BURSA’NIN BİR 'PAŞA'SI VARDI
ERTUĞRUL MAT
Bursa’nın yetiştirdiği en iyi haber
gazetecilerinden biri olan rahmetli Hüseyin Kuşku, Tercüman Gazetesi’nin Bursa
temsilcisiydi. Tercüman Gazetesi o zaman, Hürriyet’le ölümüne bir tiraj
yarışına girmiş ve bugün gazetelerin vazgeçilmezi haline gelmiş bulunan magazin
ilâvelerinin ilki olan ‘İnci’yi çıkarmaya karar vermişti.
Hüseyin Kuşku’dan İnci’nin ilk nüshası
için Zeki Müren’le Uludağ’da karlar üzerinde bir röportaj yapması istenmişti.
Hüseyin için, hiçbir haber ulaşılmaz,
hiçbir insan konuşulmaz değildi.
Üstelik Zeki Müren de çocukluk
arkadaşıydı.
Hemen randevuyu ayarladı. Uludağ’da
karlar üzerinde nefis fotoğraflar alındı.
Müthiş bir röportaj hazırladı.
MİHRACE’NİN YERİ
Röportaj bitince, Zeki Müren de, Hüseyin
Kuşku da tatlı bir yorgunluk içinde, otelde güzel bir akşam yemeği yediler.
Sonra da Küçük Yazıcı Otel’in hemen yakınında briketlerden inşa edilmiş ve
meşhur Foto Mihrace tarafından kurulan ‘Mihrace’nin Yeri’ adlı tavernaya
gitmeye karar verdiler. Burası Uludağ sosyetesinin vazgeçemediği bir yerdi.
O zamanların Kulüp rakısı gibi, Kulüp
marka çok meşhur bir şarabı vardı. Bu şarap Mihrace’nin Yeri’nde, büyük bakır
bir tencereye boşaltılır kaynatılır, üstüne de tarçın ekilerek ikram edilirdi.
Uludağ’ın gece ayazında üşüyenler bu terkipte müthiş bir lezzet bulurlardı.
MÜREN KAPIDAN GİRİNCE…
Gece yarısına az bir zaman kalmıştı.
Hüseyin Kuşku ile Zeki Müren, kapıdan
adımlarını atmışlardı. Zeki Müren kapıda görününce, müzik susmuş, dans edenler
durup kapıya yüzlerini çevirmişlerdi. Sinek uçsa duyulacak gibiydi.
Birdenbire sessizliği Bursa’nın ‘Piç C.’
lâkaplı meşhur avukatlarından C.D.’in gür sesi bozdu.
“Kuşku! Pipin sağ olsun…”
O yarı sarhoş, eğlencenin doruğuna çıkmış
toplulukta bile buz gibi bir hava hasıl oldu.
Hüseyin Kuşku, yarı şaşkın, yarı öfkeli…
Sağ elini yumruk yapıp ağzına sokmuş
ısırıyor, kalp çarpışlarını bastırmaya çalışıyordu.
GÜLMEKTEN YERE SERİLDİLER
Zeki Müren’in sesi sessizliği bozdu:
“Üzülme Hüseyin Bey! Senelerdir
Zekiciğinin poposu milletin ağzındaydı, bu akşamsa senin pipin beyefendinin
ağzında…”
Bu sözleri tabii ki şuh bir kahkaha takip
etmişti.
İçerde bulunanların bir kısmı alkışlıyor,
bir kısmı gülmekten yerlere seriliyordu…
Hiçbir şey olmamış gibi onlar da alkışlar
eşliğinde tavernanın kalabalığı arasına katıldılar. Bir masaya ilişip, tarçınlı
sıcak şaraplarını yudumladılar.
Paşa da, Kuşku da, avukat da hakkın
rahmetine kavuştular.
Mekânları cennet olsun…
Zeki Müren’in Ankara Köşk
Gazinosu’nda misafirleri
Bursa’da avukatlık yaptığım zamanlarda,
Ahmet Cenkçiler, Bedri Elibollar, Hüseyin Kuşkular ve Bursa Cumhuriyet Savcısı
Turhan Olgaçlarla çok samimiydik.
Sık sık ailece bir araya gelir, bazen de
cumartesi akşamları, eşlerimizle birlikte Gemlik’e, o zaman deniz
kenarında olan Tibel Oteli’nin lokantasına gider eğlenirdik.
Turhan Bey’in karısı Sevim Hanım, Zeki
Müren’in teyzesinin kızıydı ve Zeki Bey tek akrabası olan Sevim Hanım’ı çok
severdi. İstanbul, Ankara veya İzmir’de sahneye çıktığı zaman, Sevim Hanım’la
eşi Turhan Bey’i, sahne aldığı şehre davet eder, onları bir otelde misafir
eder, akşamları da sahnenin en önünde kurdurduğu bir masada ağırlardı.
MİSAFİRİN MİSAFİRİ OLMAZ
Ben milletvekili olup, Ankara’ya
yerleştikten kısa bir müddet sonra, bir gün Bedri telefon etti. Turhan
Bey’le beraberdiler. “Zeki Bey, Sevim Hanım’la Turhan Bey ’i Ankara’ya
davet etmiş, yarın benim arabayla ve hanımlarla Ankara’ya geliyoruz. Yarın
akşam kimseye söz verme, hep beraber Zeki Bey’i dinlemeye gideceğiz”
diyorlardı.
“Bedri” dedim. “Misafirin misafiri olmaz.
Ama yarın ben Köşk Gazinosu’na telefon eder, şefle konuşur, sizin masaya bitişikmiş
gibi iki kişilik bir masa koydurur, aynı masadaymış gibi eğleniriz” demiştim
ama şef Zeki Bey’e söyleyince, “Olur mu öyle şey?” demiş, mecburen aynı masada
oturmuş, müthiş de eğlenmiştik.
Program bittikten, salon boşaldıktan
sonra, “Zeki Bey’i tebrike gidelim” dedik. Soyunma odasında, Zeki Bey,
ayaklarını altına almış, bir divanda oturuyordu. Sırtında bir de bornoz vardı.
Sahne yorgunluğunu ve terini atıyordu.
Ben Zeki Bey’le tanışmamıştım ama Zeki
Bey, zaman zaman ufak tefek kaçamak için Uludağ’a çıkan Bedri’yi tanıyordu.
Sevim Hanım’la Turhan Bey ’in,
Zeki Müren’i tebrik edip sarılıp öpüşmelerinden sonra, Bedri bir hamle yapıp
çok zarif bir şekilde bir erkeğin elini sıkmakla, bir bayanın elini öpmek
arasında bir pozisyonla eğildi ve Zeki Bey’in kulağına usulca, “Yanımdaki
karım” dedi.
Zeki Bey hafifçe gülümsedi.
NE BENSİZ NE BENİMLE…
Sonra, Sevim Hanım beni ve eşimi “Bursa
Milletvekili Ertuğrul Mat ve eşi Fatma hanım” diyerek takdim etti.
Ben hem uykusuzluğa hem de içkiye pek
dayanamam.
Kim bilir yüzüm ve bakışlarım nasıldı ki,
Zeki Bey birdenbire, “Ay! Ne de yakışıklıymış, beyefendi o ne şehvetli bakış
öyle?” demez mi?
Bende ne içkinin ne de uykusuzluğun
tesiri kalmazken, hanımın kaşları çatılmıştı.
Zeki Bey, sonra Bedri’yi göstererek,
Neş’e Hanım’a “Ah hanımefendi!.. Bu da ne çapkındır bir bilseniz?” diye ilave
etmez mi?
Sevim Hanım, Turhan Bey dahil hepimiz
şaşırıp irkilmiştik.
Sonra Zeki Bey, şuh bir kahkaha atarak,
“Üzülmeyin hanımefendiler, şaka şaka… Biz böyle kotarır, sonra da eşlerine
teslim ederiz” dedi.
Tabii biz güler gibi, hanımlar tebessüm
eder gibi yaptılar.
Eve gelince, rahmetli eşim, “Ertuğrul,
bensiz Zeki Müren’e gidemezdin, bundan sonra benle de gidemezsin” deyip
kestirip attı.
Turizm Bakanı, Erol Simavi ile Zeki
Müren’i dinlemeye gidince
Ahmet İhsan Bey Turizm Bakanı’yken,
Tıbbiye’den sınıf arkadaşı ve o günlerin çok popüler ismi olan Prof. Cihat
Abaoğlu bir gün telefon edip, “Ankara’da, Büyük Ankara Oteli’ndeyim. Uğra da
hem kahve içer hem de eski günleri yâd ederiz” deyince, Ahmet Bey de, Köşk
Gazinosu’nda Zeki Müren’e gitmeyi teklif eder. Mutabık kalırlar.
Ahmet Bey otele geldiğinde Cihat Hoca,
Erol Simavi’yle kahve içmektedir. Oturunca ona da kahve söylerler, kahve gelene
kadar, gruba katılanlar artmış, sonra da hep beraber kalkıp gazinoya
gidilmişti. Hep beraber masaya oturulurken, Ahmet Bey kafadan bir hesap yapmış
ve “Maaşın yarısı gitti” diye düşünmüş.
GELSİN ÇİÇEKLER GİTSİN ISTAKOZLAR
Bununla kalsa iyi de, daha masaya oturur
oturmaz garsonlar üşüşmüş, herkesin önüne bir şişe viski konulmuş, masaya
karidesler, havyarlar, ıstakozlar birbiri ardına sıralanmıştı.
Çile bitmemiş, program başlayınca, her
çıkan sanatçıya masadan muhteşem bir çiçek de gitmeye başlamış. Hele, alt
kadrodan hanım bir sanatçı sahneye çıkınca Erol Bey’in şef garsonu çağırıp, “Bu
hanımın sesi güzel ama tuvaleti kötü, yarın Faize’ye gitsin, kendisine bir
tuvalet alsın” deyince, Ahmet Bey, bunu ne bir aylık, ne bir yıllık, ne de bir
dönemlik maaş karşılar diye hesap etmiş, dünyası kararmış. Boğazı düğümlenmiş,
artık ne bir parça mezenin ne de bir yudum rakının tadı kalmıştı.
SİMAVİ’DEN BAŞKASI HESAP VEREMEZ
Zeki Müren çıkınca, Ahmet Bey için
kıyamet kopmuştur. Masada bulunanların her biri için sahneye çelenkler sıralanınca,
ne şarkı ne alkış, ne neşe, ne de Zeki Müren vardır artık. Program bitince, son
bir gayretle doğrulup, hesabı isteyince, şef garson kulağına doğru eğilip,
“Erol Bey’in bulunduğu masada başkası hesap veremez” deyince, Ahmet Bey, “Ulan
eşşoğlueşşek! Bunu baştan söylesene… Bütün gece lokmalar boğazıma dizilip
durdu” diye bağırmış ve tabii ki masadakiler gülmekten yere yatmışlardı.
Merhum Kırımlı bu anısını anlatınca, “Ah
benim sevgili abim, senden sonra gelenler, öyle bir masada, hesap vermeyi düşünüp,
hiç terlerler miydi?” demiştim. Mekânı cennet olsun.
Not: Bu yazıyı hatırlarken, Sayın Mehmet
Çuhadar’ın fotoğraf ve hatıralarından istifade ettim. Kendilerine teşekkür
ederim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder