiren elçiyi yolda
yakalatan Rüstem Paşa mektubu Şehzâde Mustafa'nın bağîliğine delil olarak
doğrudan pâdişaha göndermiş, pâdişah da bu mektup üzerine Şehzâde Mustafa'yı
ortadan kaldırmak için kesin kararını vermiştir. Kararı uygulamak için, plan
gereği İran seferini bahane ederek, Konya Ovasında orduya katılan Mustafa'nın
işi oracıkta bitirilecektir. Celalzade Mustafa, pâdişahın hasta olmasına rağmen
İran Seferine, Hürrem Sultan ve Vezir-i A'zam Rüstem Paşa'nın tahrikleri sonucu
Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırmak ve Anadolu'da gelişen olayları yerinde
görüp düzeni sağlamak niyetiyle çıktığını söyler.
Şah
Tahmasb'ın önce Biga Sancakbeyi Mahmud Bey'e mektup gönderip sulh istemesi,
arkasından da Seyyid Şemseddin Dilicani aracılığı ile özür dilemesine rağmen
Pâdişah'ın bu sefere bizzat çıkması Anadolu'nun dirliğini sağlamak için
Şehzâdenin ortadan kalkması gerekliliğine inandığı ve bunu bizzat uygulamak
için kararlı olduğunu göstermektedir. 18 Ramazan 960 / 28 Ağustos 1553'te yola
çıkan pâdişah Ramazan Bayramı'nı Yenişehir'de geçirdikten sonra 26 Şevval / 5
Ekim 1553'te Konya-Ereğli civarındaki Aköyük (Akdepe) menziline gelmiştir.
Şehzâde
Mustafa Ereğli Ovasında konaklayan babasının elini öpmek üzere girdiği
çadırında babası yerine dilsiz cellâtlar ile karşılaşmış ve bu cellatlar
tarafından boğularak öldürülmüştür. Yavuz'un bu yiğit torunu üzerine çullanan
yedi dilsizden kurtulmayı başarıp babasına doğru koşarken saray hademelerinden
Zal Mahmud Ağa'nın arkadan saldırması sonucu yere yıkılır ve oracıkta boğulup
cesedi çadırın önüne asılmıştır.
Bu yiğit
civanmerte gönül bağlayan yeniçeriler Taşlıcalı Yahya'nın
"Meded,
meded ki cihanın yıkıldı bir yanı/
Ecel
Celâlileri aldı Mustafa Han'ı"
beytiyle
başlayan mersiyesini okuyarak teselli bulmuşlar. Ama 60 yaşındaki koca sultan
39 yaşındaki oğlunun acısını içine gömmek zorundaydı. Öyle de yaptı, ya da
yapmış gibi davrandı. Devlet işinde acz yakışmazdı Osmanlı sultanına. Ağlamak
yoktu. Ama yüreği Karacaahmet olmuştu adeta. Paramparça permiperişan bir yürek.
Cihan
padişahının evlât acısı açısından kara yazgısı bitmemiş, bu sefer Mustafa'nın
katliyle dağlanan yüreğindeki yangın sefer sırasında yanından ayırmadığı
şehzade Cihangir'in ölümüyle katmerleşmiştir.
Şehzâde
Cihangir rûhen, duygusal bir karaktere; fiziksel olarak da zayıf bir yapıya
sahip idi. Doğuştan kambur olarak dünyaya gelen Cihangir için babası, dünyayı
sırtında taşıyan anlamına gelen Cihangir ismini vermişti. İyi bir eğitim alan
Cihangir de diğer kardeşleri gibi aruz veznini ustaca kullanarak şiir yazma
yeteneğine sahip idi. Cihangir, bu sebeple ağabeyi Mustafa'nın cellatlar
tarafından öldürülmesine çok üzülmüş ve ağabeyinin çadırın önünde asılı duran
cesedinin görüntüsü onun hassas kalbini derinden yaralamıştı. Ereğli
yakınlarında hastalanan Cihangir, babası ile birlikte Halep'e kadar gitmiş, yol
boyunca hastalığı şiddetlenen genç Şehzâde burada babasının kollarında son
nefesini vermiştir. 27 Kasım 1553'te vefat eden Şehzâdenin cenazesi İstanbul'a
gönderilmiş ve Şehzâde Mehmed Camiinin haziresindeki türbede ağabeyi Mehmed'in
yanına defnedilmiştir.
Sefer
sırasında tutulan ruznâme kayıtları arasında insanı dilhûn eden bir kayıt var
ki, zikretmeden geçemeyeceğim. Bu kayıda göre, ölümünden bir gün önce Şehzâde
Cihangir'e dolama alımı için ayrılan parayla tabutunun örtüsüne kumaş alındığı
anlaşılmaktadır. Kader işte.
Topkapı
Sarayının pencerelerden bakınca masal gibi bir hayat. Ah bir de içeriye
girince, saadet denen şeyi yakalamaya hiçbir zaman gücü yetmemiş bir padişah
görüyor insan, gerçekte. Çekilen çileler, her yenilen vurgunda gönülde açılan
yaraları daha da büyütmekte, acılar tam hafifledi derken, yeni bir fitne ateşi
ile yeniden alevlenmektedir. Bir babanın akıllara durgunluk veren evlâdını
öldürme kararı gibi en radikal tedbirler bile taht kavgası için fitillenen
fitne ateşinin 5 sene sonra yeniden alevlenmesine engel olamamıştı.
Bu kez
ateşin efsununun yeni kurbanı olan Şehzade Bayezid idi. 1558'de Kütahya'dan
Amasya Valiliğine nakledilince kendisinin yerine Şehzade Selim'in taht varisi
olarak seçildiği vehmine kapılarak babasına karşı isyan bayrağını açmış,
üzerine gönderilen ordunun başındaki kardeşi Selim ile Konya Ovasında yaptığı
savaşı kaybetmesi üzerine de ordusuyla beraber İran'a sığınmak zorunda
kalmıştı. Kalmıştı kalmasına, lâkin hatasını da çok geçmeden anlamış, iş işten
geçmiş ve ok yaydan çıkmıştı bir kere. Baba ile oğul ilişkisinde sözün bittiği
yerde, af dilemek için kaleme aldığı aşağıdaki manzum mektup her şeyi
açıklıyor.
Ey
ser-a-ser âleme Sultan Süleymanum baba
Tende
cânum cânumun içinde cânânum baba
Bâyezidine
kıyar mısun benüm cânum baba
Bî-günâham
Hak bilür devletlü sultânum baba
Enbiyâ
ser-defteri ya'ni ki Adem hakkıçün
Hem dahi
Mûsi ile İsi-i Meryem hakkıçün
Kâinâtun
serveri ol Rûh-ı A'zam hakkıçün
Bi-günâham
Hak bilür devletlü sultânum baba
Sanki
Mecnûnam dağlar başı oldı durak
Ayrılup
bi'l-cümle mâl ü mülkden düşdüm ırak
Dökerem
göz yaşını vâ-hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham
Hak bilür devletlü sultanum baba
Kim sana
arz eyleye hâlim eyâ şâh-ı kerîm
Anadan
kardaşlarımdan ayrılup kaldum yetîm
Yok benüm
bir zerre isyânum sana Hakdur alîm
Bi-günâham
Hak bilür devletlü sultanum baba
Bir nice
masumun olduğun şehâ bilmez misün
Anların
kanına girmekden hazer kılmaz mısun
Yoksa ben
kulunla Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham
Hak bilür devletlü sultanum baba
Hak Taâlâ
kim cihanun şâhı itmişdür seni
Öldürüp
ben kulunı güldürme şâhum düşmeni
Gözlerüm
nurı oğullarumdan ayırma beni
Bî günâham
Hak bilür devletlü sultanum baba
Tutalum
iki elüm başdan başa kanda ola
Bu
meseldür söylenür kim kul günâh itse nola
Bâyezid'ün
suçını bağışla kıyma bu kula
Bî günâham
Hak bilür devletlü sultanum baba
Yukarıdaki
manzum mektubu okuyan Sultan'ın feleği şaşar, aklı ile gönlü arasındaki derin
uçurumun başında ağlayan bir oğulun cellâdına yalvarışlarını hisseder yaralı
yüreğinde. Babalık ve cellâtlık arasındaki uçurumun mesafesini ince bir çizgi
haline getiren karar aşamasında geceleri kâbuslarla bölünür uykuları. Ya devlet
başa, ya kuzgun leşe düsturu sultanlıkla pederlik arasında yaşadığı paradokstur
onun için. Nihayet alır eline kalemi, adeta "tut ellerimden baba tut,
Uçurumun kenarındayım...itildim, düştüm düşeceğim" diye inleyen oğlunun
manzum mektubuna mukabil yine bir o kadar ustalıkla verir manzum cevabını.
Ey
dem-a-dem mazhar-ı tugyân u isyânum oğul
Takmayan
boynına hergiz tavk-ı fermânum oğul
Ben kıyar
mıydum sana ey Bâyezid hânum oğul
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Enbiyâ vü
evliyâ ervâh-ı a'zam hakkıçün
Nûh ü
İbrahim ü Mûsi İbn-i Meryem hakkıçün
Hatm-ı
âsâr-ı nübüvvet Fahr-ı Âlem hakkıçün
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Adem adın
itmeyen Mecnûna sahralar durak
Kurb-ı tâatdan
kaçanlar dâima düşer ırak
Tan
degüldür dir isen vâ hasretâ dâd el-firak
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Neş'et-i
Hakdur nübüvvet râm olan olur kerîm
"Lâtekul
üf" kavlini inkâr iden kalur yetîm
Tâata
isyâna alîmdür Hudâvend-i Kerîm
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânım oğul
Rahm u
şefkat zîb-i îmân olduğın bilmez misün
Yâ dem-i
masûmı dökmekden hazer kılmaz mısun
Abdi âzâd
ile Hak dergâhına varmaz mısun
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Hak
reâyâ-yı muti'e râi itmişdür beni
İsterem
mağlûb idem agnama zib-i düşmeni
Hâşâlillah
öldürürsem bî-güneh nâgâh seni
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Tutalum
iki elüm başdan başa kanda ola
Çünki
istiğfâr idersün biz de afv itsek nola
Bâyezidüm
suçını bağışlaram gelsen yola
Bî-günâham
dime bâri tevbe kıl cânum oğul
Okurken
bile insanın içini sızlatan, yüreğini yakan mektubun sonundan da anlaşılacağı
üzere Bayezid'i affetmek istemiş, ancak bilinen sonu engelleyememişti. Tarih
kitaplarında melankolik tabiatlı, şair yaratılışlı iyiliği seven, zeki,
mütevazı ve cesur bir kişi olarak nitelendirilen Bayezid'in, ağabeyi Mustafa'ya
benzeyen hazin sonu, yaşlı babasının kurumuş olan göz pınarlarından süzülemeyen
yaşları içine akıtmasına sebep olmuştu. Şöyle sarılamamıştı tabutuna
Mehmed'ininkine sarıldığı gibi. "Aslanlarım" deyişi Topkapı Sarayının
duvarlarında yansıyamamıştı, ama yüreğinde yankılanıyordu adeta. Duymasını
istiyordu belki de ciğerparesinin.
Ama
nafile.. Çok uzaklarda Sivas vilayetinin surlarının dışındaki Melik-i Acem
türbesine defnedilen civanının ve dünya tatlısı torunlarının öpemedi cansız
yanaklarından ve ellerinden. Son kez sarılamadı tabutlarına doya doya.. Şöyle
kucaklayamadı ölümüne. Ağlayamadı arkalarından. Adını söyleyemedi şöyle bağıra
bağıra. Şöyle bir haykıramadı; "Güle güle oğlum" diye. Bu kadar mı
acı verirdi, bu kadar mı yakardı. Yaktı, kül etti, ama renk vermedi koca
sultan. Acılara tutunarak yaşamayı çoktan öğrenmişti.
kaynak :
os-ar.com