27 Aralık 2014 Cumartesi

ALİ'NİN YEDİ DEĞİRMEN ALTI ÖYKÜSÜ; "YEDİ DEĞİRMEN ALTI, Prof. Dr. Ali Demirsoy"

ALİ'NİN YEDİ DEĞİRMEN ALTI ÖYKÜSÜ
Sayın hocamız Prof. Dr. Ali Demirsoy'un yaşadığı ilginç öykülerden birini anlatan "Ali'nin Yedi Değirmen Altı Öyküsü" adlı yazısını, yeni yıl kutlaması olarak paylaşıyoruz.
Çocuklukta yaşadıklarımızı çoğunluk yaşam boyu unutamayız. Bu nedenle en çok sevdiğimiz, en çok korktuğumuz yer, doğduğumuz yerdir. Çoğunlukla ileri yaşlarda anlam veremediğimiz bazı davranış ve tutkularımızın kökeninin çocukluk çağına kadar geri gittiğini bilemeyiz.
Burada zevkle okuyacağınızı düşündüğüm cinli perili bu öyküyü sizinle paylaşırken, 2015 yılının mutluluk, sağlık, başarı getirmesini ve cin olup insan çarpanlardan esirgenmenizi dilerim.
İyi okumalar… 31.12.2014
YEDİ DEĞİRMEN ALTI
Prof. Dr. Ali Demirsoy
Anadolu’da her nedense her su değirmeninin bulunduğu yer için, çoğu cinlere, perilere ait bir öykü vardır. Bunun nedeni, değirmenlerin genellikle dereler içinde, yerleşim yerlerinden uzak, çoğunlukla saklanmış yerlerde suların aktığı yerlerde kurulmuş olması ve geceleri de sürekli çalışır olmasıdır. Bir diğer neden: Bilindiği gibi su-taş değirmenlerinde buğdayın hazneden düzenli olarak akması için, taş tekerleğin üzerine değen, şak şak adı verilen, taş tekerlek üzerindeki pürüzlerden geçerken sarsılarak buğdayın akmasını sağlayan bir tahta parçasının adından da anlaşıldığı gibi kendine özgü bir ses çıkarması ve özellikle gecenin ilerleyen vakitlerinde, derelerin içinde yansıma yaparak garip bir müzik ahengine dönüşmesidir.
Buğdayını öğütmek isteyenler, çoğunluk değirmende sıraya girerler, bir kısmına doğal olarak gece sıra geldiği için, buğdayını beklerken, çoğunluk değirmenin bir kenarında yere gümülü büyük bir küp ya da taşlarla örülü bir ocağın başına toplanır, derenin sazak denen soğuk havasından korunmak için yakılan ateşin başında toplanarak, kulaktan duydukları masalları, öyküleri ya da başlarından geçen öyküleri biraz da abartarak birbirlerine anlatarak vakit geçirirler. Böylece değirmenler hakkındaki çoğu cinli perili olan öyküler kulaktan kulağa yayılarak, bir zaman sonra, her biri farklı bir mistik alana dönüşmüş yerler olarak bilinmeye başlanır.
Yedi Değirmen Altı Köprüsü (en son fotoğrafı, 1972, Ali Demirsoy)
Değirmenlerden, çalışmadığı zaman ya da özel günlerde çalgı sesleri geldiği, cinlerin buralarda halay çektiği, el ele tutuştukları anlatılır da anlatılır. Oradan yükselen alışılmamış sesler, uğultular, haykırmalar ve zil sesleri özellikle insanı bir çeşit büyüler. Ses ve müzik seslerinin geldiği rivayet edilir. Değirmenden garip ışıkların çıktığı ve ellerinde fenerlerle cinlerin halay çektikleri söylenir. Bunun böyle algılanmasında bazı bilimsel gerçeklerin olduğunu bugün biliyoruz; keşke daha önce en azından ben bunların bilimsel açıklamalarını bilseydim. Çevrede, kesilen, çoğu yer yer çürümüş olan ağaçlar, özellikle dut ağaçları, taşıdıkları bir mantar nedeniyle, nemin ve oksijenin uygun olduğu günlerde ışık salgılarlar. Bu odunlar çoğunluk daha sonra taşınmak üzere ya da değirmede yakılmak üzere değirmenin duvarlarına dayalı olarak yığılır. İçine yığıldığı da olur. Değirmenler genellikle nemin yüksek olduğu yerlerde kurulmuş olduğundan, sıcaklığın yüksek olduğu aylarda, özellikle yazın (ki çoğunluk su kıtlığından dolayı bu aylarda değirmen çalışmaz) bu odun yığınlarının arasından geceleri, karanlıkta, garip ışıklar çıkar. Özellikle de değirmenin içine odunlar yığılmış ise. Bir taraftan çıkan garip ışıklar, bir taraftan değirmenin kullanılmadığı zaman yandan savak denen kısmından akıtılan suyun taşlarda çıkardığı sesler ve değirmen çalışıyorsa, gece durmak ve susmak bilmeyen şak şakın sesi, bir cinler öyküsünün yaratılması için en uygun ortamı oluşturur. Değirmenin hemen yanında bulunan ve bugün ne yazık ki Keban Barajının suları altında kalan köprüde geceleri elinde kızıl fenerleri olan çocukların bir o yana bir bu yana koşuştukları; ancak ellerindeki ışıklardan anlaşıldığı kadarıyla adım atmadan, sadece süzülür gibi hareket ettikleri; bazen durarak dereye doğru “baba huu” diye bağırdıkları, ancak yakınlarına gidildiğinde hiçbir şeyin görülmediği de herkes tarafından bilinir ve anlatılır. Ben de dâhil bu ışıklar çoğu insan tarafından defalarca gözlenmiştir.
Böyle bir değirmen cin ve perilerin uğrak yeri olduğuna göre, bazı dileklerin ve özellikle hastalıkların iyi edilmesi için uygun bir ortam niye olmasın düşüncesi de yaygındır. Halk bu nedenle çeşitli zamanlarda sağlık sorunlarını gidermek için bu yerlerde her biri ayrı ayrı anlatılması gereken birçok eylemin gerçekleşmesini sağlarlar.
Keban Barajı altında kalan cinli Yedi Değirmen Altı (ok, köyümüz ile değirmen arasındaki güzergâh)
Benim babam, böyle bir değirmenin sahibiydi. Yedi değirmenin sırasıyla en alttaki olduğu için, “Yedi Değirmen Altı” olarak Fırat ile iki derenin (Ariki ve Apçağa derelerinin birleşerek) birleştiği yerin tam burnunda kurulmuştu. Bir taraftan vahşi akan Fırat’ın kayalara vurarak çıkardığı sesler, bir taraftan büyük bir eğimle gelen iki derenin taşlara vurarak çıkardığı sesler birbirine karışarak gerçekten insanı iliklerine kadar titretecek bir doğal müziğin ortaya çıkmasını sağlardı. İlkbaharda suların coştuğu zamanlarda bırakın kadınları ve çocukları, kendine güvenen erkeklerin bile geceleri geçmekten ürktükleri bir güzergâh olurdu. Babamın değirmeninin cinli olduğu, orada cinlerin geceleri halay çektiği kasabalıların ve köylülerin hepsi tarafından tartışmasız kabul edilmişti. Çaresiz hastalara (o devirde çoğunlukla incehastalık olarak da tanımlanan veremlilere) Yedi Değirmen altının farelerinin iyi geleceğine inanıldığı için babama âdete yakarırlardı. Babam aydın bir insan olması ve değirmeninin ne olduğunu bildiği için bütün bu istekleri dili döndüğü kadarıyla ret eder ve yapmamaları gerektiğini söylerdi. Ancak, nafile; insanlar yine de arar dururlardı. Keza solucanları da benzer nedenlerle neredeyse tükenmişti. Balık oltasına geçirecek solucan bulamazdık.
Çarktan çıkan suyunun da şifalı olduğuna inanılırdı. Çünkü ambardan (taş borudan) akan su, değirmenin dibinde çarkın bulunduğu “Domuzluk” denen bir alandaki çarkı döndürdükten sonra bir çeşit püskürerek dışarıya çıkardı. Cinlerin özellikle bu domuzluğu mekân tuttukları bu nedenle buradan çıkan suyun şifalı olacağına inanılırdı. Bu nedenle özellikle kadınlar, bazen çocuklarını da yanlarına alarak gündüzleri bu domuzluğa girerek yıkanırlardı. Doğrusu değirmenin sahibinin oğlu olarak çıplak bir kadının nasıl göründüğünü bu domuzluğa giren-çıkan kadınları gözleyerek öğrenmişimdir. Sıtmaya, kansızlığa ve birçok hastalığa bu suyun iyi geldiğine inanılırdı. Değirmenin suyu soğuk olduğu için, bir kısmının domuzluğa girip çıkması bir olurdu ve bir kısmı da örtünmeye bile fırsat bulamazdı. Daha sonra çeneleri titreyerek güneşin altında ısınırlardı.
Bizim değirmenin bulunduğu yer, o yörenin Toplarağzı olarak bilinen, Fırat’ın en hızlı aktığı ve taşlara en güçlü vurduğu yerdeydi. Toplar, aslında yöresel tanımda suyun hızla aktığı, suyun yüksek dalgalar meydana getirdiği, taşların üzerinden yukarıya doğru fışkırdığı yerler olarak bilinir. Bu nedenle Fırat’ın bu bölgesinden çok korkulurdu.
Fırat’ın başka ürkütücü bir yanı daha vardı. Yazları serinlenmek için suya giren gençlerden bir kaçı suda boğulurdu. Bu nedenle aileler Fırat’ı öcü olarak gösterirlerdi. En çok boğulma yazın en sıcak ayı ağustosta olduğu için bu ay en tehlikeli ay olarak bilinirdi. Sadece değirmenin değil Fırat’ın da bir doğaüstü canlısı vardı. Adı halk arasında Alkarısı ya da Şivot olarak biliniyordu. Alkarısı özellikle Vartuvar (eski dillerde ağustos ayı olarak bilinir) ayında geceleri suyun üzerine çıkar ve “ekmeğim var, etim yok” diye bağırarak delikanlıları ve çocukları boğulmak üzere Fırat’a çağırdığına inanılırdı. Alkarısının ayaklarına kadar uzun saçları olduğu, memelerinin sırtına atılacak kadar uzun olduğu, memelerini arkaya atarken çapraz attığı, sağ memesini sol omuzuna, sol memesini sağ omuzuna attığı; memesinin birinden kan ve irin, diğerinden süt geldiğine ve korkunç seslerle gençleri çağırdığına inanılırdı. Böyle bir durumla, Alkarısıyla, karşılaşabilecek biz gençlere, hemen arkasına geçerek doğru memeyi bulup sütünü içmemizi tembihlerlerdi. Eğer kan akan memeye tutunursak ya da bu fırsatı yakalayamazsak Fırat’ın bu hayaletinin kurbanı olacağımız söylenirdi. Yaz gecelerinin sessizliğinde, özellikle yolumuz derelerin içinden ya da Fırat’ın kenarından geçiyorsa, sesi algılamak için pür dikkat kesilir, Alkarısının ya da diğer adıyla Vartuvarın çığlığını duymaya yoğunlaşırdık. Çıkan onca su sesinin arasında, korkuyla karışık olarak çoğunlukla da bu sesi duyar gibi olurduk. Duyar duymaz da tabana kuvvet en yakın ışığın yandığı yere koşardık.
Aslında Alkarısı ve Vartuvar öyküsünün, basit bir uydurma öykü olmadığını, bunun köklerinin çok, ama çok derinlere inen bir mitoloji olduğunu şimdi biliyoruz. Yeri gelmişken bu mitolojiyi de kısaca anlatalım derim. Tanrı, erkek olarak Âdem ve dişi olarak İlet’i aynı zamanda yaratıyor. Daha sonra Âdem, çiftleşmek üzere ona yere yatmasını ve kendine ödünsüz itaat etmesini söyleyince, İlet itiraz ediyor. Âdem, bunun üzerine İlet’i Tanrı’ya şikâyet ediyor. İlet ben her bakımdan erkek ile aynı haklara sahibim, neden onun altına yatacak, onun isteklerine ödünsüz uyacakmışım; böyle adalet olur mu deyince, Tanrı ilk kadın olan İlet’e kızar ve onu yeraltı dünyasına en kötü görevi vererek gönderir. Ona bundan böyle çocukların ve yeni doğanların canını sen alacaksın der. Böylece yer altına sürülen İlet, çeşitli mitolojilerde çeşitli adlarla bu kötü görevi yürüttüğüne inanılır. Bizim toplumda da İlet, albasan, karabasan, alkarısı gibi, yeni doğum yapmış kadınların ciğerini söken, çocuklarını elinden alan, öldüren yaratıklara döndürülmüştür. Bu nedenle doğum sonrası kadınların yaklaşık 40 gün boyunca yanında birilerinin bulunmasına özen gösterilir. Bu albasan ya da alkarısının gerçekmiş gibi anlatılmasında hamile kadınların sanal görüntüleri de önemli rol oynar. Önemli ölçüde kan yitirmiş, zaten iyi beslenmemiş ve hamileliği sırasında da gerekli şekilde beslenmeyen, tansiyonu düşmüş, kan değerleri dibe vurmuş doğum yapmış kadın, bu öyküler ile de büyültülmüş ise, beyin yeterli gücü bulamadığı için, daha önce şekli şemaili tanımlanmış böyle yaratıkları gördüğünü yeminli billahlı söyler. Söyledikleri doğru ve samimidir; ancak sanaldır. Böylece İlet’in asli görevinin yanı sıra, benim kasabamda, ek olarak Alkarısı ya da Vartuvar kimliğine de büründürülmüş ve ona yeni görevler verilmiştir. Bu öykünün yaratılması için de önemli nedenler vardır. Fırat’ta yaşayan su samuru, ağustos ayında kızana gelir ve çiftleşme davranışı göstermeye başlar. Bu dönemde, insan gibi kayaların üzerinde dikilir; çığlık gibi çiftleşme sesleri çıkarır. Ağzının civarındaki uzun bıyıklar muhayyelimizde uzun saçlara ve dikelmiş vücuttaki ön üyeler de uzun memelere dönüştürülür. Bu arada bu mitolojiyi göre Âdem karısız mı kaldı diye düşünebilirsiniz. Tanrı Âdem’e acır ya da anlayışla karşılar. Ancak mitolojiye göre yeniden bir kadın niye yapayım ki, Ademin kaburga kemiğinden yeni bir kadın oluşturayım der ve Havva anamızı yapar.
Bu öyküler ve mitolojilerle büyüdüğüm ve çocukluğumu geçirdiğim bu yörede, bir gün, babam akşam ezanından sonra kasabadan eve geldi ve anama:
- “Değirmencimiz Salim Efendi çok hastaymış, acele bir çorba yap oğlan, Ali onu götürsün” dedi.
Dünya başıma yıkılmıştı, her yere gidebilirdim; ancak cinlerin ve perilerin halay çektiği değirmene gidecek cesaret yoktu. Üstelik ağustos ayıydı ve Alkarısı olacak Vartuvar da beni oralarda bekliyor olmalıydı. Kem küm ettimse de. Babam:
- “Korkuyor musun? Sen delikanlı olacaksın” dedi.
Annem de biraz sitem etti, küçüktür dediyse de fayda etmedi. Onlara bir el feneri (denizci lambası) vermelerini söyledim. Babam:
- “Korkuyor musun ki lamba istiyorsun deyince; yok ayağım takılıp da çorbayı dökmeyeyim” dedim.
- Yatsı namazına doğru bir elimde gazyağlı lamba, bir elimde çorba bakracı yola koyuldum. Korkuyu gidermenin en iyi yolunun yüksek sesle ıslık çalma ya da türkü söylemek olduğunu öğrenmiştim. Köyün içinden geçerken ıslıkla başladığım yolculuğum, en yüksek sesle bir çeşit bağırarak söylenen türkülere dönüşmüştü. Değirmen birkaç kilometre uzaktaydı ve ta diplerde Fırat ile derelerin birleşme noktasındaydı. Arada da tek bir Allah’ın kulu yoktu. Önce önüme bir fare atladı, çok korktum; yapabileceğim tek şey daha yüksek sesle türkü söylemek oldu. Daha sonra bir yılan çıktı, biraz geri kaçtım; ama babama geri geldim diyemezdim; yola devam ettim. Sonunda önüme hop diye bir tavşan zıpladı. Zıplamaktan ayaklarım yerden kesilmişti. Ancak çorbayı dökmemiştim. Dereye doğru indikçe baykuşların “Hu hu” sesleri gelmeye başladı. Bizde birileri ölmeden önce baykuşun bunu haber vereceğine inanılırdı. Ben de bunu kendim için yorumladım. Galiba değirmene ulaşmadan yolun sonuna geliyorum diye düşündüm. Ancak yine de bir umudum vardı ve o umut bana güç veriyordu. Değirmende Salim Amca vardı ve ben ona ulaşınca bir insanla birlikte olacağım için oradaki cin ve perilerle karşılaşmayacaktım, zil seslerini duymayacaktım. Yoldaki hayvanlara karşı kendimi şu ya da bu şekilde koruyabilirdim; ancak cin ve peri ile hiç deneyimim olmamıştı. Cin başı beni beğenmezse ne yapacaktım. Neyse ki Salim Amca vardı.
Değirmenin önüne geldim, bütün gücümle Salim Amca, Salim amca diye bağırdım. Bütün gücümle bağırıyordum (ya da öyle sanıyordum). İçeriden ses seda çıkmadı, bir daha o andaki en yüksek gücümle Salim Amca, Salim Amca diye bağırdım ses çıkmadı. Bütün umutlarım ve dayanaklarım yıkılmıştı. O ne! Değirmenin koyu, kalın ve heyula kapısında büyük bir sırık duruyordu. Ancak sırık yemyeşildi. Daha önce biliyordum cinler, periler, uhrevi işler yeşille yapılıyordu. Caminin bilmem ne örtüsü, tabutun üzerine örtülen örtü, başa geçirilen takkelerin rengi, dini simgeler hep yeşildi. Cinler, periler ve öbür dünyanın taifesi yeşile meraklıydı. Bu yeşil sopa da onların olmalıydı, Bu arada Fırat’tan gelen vartuvarın alkarısının sesini duyar gibi olunca, bir elimde fener, bir elimde çorba, ulaşabildiğim en büyük hızımla köye doğru koşmaya başladım Birkaç yüz metre gitmemiştim ki, bir el sıkıca koluma yapıştı.
- “Oğlum nereye koşuyorsun?” Dedi.
Kolumu tutan babamdı. Belli ki anam babamı sıkıştırmıştı. Çünkü henüz 6-7 yaşındaydım.
- Baba Salim amca yoktu da ondan.
Babamla birlikte değirmenin kapısının önüne geldik. Bu sefer babam Salim, Salim diye bağırdı (belli ki korkudan benim sesim çıkmamıştı). Kapı açıldı; uzun donuyla bembeyaz Salim Amca dışarıya çıktı. Ancak gözüm hala o sırıktaydı. Cinler onu götürmemişti; orada duruyordu. Sırığı elime aldım. Salim Amca: - “Bugün, yukarıdaki Vakıf Bahçesinden bu sırıkla yonca taşıdılar onun için yemyeşil olmuş, elini sürme kirlenir” dedi.
- Prof. Dr. Ali Demirsoy
*** Değerli Kardeşim;
Çeşitli çalkantılar içinde bunalmış olan bizlerin, zaman zaman eskiye uzanan ve çoğu bir kısmımız tarafından yaşanmış öykülerle rahatlatılması gerektiğini düşünüyorum. Bir dönemin yaşam tarzını, dünyaya bakışını, sanılarını, korkularını özetleyen tarafımdan yaşanmış bir öykümü sizinle paylaşmak istedim. İlgiyle okuyacağınızı düşünüyorum… Saygılarımla,

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder