RÖPORTAJ: BEŞ YÜZ YILLIK ‘MİSAFİRLİK’!: "TÜRKİYE YAHUDİLERİNİN DÜNÜ,
BUGÜNÜ, YARINI…"
“Yahudiler güvensizliği öğrendiler ve bu devlete bir daha
güvenmemeyi de öğrendiler. Bugün Yahudi toplumunun maruz kaldığı
anti-semitizmde de ve susmasında da bunun cevabını buluruz”
Türkiye ‘toplumu’ yine yüzleşmediği bir tramvayı ‘geride’
bıraktı. Daha giriş cümlesinde iki anahtar kelimeyi tırnak içerisinde aldım.
Zira ‘geçmişiyle’ yüzleşememiş, ortak hafızası oluşmamış insan
birlikteliğini toplum olarak adlandırmak anlamsız. Öte yandan özür dilemeden,
geçmişle yüzleşmeden de yaşananlar “geride” bırakılmıyor. Anti-semit söylemin
Türkiye örneğinde görüldüğü üzere her fırsatta tekrar tekrar yüzümüze çarpıyor.
Hayat ne güzel şuursuz olunca!
1934’ün 21 Haziran- 4 Temmuz’unda, Trakya’da sadece
inançları farklı olduğu için, sayıları da hiç önemli değil, Türkiye
Cumhuriyeti’nin binlerce yurttaşı yerlerinden edildi. Literatürde Trakya
Pogromu olarak anılan, Türkiye Yahudilerini hedef alan olayları, sene-i
devriyesinde, hafızanın nesilden nesile devredilmiş haliyle bir bilenle
konuşmak istedim. Bu yüzden anti-semitizme karşı bir platform olarak faaliyet
gösteren Avlaremoz’a başvurdum. Avlaremoz da beni Işıl Demirel ile buluşturdu.
Işıl Demirel ile yaptığım röportaj sırasıyla, Trakya Pogromu, Türkiye’de
anti-semitizm ve Avlaremoz’un faaliyetleri başlığı altında üç bölümde
yayınlanacak.
Işıl Demirel, Gezi ‘olayları’ sonrası ‘sendikal örgütlenme
ve siyasal hareketlenme’ nedeniyle işten atılan eski bir akademisyen.
Antropolog olan Demirel yaklaşık bir senedir Sivil ve Ekolojik
Haklar Derneği’nde (SEHAK)
ve iki senedir Avlaremoz’un
içinde yer alıyor. Anne tarafından da Yahudi olan Işıl Demirel ile, Türkiye
Yahudilerinin dününü, bugününü ve yarınını konuştuk…
Sizi tanıyalım öncelikle..
1934 Trakya göçmeni bir ailenin kızıyım. 1934’te altı aylık
bir bebekken annemin ailesi Gelibolu’dan İstanbul’da göç ediyor. Yüksek lisans
tezimi o hikâyeyi keşfettikten sonra hikâyenin izini sürmek için yapmaya
çalıştım. Ama sadece 1934 çıkmadı o hikâyeden; Varlık Vergisi çıktı, Trakya
olayları çıktı, 6-7 Eylül de çıktı, İsrail’in kuruluşu da çıktı, vatandaşlık
çırpınışları gibi pek çok şey çıktı. Sözlü tarih yaptım ama asıl amacım 1934’te
ne olduğunu ortaya çıkarmaktı.
Trakya Pogromu’ndan söz edelim. 1934’te neler yaşandı?
Işıl Demirel
Şimdi biraz tarihçilik yapayım. Hikâye 1934’te başlamıyor
1926’dan beri o kırılmalar var. Yerli malı kampanyalarıyla, ülkü ocakları
benzeri yapılanmaların ilk oluşumuyla birlikte zaten Yahudiler ciddi bir hedef.
Bir de şöyle bir gerçeklik var. Mübadelelerle Rumları gönderdik. 1915’te
Ermenileri katlettik. Geri kalanları büyük şehirlere sıkıştırdık. Ve Anadolu’da
problematik olarak ele alabileceğimiz, elimizde kalan tek azınlık nüfus Yahudiler
çünkü dönem zihniyeti Sünni kitleyi hedef almıyor. Türk’ten anladığı Sünni
olsun, ne olursa olsun etnik kimliğini dönüştürürüz nasıl olsa diye, bir toplum
mühendisliği çalışması var orada. Tabii ki devlet tarafından gerçekleştiriyor.
O toplum mühendisliğine uymayan parça da gayrimüslimler. Adı üzerinde Müslüman
olmayan kesimi hedef aldıkları çok ortada. Yahudi, Ermeni, Rum ya da Süryani
demiyor onlara, toplu bir isim koyuyor ‘Müslüman olmayan’ diyor. Bu isim halk
tarafından seçilmiş ve günlük ağızda kullanılmış bir isim değil bence.
Hakikaten devlet jargonu tarafından dilimize, yaşantımıza yerleştirilmiş bir
kelime. Müslümanın ötekisi olarak kurguladığı için de elinde kalan en büyük
kitle Yahudiler, Anadolu’nun pek çok yerinde varlar ve ‘biz bunlardan bir kurtulalım’
demişler. Ekonomik dönüşüm kaygısının çok büyük olduğunu düşünüyorum. Savaştan
çıkmış bir ülkesin. Alman romantizminden acayip etkilenmişsin. Bana sorarsan
kuruluş bildirgen ve kuruluşunda güttüğün zihniyette zaten
nasyonal-sosyalizmden farklı değil.
Benzerlik iki ülkenin geç modernleşmesinden mi ileri
geliyor?
Hakan Yücel çok güzel bir laf etti. Ben geçen ayın AltÜst
dergisi için onunla bir röportaj yaptım. ‘Rum olmak Rum kalmak’ diye bir kitap
çıkardılar. ‘Niye yaşadık biz bütün bunları?’ diye sordum. ‘Biz Tanzimat’ı
sindiremedik’ dedi. Hakikaten biz Tanzimat’ı bugün dahi sindiremedik. Çok
katılıyorum. Bunun temel sebebi hakikaten Tanzimat’ı sindirememek, eşit
vatandaşlık meselesini gram anlayamamak en temelde. Osmanlıcı görünüyorum böyle
söylediğimde ama Osmanlı ‘millet’ sisteminin, aslına bakıldığında, bu
sindirilememiş Tanzimat’a göre daha geçerli, akla yatkın ve adaletli olduğunu
düşünenlerdenim. 1934 öncesi 1931 yılında zaten ilk kırılmalar başlıyor. Üç
başlık halinde değerlendirilebilir. İskân Kanunu diye bir kanunumuz var. İskân
Kanunu aslında bu hikâyenin ilk koptuğu yer, ne yazık ki. Yani memlekette
yükselen bir anti-semitizm olduğu kesin. Bu 1926’da hem yerli malı
kampanyalarıyla hem de Elza Niyago adında bir kadının cinayetiyle başlıyor. Bir
Müslüman Türk subay Elza adlı bir kıza kafayı takar. Bu arada adam, evli ve
babası yaşındadır. Ama illa Elizayı nikâhına almak istemektedir hesapta, niyeti
o olduğu söylenir. Ama aile kızlarının namusundan endişe ettiği için kızlarını
kısa vakitte nişanlar. Bu nişanlama adamı çığırından çıkartır. ‘Ya benimsin ya
kara toprağın’ diyerek bir gün iş çıkışı Elza’yı takip eder, evine dönmekteyken
sokak ortasında öldürür. İstanbul’un göbeğinde Osmanlı Bankası’nın neredeyse
önünde yaşanır bu cinayet. Bu kızcağızın cesedi saatlerce sokak ortasında
kalır. Bu coğrafyada Yahudilerin ilk kitlesel yürüyüşü bu cenazede gerçekleşir.
On binlerce Yahudi sokağa dökülür. Sloganlar atarak sokakta yürürler. Bu
yürüyüş basındaki anti-semitizmi coşturur. 1926’dan 1934’e varıncaya kadar
zaten bana sorarsan yasaklanan dergiler, kapatılan gazeteleri geçtim,
yasaklanmayan yayınların en temel mevzusu hep Yahudiler. Cumartesi
karikatürlerinin, Cumhuriyet Gazetesi’nin bütün köşe yazılarının kahramanı
Yahudiler. Yaz gelir adalarda Yahudiler, kış gelir Tahtakale’de Yahudiler,
Eminönü’nde Yahudiler, ticarette Yahudiler, ticaret odasında Yahudiler, tek
mevzuları Yahudiler. Şeyi de bence kimsenin inkâr etmemesi lazım: Evet, biz
dönemsel olarak Almanya’ya çok özendik. Oradaki Nazi zihniyeti bizi etkiledi
çünkü bizim kurucu zihniyetimizle Almanya’nınki birbirine çok yakın, bunun
etkileriyle biz milliyetçi yazarları çok da susturmak istemedik, susturamadık
ama susturmak da istemedik. Mütemadiyen bir nefret propagandası var. Uzun
yıllar nefret propagandası vardı. Bu nefret propagandası 1930’lara vardığında
artık tehditlere ulaşıyor. Pogrom da, 1934’de İbrahim Tali ile birlikte İskân
Kanunu hikâyesiyle başlıyor.
Kimdir bu İbrahim Tali?
İbrahim Tali, Trakya Bölgesi’ne atanan bir umumi müfettiş
ama ayrı bir özelliği var. Atatürk ile birlikte Samsun’a çıkan 19 kişiden biri.
Çok güvendiği bir adam, sağ kolu gibi görüyor. Fikirlerine güveniyor.
Oturuyorlar, başbaşa toplantı yapıyorlar. Ve Trakya’daki durumu kritik
görüyorlar. Kritik görmelerinde haklı bir sebep var.
Yahudilerin nüfus yoğunluğu dolayısıyla mı ‘kritik’
görülüyor?
Cevat Rıfat Atilhan’ın sahibi olduğu Milli İnkilap
Dergisi’nin 1 Temmuz 1934 tarihli sayısı.
Zaten bütün Trakya’nın en baskın nüfusu gönderilen Ermeni ve
Rum toplumundan sonra Yahudiler. Türk’ten fazla Yahudi olduğu da doğru.
İspanya’nın İtalya’nın açık tehdidi var. Artık I. Dünya Savaşı bitmişse de hala
o bölgelerde bu insanların gözü var. Mussolini, oralara saldıracağını
belirterek çıkış yapıyor. Bu çıkış çok açık bir tehdit olarak algılanıyor,
devlete de çok güzel bir fırsat doğuyor bence. Şöyle bir zihniyete gidiyorlar.
Trakya’daki durumu bir teftiş edelim ondan sonra nasıl önemler alacağımıza
bakarız diyorlar. Bu teftiş altında İbrahim Tali buraya umumi müfettiş olarak
atanıyor. Bölgenin dört bir tarafını geziyor. Gezerken raporlar tutuyor.
Tuttuğu raporlar ışığında da 1934’ün Haziran’ında bir iskân kanunu yayınlanıyor.
Bu kanuna göre Trakya beş bölgeye bölünüyor. Birincil mıntıkalar kesinlikle
yaşanmaması gereken bölge. Askeri mıntıka olarak hemen boşaltılacak oralar.
Bütün oradaki nüfus başka yerlere aktarılacak. Tesadüfe bakın ki, buralarda
ağırlıklı olarak Yahudiler yaşıyor. İkincil bölgeler ‘az’ bölgeler.
Buralarda Türk ağırlıklı nüfusun barındırılması dışında bir şeye izin
verilmiyor. Ve bunun da seyrek yapılması öneriliyor. Üçüncül mıntıkalarda da
benzer bir politika var. Dördüncü mıntıkalarda artık Yahudiler de yaşayabilir
ama ayrı mahallelerde bir arada yaşamamak koşuluyla. Ve aynı iş kollarını
kendilerinden sonra gelecek insanlara ya da dindaşlarına öğretmemek koşuluyla
yani bu da bütün oradaki toplu Yahudi yaşamını yıkmak anlamına geliyor. Mesela,
babanız marangoz ve siz Yahudiyseniz asla artık marangozluk yapamazsınız,
babanız size işini aktarmak için dükkânını veremez kendi zanaatını öğretemez.
Türk barındırmak zorundasınız. Bu kanunlar çok yürürlükte kalamıyor ama ciddi
bir tartışmaya yol açtığı kesin. Zaten devlet bu kanunu uygulamayı da
beklemeden, bana göre ciddi bir tezgâhla, bu sağcı faşist Nazi yanlısı
yazarları devreye sokar, bunların başında Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan,
Mehmet Esat Bozkurt gelir, halkı galeyana getirecek yazılar yazmaya başlar. Bu
adamların yazdığı yazılarla birlikte tesadüfen halk Trakya’nın beş şehrinde beş
günde ayaklanıyor. Türk halkı “tesadüfen” ayaklanıyor ve Yahudilere yönelik
tacizler başlıyor. Kırklareli’de çok korkunç şeyler yaşanıyor. Edirne’de gene
görece korkunç şeyler yaşanıyor. Kırklareli’de bir adam çırılçıplak soyuluyor
sakalları kesiliyor, karısına ve kızına tecavüz edildiği söyleniyor ama bunun
ispatı yok. Bunun dışında sürgüne gönderiyorlar.
“İBRAHİM TALİ’NİN BÜTÜN RAPORLARI, TRAKYA’NIN
ASKERİLEŞTİRİLMESİ, MINTIKA OLARAK KORUNMASINDAN ÖTE BU BÖLGEDEKİ YAHUDİLERİN EKONOMİK
GÜCÜNÜN ELLERİNDEN ALINMASI ÜZERİNE”
-Nereye gönderiliyorlar?
Nereye diye bir şey yok. Bütün bu şehirlerde günde bir kere
var olan trenler, arka arkaya garlarda bekliyor. Bu insanlar defolup gitsin
diye bütün hazırlık yapılmış zaten. Yapılan bütün hareketler korkutmaya ve
göndermeye dayalı. Çok az insanın burnu kanıyor, evet bu gerçek ama yaşanılan
şeyler de kötü. Yollarda trene gitmek için canlarını kurtarmak için bölgeden
kaçmaya çalışırken çeteler tarafından önleri kesilip, parmağı kesilip yüzüğü
alınan insanlar mı dersiniz, kafasının gözünün kırılıp iş yerindeki parasının
çalınması mı dersiniz, bir sürü vaka yaşanıyor. Bence rastgele değil. Gayet
planlı. Artık pek çok şey okuduktan sonra hikâyeyi şöyle görebiliyorsunuz.
Devlet mercilerinin bu işten haberleri var. Neresi olduğunu tam anımsamıyorum,
Kırklareli ya da Lüleburgaz’da Yahudilerin oturduğu bir sokak var, karakolun
bütün ışıkları yanıyor ve o gece, o sokaktaki bütün Yahudilerin evlerinin
camları kırılıyor. İnsanlar evlerden feryat figan bağırıyorlar. Aşağıdaki grup
‘ateşe verin evleri’ diye slogan atıyorlar. Bu insanlar yanmaktan korkuyor
‘polis yok mu imdat!’ diye bağırıyorlar. Karakolun bütün ışıkları açık,
insanlar içeride ama hiç kimse dışarı çıkmıyor. Bunun aksi yönünde münferit tek
bir olay var. Neresiydi o, onu da hatırlayamıyorum. Belediye Başkanı bu işlerin
döndüğünü duyup bir sürü Yahudiyi tren istasyonunda yakalıyor ‘hemen geri
dönüyorsunuz sizin canınız malınız bir bana emanet hiçbir şey yapılmayacak
size’ diyor ve tek tek bu olayları çıkartanları yakalatıyor, hakikaten nezarete
attırıyor ve orada tek bir burun bile kanamıyor, bir kişi bile göç etmeden geri
dönüyor. Çanakkale’de benim konuştuğum aslında münferit pek çok olay var,
dükkânı basılanlar, evleri taşlananlar, 20 gün boyunca evine dönemeyenler,
kırsalda saklanan, hakikaten gemilere trenlere binip basıp giden bir daha asla
geri dönmeyenler ya da ciddi bir zaman geçtikten sonra geri dönenler ama tez
vakitte malını mülkünü satıp gidenler. Bu arada malını mülkünü satıp gitme
meselesinde de halk çok kurnazca davranıyor.
Pek çok ciddi araştırmacının üzerinde anlaştığı tek bir
nokta var, bu sermayenin dönüştürülmesi için yapılmış bir şey. İbrahim Tali’nin
bütün raporları artık çıktı. Adamın bütün raporları, Trakya’nın
askerileştirilmesi mıntıka olarak korunmasından öte bu bölgedeki
Yahudilerin ekonomik gücünün ellerinden alınması üzerine. Yazdığı bütün
raporlarda şunu söylüyor: “Nereye gitsem her köşeyi bezirgân Yahudi tutmuş
durumda. Şu iş kolu bunun elinde, bu iş kolu bunun elinde.” Bu bir mıntıka
raporu değildir. Devletin ve resmi tarihin bu konuyu açıklaması şu dur ki:
Efendim bölge tehlikeliydi zaten Yahudiler de I. Dünya Savaşı’nda “beşinci kol
faaliyeti” yürüttü mü devlet emin olamadı, ‘beşinci kol faaliyetine’ istinaden
biz bunları bir denetleyelim dediler aslında iyi niyetli. Bu sav çürüdü bugün.
İki sene evvel I.Dünya Savaşı’nda şehit olan yüzlerce Yahudinin sergisi yapıldı
bu ülkede. Bu arada on yıllık Yahudi çalışması yapan bir antropolog
olarak söyleyebilirim, ben tırnak içinde Müslüman Türk olarak görünen bir insan
olarak benden çok daha milliyetçi benden çok daha vatanperver Yahudiler
tanıdım. Ben tek bir örnek değilim. Milliyetçi bir insan olmadım hiçbir zaman.
Kendini ispat etmek… Sorunlu bir bakış değil mi?
Stockholm Sendromu, kastın buysa evet. Ama bir yandan
cansiperane yaşadığın toprağı sevmek diye bir şey var. Munis Tekinalp falan
gibi adamlardan bahsetmiyorum.
Trakya olaylarına dönersek…
Trakya’da olaylar 15 gün içinde başlıyor ve bitiyor aslında,
bütün her yerde olduğu gibi. İlk Çanakkale’de başlıyor 21 Haziran’da ve
sonrasında birer gün arayla dedikodu, fısıltı gazetesi nasıl çalıştı bilmiyorum
ama Edirne’ye haber gelip ‘Yahudilere Çanakkale’de bir şeyler oluyormuş’
dendiğinde, aynı günün akşamı orada da başlıyor. Kümülâtif şekilde çok eş
zamanlı yaşanıyor, aynı saat aynı dakika değil kastım çok polemik üretiliyor
çünkü böyle söylediğim zaman. Arada bir-iki gün arayla olması da, aynı yöntemle
olması da eş zamanlı olduğunu gösterir. 15 gün içinde bütün Trakya’dan çeşitli
kaynakların üzerinde anlaşamadığı şekilde 3 bin ile 15 bin arası Yahudi
yerinden oluyor. Bunların bir kısmı dönüyor bir kısmı asla geri dönmüyor.
Nereye gidiyor bu insanlar?
Çoğunluğu İstanbul’a kaçıyor ilk etapta. Sonrasında hızlıca
daha İsrail kurulmadan Filistin’e göçler başlıyor. Bir kısmı Amerika’ya
gidiyor. Otuzlu senelerin içinde hali hazırda. Bir kısmı gerçekten geri
dönüyor. Benim aileme gelince en iyi bildiğim şeyden bahsedeyim. Benim anne
tarafım Gelibolulu Varon ailesindedir. Son derece varlıklı ve rahat bir
hayatları varmış.
Aileniz neler yaşıyor o zaman?
Ailem, baharat ticareti ve yapa (ayakkabının hammaddesi)
imalatıyla uğraşıyorlarmış. Bir ayakkabısı imalathaneleri de var aynı zamanda.
Bölgenin hatta yakınlardaki pek çok yerin bütün imalatı onlarda. Anadolu’dan
gelen baharatı gemilerle Avrupa’ya özellikle İtalya’nın Livorno limanına,
İspanya’ya gönderdikleri biliniyor. Varlıklı rahat bir hayat, bir öğleden sonra
haziranda evin en büyük kızının sokakta yolu kesiliyor. ‘Kaçıracağız, tecavüz
edeceğiz’ nidaları atılıyor. Aynı gün eve adamlar giriyor sorgusuz sualsiz.
Eşyaları talan etmeye başlıyorlar. Canlarının çektiklerini alıyorlar.
İstemediklerini kırıp döküyorlar. Pek çok yerde hikâye böyle işliyor,
Çanakkale’de de böyle. Eve tanımadığınız adamlar giriyor.
“TRAKYA OLAYLARINDA, 6-7 EYLÜL’DEKİ GİBİ ‘KAHRAMAN KOMŞU
HİKÂYESİNİ’ HİÇ DUYMADIM”
Tanımadığınız adamlar?
Tanımıyorsunuz komşusu değil. Ama Müslüman komşularda
siniyor mesela. Trakya olaylarında, 6-7 Eylül’deki gibi ‘kahraman komşu
hikâyesini’ hiç duymadım. ‘Yan komşumuz geldi bizim apartmanın önüne
dikildi burası benimdir beni çiğneyeceksiniz de öyle gireceksiniz’ gibisinden.
Tanıdığımız yaptı diyen az insanı duydum. Mesela Yahudi bir beyin hikâyesi çok
etkilemişti beni. Bu beyin pek çok çocuğu oluyor ama çocuklarının hiçbir kendi
iş koluyla ilgilenmiyor. İş arayan kendi akrabaları olmasına rağmen, dükkânına
küçük yaşta annesiz babasız kalan Müslüman Türk çocuğu alıyor. Ve onu
yetiştiriyor hakikaten öyle çok güzel bir ilişki kuruluyor ki aralarında, kendi
evladı gibi her gün öğle yemeğini getiren, bayramda seyranda çoluk çocuğundan
ayırmayan ona harçlığını veren, yattığı yeri düşünen bir ilişki modeli
içindeler. Çanakkale’de 1934 olayları başlamadan gizli kapaklı toplantılar
başlıyor sadece Müslüman Türklerin davet edildiği.
“BEN BİR TANE YAHUDİ TANIMADIM Kİ, ‘BEN ÖLÜNCE İSRAİL’E
GÖMÜLMEK İSTİYORUM’ DESİN. YA DA ÖLMEYE YAKIN İSRAİL’E GÖÇ ETSİN”
Kim yapıyor bunu?
Türk ocakları
-Bir nevi sivil toplum yani?
Devlet elli sivil toplum kurumları diyorum ben Türk
Ocakları’na. Bir gün bu oğlanda bu toplantılara katılıyor. Ve orada
kışkırtıldığını düşünüyor o aile. Ertesi gün Çanakkale’de olaylar başladığında
baba her zamanki gibi yanında çalışan çocuğa ‘hadi oğlum kapatalım artık eve
gidelim yemek yiyelim’ diyor. Ben gelmeyeceğim diye huzursuzlanıyor. Adam ısrar
edecek gibi oluyor ama genç adamdır, vardır bir derdi diye üstüne düşmüyor.
Adam kalkıp evine gidiyor. Akşam yemeğini yedikten yaklaşık yarım saat sonra
önce bir gürültü ardından da taşlı saldırı başlıyor. Evlerini taş yağmuruna
tutanlar arasında evlatları yerine koydukları çırak oğlan da var. Bu aile
Çanakkale’yi geçici bir süreliğine terk ediyor. Olaylar bittikten sonra geri
dönüyorlar. Bu arada döndükleri zaman ev bir harabe, camlar kırılmış eşyalar
talan olmuş, kilere kadar boşaltılmış. Yeni bir yaşam kurmak zorundasınız.
Bütün dönüş hikâyeleri böyle Trakya olaylarında. Geriye bir şey kalmıyor
sıfırdan hayata başlamak gibi. Evet, eviniz var, dükkânınız duruyor ama içi
boşaltılmış, gittiğiniz koşullarla alakası olmayan bir şekilde. Ve her zaman o
yeniden yaşanabilir tehditle birlikte. Kısa bir süre sonra şehri terk ediyorlar
ve İstanbul’a yerleşiyorlar. Aradan yıllan geçiyor bu beyefendi vefat ediyor.
Cenazesini Çanakkale’ye geri götürüyorlar orada gömülmek istediği için.
Bahsettiğim vatan sevgisi bu işte. Ailenin İsrail’de de kolu var. Ben bir tane
Yahudi tanımadım ki, ‘Ben ölünce İsrail’e gömülmek istiyorum’ desin. Ya da
ölmeye yakın İsrail’e göç etsin. İsrail’e göç eden varsa bile ölmeye yakın
buraya gelmeye çalışan çok insan tanıdım. Çanakkale’ye gömüyorlar. Cenazesine
yıllardır yüzünü görmedikleri bu yanlarında çalışan çırak katılıyor. Ve aileden
özür diliyor. Babaları çok iyi bir insan, hayattayken çok yardımsever ve kin
tutmayı sevmeyen bir insan, “babamın hatırına affettik onu ama Allah biliyor ya
ben onu Allah’a havale ettim varsa bir günahı Allah affediyorsa affetsin ben
zaten affederim” dedi kadın bana. Ama bunun yarası hiç geçmemişti. Evet,
tanıdığı insanlardan darbe görenler de var yardım görenler de. Benim
anneannemin ailesinin kaçmasına yardım edenler, yanlarında çalışan hizmetli
vasıflı insanlar. Bizimkiler apar topar şehri terk etmeye karar veriyorlar.
Yanlarına çamaşır işlerine bakmak için gelen kadın bir sabah saati bütün aile
için giysiler, bohçalar getiriyor. Yanlarında çalışan bir başka yardımcı
üstlerine cepkenler dikiyor eve göz kulak olmaya çalışıyorlar, bir işe
yaramıyor tabii, ama kaçmalarına yardım ve yataklık eden bu insanlar.
İstanbul’a geliyorlar ve oraya yerleşiyorlar. Bir daha geri dönmeye gözleri
yemiyor. Çünkü benim gördüğüm ne kadar zenginseniz o kadar büyük tehdit var
aslında. Çünkü zaten açık tehdit size dönük. Daha alt gelir gruplarına az
dokunulmuş , dönseler de göz yumulmuş. Daha yukarılardaki gelir grupların asla
dönmemesi tercih edilen şey. Bizimkiler söz konusu olduğunda öyle olmuş. Burada
feci bir fakirlik başlıyor. Yanlarında para ve mücevher dışında başka
hiçbir şey yok. Onlarda bir süre sonra suyunu çekiyor. Burada bambaşka bir
hayat yaşamaya başlıyorlar.
Nasıl bir hafıza kaldı pogromun ardından?
Korkunç bir şey. Bu hikâyeyi pek çok insan çoluğuna çocuğuna
anlatmamıştı. Benim görüştüğüm insanlar da dâhil. Hatta pek çoğu şey “sus”dedi.
O kadar ısrarlı soruyordum ki, çünkü benim ailemin hikâyesiydi ve ben parça
birleştirmek, kendi ‘puzzle’ımı ortaya çıkarmak için sahaya çıkmıştım. Pek çok
insan artık susayım ve bir daha gelmeyeyim diye anlattı. Ve anlattıktan sonra
kendi çocuklarının yaşananları bilmediklerini, bilsinler de istemediklerini
söylediler. O nefretle büyümesinler kendilerini güvende hissetsinler
güvensizliği yaşamasınlar diye. Çok anlaşılır bir kaygı bu. Kocasına
anlatmayanı tanıdım. Bir kadın çocukken yaşadıklarını asla kocasına
anlatmadığını, hafızasında kalan şeyleri ilk defa biriyle paylaştığını söyledi.
Niye anlatmıyorlar?
Kendi içlerinde bile konuşmuyorlar. Hani hep denir ya böyle
bir komplo teorisi vardır: Yahudiler kendi içlerinde konuşup dışarıda
konuşmazlar. Hayır, kendi içlerinde de konuşmuyorlar. Çünkü bu travmalarla
yaşamak zor bir şey. Benim büyük teyzem, anneannemin ablası bana bu göç
hikâyesini o anlattı anneannem öldükten sonra. Ağır bir hastalık geçiriyordu,
artık ölüm döşeğindeydi. Bana anlattıktan altı ay sonra kaybettik onu.
Anlatırken tek bir şey sordum: Kim istemedi sizi orada, kim? Etrafına bakındı
sesini düşürdü. Bana böyle yapıp (sus işareti yaparak) ‘Atatürk bizi orada
istememiş’ dedi. Bunu ben pek çok insandan duydum. Bu çok can acıtan bir şey.
Atatürk orada bir insanı temsil etmiyor sadece. Aynı zamanda bir devleti,
zihniyeti ve yönetimi temsil ediyor. Bugün AKP dediğimizde Tayyip
Erdoğan’dan bağımsız tarif edemezsiniz. Tayyip Erdoğan dediğimizde AKP’den
bağımsız düşünemeyiz. Bu ikisinin temsiliyet gücü aynıdır benim için.
Genel olarak Atatürk’ün istemediği söylemi belirgin mi?
Çok belirgin.
“…BİRBİRİNİ TANIMAYAN BİR SÜRÜ İNSAN TRAKYA OLAYLARINI
ANLATIRKEN ‘GÖZ YAKMAYAN SOĞAN ACI VERMEYEN TÜRK OLMAZ’ DEDİ. AYNI YERDE
YAPILMADI BU GÖRÜŞMELER. BİRBİRİNDEN BAĞIMSIZ ZAMANLARDA YAPILDI. BAZILARI BİRBİRLERİNİ
TANIMIYORDU BİLE…”
Mesela Dersim konusunda o kadar belirgin değil. Şöyle bir
şey, Dersim’deki katliam sırasında Mustafa Kemal’in bir mesiyanik bir
şekilde, at ile gelip kurtardığı rivayeti var. Genellikle Mustafa Kemal’e
rağmen yapıldığı inancı hakimdir, kulaktan kulağa geçen söylentilerde.
Mustafa Kemal, İran Şahı Rıza Pehlevi ile
1934’ün 25 Haziran’ında Çanakkale’de.
Bu çok belirgin. Dersim zamanlaması itibari ile Atatürk’ün
hasta olduğu devre. Benim demek istediğim Mustafa Kemal’den bağımsız değil
zaten. Tabii ki özellikle de bahsettiğiniz o dönemleri yaşamış o kuşakta
Mustafa Kemal’i bir aklama çabası ister istemez var. Çünkü adamlar için
yaşadıkları toprağı kurtaran onlara yaşam hakkını veren, burada bir cumhuriyet
kuran, hesapta eşit vatandaşlık veren bir adam söz konusu. Bir yandan da çok
özür dilerim ama hoşa gitsin ya da gitmesin sevmek zorundasın. Ama 1934
olayları söz konusu olduğunda Atatürk hasta değil, hali hazırda hayatta ve daha
da korkuncu bu olayların yaşandığı dönemde bu bölgelerde bulunmuşluğu da var.
Üstelik elimizdeki verilerde, gazetelerde çıkan haberlerde İbrahim Tâli’nin
Mustafa Kemal tarafından gönderildiği ve Trakya haberleri var. İnsanların
ellerinde bunu aklayabilecekleri veri yok. İnan ki, bütün samimiyetimle
söylüyorum, bu verinin olmasını da çok diliyorlar bir yandan da. Çünkü bu
onların hayatlarını kolaylaştıran bir şey değilmiş. Bu açıkça söyleniyor mu
dersen hayır “off the record” hikâyelerle söyleniyor. Üç-dört farklı versiyonu
var. Birincisi, Çanakkale’den İran Şahı geliyor Atatürk ile birlikte bir
gezideler. Bu gezi sırasında Çanakkale’den de geçiyorlar. Trakya olaylarının da
tam olarak başlamaya yüz tuttuğu evre. Bütün yerel halk karşılamaya gidiyor.
Yahudiler de var bu karşılama komitesinde. Ve yerel halktan bir Yahudi ‘Paşam,
bir maruzatım var’ diyor. Atatürk de “Buyur adını ve maruzatını söyle” diyor.
Yahudi adam adını söylüyor, ‘Paşam bizi burada istemiyorlar, göndermeye
çalışıyorlar yardım edin bize’ diyor. Paşa dönüp soruyor ‘Kim sizi burada
istemeyen?’. “Halk paşam” diyor. ‘Halk bizi burada istemiyor’. Atatürk duruyor
şapkasına uzanıyor; ‘Eğer halk bir gün beni burada istemezse ben şapkamı alır
giderim. Size de aynısını tavsiye ederim” diyor. Bunu hiçbir gazetede
okuyamazlar. Anlatılan hikâye bu, çok yaygın bir anlatımdır pek çok kitapta da
çıkar. Şimdi başka bir anlatıya göre ki, bu hiç kimsenin görüp duyamayacağı bir
şey. Hani vardır ya halk mitolojileri. Hikâyenin içeriden nasıl göründüğünü,
düşünüldüğünü ve planlandığını çok iyi ortaya koyan hikâyeler. Atatürk ve silah
arkadaşları Çankaya’da bir akşam köşkte içki sofrasındalar. Kazım Karabekir
orada, İnönü orada bütün o içki camiası hep birlikte otururlar. Tesadüfe bakın
o gece paşanın canı rakı yerine bira çeker. Gecenin sonunda artık bütün sofra
toplanmıştır. Sadece içki bardakları kalmıştır. Karabekir atılır ve ‘Paşam,
memleketi büyük ölçüde temizledik. Rum gitti, Ermeni gitti, şunlarla davamızı
çözdük bununla davamızı çözdük ama Yahudiler duruyor ne olacak memleketin hali,
ne yapacağız bunlarla?’ der. Paşa bir Karabekir’e bakar sonra önündeki bira
bardağına, bir hareketle vurur ve bardağı devirir. Bütün bira beyaz masa
örtüsünün üzerine yayılır. Bunun üzerine paşa dönüp “Şu anda görüyorsun ya
bütün örtünün üzeri köpük, birazdan bu köpük sönecek ve biranın özü kalacak
işte yakında memleketin ahvalide bu olacak” der. Bu da bir anlatı. Bir de çok
tatsız laf öğrendim ben. Trakya olaylarını anlatırken pek çok insan tekrar etti
bunu “Göz yakmayan soğan acı vermeyen Türk olmaz”. Bu İspanyolca bir deyim. Çok
uzun yıllarca da kullanıldığına adım gibi eminim. Sorduğumuz zaman hiçbir
Yahudi ‘Ben bunu biliyorum’ demez. Ve çok acayip, birbirini tanımayan bir sürü
insan Trakya olaylarını anlatırken “Göz yakmayan soğan acı vermeyen Türk olmaz”
dedi. Aynı yerde yapılmadı bu görüşmeler. Birbirinden bağımsız zamanlarda
yapıldı. Bazıları birbirlerini tanımıyordu bile…
Kaç kişi bundan etkileniyor, ölen var mı?
Bir tane adamın öldüğünü biliyoruz, kızına tecavüz edilirken
kurtarmaya çalıştı vs. deniliyor. Başka da münferit olay bilmiyoruz ama zaten
Ermeni Soykırımı gibi büyük bir olaydan bahsetmiyoruz. 6-7 Eylül gibi devlet
planıyla hareketlendirilmiş bir şeyden de bahsetmiyoruz. Daha küçük ama daha
organize daha planlı ve devletinde göz yumduğu bir şeyden bahsediyoruz.
“500 YILLIK BİR ŞECEREM VAR BENİM, NİYE GİDEYİM!”
Ne kaldı pogromdan geriye Trakya’da?
Bugün Trakya’nın tamamında toplasanız iki elin parmağını
geçmez yaşayan Yahudi sayısı. Çanakkale’de, Kırklareli’nde ikişer kişi
kalmıştır. Edirne’de varsa üç kişi vardır ve Edirne bir dönemin Yahudi başkenti
sayılabilecek kadar büyük nüfusuna sahipti. Ve hakikaten gittiğiniz zaman
Yahudi mimarisini görmemiz çok mümkündü bundan belki on-yirmi sene öncesine
kadar. Ama özellikle geçen son on senede bu ülkenin her köşesinin çok hızla
değiştiğini düşünüyorum. Bugün artık geriye kimsenin kalmaması çok önemli bir
veri. En son 70’lere kadar görece kalabalık nüfusla yaşadılar ama her zaman
Müslüman halktan az olmak kaidesiyle. Dolayısıyla İbrahim Tali’nin tutuğu
raporların ışığında örgütlenen planın çok başarılı olduğunu söyleyebilir. 6-7
Eylül’den daha başarılı bir operasyon yaptıkları da kesin. Çünkü bugün bir
dönem Nihal Atsız’ın, Atilhan’ın söylediği çok doğru: “Çanakkale çarşısına gidin
bakın bütün esnaf Yahudi diye veryansın eder. Alacağız biz onların elinden
bunu, Türk uşağı Türk parası yiyecek” gibi. Şuursuzluk çok had safhada. 1934
devletin göz yumduğu, yerelde örgütlediği, başarıya ulaştığı çok ciddi bir
eylem planı. Çok az insanın yerinden edilmiş olması da bir şey vermiyor bize.
Yahudiler güvensizliği öğrendiler ve bu devlete bir daha güvenmemeyi de
öğrendiler. Bugün Yahudi toplumunun maruz kaldığı anti-semitizm de ve buna
susmasında da bunun cevabını buluruz. Sen 1934’te yok yere benim evime
saldırırsan ve devlet buna ‘dur’ demezse hiçbir yerel merci buna karışmazsa….
6-7 Eylül’de bütün bu saydıklarım yapıldı asker Taksim’de bekledi. Ve müdahale
etmedi o insanlara. Bunu bugün biliyoruz artık. Orgeneral kimdi, neden askere
‘müdahale et’ emri vermedi bütün bunlar Yassıada’da mahkemede görüşüldü ve
ortaya döküldü. Bütün bunların günahları ortaya çıktı. Evet, Rumlar da aynı
şeyi yaşadılar ‘Bizim canımıza kastedildi, devlet sustu’ dediler bir kısmı
1964’te gönderildi, zorla vatandaşlıktan çıkarıldı toprağından edildi, geri
kalanlarda biraz 1964, biraz 6-7 Eylül sebebiyle bu ülkeyi çok büyük oranda
terk etti. Bu insanların terk edebilenleri gitti ama fakir olanları gitmedi.
İsrail’e zengin olan biri gitmez. Sanıldığının aksine insanlar bu coğrafyaya
çok bağlı. Parası var diye de gitmiyor değil. Burada bir Yahudi’nin parasının
olması büyük tehlike. İsrail’e gitse o parayla çok daha rahat yaşayabilir. Ama
bunu kabul etmek lazım insanların bu coğrafyaya bir bağlılıkları var. Ve
herkes kadar burada kalmaya ve bu topraklarda yaşamaya da hakları var. Hrant
hep derdi ya: “Evet bu topraklarda gözümüz var ama alıp devlet kurmak için
değil en dibine girip yatmak için”. Hakikaten böyle. Ölmek için gelir bir
Yahudi buraya, yeniden toprağında olabilmek için. Sadece Sefaradlar diye
baktığımızda bile. 1934 olaylarının mağduru çok büyük ölçüde Sefaradlar. Zaten
en aşağı 600 yıllık bir tarih süresince burada bu adamlar. 1492’de geliyorsun
ve bildiğin tek toprak burası. 500 yıllık bir şecerem var benim niye gideyim!
“6-7 EYLÜL DAHA DEVLET TEŞKİLATIYLA GÖTÜRÜLEN AMA 1934
YERELDE TEŞKİLATLANARAK GÖTÜRÜLEN BİR HİKÂYEYDİ”
Ben bu röportajı üç parça düşündüm pogrom, anti-semitizm ve
Avlaremoz konuşmak istemiştim. Son olarak ne söylemek istersin…
Yani ben kimsenin söylemediği bir şeyi söylemeyi çok
önemsiyorum. Tarihi kim nerede açarsa okuyor. On yıldır her sene 28
Haziran’da bir şeyler yazılıyor çiziliyor. Tarihi okumak çok mümkün ama galiba
nokta atışı yapmak çok önemli burada çünkü literatürde boş bırakılan alan o.
Bu, devletin göz yumduğu bir pogromdur. 6-7 Eylül nasıl pogromsa bu da öyle bir
pogromdur. Burada 6-7 Eylül’den farklı olan şey komşudan da yardım/destek
görülememiştir. Bu bana örgütlenme çok iyiydi, habersiz değildi hissiyatı veriyor.
6-7 Eylül daha devlet teşkilatıyla götürülen ama 1934 yerelde teşkilatlanarak
götürülen bir hikâyeydi. 6-7 Eylül tepeden indi ve birileri tarafından gaza
gelinerek hakikaten kendiliğinden bir şekilde ortaya çıktı. Ama 1934 belli ki
yerelde planlanıp örgütlenip teşkilatlanarak yapılmış planlı programlı bir
eylemdi. Yerel yönetimlerin büyük günahı olduğunu düşünüyorum. Kimsenin
yargılanmaması benim bu savımı destekliyor. Birkaç kişiyi göstermelik
tutukluyorlar. Üç-beş gün hapis yatırıyorlar. Çapulcuydu bu işi yapanlar
diyorlar.
*Ana görsel tarih ve medeniyet adlı siteden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder