ÇOK PARTİLİ HAYATA GEÇİŞ DÖNEMİNDE HÜKÛMET MUHALEFET
İLİŞKİSİ
Doç. Dr. Yaşar ÖZÜÇETİN
Bilindiği gibi Türkiye’nin iç politikası, 1839 Tanzimat
Fermanı’yla beraber Batı’daki gelişmelerden yoğun bir şekilde etkilenmeye
başlamıştır. Bu etki, Cumhuriyet döneminde de kendini göstermiştir. Nitekim II.
Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da ortaya çıkan yeni oluşum, Türkiye’nin 1945’ten sonraki
iç politikasının şekillenmesinde belirleyici rol oynamıştır. Dünyadaki otoriter
sistemlere son veren Birleşmiş Milletler Anayasası, dünya ile entegrasyonu
amaçlayan Türkiye için de tek partili sistemden çok partili sisteme geçiş için
zemin hazırlamıştır. Türkiye’deki idareciler, İsmet İnönü’nün 1945’teki 19
Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’ndaki nutkundan
[1] da anlaşılacağı gibi
bu geçişin zaruretini hissetmeye başlamıştır.
Diğer taraftan dünyadaki gelişmeler ve bu gelişmelerin
Türkiye üzerindeki etkileri muhaliflere, mevcut tek parti sistemine karşı
kullanabilecekleri itibarî ve hukukî deliller sağlamış, onların muhalefetlerini
açığa vurmalarını ve halkın desteğini aramalarına zemin hazırlamıştır.
[2] Böylece
muhalefet, tek partili rejimi eleştirme imkanına sahip olmuştur. Tek partili
sistem, CHP içerisinde, Menderes, Bayar, Koraltan, Köprülü gibi muhalif bir
grup tarafından eleştirilmeye başlanmıştır.
[3] Tek parti sisteminin
savunucuları ise bu eleştirilere karşı koyarak sistemin devam etmesi gerektiği
yönünde görüş beyan etmeye devam etmişlerdir.
[4] Tek partili sistem
karşıtı görüşlerin gelişmesi, muhalefetin partilileşme sürecini başlatmıştır.
Nihayet, muhalefet partisi DP’nin kuruluşuna zemin hazırlayan ve "dörtlü
takrir” olarak bilinen bir önerge 7 Haziran 1945’te CHP Meclis Yüksek
Başkanlığı’na sunulmuştur.
[5]
Bu takrir, 12 Haziran 1945 tarihli oturumda okunmuş ve
reddedilmiştir.
[6] Hadiselerin zorlamasıyla
CHP’nin iktidarını sarsmayacak sınırlı bir demokratikleşmeye izin vermek
niyetinde olan İnönü, muhalefetin partilileşmesine fırsat vermek amacıyla
önergenin reddedilmesinde etkili olmuştur.
[7] Bu reddedilişten
sonra DP’nin kuruluşunu hazırlayan olaylar birbiri ardınca meydana gelmiş; 17
Eylül 1945’te Celal Bayar CHP’den istifa ederken, 21 Eylül’de de Refik
Koraltan, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü ihraç edilmiştir. 30 Eylül 1945
tarihinde milletvekilliğinden de istifa eden Bayar, 2 Aralık 1945’de yeni bir
parti kuracağını açıklamıştır.
[8] Nihayet 7 Ocak 1945
tarihinde Bayar, Koraltan, Menderes, Köprülü’nün önderliğinde DP kurulmuştur.
[9]
DP’nin kurulmasından 7 ay sonra 21 Temmuz 1946 tarihinde
seçime gidilmiştir. Bu seçimde şehirlerde DP, kırsal kesimde ise CHP başarılı
olmuş, 450 milletvekilliğinden 395’ini CHP, 64’ünü DP ve 6’sını bağımsızlar
kazanmıştır. Muhalefet bu seçimlerde hile yapıldığını iddia etmiştir. İnönü
daha sonra bu iddianın özellikle İstanbul için doğru olduğunu, Ahmet Faik
Barutçu’ya söylemiştir.
[10]
Bu seçimden sonra CHP içerisinde çok partili anlayışa karşı,
tek partici anlayışın savunuculuğunu yapan grubun lideri Recep Peker, İnönü
tarafından Başbakan tayin edilmiş ve 07.08.1946 tarihinde hükümeti kurmuştur.
Demokratikleşme sürecindeki bir ülkede, mizacı ve dünya görüşü itibarıyla belki
de en son başbakan olabilecek bir kişiliğe sahip olan Peker’in esasen İnönü’nün
politik taktiği gereği Başbakan atanmış olduğu düşünülebilir. İnönü bu
uygulamasıyla, parti içinde güçlenen Peker, Ökmen, İncedayı hizbine hükûmet
kurdurmak suretiyle, bir taraftan çok partili hayata geçiş sürecinde CHP’yi
müşkül durumda bırakabilecek parti içi muhalefeti pasifize etmek, bir taraftan
da bu grubun uygulayacağı politikalar ile DP’yi yıpratmak istemiştir. Başka bir
ifadeyle sınırlı bir demokrasiden yana olan İnönü, kendisinin uygulamak
istediği ancak uyguladığı takdirde kamuoyu nezdinde yıpranacağını düşündüğü
politikayı bu gruba uygulatarak kendi ismininin yıpranmasını engellemeye
çalışmıştır.
Hükûmet ile Demokrat Parti arasındaki ilişkiler, DP’nin
kuruluşu ile başlayan problemlerin bir uzantısıdır. Nitekim daha Peker Hükümeti
kurulmadan önce oluşan politik hava, Hükûmet-DP ilişkilerinin bir diyalog ve
uzlaşma havasından çok, bir çatışma havasında gelişeceğinin işaretini veriyordu.
Nitekim hükümetin kuruluş safhasında ortaya çıkan, DP’den de hükümete bakan
alınacağı, Recep Peker’in muhalefete karşı sert bir siyâset takip edeceği gibi
spekülatif haberler,
[11] daha hükûmet
faaliyete geçmeden siyasî havayı gerginleştirmişti.
Olaylar bir bütünlük içerisinde ele alınıp
değerlendirildiğinde, siyasî havadaki bu gerginliğin DP açısından istenilen bir
durum olduğunu düşünmek mümkündür.
[12] Nitekim seçimlerde
hile yapıldığına dair iddialarını hükûmetin kuruluşundan sonra da sürdüren
DP’li yöneticiler, sadece bir hak arama düşüncesinde olmayıp siyâsette bir
belirginsizlik meydana getirerek, hükûmetin spekülasyona açık önlemler almasına
zemin oluşturmak niyetindeydiler. Böylece, CHP’yi demokratik havaya ters bir
uygulama içine sokarak, zaten CHP’den soğumuş bulunan halkı kendi saflarına
çekmeyi hesap etmektedirler. Başbakan Peker ise, bir taktik uygulamadan çok,
düşüncesinin gereği olarak otoriter önlemlere başvurarak, muhalefeti sindirme
eğilimi içine girmiş ve bu uygulamasıyla DP’nin istediği ortamı kendisi
yaratmıştır. Bu nedenle daha ilk günden itibaren Hükûmet-DP ilişkisi bu ortamın
gerektirdiği biçimde şekillenmiştir.
Hükûmet programının okunması sırasında, DP’li yöneticilerin,
programı tetkik etmek için süre istemesine karşılık, hükûmetin bu konuda
olumsuz tavır takınması, uzlaşmaz ilişkinin ilk kıvılcımını oluşturmuştur.
[13]Bundan
sonra Başbakan Peker, muhalefeti pasivize etme politikasının gereği olarak,
belediye seçimlerini öne alma girişiminde bulunmuştur. DP’li yöneticiler bu
girişime, partinin teşkilâtlanmasını henüz tamamlamadığı gerekçesiyle karşı
çıkmış ve seçimlerin normal zamanı olan Eylül ayında yapılmasını istemişlerdir.
[14] Diğer
taraftan 1946 seçimlerinden önce kanunlarda demokratik oluşumu kolaylaştırıcı
bir düzenleme yapılmasına rağmen, polis vazife ve selahiyet kanununa dokunulmak
istenmemesi, muhalefeti rahatsız etmiştir. Muhâlefete göre, bu kanunun bilhassa
18. maddesi
[15] polisin tek
taraflı olması halinde hükûmete karşı muhalefeti imkânsız hale getirecek
özellik taşımaktadır.
[16]
Demokrat Partili yöneticiler, her fırsatta hükûmetin
muhalefete baskı uyguladığını öne sürmüşler,
[17] siyasî yapı içinde
yer bulma ve bir güç olma isteklerini dahi bu eleştirel yaklaşımla elde etmeye
çalışmışlardır. Sistemin gereği olarak kabul edilebilecek taleplerini dahi,
sistem bunu gerektiriyor gerekçesiyle değil, hükûmet bizi ezmek istiyor
gerekçesiyle sunmuşlardır. Böylece hükûmetin demokrasiye aykırı uygulamalarına
bir de DP’nin demokrasinin erdemlerini basit politik taktik vasıtası olarak
kullanan üslubu eklenmiştir. Bunun sonucu olarak siyaset tıkanmış ve DP tarafından
sunulan; seçimlere gizli oy usulünün getirilmesi, partilere göre renkli kâğıt
kullanılması, sandık başlarında partili görevlilerin bulunması ve her
sandıktaki seçim neticelerinin orada açıklanması gibi istekleri ihtiva eden
gayet makul teklifler;
Reylerin okullarda ve kapalı hücrelerde gizli olarak
kullanılmasına imkân yoktur. Çünkü memleketimizin her köyü henüz bir okul
binasına kavuşmamıştır.
Rey pusulalarını renkli olarak hazırlamak da bir çok
karışıklıklara, güçlüklere yol açacaktır.
Parti temsilcilerinin rey tasniflerine iştirâk ettirilmesi
ve tutanaklara bunlar tarafından imza atılması keyfiyeti de, seçim işlerini
karıştıracaktır. Çünkü parti temsilcilerine böyle bir hak tanınırsa, aynı hakkı
bağımsız adayların temsilcilerine de tanımak gerekecek, bu takdirde tasnif
heyetleri akla gelmez sabotaj hareketleri ile karşılaşabileceklerdir.
Her sandıktaki seçim neticesinin orada ilân edilmesi
gereksizdir. Tasnif heyetini teşkil eden üyeler neticeyi bildiğine göre bunu
ayrıca ilân etmekte bir sakınca yoktur
[18] gibi basit
gerekçelerle hükümet tarafından reddedilmiştir.
Hükûmetin kuruluşundan itibaren var olan çatışma ortamı her
iki tarafın politikalarını gün geçtikçe daha da sertleştirirken, hükûmet bütün
kontrolü elinde tutabilmek için; milletlerarası gerginliği bahane ederek
İstanbul, Edirne, Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’deki sıkıyönetimin
altı ay uzatılmasını istemiştir. DP Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan, hükûmetin
gazeteleri kapatmak ve halkın mitinglerine engel olmak için sıkıyönetimi
uzatmak istediğini öne sürmüştür. Yine DP milletvekillerinden Refik Koraltan,
dünyanın silah bıraktığı bir ortamda sıkıyönetime gerek olmadığını, ihtiyaç
hâlinde sıkıyönetim ilân edilebileceğini belirtip, böyle bir uygulamanın
kendilerine karşı baskı vâsıtası olarak düşünüldüğünü ifade ederek sıkı yönetim
ilanına karşı çıkmıştır. Buna karşı hükûmet, sıkıyönetimi uzatma sebeplerinin
muhalefetin iddia ettiği gibi gazete kapamak, mitingleri engellemek olmadığını
zaten kanunsuz eylemlere engel olmak için yasaların yeterli olduğunu
açıklamıştır.
[19] DP’lilerin
itirazlarına rağmen söz konusu şehirlerde 23.11.1940’tan beri devam eden
sıkıyönetim 1946 yılı Aralık ayından itibaren altı ay daha uzatılmıştır. Bundan
hemen sonra 6 Ocak 1947’de bütün sendikalar ile muhalif olarak görülen altı
gazete ve dergi, sınıf mücadelesi fikrini savunmak suretiyle suç işledikleri
gerekçesiyle sıkıyönetim tarafından, muhalefeti haklı çıkarır bir şekilde
süresiz olarak kapatılmıştır.
[20]
Hükûmet, bu uygulamalarının, 1945’ten beri oluşmaya başlayan
demokratikleşme süreciyle çatıştığının farkındadır. Bu nedenle otoriter
uygulamalarını demokratik bir kılıf içerisinde sunmak çabası içerisine girerek,
demokrasiyi uygulamalarına göre yorumlamaya çalışmıştır. Peker’in
18.12.1946 tarihinde verdiği
demeç, bu gayretin iyi bir örneği olup, onun, otoriter tavrını meşrûlaştırmaya
çalıştığının bir göstergesidir. Peker bu demecinde şunları söylemektedir:
"Biz bu Meclis’te demokrasi hakiki bir şekilde gelişsin, açılsın diye va’z
işi kardeş muamelesini, iyi muameleyi vazife diye yapıyoruz. Yaptıkları hareket
nev’inden demokrasinin memlekete getireceği aksülamel ne olur arkadaşlar? Bu
anarşi arasında ne doğar? Ya bir sınıf diktatoryası yahut eli sopalı aşağılık
insanların sefil şahsî hakimiyetlerini ifade eden diktatörler. Biz bundan
münezzehiz arkadaşlar. Biz yaşadıkça, önümüzde insanlığın ışığı ve elimizde
kanun vasıtası, bu memlekette bu felaket olmayacaktır. Biz yalnız, sade
günümüzün hürriyetini, mesut hayatını temin etmekle yetinen bedbaht hodgâmlar
değiliz. Üç beş, on nesil sonra bizler göçeceğiz. Evlatlarımızın, torunlarımızın
torunlarının ve bütün istikbale açılacak gelişecek olan Türk milletinin hür
insanlık şartları içinde yaşamasını sağlayacak bir hürriyeti ve bunu veren bir
demokrasi ruhunu yukarıda hakim kılmak istiyoruz. Şuursuz, tahrikçi, anarşi
getiren bir yolun arkasında bulunan aksülameli feci zümre veya şahıs hakimiyeti
gizlenir.”
[21]
Başbakan Peker, bu düşüncesini uygulamalarına yansıtırken,
DP yöneticileri, otoriter uygulamaların devamını sağlayacak bir muhalefet
yapmayı sürdürmüşlerdir. Nitekim bütçe görüşmelerinde Peker ile Menderes
arasında geçen tartışma ve akabinde meydana gelen gelişmeler, bunun bir
uzantısı şeklinde cereyan etmiştir. Peker, bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı
bir konuşmaya, Menderes tarafından verilen cevaba karşılık olarak ona hakaret
edercesine sert bir reaksiyon göstermiştir. Bunun üzerine DP’liler Meclisi terk
etmişlerdir. Akabinde de Peker, DP’lileri demokrasinin işleyişini engelleyen,
herşeyi söyleyen fakat söylenenleri hazmedemeyen tahrik edici muhalefet
yapmakla suçlamıştır.
[22]
DP’lilerin Büyük Millet Meclisi’ni terk ederken süre
belirtmemiş olmaları ve bir iki gün meclise gelmemeleri iktidarı rahatsız
etmiştir. 18 Aralık’ta eski Başbakan Saraçoğlu, Bayar ve Menderes’le görüşüp
arabuluculuk yapmak isteyerek, DP’lilerin tekrar meclise gelmelerini sağlamaya
çalışmıştır. Ancak Bayar; "Recep Peker’in başbakan olarak beş aydan beri
takip ettiği politikasıyla uyuşmamıza imkân yoktur.” karşılığıyla bu girişimi
sonuçsuz bırakmıştır.
Basın, arabulucuğa rağmen DP’lilerin meclise dönmediklerini
görünce DP’lilerin meclisten tamamen çekildiğini ve "sine-i millete avdet
ettiğini” yazmaya başlamıştır.
[23] Bunun üzerine 20
Aralık’ta İnönü devreye girerek, Bayar ve Köprülü ile görüşüp olayları
yatıştırmaya çalışmış, fakat yine "Peker ile demokrasi yapılmaz” şeklinde;
meclise dönüp dönmüyeceklerini kesin açıklık getirmeyen bir açıklama yaparak,
köşkten ayrılmışlardır. İki gün sonra İnönü, tekrar Bayar ve Köprülü ile
görüşmüştür. Bayar’ın ifadesiyle bu ikinci görüşme de DP’lileri tatmin
etmemiştir. DP’de meclise dönmemek eğilimi devam ederken, Adnan Menderes’in meclise
dönülmesi gerektiği yönündeki ısrarları üzerine 28 Aralık 1946’da bu parti
milletvekilleri meclise geri dönmüşlerdir.
[24] Buna rağmen her
geçen gün hükûmetle muhalefet arasındaki uzlaşmaz tutum artarak devam etmiştir.
Bütün bu olayların gerginliği devam ederken 7 Ocak 1947’de
DP ilk büyük kongresini toplamıştır. Kongre Celal Bayar’ın uzun bir nutkuyla
açıldı. Bayar, bu nutkunda, yine eski taleplerini tekrarlayarak hükûmetten
seçim kanununu değiştirmesini, Cumhurbaşkanı’nın aynı zamanda bir siyasî
partinin başkanı olarak kalmamasını, Anayasa’ya aykırı anti demokratik
kanunların kaldırılmasını istemiş, idarî mekanizmanın DP üzerinde baskı
uyguladığını, bundan vazgeçilmesi gerektiğini ısrarla belirtmiştir.
Bu kongrenin Hükûmet-DP ilişkilerini etkileyecek en önemli
faâliyeti "Ana Davalar Komisyonu” tarafından hazırlanıp kongre tarafından
kabul edilen "Hürriyet Mîsakı” adı verilen rapordur. Bu raporda Türkiye’de
demokrasinin yerleşmesi için üç temel şartın yerine getirilmesi
öngörülmektedir:
Anti demokratik ve anayasaya aykırı kanunları
kaldırılmalıdır.
Seçimlerin devlet memurları tarafından değil, hukukî
merciler tarafından denetlenmelidir.
Cumhurbaşkanlığı mevkii parti başkanlığından ayrılmalıdır.
[25]
Ayrca bu şartlar hükûmet tarafından yerine getirilmezse,
Genel İdâre Kurulu kararıyla DP’nin meclisi terkedip mücadeleyi millete
götürmesi kararı da alınmıştır.
[26]
Kongrenin kabul ettiği bu rapor, CHP’nin tepkisine, Hükûmet
ile DP arasındaki ilişkilerin daha da gerginleşmesine neden olmuştur. Bu
gerginlik öyle rahatsız bir edici noktaya gelmiştir ki sonuçta biri DP’li
diğeri CHP’li iki iş adamı olan DP’li Üzeyir Avunduk ile CHP’li Vehbi Koç’un
devreye girmesine sebebiyet vermiştir. Bunlar, bir uzlaşma ortamı
oluşturabilmek amacıyla DP Genel İdâre Kurulu üyesi Emin Sazak ve Başbakan
Yardımcısı Mümtaz Ökmen ile birlikte, Peker ve Bayar’ın tekrar görüşmesini
sağlanmışlar,
[27]ancak bu görüşmeden de
bir sonuç alınamamıştır.
[28]
20.1.1947’de yapılan İdâreciler Kongresi’nde, hükûmet, idarî
ve adlî memurları doğrudan kendi kontrolü altına alma eğilimi göstermiştir.
Fuat Köprülü Vatan’da yazdığı makalede; hükûmetin bu kongre ile devlet
memurlarını ve adliye kurumunu doğrudan hükûmetin kontrolü altına sokmayı
hedeflediğini öne sürmüş ve bu girişimin demokrasinin gelişimini engelleyecek
bir hareket olduğunu belirtmiştir. Köprülü ayrıca bu projeye adliye ve diğer
bazı vekâletlerin itiraz ettiğini söyleyerek bundan duyduğu memnuniyeti de dile
getirmiştir.
[29]
1947 Şubatı’nın ilk haftasında yapılan muhtar seçimleri
hükûmet-muhalefet gerginliğini daha da arttıran önemli bir olay olmuştur.
[30] Bayar
ve Menderes seçimleri DP’nin büyük bir ekseriyetle kazanma ihtimali çok yüksek
iken, yapılan idarî baskı yüzünden kaybettiklerini ileri sürmüşlerdir.
[31] Peker,
muhalefetin bu iddiasına; "Muhtar seçimlerinde zor kullanıldığı veya baskı
yapıldığı hakkındaki sözler her kim tarafından söylenirse söylensin bunlar
hakikate uymayan iddialardır. Bu sözler vazife sahipleri hakkında bir iftira
olmaktan başka hür insanlar olarak oy kullanan vatandaşlar aleyhinde de bir saygısızlıktır.
Seçimlerde her zaman her yerde vâki olan sürtüşmeler mikyası dışında hiçbir
yolsuzluk yoktur. Vatandaş vicdanının ve kanaâtinin masunluğu aleyhindeki bu
iddiaları, bunları temin ile mükellef olan mesul hükümetin başında bir adam
sıfatıyla reddederim”
[32] sözleriyle cevap
vermiştir.
Muhâlefetin bu meselede tavrını belirleyen esas nokta,
seçimlerin, kendileri tarafından kaybedilmiş olmasından çok, demokratik
usüllere göre yapılmadığı inancıdır.
[33] Muhâlefetin bu
inancından kaynaklanan itirazları, F. Rıfkı Atay tarafından tahrikçilik olarak
nitelendirilmiştir.
[34]
Muhtar seçimleri, siyasî hayatta yeni bir belirsizlik
meydana getirmiştir. Bu seçimlerle tartışılan seçim uygulamasına yapılan
eleştiriler, DP’nin "Hürriyet Mîsakı” olarak adlandırılan bağlayıcı
kararları içinde değerlendirildiğinde; Nisan ayında yapılacak milletvekili ara
seçimlerinde DP’nin tavrının ne olacağı, seçimlere katılıp katılmayacağı
sorularını akla getiriyordu. Bu kararlar mucibince, seçimlere katılmaması çok
büyük bir ihtimaldi. Nitekim CHP bunu hissettiğinden, DP’nin seçimlere
katılması için bu seçimlerin dürüst yapılacağı vaadinde bulunmak zorunda
kalmıştır.
[35]
Bütün bu gelişmeler devam ederken beklenilen olmuş, Bayar,
Kuşadası ve Bodrum’da yapılan toplantılarda büyük bir ihtimalle seçimlere
girmeyeceklerini açıklamıştır.
[36] Görüldüğü gibi bu
açıklamada bir kesinlik yoktur. Bunun sebebi de DP’nin sunduğu seçim
tasarısının henüz cevaplandırılmamış olmasıdır. Bu yüzden konu ile ilgili kesin
karar, İzmir’de yapılacak Genel İdare Kurulu toplantısına tehir edilmiştir.
DP cephesinde bu gelişmeler olurken, en önemli
özelliklerinden biri, önemsediği siyasî nutuklarını, kendi partisine en çok
muhalif zannedilen merkezlerde vermeyi tercih etmesi
[37] olan Başbakan
Peker de faaliyetlerini aynı bölgede yoğunlaştırmış ve 31 Mart akşamı İzmir’e
gitmiştir. 1 Nisan’da İzmir Halk Evi’nde bir konuşma yapmıştır.
[38] Bu
konuşmasında DP’nin seçimlere katılmadığı takdirde suç işlemiş sayılacağını
belirtmiştir.
[39] Kısa bir süre
sonra Kuşadası’nda bulunan Bayar da İzmir’e gelmiş ve kalabalık bir partili
kitle tarafından karşılanmıştır. Böylece İzmir’de bir politik düello
başlamıştır. Bayar ve arkadaşları İzmir’e geldiğinde onları karşılamaya gelen
kalabalığı, polis ve jandarmanın havaya ateş açarak dağıtmaya çalışması önemli
huzursuzluklar yaratmıştır.
[40] Yaşanan bu
gerginliklerin ardından yapılan DP Genel İdare Kurul toplantısında, hükümetin
bu gibi baskıcı uyugulamalardan hiçbir şekilde vazgeçmiyeceği gerekçesiyle,
seçimlere kesinlikle girmeme kararı alınmıştır.
[41]
Peker ise DP’li yöneticilerin bu tavırlarını ucuz
kahramanlık olarak niteleyerek, Türkiye’de iddia edildiği gibi istibdada dayalı
bir rejim olmuş olsaydı, DP’lilerin bu tavırları sergilemelerinin mümkün
olamayacağını ileri sürmüştür. Ayrıca bu partinin vehme dayalı politikalarının
demokrasinin gelişimine engel olabileceğini belirtmiştir. Böylece üstü kapalı
olarak muhalefete "Eğer mevcut tavırlarınızdan vazgeçmezseniz daha sert
bir uygulamayla karşılaşabilirsiniz” mesajını vermiştir.
[42]
Bu karşılıklı itham ve siyasî tehdit düellosu devam ederken
DP’li Halil Menteş, Cumhurbaşkanı’na bir açık mektup yazarak memleket
idâresinin iki partiye nöbetleşe olarak yaptırılmasını tavsiye etmiştir. Peker
bu girişime sert bir şekilde tepki göstererek, İnönü’nün böyle bir yetkisinin
olmadığını ve azınlık partisinin kuracağı hükûmetin yirmi dört saat bile
çalışamayacağını söylemiştir.
[43]
Basının siyasî yapıyı değerlendirmesi de partilerinkinden
farklı değildir. Muhâlefet yanlısı Ahmet Emin Yalman, Peker’in meseleleri
görmemezlikten gelerek ortamı yumuşatmaktan uzak uzlaşmaz tavrı ile siyasî
havayı gerginleştirdiğini söylerken,
[44] iktidar yanlısı
Atay; "Bir muhalefet, kendi iddialarını kanunlaştırmak ve yürütmek için
iktidarı arar ve onun için haklı olarak savaşır. Bizim muhalefet, kendi
iddiaları iktidar partisi tarafından kabul edilmedikçe halkı kışkırtmaktan
başka bir savaşma usûlü takip etmiyeceğini apaçık ilân etmişti”
[45] sözleriyle,
muhalefeti siyasî havayı gerginleştirmekle itham etmiştir.
Siyasî ortamdaki gerginlik her geçen gün artarken, 15 CHP
milletvekili, DP ileri gelenlerinin tutumları hakkında Peker hükûmetinden
izahât istemişlerdir. Bu girişim DP’li yöneticileri rahatsız etmiş ve bu defa
onlar, Üzeyir Avunduk aracılığıyla hükûmetle diyalog kurma gayreti içine
girmişlerdir. Avunduk, Mümtaz Ökmen vasıtasıyla Recep Peker’e, Bayar’ın
kendisiyle görüşme isteğini bildirmiş ve iki lider 9 Mayıs 1947’de Ankara’da bir
araya gelmişlerdir.
[46] Bu görüşmede Peker
ile Bayar arasında şu konuşma geçmiştir:
- Bayar: DP mevcut hükûmetin husumetine maruz değil midir?
- Peker: Hayır.
- Bayar: Hükûmet Cihazı DP’ye karşı bîtaraf düşünüyor mu?
- Peker: Şüpheniz mi var?
- Bayar: Şu halde DP mensuplarının, ayrı siyasî akidelere
bağlı bulananların istisnaî muâmeleye tâbi tutulmayacaklarına yani eşit haklara
sahip olduklarına, seyyanen muâmele görmelerine dair bir tamim neşreder
misiniz?
Bu görüşmeler neticesinde oluşması beklenilen yumuşama
gerçekleşmemiş, Peker, görüşmeden sonra bir araya geldiği İnönü’ye, Bayar’ın
siyasî taktik içinde olduğunu söyleyerek; "Adamın hiç insafı yok. Hiç!
Bütün arzuları bizi oyuna getirmek” sözleriyle tepkisini dile getirmiştir.
[48]
Bu arada, 28.05.1947’de hükûmet İstanbul, Edirne,
Kırklareli, Tekirdağ, Çanakkale ve Kocaeli’de devam etmekte olan sıkıyönetimin
"savaş halinin devam ettiği” gerekçesiyle tekrar uzatılmasını teklif etti.
[49] Bu
teklif, sıkıyönetimi uzatmak isteyen hükûmetin aslında basını ve muhalefeti
susturmak niyetinde olduğu gerekçesiyle DP’liler tarafından eleştirilmiştir. Bu
eleştirilerin en serti yine Afyon Milletvekili Sadık Aldoğan’dan gelmiştir.
Aldoğan, Meclis’te bu amaçla yaptığı konuşmasından dolayı, iç tüzük 189. maddesi
hükümleri gereğince 15 gün Meclis’ten uzaklaştırılmıştır.
[50]
Başbakan Peker ise bu iddiaları reddederek sıkıyönetimi
askerî amaçlarla ve dış politikanın icabı olarak uzatmak istediklerini ileri sürmüştür.
Ancak söylediklerinin aksine dış politika gerekçeleriyle ilan edilen
sıkıyönetim ile iç politikada hükûmet merkezli güç oluşturulmaya çalışıldığı
görülmektedir.
[51]
Bayar ile Peker’in görüşmeleri ve sıkıyönetim ilanı ile
ilgili tartışmaların ardından Haziran ayının 7, 17 ve 26. günlerinde, ileride
anlatacağızımız Bayar ve İnönü görüşmeleri olmuştur. Bayar, bu görüşmelerin
hemen akabinde Sivas’a gitmiş ve burada parti kongresinde muhalefetin şikâyet
ve isteklerini sıralamıştır:
"Halk evleri, kültür müesseseleridir. Tıpkı selefi Türk
Ocakları gibi... Türk Ocaklarında da siyâsetle iştigâl memnû idi. Halk evleri
genel kültür müessesesi olarak kalmalı her vatandaş, oradan istifade hakkına
mâlik olmalıdır. Yahut da muhtelif siyasî teşekküller zaman zaman buradan
istifade edebilmelidir.
Radyo, halkın parasıyla kurulmuştur. Tek taraflı
kullanılmaması icab eder. Halbuki zaman zaman, yalnız bir tarafın menfaatine
çalışmakta, bazen DP aleyhine yazılan makaleler de okunmaktadır.
Biz Ankara’da bütün memleketi görüyoruz. Sivas’ta diğer
yerlere nazaran daha az tazyik yapılmıştır. Daha az olduğunu söylemekle bunu
mâzur görüyorum sanmayın. Bugünkü valinizin ne düşündüğünü ve ne yaptığını
bilmiyorum. Birşey biliyorum ki, o da eski valiniz, DP’nin kuruluşunda fena bir
rol oynamıştır.
-Ben, bir çok yerlerde baskın delillerini gördüm. Tazyik
görmüş vatandaşlarla konuştum. Farzediniz ki, bir casusluk şebekesi vardır.
Bence Cumhuriyet zabıtası olduğu halde neden sıkıyönetim gibi anormal
vâsıtalara mürâcaat ediliyor? Maneviyât üzerinde baskı yapmak için mi?”
[52]
Bayar’ın bu konuşması çatışmayı daha da şiddetlendirmiştir.
Peker, bu konuşmaya cevap olarak verdiği beyânatta Bayar’dan baskıların
delillendirilmesini istemiştir.
[53] Bayar, buna cevap
vermek üzere, baskı yapıldığına dair belgeleri gazetelere göndermiş ancak bu
belgeler sıkıyönetimce neşri yasak olan hususlara taalluk ettiği için
yayınlanmamıştır.
[54]
Bütün bu tartışmalarda, demogoji ön plândadır. İcra
mevkiinde olan Peker Hükümeti, kendi anlayışına göre icrâatını ortaya koyarken,
muhalefet mevkiindeki DP’nin, hükümete yönelttiği eliştirileri belli bir
sisteme göre yapmadığını görüyoruz. Yani muhalefet partisinde sadece bir itiraz
ediş ve demokrasi isteyişi vardır. Fakat itirazların sonucunda, mevcuda karşı
alternatif sunuşları yoktur. Bu nedenle de siyasî tıkanıklık meydana gelmiştir.
Bu siyasî tıkanıklığa sebep olan hatalar Yunus Nadi tarafından şu şekilde
tasnif edilmiştir:
"DP’nin hataları:
İktidar arayışını, belli bir alternatif sistem sunma
anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik, tepki ve bu tepkinin yarattığı
heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiştir.
İktidar yolunda, basit ve demogojik oyunlara başvurmuştur.
İktidar olmayı değil, kurtarıcılık misyonuna talip olmuşlardır.
CHP’nin hataları:
Halk Partisi, uzun mâzisine rağmen, Avrupaî mânâsyıla bir
türlü siyasî parti olamamış, sosyal ve ekonomik sahâlarda temel prensiplerini
kurup onlar üzerinde şaşmaz bir yol tutamamıştır.
Halka, demokrasiyi kendilerinin lutfettiği ve gerekirse geri
alabileceklerini imâ eden seçkinci tavır sergilemiştir.
İktidarlarının gücünü, kabul gören sisteminden değil
jandarmadan almayı tercih etmiştir.
DP’yi bir müvâzaa partisi gibi görerek, iktidarı kendileri
için değişmez bir mevki olarak kabul etmiştir.
[55]
Hükûmet-Muhâlefet arasındaki gerginlik, Batı Anadolu’daki
karşılıklı polemik sonucunda bir hayli artmıştır. Bu gerginliğin farkında olan
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, hâdiseleri kontrol altına alabilmek ve havayı
yumuşatmak için 7 Haziran’da Bayar’ı köşke davet ederek görüşmüştür. Bu
görüşmede Bayar, 9 Mayıs’ta Peker ile yaptığı görüşmede öne sürdüğü baskı
iddialarını tekrarlamıştır. Görüşmeden sonra İnönü muhalefetin şikâyetlerini
Peker’e iletmiş ancak Peker, bu iddiaların asılsız olduğunu belirtmiştir.
Bunun üzerine İnönü iki tarafı bir araya getirmeyi düşünmüş,
14 Haziran’da hükûmet ve muhalefet ileri gelenleri yeniden bir araya
gelmişlerdir. İnönü’nün ifadesine göre bu görüşmede her iki tarafın tutumunda
hiçbir değişiklik yoktur. Hâlâ muhalefet baskı yapıldığını iddia ederken,
hükûmet baskı olmadığı noktasında ısrarlıdır.
17 Haziran’da İnönü tekrar Bayar’ı kabul etmiş, bu kabulde
muhalefet yine baskı iddialarını tekrarlamıştır. Daha sonra İnönü’nün Peker ile
yaptığı iki görüşmede de Peker, bu iddiaların asılsız olduğunda ısrar etmiştir.
[56]
Havayı yumuşatmak amacıyla yapılan bu girişimler istenilen
neticeyi vermemiş hatta tartışmayı daha da şiddetlendirmiştir. Bu görüşmelerden
hemen sonra Bayar’ın partisinin Sivas Kongresi’ndeki nutku siyasî havanın daha
da gerginleşmesine sebep olmuştur. Bayar bu nutkunda, 9 Mayıs’ta Peker’le
yaptığı konuşmayı mesnet göstererek hükümeti, vatandaşlara karşı eşit
davranmayı kabul etmiyormuş gibi göstermiştir. Daha önce bahsettiğimiz bu
görüşmedeki diyaloğa bakıldığında görülecektir ki Bayar, Peker’den ısrarla
baskı yapılmaması yönünde tamim yayınlamasını istemektedir. Böyle bir tamim,
hükûmetin, daha önce baskı yapıldığını kabul etmesi demek olacağından Peker, bu
isteği kesinlikle reddetmiştir.
[57] Ancak bu reddediş
hükümeti, Bayar’ın komplosundan kurtaramamış, bu defa da bu talep, masum bir
istekmiş gibi gösterilerek böyle masum bir isteği yerine getirmeyen hükûmeti,
baskı yapmamaya söz vermiyor gibi göstererek tarafsız olmamakla suçlamıştır.
[58] Görülüyor
ki bu istek, her halukarda DP lehine bir sonuç elde etmek için kurnazca
hazırlanmış bir plândır. Yine Bayar Sivas konuşmasında; 17 Haziran
görüşmelerinde, İnönü’nün, hükümetin baskı yaptığını kabul ettiği mesajını
vermiştir.
[59] Bayar’ın Sivas
konuşmasının diğer önemli bir yanı da cumhurbaşkanlığı nüfûzunun, iktidar
lehine kullanılabilirliğini ortadan kaldırmaya çalışmasıdır.
[60]
Başbakan Peker, Bayar’ın Sivas konuşmasındaki baskı
iddialarını reddederek sert bir dille eleştirmiş ve muhalefeti bozgunculukla
itham ettmiştir.
[61] Bayar ise yine,
baskı iddiaları içeren bir demeçle Peker’e cevap verince,
[62] Peker de
muhalefeti, hükûmet darbesi yapmayı plânlamakla suçlamıştır.
[63]
Bütün bu karşılıklı tartışmalar arasında Nihat Erim,
muhalefetin hükümete yönelttiği suçlamaların muhatabının hükûmet değil, meclis
olduğunu ileri sürerek, tartışmayı hükûmet-muhalefet tartışması olmaktan
çıkarıp, meclis çatısı altına çekmek isteyen bir makale yazmıştır. Erim bu
makalesinde şunları söylemektedir: "Bay Bayar, başbakanı maziye bağlılıkla
itham etmektedir. Halbuki Sivas nutkunda geçmişteki tartışma ve
geçimsizliklerden bahsetme yolunu kendisi tutmuştur. ‘Terör yani dehşet saçan
kabineden’ bahsedilmektedir. Bu memlekette millet meclisi varken kabine dehşet
saçamaz. Eğer dehşet saçtırıyorsa onu meclisin kanunları saçtırıyor demektir.
Muhâlefet lideri, bazı kanunları sayarak, bunların kabulü ile ‘teröre’ yol
açıldığını söylemektedir. Eğer bu tenkit ise hükûmete değil, meclise tevcih
edilmiş oluyor. Çünkü bizim bildiğimize göre, kanunları hükûmet değil, meclis
yapar. Hükûmetin vazifesi onları tatbik etmektir”.
[64]
İki tarafın değişmeyen tutumu İnönü’nün yeni bir
müdâhalesine zemin hazırladı ve onun tarafından "12 Temmuz Beyannâmesi”
olarak bilinen meşhur beyannâme yayınlandı. İnönü’nün hâdiseler hakkındaki
görüşlerini ve yapılması gerekenleri ihtiva eden bu beyanâtta şunlar
söylenmekte idi: ". Siyasî havayı yumuşatan bir iyilik olmak üzere,
dertleri bilenlerin, kendiliklerinden, karşı tarafa teskin edici tedbirler
alacakları ümidi uyanmıştır. Bunun dışında olarak, durum muhalefet partisi
liderinin ‘fiilî bir netice beklemek’ şeklinde ifade ettiği hükümde görülür.
Yani bir başka türlü söylenirse, vaziyet karşılıklı iddialar bakımından düğüm
halini muhâfaza etmiştir.
Şimdi ben, bu düğümü çözmeye çalışacağım. İki tarafın
şikâyet ve müdâfaalarının delillerini tafsil etmekte fayda görüyorum. Zaten
bunlar umumî efkârca da kâfi derecede bilinmektedir. Gördüm ki, taraflardan
hangisinin haksız yahut hangisinin daha evvel karşısındakini kırmağa
başladığını aramakta da fayda yoktur.
Ben, idare mekanizmasının baskı yaptığını hükûmet reisinin
kabul etmemesini, böyle bir hareketi tasvip etmeyeceğini katiyetle beyan
eylemesini, bir teminat ifadesi olarak aldım ve bunu Bay Bayar’a söyledim. Ben,
muhalefet liderinin kanun dışı maksatlar ve metodlar isnadını reddetmesini,
muhalif parti çalışması içinde kalmak esasını gözönünde tutulduğuna ve
tutulacağına dair tatmin edici bir teminât alarak kabul ettim ve Başbakana bunu
söyledim.
Her iki tarafla uzun konuşmadan çıkardığım bu neticelere
inanmak istiyorum ve inanıyorum. Bizi bu inanışa getiren bugünkü durumu,
memlekette siyasî partilerin çalışıp gelişebileceğine kat’i mühim merhale
sayıyorum. Şimdiye kadar memlekette geçen iktidar ve muhalefet tecrübesinin
muvaffak olmamasını, bir seneden beri geçirdiğimiz tecrübelere, onların
dayanamamış ve bugünkü siyasî durumu elde edememiş olmalarında görüyorum. Benim
kanaatimce bir buçuk seneden beri geçirdiğim tecrübeler ağır ve ümit kırıcı
olmuştur; ama gelecek için her türlü ümitleri haklı çıkaracak bir muvaffakiyet
de temin edilmiştir.
Bu durumu muhâfaza etmek ve onun gelişmesini sağlamak,
iktidar ve muhalefet partilerinin vazifeleri olmak lâzım gelir. Gelecek için
tedbirler, benim kabul ettiğim gibi, şu noktadan hareket etmekle bulunabilir.
Benim bu son dinlediğim karşılıklı şikâyetler içinde mübâlağa payı ne olursa
olsun, hakikat payı da vardır. İhtilâlci bir teşekkül değil, bir kanunî siyasî
partinin metodları ile çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları
içinde çalışmasını temin etmek lâzımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak,
kendimi her iki partiye karşı müsâvi derecede vazifeli görürüm.
İdare mekanizması, yani valilerimiz ve mahiyetleri, bir seneden
beri çok ağır tecrübe geçirmişlerdir. Öyle zamanlar oldu ki, memlekette
hükûmetin mevcut olup olmadığı bile şüphe idi. Sorumlu hükûmetin huzur ve
asâyiş vazifesi münâkaşa götürmez. Fakat, meşrû ve kanunî siyasî partilere
karşı tarafsız, eşit muâmele mecburiyeti, siyasî hayat emniyetinin temel
şartıdır. Bu arada, siyasî partilere mensup olan veya görünen hususî maksat
sahiplerinin şirretliklerine pervâsız olarak tesirsiz bırakmak hususunda
partilerin dikkat göstermeleri icap eder.
Siyasî partilerin hangisi iş başına gelirse gelsin, onlar,
idare mekanizmasında çalışanların haklarına, itibarlarına karşı adaletli bir
zihniyette olacaklarına inandıracaklardır.
Zannediyorum ki, hükûmet reisi ile muhalefet lideri
arasındaki son tartışmada, iki tarafı sebât ettikleri noktadan ayırmak
gayretine düşmeksizin, her iki tarafın bekledikleri şeyleri söylemiş ve temin
etmiş oluyorum.
Vatandaşlarıma, hükûmete ve iktidar partisi ile muhalefet
partisi arasında görüşme ve araya girme sahâlarını olduğu gibi anlatmış
olduğumu ümit ederim. Varmak istediğim netice, başlıca iki parti arasında temel
şartın, yani emniyetin yerleşmesidir. Bu emniyet, bir bakımdan memleketin
emniyeti mânâsını taşıdığı için, benim gözümde çok ehemmiyetlidir. Muhâlefet,
teminât işinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından
müsterih olacaktır.
İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey
düşünmediğinde müsterih bulunacaktır. Büyük vatandaş kitlesi ise, iktidar, bu
partinin veya öte partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile
düşünebilecektir. Bu neticeye varmak için karşılaştığım güçlükler, çok zaman
yalnız ruhî mahiyette olan âmillerdir.
Bu güçlükleri yenmek için siyasî hayatımızı idare eden,
iktidarda ve muhalefetteki liderlerin samimi yardımlarını isterim.
Bu beyanâtımı, neşrinden önce, başbakan ile muhalefet lideri
görmüşlerdir”.
[65] İnönü her ne
kadar, bu beyannâmeyi, iki parti arasındaki uzlaşmayı sağlamak amacıyla
yayınladığını belirtmişse de beyanât, muhalefetin şikâyetlerinin doğruluğunu
hükûmetin muhalefete karşı baskı uyguladığını kabul eden bir mantığı ihtiva
etmektedir.
Bu beyannâme, muhtevâsı kadar, yayınlayanın kimliği
bakımından da önemlidir. Beyannâmenin yayınlanması ile DP bir anlamda hedefine
ulaşmış oluyordu. İnönü bu girişiminde, hükûmet ile aynı siyasî teşkilâta
mensup birisi olarak değil, bir hakem gibi tavır koymuş hatta tercihini
muhalefetten yana kullanmıştır. Böylece, hükûmet icraatıyla, CHP teşkilâtının
siyasî bakışının ayrışmaya başladığının işaretleri görülmüştür. Bu da DP’nin
istediği sonuçtur.
Siyasî havadaki gerginliği yumuşatmak için yayınlanan 12
Temmuz beyannâmesi, istenilen yumuşamayı getirmediği gibi beyannâmenin
yorumlanmasından kaynaklanan yeni gerginliklere sebep olmuştur. Nihat Erim’in
beyannâme yayınlandığı gün yazdığı, İnönü’nün partiler üstü bir otorite olarak
hâdiselere el koyduğunu imâ eden makalesi,
[66] hükûmette
huzursuzluk meydana getirmiştir. Bu nedenle Peker, İnönü’nün böyle bir
yetkisinin olmadığını ihtivâ eden bir demeç vermiştir.
[67] Böylece,
beyannâmeyle birlikte siyasî yapıda bir otorite tartışması zuhûr etmiştir.
İnönü, bu beyannâme ile otorite merkezi olmaya çalışırken,
[68] hükûmet böyle bir
oluşumu engelleme gayreti içerisine girmiş ve beyannâmeyi meşrû otoritenin
belirlediği hükümler olarak değil, sorumsuz bir devlet başkanının tavsiye
bâbında yayınladığı temenniler olarak nitelendirmiştir.
[69] CHP’nin içinde
hükûmete karşı oluşan muhalefet ise İnönü’nün bu beyanâtı, çok partili hayatın
gereklerini yerine getirmeyen hükûmeti ve zihniyetini mahkûm etmek için
yayınladığını ve dolayısıyla hâdiselerin kontrolünü kendi eline aldığı
düşüncesindedir.
[70]
12 Temmuz’dan sonra hükûmet, kendi partisiyle ilgili problemlerle
uğraşırken; muhalefet, mevcut hükûmetle 12 Temmuz beyannâmesiyle varılmak
istenen hedefe ulaşılamıyacağını ileri süren bir beyannâme yayınlamıştır. Bu
beyannâmede, İnönü, bir şikâyet mercii olarak kabul edilip, Peker’in bilhassa
17 Temmuz’da verdiği beyanâttaki tek parti dönemini savunan sözleri
[71] şiddetle
eleştirilmiştir. DP’nin tebliğinde, bu konuyla ilgili şunlar söylenmektedir:
"Aradaki görüş farklarıyla tezâtlar ve bunların muhtemel mânâları
üzerindeki münâkaşalar bir tarafa Sayın Devlet Başkanının beyannâmelerinde
izhâr olunan anlayış zihniyeti ile iyi niyetlere karşı, Başbakan’ın bu
demencinde yeni bir zihniyet ve sistemin inatçı müdâfaanâmesi mahiyetini
taşıması ve bu demecin beyannâme ile hemen hemen aynı günlerde intişâr etmiş
olması, yakın âtideki iyi gelişmeler hesabına, tamamıyla ümit kırıcı olarak
kabul etmek zarûreti doğmaktadır”.
[72] DP bu beyanâtıyla,
Peker’i 12 Temmuz beyannâmesi hükümlerine aykırı bir davranış içinde
göstererek, hükûmetle İnönü’yü karşı karşıya getirmek ve parti içindeki
İnönü’ye yakın grubu harekete geçirerek hükûmete karşı çift taraflı bir
muhalefet oluşturmak gayreti içerisindedir. Zaten bunun için zemin de hazırdı.
Beyannâmenin muhtevâsı dikkate alındığında İnönü’nün, Peker’i gözden çıkardığı
ve hükûmetle ilişkilerini kopardığını gözlemek mümkündür. Diğer taraftan CHP
içindeki İnönü’ye yakın grubun tavırlarından da bu tespit doğrulanabilir.
Nitekim, parti içindeki hükûmete muhalif grubun beyannâmeden çıkardığı hüküm,
hükûmetin yorumlarından daha çok muhalefetin yorumlarına benzemekte, İnönü’nün
böyle bir girişimde bulunmasının müsebbibi olarak hükûmeti göstermektedir.
[73]
Peker, DP’nin hükûmeti, CHP teşkilâtı ve İnönü ile ters
düşürerek zayıf düşürme taktiğini fark ederek 29.08.1947’de DP’nin beyanâtına
karşı, sert bir beyanât verdi ve 12 Temmuz beyannâmesinin mantığına ters düşmediklerini
belirtti.
[74] Fakat görünen odur
ki, Peker, İnönü ile beyannâme konusunda ayrı düşmediğine dair sözlerinde
samimi değildir. Bu beyannâmeyi parti içindeki muhalefetin baskısı sonucu kerhen
kabul etmek zorunda kalmıştır.
[75] Bu grubun önde
gelen isimlerinden Erim, hükûmeti beyannâmeye uygun hareket etme konusunda ikaz
edici yazılar yazarken DP’nin demokratikleşme istikâmetindeki isteklerinde
haklı bulmaktadır.
[76] Bununla birlikte
parti içinde hükûmetin politikasını destekleyen grup da, hükûmetin baskı
politikası uygulamasını DP’ye bağlamaktadır.
[77]
12 Temmuz beyannâmesi, DP yöneticilerinin gövde gösterileri
ve kışkırtıcı demeçlerle gayri meşrû propaganda yollarına saptıklarını imâ
ediyordu. Daha önce beyannâmeyi kabul eden DP’li yöneticiler, beyannâmenin bu
özelliğini göz önünde tutmamakla bir taktik hatası yaptıklarının farkına
varmışlardır. Bu nedenle bunun, olumsuz gelişmelerin mağduru olan DP’yi
ilgilendirmeyen ve iktidar partisi CHP’nin kendi uygulamalarını eleştirme
zorunluluğunun gereği olarak ortaya çıkmış olan tek taraflı bir olgu olduğunu
ileri sürmüşlerdir.
Diğer taraftan, CHP’nin içerisindeki İnönü’ye yakın hükûmet
karşıtı grup, beyannâmeyi benimsemekle vatandaşların hükûmeti tenkit etme
hakkını kabul etmiş ve böylece muhalefetin istediği çizgiye gelmiş oluyordu.
[78] Ancak
hükûmet böyle bir çizgiye gelmemiştir. Bu da siyasî hayatta hükûmet merkezli
DP-Hükûmet-Cumhurbaşkanı şeklinde formüle edilebilecek bir ilişki meydana
getirmiştir ki, bu üçlü ilişkide, bazen hükûmet aradan çıkarılarak DP ile İnönü
arasında diyalog kurulmuş ve her iki tarafca da hükûmet sıkıntının kaynağı
olarak gösterilmiştir. Bu tür bir ilişki de doğal olarak siyasî hayatta bir
belirsizlik yaratmıştır.
Bu ilişkiler içinde, Peker’in ya istifâ etmesi ya da
tavırlarını bu ortama göre yeniden düzenlemesi gerekliydi. Ancak Peker,
İnönü’ye rağmen ne istifâ etmiş ne de tek partici tavrından vazgeçmiştir. Hatta
Meclis’te kendinin desteklendiği kanaâtindedir. Bu yüzden tavrını değiştirmek
yerine İnönü’ye karşı mücâdeleyi tercih etmiştir. Ancak Peker, beyannâmeyi
kabul etmekle bir taktik hatası yapmış; DP’nin verdirmeye çalıştığı baskı
yapılmayacağı sözünü vermiş ve baskı yapıldığını kabullenmiş duruma düşmüştür.
Her ne kadar, İnönü’nün bu siyasî taktiğini farkedip cumhurbaşkanlığı makamının
bu konuda yetkisiz olduğunu belirten demeçler vermiş ise de, istediği neticeyi
elde edememiştir. Kendisi hem partide hem de kamu oyunda prestij kaybederken,
İnönü bilhassa kamu oyunda prestij kazanmıştır. Nitekim Haydar Paşa hâdisesi
olarak adlandırılan protesto olayında "yaşasın Milli şef, kahrolsun Peker
kabinesi” şeklinde atılan slogan bu oluşumun bir neticesidir.
[79] Böylece İnönü, 12 Temmuz’a
kadar yapılan bütün hatalı uygulamalardan kendini soyutlayarak bu uygulamaların
tümünden Peker’i sorumlu hale getirmiştir. Peker kendisinin politik bir oyunla
karşı karşıya olduğunun farkındadır. Bunu da; "evet, iyi biliyorum ki,
yakın ve uzak geçmişin bütün kusurlarını kendi üzerlerinden aşırıp başka
birisine aktarmak ve bu yoldan hürriyet kahramanları arasında yer almak
modasının alabildiğine hükümrân olduğu bir devirde yaşıyoruz”
[80] sözleriyle ifade
etmiştir.
Bütün bu gelişmeler ve hükûmetin çekilmesi gerektiği
yolunda, parti içi ve parti dışı muhalefetten gelen baskılara cevap olarak
hükûmet, istifa etmek yerine kendi gücünü göstermek için güven oylamasına
gitmeyi tercih etmiştir. Hükûmet güven oylamasını, DP’ye gücünü ispatlamaktan
ziyade, İnönü’nün ülke politikasını yönlendirebilme gücünü yok etme ve bu gücü
hükûmette toplama
[81] ve Parti içindeki
muhalefete karşı gücünü ispatlamak için istemiştir. Tanrıöver; "şimdi sen
bizden oy alıp, meclis ve grup benimle beraberdir diye mi İnönü’nün karşısına
çıkacaksın”
[82] sözleriyle bu
düşünceyi teyit etmektedir.
26 Ağustos 1947’de yapılan güven oylamasında CHP
milletvekillerinden hükûmete 303 güvenoyuna 35 karşı oy verilmiştir. Red oyu
verenler şunlardır: Nihat Erim, Vedat Dicleli, Kasım Gülek, Kasım Eren, İ.
Rüştü Aksal, Cavit Oral, Sinan Tekelioğlu, Fahir Kurtuluş, Mahmut N. Gündüzalp,
Cevat Dursunoğlu, H. Suphi Tanrıöver, C. Sait Siren, Şevket R. Hatipoğlu, A.
Fuat Cebesoy, Nazif Erkin, Tahsin Banguoğlu, Tezer Taşkıran, İ. Hamit Tigrel,
Sait Odyak, Sedat Çumralı, Muhsin Adil Binal, Hasan Ş. Adal, Avni Refik Bekman,
Muhtar Ertan, Ali Kemâl Yiğitoğlu, Abdurrahman Melek, Vehbi Sarıdal, Hilmi
Atlıoğlu, Kâmil Kitapçı, Hilmi Öztarhan, Suut Kemâl Yetkin, Raşit Börekçi,
Osman Agan, Bekir Kaleli, Mahmut Şevket Esendal.
[83]
Peker Hükûmeti güvenoyu almasına rağmen verilen 35 red oyu
parti-hükûmet çatışmasını açığa çıkarmıştır. Ayrıca, hükûmete karşı oluşan
parti içi muhalefetin gerçek sayısı bu red oylarından ibaret değildir. Bunun
hâricinde hükûmete kerhen güven oyu veren potansiyel bir muhalif grup da
vardır. Bu grubun, hükûmete güvenoyu vermesinin sebebi, parti dışındaki
muhalefete, CHP’nin birlik ve beraberlik içinde olduğunu gösterme arzusudur.
Nadir Nadi güven oylamasından hemen sonra yazdığı bir makalade bu konuda şunları
söylemektedir: "Recep Peker parti grubunda belki ekalliyette kalabilirdi;
illâvelâkin ne yaparsınız ki, muhalefet çevrelerinin aylardan beri devam eden
feryadı buna imkân bırakmamaktadır. Recep Peker’e rey verilmezse sonra herkes
ne der? Bir avuç muhalefetin arzusuna uyularak, koskoca Peker düşürülmüş gibi
olmaz mı? O zaman demokratların şımarmıyacağını ve hürriyet maskesi altında bir
nev’i dikta rejimi gelmiyeceğini bize kim temin edebilir”.
[84] Nitekim,
"35’ler” adlı aktif muhalif grubun haricindeki potansiyel muhalif grubun
varlığı kendisini, Peker’in CHP grubundan, kabinede değişiklik yapılmasını
istemesi ve bu konuda başbakanın serbest bırakılması konusunda yetki talep
etmesi üzerine yapılan oylamada, oylamaya katılan 242 üyeden, 194 kabul oya
karşılık 47 red, 1 çekimser oy çıkmasıyla göstermiştir.
[85] Görüldüğü gibi
muhalif oylar 35’ten 48’e yükselmiştir. Ayrıca güven oylamasına katılıp evet
oyu veren 303 milletvekilinden 49’u bu yetki oylamasına katılmayıp çekimser
kalarak hükûmete tepkisini göstermiştir ki bu durumda muhalif sayısı 97’ye
ulaşmaktadır.
Peker, buna rağmen 6 bakanı değiştirerek hükûmeti devam
ettirmek istemiş ve şu bakanları tayin etmiştir:
Görevden Alınanlar
Yeni Atananlar
İçişleri Bakanı
Şükrü Sökmensüer
M. Hüsrev Göle
Ticaret Bakanı
Atıf İnan
H. Nazmi Keşmir (Vekâleten)
Millî Müdâfaa Bakanı
C. Cahit Toydemir
Münif Birsel
Tarım Bakanı
Faik Kurdoğlu
Şevket Adalı
Çalışma Bakanı
Sadi Irmak
T. Bekir Balta
Ekonomi Bakanı
T. Bekir Balta
Cevat Ekin
[86]
Bu değişiklik parti grubu içinde ve basında yeni
tartışmalara yol açtı ve tenkit edildi. Tenkitlerin temeli, hükûmette bu kadar
geniş çaplı değişikliğin yapılabilmesi için başbakanın da istifa etmesi
gerektiği esasına dayanmakta olup Peker’in o zamana kadar usulden olup partili
milletvekillerine danışmadan bu değişikliği yapması, şikâyete sebep olmuştur.
Bu arada Peker ile İnönü arasında önemli bir çatışma daha meydana gelmiştir.
Meclisin tatile girmek üzere olduğu günlerde Peker, yeni tayinleri meclise
sunmamış ve bunu tatilden sonraki devreye bırakmak istemiştir. Bunun üzerine
İnönü, bu meseleyi çözmek üzere tatile giren meclisi tekrar toplantıya
çağıracağını açıklamıştır. Bu tartışmalar esnasında Peker, istifa etmeyi dahi
düşünmüştür. Hatta kürsüde "vurdum duymaz değilim, bana düşeni yapacağım”
diyerek bu düşüncesini grup toplantısında dile getirmiştir. Bunun akabinde,
İnönü’nün huzuruna çıkmış, kendisine İnönü tarafından, itidal ve grubun temâyül
oyları belirmeden çekilmemesi tavsiye edilmiştir. Peker ise İnönü’den
aralarında anlaşmazlık olmadığına bir beyannâme yayınlamasını istemiş fakat
İnönü bu isteği kabul etmemiştir.
[87]
Bütün bu olaylar, Peker Hükûmeti’ni görevden çekilmeye
zorlarken, 8 Eylül’deki parti divanı toplantısı, hükûmetin sonunu
hazırlamıştır. Peker, Parti Divanı’ndan, Saraçoğlu’nun başbakanlığı döneminde
mevcut olan başbakanlıkla parti başkan vekilliğinin aynı kişide toplayan
uygulamayı
[88] yeniden işlerlik
kazandırmasını istemiştir. Peker’in 8 Eylül’de Parti Divanı’na sunduğu bu
teklif destek görmedi. Hatta bunun aksi bir takrir divana sunuldu. Peker’in
teklifi genel bir reddediliş ile karşılaştı. Divan toplantısından çıkınca
Peker, Parti Genel Sekreteri’nin odasında, istifaya karar verdiğini söylemiş,
aynı gün akşam, Çankaya’ya giderek istifa niyetini tekrar etmiştir. İnönü, bu
görüşmede de kedisine yeniden itidal ve sükûnet tavsiye etmiştir.
[89] Ancak,
ertesi gün 9 Eylül 1947’de sağlık durumunu bahane ederek istifasını sunmuştur.
[90] Peker
istifa sebebini; yukarıdaki olayların haricinde, İnönü’nün ve partideki muhalif
grubun hükûmeti dışarıdan yönlendirme çabalarına bağlamaktadır. Bunu da şöyle
dile getirmektedir: "Hükûmetin hareket hattı üzerinde tesirleri ikâ etmeye
devam eden bazı arkadaş unsurlarının bu hareketten vazgeçmeyişini kuvvetle
sezerek bu hareketlerin hükûmete zaâf ve hatta devlete zarar verici bir sonuca
varmasını derpiş ederek hükûmetin elindeki emâneti, büyük makam sahibine teslim
etme kararına vardım”.
[91]
Sonuç
Çok Partili hayata geçiş, zannedildiği gibi iktidardaki
CHP’nin ve İsmet İnönü’nün tek partici anlayıştan vazgeçmesi ve çok partili bir
sistemi benimsemesi sonucu değil, dış politikada yalnız kalma riskinin
zorlaması sonucu gerçekleşmiştir. Zaten, henüz daha Avrupaî anlamda bir siyasî
parti olamamış olan CHP’nin böyle bir geçişi kendi arzusuyla sağlamış olduğu
düşünülemez.
Bu nedenle, Tek Partili hayattan, Çok Partili hayata geçişin
yaşandığı ara dönemde, demokratik normları devlet hayatında müeesir kılmaktan
ziyade, tek parti rejiminin esaslarına demokratik imaj verme esası
benimsenmiştir. Hal böyle olunca da demokratik sistemin müesseleşmesini
kolaylaştırıcı ortamı sağlayacak bir geçiş dönemi uygulamasının tam aksine
zorlaştırıcı bir uygulama biçimi ortaya çıkmış, tek parti sistemini
idealleştiren Peker, başbakan tayin edilmiştir.
Diğer taraftan, DP, iktidar arayışını, belli bir alternatif
sistem sunma anlayışı içerisinde değil, CHP’ye yönelik tepki ve bu tepkinin
yarattığı heyecan psikolojisinden faydalanma şekline göre belirlemiş, iktidar
olmaktan çok, kurtarıcılık misyonuna talip olmuştur. Bu da geçiş döneminin
zorluklarını arttıran ayrı bir problem teşkil etmiştir. İşte bütün bu
çelişkiler, demokratik kurumlaşmanın gerektiği şekilde gerçekleştirilemediği,
yoğun siyasî çatışmaların görüldüğü bir geçiş döneminin yaşanmasına sebep
olmuştur. Geçiş döneminde yaşanan CHP’nin tek partici, DP’nin de popülist
politikaları, Türkiye’deki demokratik oluşumun kurumsal düzeyde olgun bir şekil
almasını engellemiş, bugünkü olumsuzlukların da temel sebebi olmuştur.
Yrd. Doç. Dr. Bekir KOÇLAR
Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler, Cilt: 16 Sayfa: 754-764
Dipnotlar:
[1] Ahmet Yeşil,
Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Ankara 1988, s. 40-41.
[2] Kemal H. Karpat,
Türk Demokrasi Tarih, Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller, İstanbul 1967, s.
128.
[3] "B.M.M’de
Birleşmiş Milletler Anayasanın Tasdikine Dair Kanun Tasarısının Görüşülmesi”
Ayın Tarihi, No: 141 (Ağustos 1945), s. 23.
[4] Ayın Tarihi, No:
141 (Ağustos 1945), s. 23.
[5] Bu önergede
muhalefetin önerileri 3 madde halinde şu şekilde sıralanmıştır: "a- Millî
hakimiyetin en tabii neticesi ve aynı zamanda dayanağı olan Meclis
murakebesini, Anayasamızın yalnız şekline değil, ruhuna da tamamiyle uygun
olarak, tecellisini sağlayacak tedbirlerin aranması, b- Yurttaşların siyasî hak
ve hürriyetlerini daha ilk Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzun gerektirdiği
genişlikte kullanabilme imkanının sağlanması, c- Bütün parti çalışmalarının
yukarıdaki esaslara tamamiyle uygun bir şekilde yeni baştan tanzimi.” Hilmi
Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 434.
[6] Hilmi Uran,
a.g.e., s. 435.
[7] Kemal H. Karpat,
a.g.e., s. 131-132.
[8] Hilmi Uran,
a.g.e., s. 435.
[9] Metin Toker,
Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1944-1973; Tek Partiden Çok Partiye
1944-1950, İstanbul 1990, s. 81.
[10] Ahmet Faik
Barutçu, Siyasî Anılar, İstanbul 1977, s. 53-54.
[11] Metin Toker,
a.g.e., s. 134.
[12] Seçimlerden
sonra 5 Ağustos’ta Meclis’te yapılan seçimde cumhurbaşkanı seçilen İnönü’nün
yemin için toplantı salonuna girdiğinde DP.’li milletvekillerinin o güne kadar
görülmedik bir şekilde ayağa kalkmamaları bu düşünceden ötürü olsa gerektir. Bu
olay için bkz.; Şerafettin Turan, İsmet İnönü Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği,
Ankara 2000, s. 285.
[13] Ahmet Emin
Yalman, "Fena Bir İmtihan”, Vatan, 16.08.1946.
[14] Celal Bayar
Diyor ki, 1920-1950 Nutuk-Hitabe-Beyanat-Hasbihâl, (Hazırlayan: Nazmi Sevgen),
İstanbul 1951, s. 104-105.
[15] Bu madde
emniyet kuvvetlerine tehlikeli gördükleri şahısları süresiz alıkoyma ve yargıç
kararı olmadan evlerde arama yetkisi veriyordu. Bkz. Kemal H. Karpat, a.g.e.,
s. 133.
[16] Celal Bayar
Diyor ki, s. 132.
[17] Celal Bayar
Diyor ki, s. 138.
[18] Nadir Nadi,
"Seçim Kanununa Dair...”, Cumhuriyet, 03.12.1946
[19] "Sıkıyönetim
6 Ay Daha Uzatıldı”, Ulus, 05.12.1946.
[20] Kemâl H.Karpat,
a.g.e., s. 155.
[21] "Peker
Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[22] "Peker
Dedi ki”, Ulus, 19.12.1946.
[23] Mümtaz Faik
Fenik, "Anlaşma İmkânları Var mıydı?”, Vatan, 25.12.1946.
[24] Celal Bayar
Anlatıyor, Başvekilim Adnan Menderes, (Derleyen: İsmet Bozdağ), İstanbul 1986,
s. 65-67.
[25] 1900 Yılından
1990’a 20. Yüzyıl Ansiklopedisi, C.II, İstanbul 1990, s. 375.
[26] DP I.Büyük
Kongresi için bkz.: R. Salim Burçak, Türkiye’de Demokrasiye Geçiş 1945-1950,
Olgaç Matbaası 1979, s. 105-113.
[27] Mehmet
Kabasakal, Türkiye’de Siyasal Örgütlenme 1908-1960, İstanbul 1991 s. 175.
[28] Bkz.; Cem
Eroğul, DP Tarihi ve İdeolojisi, Ankara 1970, s. 32.
[29] Fuat Köprülü,
"Hükûmet Nereye Gidiyor? ”, Vatan, 26.01.1947; Faik Fenik, "Halk
Partisinin Ebedî İktidarı”, Vatan, 26.01.1947.
[30] Bkz., Tekin
Erer, Türkiye’de Parti Kavgaları, İstanbul 1966, s. 418-419.
[31] Celal Bayar
Diyor ki, s. 148.; "Celal Bayar, DP.Başkanı ve Adnan Menderes Bir Konuşma
Yaptılar”, Tasvir, 08.03.1947.
[32] "Demokratlar
Peker’i Tenkit Ediyor”, Tasvir, 08.03.1947.
[33] Celal Bayar
Diyor ki, s. 148.
[34] Falih Rıfkı
Atay, "Bu Artık Belli Bir Şeydir”, Ulus, 08.03.1947.
[35] Ahmet Yeşil,
a.g.e., s. 91.
[36] "Celal
Bayar Demokrat Parti’nin Seçimlere Girmiyeceğini Söyledi”, Tasvir; 01.04.1947;
"Başbakan R.Peker İzmir’de, Celal Bayar Kuşadası’nda”, Vatan, 01.04.1947.
[37] Metin Toker,
a.g.e., s. 172; Hüseyin C.Yalçın, "İzmir Nutku”, Tanin, 03.04.1947.
[38] "Celal
Bayar 30 Bin İzmirli Önünde Başbakanın Nutkuna Cevap Verdi”, Tasvir,
06.04.1947.
[39] "İzmir’de
Heyecanlı Hâdiseler Oldu”, Tasvir, 02.04.1947.
[41] Bayar Diyor ki,
s 160-161.
[42] “Başbakanımız
Diyor ki”, Ulus, 03.04.1947.
[44] Ahmet Emin
Yalman, "Acı Bir Hayal Sukûtu”, Vatan, 03.04.1947.
[45] Falih Rıfkı
Atay, "İki Parti Arasında Geçinme”, Ulus, 28.05.1947.
[46] Metin Toker,
a.g.e., s. 176.
[47] "Sivas DP.
Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[48] Metin Toker,
a.g.e., s. 178.
[49] TBMM Tutanak
Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 227.
[50] TBMM Tutanak
Dergisi, C.V, Ankara 1947, s. 241-242.
[51] Ulus,
28.05.1947.; "Peker Tenkitlere Cevap Verdi”, Ulus, 29.05.1947.
[52] "Sivas DP.
Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[53] "Başbakanın
Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[54] "Celal
Bayar Başbakana Cevabını Verdi”, Vatan, 08.07.1947.
[55] Yunus Nadi,
"Partilerin Hatası”, Cumhuriyet, 12-13-14.11.1946.
[56] Metin Toker,
a.g.e., s. 82-83.
[57] Metin Toker,
a.g.e., s. 177-178.
[58] Celâl Bayar
Diyor ki, s. 180.
[59] "DP. Sivas
Kongresi’nde Celal Bayar Bir Konuşma Yaptı”, Ulus, 29.06.1947.
[60] Celâl Bayar
Diyor ki, s. 180.
[61] "Başbakanın
Celal Bayar’a Cevabı”, Vatan, 02.07.1947.
[62] "Celal
Bayar’ın Başbakan’a Cevabı”, Vatan, 08.07.1947.
[63] "Peker’in
Bayar’a Cevabı”, Ulus, 11.07.1947.
[64] Nihat Erim,
"Muhâlefet Liderinin Cevabı”, Ulus, 09.07.1947.
[65] "İnönü’nün
Beyanatı”, Ulus, 12.07.1947.
[66] Nihat Erim,
“Cumhurbaşkanı İnönü
‟nün Beyannâmesi”, Ulus, 12.07.1947.
[67] "Bay
Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[68] Ahmet Emin
Yalman, "Tebliğden Çıkan Mânâlar”, Vatan, 13.07.1947.
[69] "Bay
Peker, Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[70] Nihat Erim,
"Bay Peker Meselesi III”, Ulus, 06.12.1947.
[71] "Recep
Peker’in Çok Mühim Nutku”, Tanin, 17.07.1947.
[72] Nihat Erim,
"Demokrat Parti’nin Son Tebliği”, Ulus, 26.07.1947.
[73] Nihat Erim,
"Bay Peker Meselesi III”.
[74] "Başbakan
Recep Peker’in Demeci”, Ulus, 29.08.1947.
[75] "CHP VII.
Büyük Kurultayında Seçim Sonucu, İsmet İnönü Genel Başkan”, Ulus, 04.12.1947.
[76] Nihat Erim,
"Demokrat Partinin Son Tebliği”.
[77] Kemâl H.Karpat,
a.g.e., s. 171.
[78] Falih Rıfkı
Atay, "Demokratların Son Demeçleri Karşısında”, Ulus, 28.07.1947.
[79] Ayın Tarihi,
No: 165 (Ağustos 1947), s. 19-20.
[80] "Bay Recep
Peker, Bay Nihat Erim’in Yazılarına Cevap Veriyor”, Ulus, 20.12.1947.
[82] Metin Toker,
a.g.e., s. 199.
[83] Metin Toker,
a.g.e., s. 200.
[84] Nadir Nadi,
"Hava.”, Cumhuriyet, 27.08.1947.
[85] "Meclis
Grubunda Recep Peker’e Verilen Kırmızı Oylar Dün 35’ten 47’ye Çıktı”, Tasvir,
05.09.1947.
[86] "Peker
Kabinesinde Değişiklik Oluyor”, Ulus, 05.09.1947.
[87] Necmeddin
Sadak, “Değişiklik Lâzımdı, Fakat Şekli Bu Değildi...”, Akşam, 06.09.1947;
Nadir Nadi, “Açık Konuşalım”, Cumhuriyet, 07.09.1947; Nihat Erim, “Bay Peker
Meselesi-Cevaba Cevap”, Ulus, 20.12.1947.
[88] Metin Toker,
a.g.e., s. 206.
[89] Nihat Erim,
“Bay Peker Meselesi ve Cevaba Cevap”, Ulus, 21.12.1947.
[90] “Bay Hasan Saka
Başbakan Tayin Edildi”, Ulus, 10.9.1947.