17 Mart 2018 Cumartesi

SALİM KOÇAK "TÜRKİYE ÇOCUKLARINI TANIMIYOR, - YOK MU BANA BİR ELEŞTİRİNİZ?, - ÇOCUĞU CEZALANDIRMA BÖYLE Mİ OLMALIYDI?, - BİR ÇOCUĞUMUZUN HAZİN ÖYKÜSÜ"

“Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür de, kimse kendini değiştirmeyi düşünmez.” Lev Tolstoy - Bir çocuk yetişir, dünya değişir…
TÜRKİYE ÇOCUKLARINI TANIMIYOR
Evet, evet! Başlıkta da söylediğim gibi Türkiye çocuklarını tanımıyor. Çocuklarımızı tanımıyoruz.
Çok iddialı bir lâf ettiğimin farkındayım ama böyle.
“Kimse tanımıyor da bir tek sen mi tanıyorsun?” derseniz haklı olursunuz.
Ama ben, benden başka kimse tanımıyor, demedim.
Şimdi de şöyle diyebilirsiniz: “Büyük çoğunluk tanımıyor da sen mi tanıyorsun?”
Evet, öyle. Tanıyanlardan biri de benim. Hem de çok iyi tanıyorum onları.
Ama hemen ekleyeyim: Ben de ancak elli yaşında tanımaya başladım.
Nasıl oldu bu?
Daha önce bilgi vermiştim ama sanırım hatırlatmakta fayda var:
Bugüne kadar muhtelif salonlarda 200 bine yakın çocuğumuzla buluştum. 11'i eşimle birlikte olmak üzere çocuklar için de kitaplar yazdım. Bu vesileyle de onlar üzerine kitap okudum, çok araştırma yaptım. Okullardaki ve kitap fuarlarındaki imza günlerimde pek çok çocuğumuzla sohbet etme fırsatı buldum. Radyo ve televizyonlarda çocuk programları hazırlayıp sundum. Hepsi de canlı yayın olduğu için yine pek çok çoğumuzla telefonla da olsa sohbet etme şansım oldu.
Aralıksız dört ay köylerde, köy çocuklarıyla birlikte oldum.
Bütün bu çalışmalarım sırasında da hiçbir zaman onları eğitmek diye bir derdim olmadı. Sadece bir yandan eğlendirmeye, neşelendirmeye çalışırken, bir yandan da bol bol sohbet ettim, yetenekleriyle ilgilendim, zekâ ve mantık soruları sordum, kare bulmacalar çözdürdüm, oyunlar oynadım vs. Böylece de en iyi eğitim kendiliğinden verilmiş oldu.
Sanırım, bu kadarı kâfidir bu ülkenin çocuklarını/çocuklarımızı yeterince tanıdığımı söyleyebilmem için.
Şimdi gelelim sadede:
Türkiye’nin, çocuklarını tanımadığından söz etmiştim. Devamla diyorum ki: Bu gidişle de imkân yok.
Çünkü onları ne doğru-dürüst dinliyor, ne dünyalarına giriyor, ne sorduklarına doğru-dürüst cevap verme zahmetine katlanıyor; ne meraklarını merak ediyor, ne bilgilerine kulak veriyor, ne güzel güzel sohbet ediyor, ne de duygularını, hayallerini, görüş ve düşüncelerini önemseyip değer veriyoruz. Oysa sevgiden çok bunlardır, çocuklarımızın istediği. Sevgiden çok bunlardır çocuklarımızı mutlu ve başarılı kılan.
Ama gelin görün ki onları küçümsüyor, küçük görüyor, adam yerine koymuyoruz.
Koysak bile bunu angaryaymış gibi yapıyor, bir an önce başımızdan savmanın çabasında oluyoruz.
Yalan mı?.. Yanlış mı?
Hâl böyle olunca tanıdığımızı nasıl söyleyebiliriz?
Peki, tanımayınca ne olmakta?
Hekim, hasta olmayan kimseyi hasta yerine koyup, ona göre reçete yazdığında ne oluyorsa, çocuklarımıza da o olmakta.
Oysa çocuklarımız sanıldığından çok daha zeki, akıllı, yaratıcı, gururlu, onurlu, şahsiyetli, bilgili insanlar ama bunu -en azından yeterince- bilmediğimiz için ona göre davranıyor, dolayısıyla da büyük hatalar ve haksızlıklar içine düşüyoruz.
Bunun sonucu olarak da; bir türlü kendilerini ortaya koyma, gösterme sevinç ve mutluluğuna eremiyorlar. Yaramazlıklarının, huysuzluklarının, inatçılıklarının, söz dinlememelerinin, ders çalışmamalarının gerisinde yatan başlıca saik de bu.
Farkında değiliz ki yanlışlarımızın intikamını alıyorlar.
Oysa hiç de fazla bir şey istemiyorlar bizden. Sadece dinleyelim, ciddiye alalım, muhatap kabul edelim, arkadaş olalım, insan yerine koyalım istiyorlar.
Çok şey mi istiyorlar?
Böyle olmayınca da hem onlar bizi üzüyorlar, hem de biz onları. Sorumlusu ise elbette bizleriz.
Her zaman, her yerde ve hem de tekrar tekrar şunu söylüyorum:
Bütün çözüm; onlarla ilgili taş gibi katılaşmış algılarımızı, beynimizdeki imgeleri, önyargılarımızı, görüş ve düşüncelerimizi, koşullanmışlıklarımızı değiştirmekte!.. Tecrübe dışında bizde ne varsa, onlarda da bulunduğunun farkına, bilincine varmakta. Mevcut bakış açımızın yerine yenisini koymakta. Kısacası zihinlerimizde DEVRİM yapmakta.
“Herkes dünyayı değiştirmeyi düşünür de, kimse kendini değiştirmeyi düşünmez,” diyor Lev Tolstoy.
Öyleyse çocuklarımızdan önce kendimizi değiştirelim, diyorum. O takdirde onlar da değişecektir zaten.
Değilse ağzımızla kuş tutsak, nafile. Bunu başardığımız takdirde ise göreceğiz ki ne “Otur bakim, dersine çalış!” demek zorunda kalacağız, ne “Yaramazlık yapma,” ne de “Öööf, git başımdan!” demek zorunda kalacağız. Tam tersine; bütün bunların hızla, hatta bir çırpıda yoluna girdiğini görecek, evimizin içi hızla ahenk, huzur, neşe, mutluluk ve başarıyla dolacaktır.
Değilse “Çocuğunuza öyle değil, böyle davranın. Öyle değil, şöyle yetiştirin. Şunu yapın, bunu yapmayın” gibi öğüt ve tavsiyelerin hemen hiçbir faydası olmayacağına inanıyorum. Eğer olsaydı, belki de dünyanın en becerikli, en başarılı, en üstün çocukları bizim çocuklarımız olurdu.
Kısacası işin püf noktası davranışlarımıza eğitme tasasından kaynaklanan yapmacık bir kılıf geçirmek değil; çocuğa bakışımızı değiştirmektir.
Eğer çocuğunuza bir saatinizi ayırır, bir de pür dikkat, ilgi ve merakla sohbet etmeyi denerseniz, sanırım, ne demek istediğim asıl o zaman anlaşılacaktır.
Hadi, lütfen, bugün veya yarından tezi yok, deneyin bunu.
Göreceksiniz, yepyeni bir çocuk doğmaya başlayacak, çocuğunuzun hayatında da, sizin hayatınızda da yepyeni bir sayfa açılacak ve “Meğer benim çocuğum neymiş de haberim yokmuş,” demekten alamayacaksınız kendinizi. Vicdan azabı bile çekeceksiniz.
Hadi kolay gelsin, demiyorum. Çünkü zor değil. Yeter ki çocuğun da bir “BİREY” olduğunun bilincine vararak yapalım bu işi.
Çocuklarınıza selâm ve sevgilerimi gönderiyor, sizlere saygılarımı sunuyorum.
Eğer haddimi aştıysam kusura bakmayın. Üzüntülerimin ve çocuklarımızın hatırına affola.
Salim Koçak
YOK MU BANA BİR ELEŞTİRİNİZ?
Bizim medya hazretlerinde tartışılmayan, yazılıp çizilmeyen konu yoktur.. Bu yeni bir şey de değil. Kendimi bildim bileli böyle.
Her şey, herkes, her konu, hatta kabak, patlıcan, domates bile tartışılır da, çocuklar üzerine bir tartışmaya rastlayamayız.
Sanki köşe yazılarında bile illa da siyasetten veya ekonomiden, bilemediniz dış politikadan yazmak şartmış gibi sadece bu konular ele alınır..
Televizyonlardaki tartışma programları da öyle.
Ama neyse ki bir tesellimiz var: Sadece bizde değil; bu iş bütün dünyada böyle. Sanırsınız ki yeryüzünde çocuk diye bir varlık yok. Ivır-zıvır bir-iki çocuk programı dışında bir şey yok. Adı üzerinde; onlar da “Çocuk programı.” Yani çocuklar için.
Ondan sonra da çocuklarımızın iyi eğitim alamadığından, eğitim sistemimizden, müfredattan, ders kitaplarından şikâyet edenler de yine bizler oluruz. Sözüm ona bu ülkenin aydınları.
Yahu mademki şikâyetçisiniz bu durumlardan, öyleyse ve hiç olmazsa azcık fikir ve felsefe üretin de faydalansınlar! O da yok.
Mademki bu kadar şikâyetçiyiz, hiç olmazsa çocuklar üzerine bir şeyler yazıp söyleyelim. O da yok.
Haaa, hiç mi yok? Günahımızı almasınlar. Var, var. Yok denmeyecek kadar da olsa var.
Bu manzara size de garip gelmiyor mu?
Bütün yükü ve sorumluluğu okulların ve özellikle de öğretmenlerin üzerine yüklemek reva mıdır? Haksızlık değil midir? Bize sormazlar mı; “Ya siz ne yapıyorsunuz?” diye?
Öyle ya; siz ne yapıyorsunuz, kardeşim?
Geçtik yazıp söylemenizden. Ne kadar düşünüyorsunuz çocuklar üzerine? Ne kadar kafa patlatıyorsunuz?
Bunu dert edinen kaç okumuş yazmış, kaç aydınımız var bu ülkede? Söyleyin lütfen, kaç? Yaşar Kemal’den ve özellikle de Aziz Nesin’den sonra kaç kişi çıktı?
Yapmayın, be kardeşim!
Eğer çocuklar üzerine söyleyecek bir şeyiniz yoksa dağarcığınızda, bu daha da ayıp, daha da fena, daha da düşündürücü. Demek ki çocuklar hiç aklınıza gelmiyor. Eee? Ondan sonra da “Ne olacak bu ülkenin hâli?” Ne ekiyoruz ki biçeceğiz?
Ama inanın, onu en iyi bizler bilecek durumdayız. Bizden iyi kimse bilemez. Çünkü yaratıcısı bizleriz.
Haa, yazsak kimse okumaz, söylesek kimse dinlemez mi diyoruz?
Bakın, burası doğru.
Doğru da, bunun müsebbibi kim? Sık sık gündeme getirmezsek tabii ki ilgilenmez kimse. Demek ki bunun da sorumlusu bizleriz.
Haksız mıyım, aloo?
Söyler misiniz; neden çocuklarımız üzerine de düşünmez, yazmaz, okumaz, konuşmayız?
Yoksa ayıp mı ederiz bunu yaparsak?
Ya da konuyu basit sandığımız için karizmamızın çizileceğine mi inanıyoruz?
Hay şu karizmamızır!
Unutmayalım ki eğer böyle düşünüyorsak, bunun sebebi de biziz.
Neden yazmıyorsunuz görüşlerinizi, düşüncelerinizi! Neden ekranlara çocukları da davet etmiyorsunuz? Neden ekranlarda onlar da tartışılmıyor, konuşulmuyor?
Sakın birkaç örnek vererek beni utandırmaya kalkmayın. Sadece o kadar olduğuna göre demek ki utanması gereken ben değilim.
Hükümet kuralım, hükümet düşürelim derken, (sakın bu söylediğimi de siyasete çekmeyin) çocuklarımızı eşekten düşmekten beter ediyoruz, farkında değiliz.
Hepimiz ya bir baba, ya bir anne, ya da anneanne veya dedeyiz. Yok mu çocuklarımızın daha iyi yetişmesi için söyleyeceğimiz bir şey, bir fikir, bir öneri?
O kadar yazıyorum, yok mu bana bir eleştiriniz?
Alooo!..
Salim Koçak
ÇOCUĞU CEZALANDIRMA BÖYLE Mİ OLMALIYDI?
2000 yılıydı. Antalya’da bir okuldayım. Salondakiler ilköğretim 6., 7., ve 8. sınıf öğrencileri. Sekiz-on da öğretmen.
Söyleşimin ortalarına gelmiştim ki kız öğrencilerden birinin, sahnenin hemen dibinde, tam da önümde, üstelik arkadaşlarının, öğretmenlerinin de gözü önünde tek başına ayakta durduğunu gördüm.
Demek ki daha önce farkına varmamışım.
Bunun üzerine büyük bir merakla; “Evlâdım, sen neden ayaktasın?” dedim.
Cevap vermedi. Sadece önüne bakıyordu.
Tekrar ettim:
“Söyler misin bana, neden ayaktasın?”
Yine bir şey söylemedi. Sadece başı önde, sessizce duruyordu.
O anda öğretmenlerden biri; “Sizi dinlemediği için öğretmeni cezaya kaldırdı,” demesin mi!..
Haydaaa!..
Ne der, ne yapabilir, nasıl müdahale edebilirdim şimdi?
Elbette hem çok şaşırmış, hem de çok üzülmüştüm ama ne diyebilirdim, sonuçta cezaya kaldıran bir öğretmendi. Hem de onca öğrencinin, öğretmenin gözleri önünde, yaptığına aykırı bir şey söylemem asla doğru olmazdı.
“Ha, öyle mi?” demekten başka bir şey gelmedi elimden ve hiç bir şey olmamış gibi bağrıma taş basarak konuşmama devam etmek zorunda kaldım.
Herkesin önünde ayakta dikili o çocuğun duygu ve düşüncelerinin nasıl bir anafor içinde kıvranmış olabileceğini tasavvur edebiliyor musunuz? Yapılan hatanın bir gurur ve kişilik cinayeti olduğunu söylersem, abartmış mu olurum?
Cinayet; sadece bir insanın hayatına son vermek demek midir? Ya duygular, düşünceler, onur, gurur, kişilik, özgüven, medeni cesaret? Bir öğrencinin hayatını daha 13-15 yaşlarındayken karartmaktan başka nedir bu? Ve bunlar kalmayınca hayat ne işe yarar?
Bu kadar fahiş bir hata dahi yapılabildiğine göre, okullarımızda daha nelerin yapılabildiğini varın siz düşünün.
Türkiye şarkılarını böyle böyle kaybediyor.
Elbette öğretmenler de hata yapabilirler ama bu kadar kötü olanı yapılacak şey midir? O çocuk, o cezanın yıkıcı izlerini ruhunda ve beyninde hem de hayatı boyunca taşımayacak mı?
Yanılmış olmayı çok isterdim ama söylemeden geçemeyeceğim: Öğretmenlerimizin büyük çoğunluğu çocuk sevgisizliğiyle malûl. Çocuklardan nefret edenlere bile çok tanık oldum. Kimisi karı-koca huzursuzluğunun, kimisi geçim sıkıntısının, kimisi de kendi çocuklarının hıncını öğrencilerden almak ister gibidir.
Gördüklerimden, gözlemlerimden vardığım sonuç budur.
Bunun geri plânında da mesleklerinin kutsallığını bir zırh gibi kuşanmalarının yattığına inanıyorum.
Salim Koçak
BİR ÇOCUĞUMUZUN HAZİN ÖYKÜSÜ
Onbeş yıl önceydi. Bir yakınım olan çiftle birlikte ortak yakınımız olan bir aileyi ziyarete gitmiştik. Bahçeye adımımızı atmıştık ki az ileride tek başına oynayan, sekiz-on yaşlarındaki bir çocuğun hâli, tavrı dikkatimi çekti. Hemen sordum, zihinsel özürlü olduğu söylendi.
Aileyle gerekli seremonileri tamamladıktan sonra her şeyi bir yana bırakıp, çocukla ilgilenmeye başladım.
Nasıl bir rahatsızlıksa bu, inanılmaz derecede olağandışı bir bellek vardı karşımda.
Bunun üzerine şüpheye düştüm: Acaba aile yanılıyor muydu?
İki gün konuk kaldık orada. Bu süre içinde sadece çocukla ilgilendim, çocukla birlikte oldum.
Altan, dokuz yaşındaydı ve ikinci sınıfa gidiyordu. Ama çok ilginçtir; okuma-yazmayı bile doğru-dürüst öğrenememişti henüz. O kadar ki yazdığı kelimelerin bazılarını okumak mümkün değildi.
Bir ara şiir de yazdığını söyledi. Hemen onları istedim. Yardımıyla okumaya başladık.
O da neydi?.. Asla daha doğru dürüst okuma-yazmayı bile öğrenememiş bir çocuğun kaleminden çıkacak dizeler değildi hiç biri. Olamazdı da. Basbaya şiir tadında dizelerdi çünkü.
Hâliyle acaba bir yerlerden mi aldı diye kuşkulandım. Bu sebeple de –ve tabii ona belli etmeden- benim yanımda da bir şeyler yazmasını istedim. Hem de hemen yazdı.
Mesele kesinlik kazanmıştı. Demek ki hepsini de o yazmıştı. Öyleyse bu çocuk nasıl olur da zihinsel rahatsızlığı olan bir çocuk olabilirdi? Elinden kitap bile düşmüyordu.
Bir de mektup yazıp vermişti bana. Şöyle demişti orada: "Sayın Salim K. Seninle kitap yazmak istiyorum. Kitaplarımızı tanıtalım……………. (maalesef okuyamadım) olsun……………… (burayı da okuyamadım) Gün doğmadan, neler doğar.”
Bu arada birlikte denize girdik. Elele tutuşup, patika yolda yürüdük. Sohbet ede ede çiçekler topladık.
Özellikle yakın tarih bilgisi çok müthişti.
Çok iyi hatırlıyorum: Babasının desteklediği siyasi partinin kurduğu gelmiş geçmiş bütün hükümetlerdeki bakanların hem isimlerini, hem de ne zaman bakan olduklarına varana kadar tek tek sayıyordu.
Ama gelin görün ki hiç gülümsemiyordu Altan. Onu unutmuş gibiydi. Ancak sohbet ettikçe, gezip tozdukça açılmaya, gülümsemeye, konuşmaya, değişmeye, kendini bulmaya başlamıştı.
Çocuklarındaki değişime tanık olan gerek annesiyle babası ve gerekse birlikte gittiğimiz diğer yakınlarım bu duruma çok şaşırıyorlar, “Allah, Allah!.. Bu çocuk böyle değildi. Ne oldu buna?” diyorlar da başka bir şey demiyorlardı.
Bahçede otururuyorduk ki bir ara komşuları da geldi yanımıza. Ama bakıyorum, Altan’ı onlardan da ciddiye alan yok. Hatta tiye alıyorlar. Onları geçtim, bizzat babası bile öyle. Anne ise çaresiz. Çoktan kabullenmiş her şeyi.
İkinci gün başladılar; “Bu çocuk yüzde yüz değişti,” demeye. Bu da normaldi. Çünkü çocuğun zekâsını fark etmiş ve belki de bir dâhi ile karşıkarşıya olduğumu anlamıştım. Benim anladığımı da o anlamış olmalıydı ki yeniden doğmuş gibi bana dört elle sarılmıştı.
Yine ikinci gündü. Bahçede oturuyorduk. Altan ise birkaç metre ilerimizde, eğilmiş, kendi hâlinde önündeki çiçekleri sevip okşamakla meşguldü.
Bir ara “Salim Amcaaa!” diye seslendi. Son derece yavaş bir tempoyla öyle de bir seslenişi vardı ki içiniz sızlardı.
“Efendim, yavrucuğum?” dedim.
Dudaklarından ağır ağır dökülen sözcüklerle; “Çiçekler güzeldir. Öyleyse çiçekler de şiirdir,” demesin mi...
Henüz okuma-yazmayı bile sökememiş, sözümona özürlü olan dokuz yaşındaki bir çocuk; çiçek ve güzellik ile şiir arasında ilişki kuruyordu.
Altan'ı götürmedikleri hekim kalmamış. Ancak hiç biri teşhis koyamamış. Buna rağmen doğuştan öyle olduğunu, çaresinin bulunmadığını söylemiş hepsi de. Ana baba ise ikinci çocukları da onun gibi özürlü olur korkusuyla bir daha çocuk yapmamışlar.
Uzatmayayım: Çocuk o kadar normalleşmeye başlamış, annesi de bundan o kadar mutlu olmuştu ki; “Salim Abi, n’olursunuz, bizimle birkaç ay kalın. Ben sizin her şeyinize bakar çekerim,” deme ihtiyacını duymuştu.
Bence Altan asla hekimlik bir çocuk değildi. Onun ihtiyacı; ilgiyle dinleyecek, anlayacak, anlayışla yaklaşacak, dehâsının farkına varacak, muhatap alacak biriydi. Önemsendiğini, anlaşıldığını, değer verildiğini, keşfedildiğini, adam yerine konduğunu hissetmesi yeterliydi. Bizim yaptığımız da sadece bunlardı zaten. O da bunu anlamış, hızla kendini bulmaya başlamıştı.
Ama ne yazık ki kaybettik Altan’ı. Ölümle değil. Belki ölümden de beter bir şekilde. Hem de başta hekimler olmak üzere babası, komşuları, arkadaşları yüzünden. Çünkü artık ve maalesef gerçek bir özürlü o. Hem de görenin bile yüzünden hemen anlayabileceği derecede zihinsel özürlü. Bana sorarsınız Türkiye bir dâhisini daha kaybetti.
Olamaz mı? Neden olmasın? Avrupalı anneler dâhiler doğurur da bizim annelerimiz doğuramaz mı?
Öyle olmasa bile en azından üstün zekâlıydı, Altan.
Ne hazindir ki Türkiye, evlâtlarını heba eden ailelerle dolu.
Evet, bir çocuk yetişir, dünya değişir. Burası doğru. Ama bir çocuk yetişmez, dünya değişmez. Burası da doğru.
Salim Koçak

Web Sitemiz: salimkocak.com
Çocuklarınız İçin Salim Amca Tv: https://www.youtube.com/channel/UCEJkkvcEU3k51Tpu6T4uv3Q
Facebook: https://www.facebook.com/salim.kocak.7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder