“KÜTÜPHANE!”
Eğitimci–Araştırmacı-Yazar
Yine
burada bilgiler vermeden geçersem, konu salt anlaşılmaz olmakla kalmaz,
uğradığım hayal kırıklıklarının dozunu… Derecesini… Yıkımını olduğu gibi değil,
olamadığı gibi bile yansıtamam sizlere... O yüzden, buyurun sizlere bir
demetçik artı bilgi daha sunayım:
İşini
bilmez bir yakınımın, bunkerlerinden altınlar akan bir taşıma işini,
durmamacasına kovalamak göreviyle görevlendirildim. Dört bin işçi çalıştıran,
büyük bir fabrikaya attım kapağı. Akşamın sekizinden (yirmisinden) sabahın
sekizine, sabahın sekizinden akşamın yirmisine, nöbet nöbet fabrikada
kalıyorum. Kömür tozu, yanmış kömür cürufu, zehirli gaz sızıntıları, gazdan
daha da zehirli gürültü-zırıltı sesleri arasında koşuşturup duruyorum bu iş
yerinde...
Burası:
Kütahya. Burası, “Kütahya Azot Fabrikası…”
İşleri
yolağına koyup, dinlenceye çekildiğim zamanlarda başlıyor asıl sorunum, asıl
sıkıntılarım...
Asıl o zamanlarda azıtıyor gönül azaplarım, beyin sancılarım...
Asıl o zamanlarda azıtıyor gönül azaplarım, beyin sancılarım...
Ne
oturup dinlenecek bir yerceğiz var Azot’ta, ne vakit geçirecek bir durakcağız var...
Hele, üç-dört saatlik de bir boş zamanınız varsa ve de günlerce, aylarca bu
durumda kalmışsanız, bu beyin ve gönül azabının ne menem bir azap olduğunu,
ucundan, kıyısından sizler de belki tahmin edebilirsiniz...
Tam, iki yıl çektim bu çetrefilli azabı ben...
Tam, iki yıl çektim bu çetrefilli azabı ben...
İki
yıl demek, dile kolay. Ortalama insan ömrünün otuzda biridir iki yıl. Bi-yol
yaşamaya kalkın da bakın o vakit bu iki yıl sözcüğünün somut anlamına siz.
Sanırım benden daha oflaz anlarsınız o sıkıntılı ”iki yıl”
sözcüğünün beyninize çaktığı paslı zaman çivisini...
Bu
iki yıl içinde, sayısız ahbaplar edindim. Sayısız tanışlar kazandım Fabrikada.
İşçisinden aşçısına, müdüründen memuruna, mühendisine, şefine,
Usta-başılarına... Posta-başılarına… Kademecilerine... Bakımcılarından,
kömürcülerine, kuyucularına, bekçisine, asansörcüsüne, muhasebecisine,
çaycısına…
Kendini
beğenmiş amirlerine, alçak-gönüllü memurlarına, makamlarını asık suratlarıyla,
acı zart-zurt larıyla doldurmaya çalışan aciz yetki sahiplerine, odacısına,
şoförüne, operatörüne, yağcısına, vardiya değişimli, tam üç nöbet yarı-yorgun,
içtenlikli işçilerine, dalkavukluğu sanat edinmiş, domuzuna hasetlenenlere,
işlerimizi kolaylaştıran insan evlatlarına, zorlaştıran rüşvetçi yetki
sahiplerine, binde bir de olsa, hak tutmaya çalışanlarına... vbg.. vbg..
vbg…lerle her türden, akıla gelebilecek her yapıdaki insanlarla
tanıştım....
Bu
koca kalabalık âlem içinde, bu koca iki yıllık zaman içinde, tek bir Allahın
kulu çıkıp da, fabrikada, kapısı hiç açılmadık, gıcır gıcır bir KİTAPLIK olduğunu
söyleyen olmadı bana. Yine bu koca yıl içinde, -düne değin- eline bir kitap
açıp ta okuyan tek, bir tek sevimli yahut bed çehreli, yüksek adam görmedim. Ne
bilirdim, nasıl aklıma getirebilirdim ben bu budala aklımla bu fabrikada bir
kitaplık bulunabileceğini..?
Bu
da benim budalalığım... Aptallığım... Ayıbım işte..!
Ne
bilsinler bu üç yıllık, beş yıllık, on beş yıllık, kitap sayfası açmamış
amirler, memurlar, mühendisler, kendilerini aydın sanan karanlık
insanlar, işçi ağırlıklı bu Azot Fabrikasında da bir kitaplık
buluna-bileceğini..?!
Gereksinimi duyulan şeyler aranıp bulunur ancak...
Gereksinimi duyulan şeyler aranıp bulunur ancak...
Acıkmadan
önce, ekmeği arama gereğini hangimiz duyarız? Dudaklarımız susuzluktan hiç
çatlamamışsa, çöl develerinin ağustos ateşinde ne susuzluklar çektiğini nereden
bilebiliriz?
Eh,
okuyup yazmayı, okuyup yazmak için öğrenmişsek eğer, bize ne o elin kitabından,
o elin kitaplığından..?
”Kitapsız..!”lara,
kitaplık, ne gerek..?!
Asık
suratlı, rahatının kaçacağından ödü kopan o ödlek KİTAPLIK sorumlusuyla
tanıştırdı kader beni işte, son sonunda. Herkesler gibi, o binlerce, yüz
binlerce, milyonlarca okuyup-yazmayı iş edinmeyenler gibi çekiliriz daracık
dünyamızın midye kabuğuna bizler de, atarız kendimizi o yetmiş kulaç denizin
derinliklerine, tutunuruz oracıkta bir yerli kayanın pütürüne. Günümüzü
“DÜN” ederiz... ”Dûun” ederiz..! (*)
Dün,
elinde bir kitap bulunan, daha askerliğini bile yapmamış, gencecik bir Geçici
İşçinin, dalgın dalgın kitap okuduğunu gördüm. Ne de olsa serde Öğretmenlik
var: Dünyalar benim oldu o anda... .
”-Demek
burada bir kitaplık var imiş de benim haberim olmamış bugüne değin, öyle mi?
Yuh olsun şu, bana..!” Dedim, kendi kendime bir yuh daha çektim...
Olsun
böylesi okumaya gönül vermiş işçiler de, ister kadrolu işçi olsun, isterse
“Geçici İşçi” olsun. Yeter ki, kitap okuyan, kitaba tutkun işçilerimiz olsun..!
Bak
o zaman sen işlerin verimine... Ülkemizin yükselişine..!
İçimi,
dışımı nurlu bir sevinç, bir tarifsiz mutluluktur, kaplayı-verdi birden. Bu
geçici işçiyi, fabrikanın bu en büyük işçisini kucaklayıp, kucaklayıp öpmek
tutkusuna kapıldım kendi kendime.
Ah:
”-El-âlem ne der?” Engelini, ”-Çevremizdekiler ne düşünür?” Çengelini bir
aşabilsem, hiç dıklınmadan, hiç duraksamadan kalkıp, bu geçici işçi kardeşimizi
kucaklayıp, kucaklayıp öpecektim...
“Peygamberler
Tarihi”ni okuyordu işçimiz.
“Okusun
da, ne okursa okusun!” Du. Az şey miydi Dört bin işçi çalıştıran koca fabrikada
tek bir işçi bile olsa, bir Türk işçisinin kitap okuması..?
Sokuldum
yanına:
”-Nereden
aldın bu kitabı kardeeeş..?” Dedim.
”-Fabrikanın
kitaplığı var ağabey; oradan aldım...” Dedi.
”-Deme
yahu..! Ben iki yıldır buradayım, fabrikanın bir kitaplığı olduğunu daha bugüne
dek hiç duymamıştım. Hiç kimse fabrikada bir KİTAPLIK olduğunu söylemedi bana.
Nerede bu kitaplık..?”
“-Aşağıda
ağabey, kantar kulübesinin yanı-başında...”
Hıımmm..!Aldım
müjdeyi ol geçici işçimizden.
Durabilir
miydim gayrı ya yerimde ben..? Hemen, koşar-adım Kantar kulübesine koştum.
Kitaplık aramaya başladım, Kantar kulübesinin çevrelerinden. Buldum hazinemi.
Hış-mış, girdim içeriye.
Biraz
hayret, biraz şaşkınlık, bir haylice de merak dolu bakışlarla baktı yüzüme,
sarı bıyıklı, orta yaş sınırını geçmemiş, sevimsiz bir surat...
Gözlerim
kitaplık raflarındaki dizili duran, düzgün düzgün ciltlenmiş, kapakları
açılmamış cilt cilt kitapları görünce, gözlerim kitap bayramı yaptı... O
anki aceleci ve acemi tahminlerimle, on bini aşkın kitap olduğunu hesapladı
beynim hemen oracıkta. Yıllar yılı gömüde kalmış “İskender Altınlarıydı
bunlar. Ne yazık ki, yerlerini gördüğümüz, bildiğimiz halde, yine de
gömülerinden çıkarıp güneşin altına seremeyecektik bu altınları...
”Shylock” olsak,
süremeyecektik elimizi bu hazineye...
“-Buyurun
ağabey, bir emriniz mi var?” Dedi, kitaplık sorumlusu.
“-Yooo!
Estağfurullah. Emir değil, ricam olacak kardeeş..!” Dedim.
“-Buyurun,
söyleyin efendim..!”
“Pek
güzel bir kitaplık varmış fabrikamızda da, benim haberim olmamış. Ben kül
müteahhidinin görevlisiyim. İşleri bitirdikten sonra, şööyle, hem dinleneceğim,
hem okuyacağım bir yer bulmak, cennetten bir koltuk bulmak kadar çekici ve hoş
gelecek bana. O yüzden şaşkınlaştım birden. Boş zamanlarımda oturup okuyabilir
miyim burada?”
“-Görüyorsun
ağabey, burada oturacak yer yok. Burası, ”Ödünç Kitap Verme Servisi.” Salt,
işçilere kitap vermek, dışarıda okumalarını sağlamak amacıyla kurulmuş. Kitap
isterseniz, kuşkusuz ki sizlere de kitap verebiliriz. Siz de fabrikanın adamı sayılırsınız.
Kitabı alır, götürür, okur, okuduktan sonra geri getirirsiniz...”
O
ışıklı mutluluğuma bir çıra isi düştü o anda. Beş, altı bin insan çalıştıran
koca fabrikaya Kitap-lık yapılır da, bir ”Okuma Salon”cuğu yapılamaz
mıydı..?
“Made
In Turkiiş” markalı bir Türk Kütüphanesinin beynimde o anki yarattığı depremi
ben burada, yeterince anlatamayacağım sizlere... Ama ne gam: Ben
anlatamasam da sanırım sizler, benim anlata-bileceğimden çok daha duruca ve çok
daha aynalıca anladınız ”meselenin (sorunun) kare-kökünü...”
Sağlıklı
günlerde kalın; saygın, kitaplı yaşamlar yaşayın…
m.a.a
m.a.a
Dûun: Alçaltma,
aşağılama, boşa harcama…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder