İNSAN, KÂİNAT VE KÂİNATIN İLAHİ KUDRET SIRLARINI TETKİK VE
TEFEKKÜR
Eserlerinizde
sıkça kullandığınız “ilâhî kudret akışları” ifâdesiyle
kastettiğiniz mânâyı biraz açar mısınız?
İnsan, mahlûkâtın (yatılmışların) en mükerremi (mükemmeli ve ahsen-i takvim üzere en şereflisi) olarak yaratılmış ve ilâhî imtihan îcâbı (kendini yetiştirsin, geliştirsin, geleceğe hazırlansın ve tekâmül etsin diye) dünyaya gönderilmiştir.
Bu
hikmetin farkında olarak yaşayabilmesi ve güzel bir kullukla
Rabbine dönebilmesi için de ona, Peygamberler ve Kitaplar ihsân edilmiştir.
Ayrıca içinde yaşadığı kâinat da Cenâb-ı Hakk’ın esmâ
tecellîlerinden ibâret olduğu için; eserden müessire, sanattan
sanatkâra intikal vesîlesiyle ayrı bir Hakk’a vuslat yolu kılınmıştır.
Hiç şüphesiz kâinatta mikrodan makroya kadar
her varlık, Yüce Rabbimizin sonsuz kudret ve azametini hatırlatmaktadır.
Her zerre, diri bir kalbe sahip insan için ilâhî kudret tecellîlerini
aksettiren bir ayna mesâbesindedir. Bizim, “ilâhî kudret akışları” sözünden maksadımız da, Rabbimizin kâinat
aynasında sergilediği; varlığını, birliğini, kudret ve azametini
telkin eden bütün tecellîlerdir.
Meselâ her an kader çizgileriyle bambaşka bir
güzelliğe bürünen, üzerimizde muhteşem bir billur avize gibi asılı duran
yıldızlar…
İlâhî program çerçevesinde hareket ederek iklimleri
oluşturan ve yeryüzüne âdeta hayat bahşeden güneşle gökyüzü
ne muazzam bir kudret tecellîsidir. Öyle ki güneş, dünyaya
mesâfesi bakımından, mevcut hâlinden biraz daha uzak veya
yakın olsaydı, bu dünyâda hayat imkânı bulunmazdı.
Yine her canlının rızkı için sayısız ilâhî sofraların
kurulduğu ve hâlen de kurulmakta olduğu şu yeryüzü, ne muhteşem
bir ilâhî sanat hârikasıdır!
Bir düşünecek olursak; dünyanın dörtte üçü su ile
kaplıdır. Dörtte birinin büyük bir kısmı da bitki yetiştirmeye elverişli
olmayan kayalıklar veya çöllerden oluşmaktadır. Geriye kalan çok az bir
kısmı topraktır. Ancak o ne yüce bir kudrettir ki, bu toprağı sonsuz bir
istihâle ile, yâni değişim ve dönüşümle bütün canlıları doyuracak
gıdâların kaynağı kılmıştır. Ve aynı topraktan lezzeti, kokusu, rengi ve
âhengiyle birbirinden farklı sayısız meyve ve sebzeler yetişmektedir.
GÖREBİLENLER
İÇİN KÂİNAT BİR HARİKALAR SERGİSİDİR
Yine kendilerini seyredenlerin gözlerini
dinlendirirken, gönüllerine huzur veren binbir türlü renkte olan çiçeklere
bir bakın… Hiç düşündünüz mü, onlar bu renkleri kara topraktan nasıl
elde ederler? Aynen bunun gibi şu âlemde sayıya gelmeyen daha nice
incelikler, güzellikler, kudret akışları, sanat hârikaları var…
Görebilen bir kalp için kâinat, bir hârikalar
sergisidir. Zira bütün güzellikler, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlinin
güzelliğinden sızan bir akistir. Onun için, şu kâinâtı ibret nazarıyla
seyre çıkan gözler ve gönüller, dâimâ hayret nazarıyla geri dönerler!
Hele yeryüzünde kurak yerlere düştüğü andan
itibaren toprağı yeşerten su, bambaşka bir iksîr-i ilâhî ve bambaşka bir
hayat menbaıdır, canlılıktır, diriliştir…
Suyun mâcerâsını bir düşünelim. Yağmur bulutuyla
toprağa düşen su, bazen münbit bir arazide canlıların neşv ü nemâ
bulmasına vesîle olurken, bazen de kayalık bir arazide veya çölde heder
olup gitmektedir. Buna mukabil bazen de toprağın üstünde neticesi
görünmese bile, yer altında birikerek bir kaynak suyu hâline gelmektedir.
Toprağın üstünde kalan su ise, insanlara hizmet
etmekte, onların yemeğinde, içeceğinde, temizliğinde ve türlü
ihtiyaçlarının giderilmesinde kullanılmakta ve bazen bu yüzden
kirlenmektedir. Fakat o kirli su, güneşin harâretiyle gökyüzüne
doğru tebahhur etmekte (buharlaşmakta), temizlendikten sonra
bulut bulut kümelenip tekrar yeryüzüne rahmet olarak yağmaktadır.
Yine canlıların programlı bir teselsül ile dünyaya
getirilmeleri, ilâhî nizam ve takdîrin hârika tecellîlerinden biridir.
Meselâ, kıyâmete kadar dünyaya gelecek olan bütün filler aynı
anda yeryüzüne gelmiş olsaydı, bütün yeryüzü filler tarafından doldurulur, böylece
diğer canlıların hayatiyetleri mümkün olmazdı.
İNSAN, İLAHİ
KUDRETİN KÂİNATA KOYDUĞU NİZAMA İTİMAD EDER
Nefes alıp verirken ciğerlerimize
doldurduğumuz havayı düşünelim: En ileri teknoloji ile îmâl edilmiş
bir uçağa bindiğimiz zaman bile; “Şayet
yüksek irtifâdayken basınç düşerse otomatik olarak önünüze gelecek
olan oksijen maskelerini takın!” diye anons edilir.
Hâlbuki hiç kimse; “Acaba yarın havadaki oksijen miktarı yüzde 21’den yüzde 25’e çıkar
mı, yahut yüzde 18’e düşer mi, kendime bir oksijen tüpü alsam mı?” diye bir
endişe geçirmemektedir. Çünkü inanan-inanmayan herkes, ilâhî
kudretin kâinata koymuş olduğu nizam ve kâidelere îtimad hâlinde
hayatını sürdürmektedir.
Bütün bu kudret tecellîleri arasında insanın ise
çok ayrı bir yeri vardır. Nitekim insan, kudret-i ilâhiyyenin binbir
nakışı ile müzeyyen olan bu âlemde ilâhî sanatın zirvesini teşkîl eder.
İNSAN NASIL
YARATILDI?
O, bir damla sudan, gözle dahî görülemeyecek kadar
küçücük bir spermden, müstesnâ bir sûrette yaratılmıştır. Nitekim âyet-i
kerîmede insanın yaratılışı şöyle ifâde edilmektedir:
“Andolsun
Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu
sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. Sonra nutfeyi alaka
(aşılanmış yumurta) yaptık. Peşinden, alakayı, bir parçacık et hâline
soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik; bu kemikleri
etle kapladık. Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik.
Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir.” (el-Mü’minûn, 12-14)
Öte yandan insana ikrâm edilen göz, kulak, el, ayak
gibi maddî; söz, şuur, vicdan gibi mânevî techîzât, onu ilâhî hakîkate
mazhar kılmak için verilmiş yüce ihsanlardır. Göz, âfâkî hakîkat
parıltılarını görmek; kulak, ilâhî irşad seslerini duymak; el, hayırlara
mecrâ olmak; ayak, hasenâta ve hizmete seferber olmak; söz, gönle tercümân
olmak ve ilâhî kelimeleri okuyup kalbin zikrullâh ile itmi’nâna ermesini
sağlamak; şuur, dış âlemdeki kudret akışlarını kavramak; vicdân, iç
âlemdeki kudsî parıltıları idrâk edebilmek için verilmiştir.
KÂİNATTAKİ
HER ŞEY İNSANA HİZMET İÇİN YARATILMIŞTIR
Âyet-i kerîmede beyân edildiği üzere kâinattaki her
şey insana âmâde kılınmıştır. Öyle ki, nice varlık, kendisi için
ürettiklerini daima ihtiyaçlarından fazla üretir. Bunun sebebi, başkalarının, bilhassa
da insanoğlunun ihtiyacını gidermektir. Bunda akıl ve gönül sahipleri için
ne büyük hikmetler vardır. Meselâ: Bal arısının ömrü ortalama kırk beş
gündür. Bu kısa süreyi o, kendine ve nesline bal üretmekle geçirir.
Üstelik ihtiyacından daha fazlasını üretir ve onda büyük istifade payı
insanoğluna düşer.
Yine bir inek, yavrusunun ihtiyaç duyduğu sütü,
fazla fazla üreterek insanoğlunun istifadesine sunar. Aynı şekilde bir
elma ağacındaki elmaların içinde bulunan çekirdeklerden bir tanesi bile,
onun neslini devam ettirmeye muktedir iken, her yıl o ağacın dallarını
yere eğecek kadar meyve yetişmektedir. Kâinattaki buna benzer sayısız
misal, hep insana ders alması için sunulmuş ibretlerdir. Ve bu ibretler,
aslında insanı her an Cenâb-ı Hakk’ı tefekküre dâvet etmektedir. Fakat
çoğunlukla insanoğlu; ya gafleti sebebiyle, ya da sürekli göre
göre artık bakar-kör olduğu için, bu fevkalâdeliklerin farkında
olmamaktadır. Neticede nice sonsuz ibret ve hikmet tecellîleri, âdeta kayaların
üstüne düşen yağmur damlaları gibi akıllara ve dimağlara nüfuz
etmeksizin gafil gözlerin önünden akıp gitmektedir.
HAK
DOSTLARININ KÂİNATI TEFEKKÜR İFADELERİ
Hâlbuki gören gözler için her yaprak, her
çiçek ve her meyve, âdeta bir kitap gibidir. Nitekim Şeyh Sâdî-i Şîrâzî
şöyle buyurur:
“İdrak
sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yâni Cenâb-ı
Hakk’ı kalben tanıyabilme) husûsunda mufassal bir kitaptır. Gâfiller için
ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Yine bir Hak dostu şöyle buyurmuştur:
“Bu âlem;
Âkiller (akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın
eşsiz güzelliklerini ibretle temâşâ ); ahmaklar içinse yemek ve şehvetten
ibârettir.”
Şâir Ziya Paşa da, nice ilâhî kudret akışları ve
azamet tecellîlerinin, insan idrâkinin çok çok ötesinde olduğunu ve
onları lâyıkıyla kavrayabilme hususunda insan aklının büyük bir
acziyet içinde bulunduğunu mısrâlarında ne güzel ifade etmektedir:
İdrâk-i
meâlî bu küçük akla gerekmez
Zîrâ bu
terâzî bu kadar sıkleti çekmez.
Yaratılış hikmetini idrâk edemeyen, maddî ve mânevî
yapısının inceliklerinden gâfil kalan bir insanın; nezih bir hayat sürmesi
ve kâinattaki kudret akışlarını müşâhede edebilmesi ise imkânsızdır.
Rabbimiz, kâinatta sergilediği ilâhî kudret ve
azamet tecellîlerine karşı kalplerimize tefekkür ve duygu derinliği ihsân
eylesin.
Âmîn…
KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, 40 Soru 40 Cevap, Erkam
Yayınları, 2011