29 Ocak 2018 Pazartesi

Suriye ve “Büyük Ortadoğu Projesi” "Konuralp ERCİLÂSUN" & Milli Düşünce Merkezi

Suriye ve “Büyük Ortadoğu Projesi”
Konuralp ERCİLÂSUN & Milli Düşünce Merkezi

Bugün ABD, artık açık açık Suriye’yi bölme ve oradan Türkiye’yi hedefleme stratejisine geçmiştir. Daha önce de bu stratejisi vardı, bugünün farkı artık görmeyen gözlerce de bu stratejinin görülmüş olmasıdır. Birkaç yıldır türlü siyasi kisve ve örtülü imalardan sonra, artık IŞİD bitse de çekilmeyeceğini ilan etmek ve sözde kuzey ordusu kurmak gibi garip manevralarla ABD yönetimi kartları açık oynamaya başlamıştır. Peki, bugüne nasıl gelindi? Bu yazının amacı biraz hafıza tazelemesi yapmaktır.

Irak Savaşı veya İkinci Körfez Savaşı
Dünya 1991’den itibaren yeni bir süreçten geçmektedir. Bu süreç dünyada yerleşik düzenin bozulduğu ve yenisini oturtmak için hamleler yapıldığı bir karmaşa dönemidir. Bu sürecin ilk on yılında ABD artık dünyanın tek kutuplu olduğunu savunurken, Çin gibi o zamanın bölgesel güçleri çok kutuplu bir dünya olması gerektiğinin propagandasını yapıyorlardı. 2001’den sonra ise ABD, dünyanın tek kutupluluğunu fiilen göstermek istedi ve ilk zamanlarda başarılı da oluyor gibiydi.

2003’te Irak savaşı ve ardından gelen renkli devrimler ise süreci ABD açısından tersine çevirdi. Artık ABD’nin tek kutup olamayacağı anlaşılmıştır. Belki de bunu bir tek anlamayan ülke ABD’nin kendisidir.

Bu kısa küresel çerçeve ışığı altında Irak Savaşı ve sonrası, süreci yeniden hatırlamak gerekmektedir. Bilindiği üzere Birinci Körfez Savaşı’nda ABD, küresel bir ittifak aramış, BM kararlarına dayanmış ve Irak’a karşı uluslararası hukuka uygun bir savaş vermişti. Aynısı ikiz kuleler saldırısı sonrası Afganistan için de gerçekleşti. Ancak bunlardan güç ve cesaret alan ABD yönetimi, İkinci Körfez Savaşı için bu sefer uluslararası meşruiyeti beklemedi. “Kimyasal silahlar” ve benzeri asılsız iddialarla Irak’a girdi. Televizyonlardan seyredilen harekat 20 gün gibi kısa bir sürede Bağdat’a ulaştı ve ABD kısa sürede zaferini ilan etti.

“Büyük Ortadoğu Projesi”
Irak’taki hızlı askerî zaferin rüzgarıyla ABD, bir yıl geçmeden “Büyük Ortadoğu Projesi” adını verdiği projeyi ilan etti. Bu projeyle bölgeye demokrasi ve barış geleceğini iddia eden dönemin ABD Dışişleri Bakanı’na göre bölge halkı umutsuzca ABD’nin onları özgürleştirmesini bekliyordu. Buradaki “bölge halkı”, Iraklılar değil bölgeyi oluşturan ülkelerin halklarıydı. O dönemki ABD yönetimini oluşturanların yazılarını ve sözlerini bugün yeniden okuyunca ya bir hayal dünyasında yaşadıklarını ya da başka bir planı güzel ve alımlı sözlerle sakladıklarını anlamak daha da mümkün [1]. 2006’da ise İtalya’daki NATO toplantısında ortaya çıkan ve bugün meşhur olan bir harita, Türk subaylarının tepkisini çekmiş; ABD her zamanki gibi bu haritanın resmî görüşünü yansıtmadığını söylemişti. Ancak bir yandan da aynı vakitlerde hükümetimiz, Türkiye olarak “Büyük Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olmakla övünüyordu.

Proje, Irak’ta başlamıştı ve oradan devam edecekti. Irak savaşından sonraki yeniden yapılanma sürecinde (veya yıkımı katmerlendirme mi demek lazım?) ABD, Saddam’ı devirmekte işbirliği yaptığı Barzani ve Talabani’yi kendine yakın müttefik olarak ödüllendirdi. Birisi Irak’ın cumhurbaşkanı yapılmak suretiyle bölgede ikisinin tekrar bir çekişmeye girmesinin de önüne geçilmiş oluyordu. Böylece kuzey bölgeleri Barzani’ye kalmış ve Barzani de bu şansını iyi kullanarak Talabani’nin nüfuzunu epeyce geriletmişti.

Irak’ın kuzeyi ve oradaki üslenmeler
O sıralar Türk kamuoyunda PJAK adı duyulmaya başlamıştı. Türkiye’de artık terör faaliyetleri neredeyse durmuş, 1990-2000 arasındaki mücadeleyle PKK, büyük ölçüde bertaraf edilmişti. PJAK ise PKK’nın İran kolu olarak biliniyordu ve açıkça ABD tarafından silahlandırılarak İran’a karşı kullanılmaya çalışılıyordu. Dönemin bazı gazeteleri, Barzani bölgesindeki ABD destekli bu yapılanmayı yazıyor ve Irak koalisyonu içerisinde yer almamızın dolaylı olarak bu örgüte destek anlamına gelip gelmediğini sorguluyordu.

Tabii gerek Barzani’nin hakimiyetini sağlamlaştırması için gerek ABD’nin elini kolunu sallayarak hareket edebilmesi için ve gerekse PJAK faaliyetleri için bölgedeki etkili güç olan Türkiye’nin geriletilmesi gerekiyordu. Bu geriletme önce 2003-2005 döneminde Irak’ta gerçekleşti. Askerî geriletme Süleymaniye’de çuval olayıyla, siyasi ve psikolojik geriletme de Kerkük’te tapu kayıtlarının yakılması ve Telafer’in bombalanmasıyla yerine getirildi.

Gerilemenin İç Yansımaları
Dönemin tecrübesiz hükümetinin bunlara karşı sessiz kalması ve diplomaside çok kullanılan bir yöntem olan nota vermekten dahi imtina etmesi Türkiye aleyhinde plan yapanları cesaretlendirdi. Bir yandan PJAK ile İran’ı baskı altına almaya çalışan ABD, diğer yandan Türkiye için farklı yöntemler geliştirmeliydi. PJAK’ın Türkiye’deki ağabeyi olan PKK yöntemi on beş yıl boyunca denenmiş ve başarısız olmuştu, bu sebeple PKK’yı yeniden kullanmak için yeni yollar bulunmalıydı.

Bu süreçte 1980’lerin sonundan itibaren ABD ve Avrupa ülkeleri tarafından seslendirilen ülkemizde askerî vesayet(!) olduğu ve bunun geriletilmesi gerektiği konusu üzerinden gidilmesine karar verildiği anlaşılıyor. Gerek AB sürecinin etkisi gerekse yine dönemin hükümetinin askeri kendisine rakip görmesi sonucu ABD-AB-hükümet-FETÖ ittifakı oluşarak kumpas süreci başlatıldı. Türkiye aleyhine bir sonuç alınabilmesi için öncelikle temelinde askerlik olan Türk halkının ordusuyla arasının açılması gerekiyordu.

Kumpas sürecinde yeterli derecede ilerlediğini düşünenler bu sefer önce 2009’da sözde açılım başlattılar. Halktan gelen büyük tepki sonucu bu süreçten vazgeçmek zorunda kalan devrin egemenleri, bunu daha sonra denemek üzere süreci unutturmaya çalıştı. Bu arada ordu üzerinde operasyonlara da devam ediliyordu ve 2010 başında ikinci kumpas süreci başladı. Bu ikinci süreçle birlikte Türk ordusundan daha da büyük ölçüde vatansever subaylar tasfiye edildi ve ordudaki birçok rütbe FETÖ’nün eline geçti.

Yeni Bir Dış Gelişme: “Arap Baharı”
İçeride ikinci kumpas bütün hızıyla devam ederken aynı yılın sonunda “Arap Baharı” başladı ve her ne hikmetse artık o tarihe kadar bir miktar tecrübe kazanmış olması gereken hükümetimiz, bütün hızıyla bu hareketin ortasına daldı. Arap ülkelerinde sokaklar karışırken aktif tavır alıyor ve bölge hükümetlerine karşı üst perdeden öğütler veriyordu. NATO’nun Libya’da ne işi var dedikten hemen bir hafta sonra NATO’nun Libya halkına yardım için orada bulunması gerektiğini hepimize izah ediyordu. Özellikle Libya ve Mısır’ın iç mücadelesinde taraf oluyordu.

2011’de ise sözde bahar Suriye’ye sıçradı. Bu sefer diğer Arap ülkelerine olduğundan daha büyük bir hevesle bu işin içine dalındı. Suriye’de yönetimin birkaç hafta içinde çökeceği, Emevi camiinde namaz kılınacağı konuşuluyordu. Peki bu kadar aktif bir şekilde devrilmek istenen Suriye lideri ile daha önceki ilişkimiz neydi?

Aslında Suriye’yle 1998’den itibaren yeni bir süreç başlamıştı. Türkiye’nin baskısıyla Suriye, terör örgütü elebaşını topraklarından çıkarmış ve yavaş yavaş iki ülke birbirine yakınlaşmaya başlamıştı. Bu yakınlaşma yıllar içinde giderek arttı ve 2009’da iki ülke ortak bakanlar kurulu toplama seviyesine dahi geldi. İki ülkenin hükümetleri ve halkı birbirine yaklaştı, sınır bölgeleri canlandı. Bu süreç, sadece bölgede değil, dünyada da örnek bir ilişki olmaya aday bir şekilde ilerliyordu. Sözde bahar işte bu süreci tersine çevirmiş oldu.

Soğuk Savaş’ın Unutulan Söylemleri: İçişlerine Karışmama ve Toprak Bütünlüğü
2003 Irak savaşından sonra özellikle ABD tarafından üç parçalı Irak’tan söz edilmeye başlanmış ve fiilen Irak, iki parçalı bir hâle getirilmişti. Savaşla ülkelerin içişlerine karışmama prensibinden, iki parçayla da toprak bütünlüğü prensibinden dünyanın egemen gücünün vazgeçtiği anlaşılıyordu. Burada da gidişat doğru okunamadı ve hükümetimiz uzun süre Irak’taki merkezkaç kuvvetlerden yana oldu. Hükümet, bu yolla Türkiye’nin Irak’ta söz sahibi olduğunu savunurken, aslında Barzani ülkemizin güneydoğusunda büyük bir etki kazanıyordu.

Bir yanda Irak’ı parçalamaya doğru giden süreç ilerlerken, diğer yanda Suriye’nin içi karışmış, birkaç haftada düşeceği söylenen Suriye yönetimi dirençli çıkmış ve olay iç savaşa dönüşmüştü. Dünyanın belli başlı bütün devletleri Suriye’ye müdahil oldu. Bu aşamada belki de ülkemiz tarafından bütün dünyaya karşı yüksek perdeden seslendirilmesi gereken içişlere karışmama ve toprak bütünlüğü söylemleri unutuldu ve tam tersine hareket edildi.

İkinci Açılım
Diğer yandan Türk halkının kıvamına geldiği düşünülerek 2013’te ikinci açılım süreci başlatıldı. Ordu geriletilmiş, halk orduya karşı soğutulmuş ve yeniden azan terörle korkutulmuş, basın-yayın kuruluşları zapturapt altına alınmıştı. İkinci süreç, böyle bir ortamda ne kadar hayırlı sonuçlara vesile olacağı bombardımanı ile büyük bir hızla başladı ve ilerledi. Bu sefer sessiz gibi görünen ve daha cılız tepkiler veren halkın, esasında süreci benimsemediği ama kendini de ifade edecek yollar bulamadığı 300 aydının imzaladığı “Türk Milletine Çağrı” bildirisi ile belli oldu. Buna rağmen hükümet, muhtemelen dünyanın egemen güçlerinin baskısıyla, açılımı büyük bir hızla ve kararlılıkla devam ettirdi. Sürece karşı çıkanlar ağır hakaretler edilerek savaş istemekle suçlandılar. PKK terör örgütü artık terör eylemi yapmasına gerek kalmadan güneydoğuda büyük bir etkinliğe sahip oldu.

Suriye İç Savaşı
Türkiye’de eylemsiz bir şekilde isteklerini elde etmeye başlayan PKK, bütün gücünü Suriye iç savaşına kaydırdı ve orada PYD adındaki örgütünü kurdu. Suriye iç savaşında IŞİD terör örgütü çıkmış, uyguladığı vahşi yöntemlerle Avrupa ve ABD’nin Suriye’ye daha çok müdahil olmasına zemin hazırlamıştı. IŞİD’in yabancı savaşçıları ise zaten bu örgütün bu müdahaleyi hazırlamak için kurulduğunun bir sembolüydü. Hükümetimiz burada da süreci zamanında ve doğru okuyamadı. Suriye yakınlaşmasıyla açılmış olan sınır, Suriye yönetimine karşı konumlanmamızla kapatılması gerekirken; sanki eskisi gibi sınırsız, açık olmaya devam etti. Bir yandan iç savaşın dehşetinden kaçan Suriyeliler ülkemize kayıtsız bir şekilde giriyorlar; diğer yandan Avrupa ve ABD uyruklu yabancı savaşçılar Suriye’ye geçiyorlardı. Sınırın sanki Almanya-Avusturya sınırıymış gibi açık olması her iki yöne geçişin kontrol edilememesi sonucuna yol açıyordu ve bu durum birkaç yıl boyu devam etti.

IŞİD vahşeti, Irak’a da taşarak devam ederken kuzeyde çok küçük bir bölgeden başlayan PKK’nın Suriye kolu PYD, adım adım yeni topraklar ele geçirerek burada etnik temizlik yapmaya başladı. PKK Suriye’de savaşla ilerlerken Türkiye’de barış ve açılım söylemleri ile saha ve zemin kazanıyordu. Böylece açılım süreci, PKK’nın bütün gücüyle Suriye Savaşı’na yüklenmesine imkan tanıyan bir altyapı oluşturuyordu.

Türkiye’ye Etkiler
Topraklarını genişleten iki terör örgütü, sadece Suriye’de karşı karşıya gelmediler; hem aralarındaki savaşı Türkiye’ye taşıdılar hem de Türkiye’ye karşı terör hareketlerini başlattılar. Bu görüntü, Batı’dan yönetilen her iki terör örgütünün Suriye’deki oyunu Türkiye’de de uygulamaya çalıştığının göstergesiydi. Ülkemizde yoğunlaşan terör hareketleri ve ardarda patlayan bombalar 2015’te yoğunlaştı ve 2016’da artık ülkeyi Suriyeleştireceği düşünülen 15 Temmuz darbe girişimi oldu. Görüldüğü gibi 2003’ten beri bütün olaylar adım adım gelişti ve bugünlere gelindi.

2013-2015 arası ağırlığını Türk halkına karşı “İmralı”dan ve HDP’den yana koymuş olan hükümet, 2015’ten itibaren önce içeride yeniden terörle mücadeleye başladı. İki yıl içerisinde terör örgütü silah atmadan büyük bir zemin kazandığı için bu seferki mücadele çok zorlu bir süreç oldu ve çok şehit verildi.

Darbe girişiminden sonra ise hükümet, ikinci adımı dışarıda temizliğe doğru attı ve Fırat Kalkanı Harekatı’nı başlattı. Böylece Suriye’nin kuzeyinde oluşmakta olan terör koridorunu engellemeye yönelik bir adım atılmış oldu. Fırat Kalkanı, hem askerî hem de diplomatik bir başarıydı. Bu başarıyla başlayan süreç, düşe kalka da olsa ilerlerken bir yandan da turnusol kağıdı oldu. O güne kadar imalar yoluyla PYD-YPG’yi destekleyen ABD, bu harekatla birlikte söylemini giderek daha açık etti ve bugünlere, sözde ordu kurmalara kadar gelindi.

Günümüzde Durum ve Aklın Yolu
Hükümet, Rusya ve İran ile birlikte Suriye’de inisiyatif alırken iç savaşın da bir ölçüde durağanlaşmasında pay sahibi oldu. Ancak hem Rusya’nın hem de İran’ın, tıpkı ABD gibi kendilerine göre planları var ve bu planların Türkiye’nin çıkarlarıyla tam örtüşmediği de bir gerçek. Bugün ABD karşımızda konuşlanmayı, Rusya ve İran ise yakınımızda yer almayı seçti. Ancak Rusya da ABD’ye göre daha geri plandaki söylemlerle de olsa PYD-YPG yapılanmasına Afrin üzerinden destek vermeye devam ediyor.

“Büyük Ortadoğu Projesi” ilk ortaya çıktığı yıllarda Irak ve İran’ı açıkça, Suriye’yi örtülü olarak ve Türkiye’yi gören gözler için belli olacak bir şekilde hedef almıştı. Irak’ta süreç sekteye uğradı ve merkezkaç kuvvetler zayıfladı. Suriye’de süreç durakladı ancak henüz Irak’taki duruma gelinemedi.

Gelinen bu noktada unutulan diplomatik söylemler tekrar hatırlanmalı ve hatırlatılmalıdır. Hükümetimiz, ara sıra toprak bütünlüğü açıklamaları yapsa da bunlar yeteri kadar sık ve gür değildir. En son 30.000 kişilik ordu meselesinde Rusya toprak bütünlüğü vurgusu, Suriye hain vurgusu, Türkiye ise teröre destek olunmaması gerektiği vurgusu yapmıştır. Üç vurgu da doğrudur ancak Türkiye açısından bunlardan diplomatik anlamda en etkili olabilecek olan terörle mücadelenin yanında toprak bütünlüğü vurgusunu daha güçlü bir ses ile ifade etmektir.

[1] Bugün için çok hayalci kaçan söz konusu görüşler için Rice’ın bakanlık sırasındaki basın toplantısına veya bakan olmadan önce yazdığı yazısına bakılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder