ATASÖZLERİ HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR
Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri
söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın
vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır. Atasözlerimizin geçmişi, Türk
milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle
atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde
atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla
birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya
başlanmıştır…
Öteden beri, devletimizi ve milletimizi bölmek ve parçalamak
amacıyla pek çok ülkenin ülkemize misyonerlerini sızdırdığını biliyoruz. Dış
güçler, misyonerlerini gerek “İslami” konularda, gerekse “Türk Sosyal Yapısı”
anlamında çok iyi yetiştirmiştir. Türk toplumunda görev alan veya ferdi olarak
faaliyet gösteren devşirme din ve siyaset adamları, saf Türk toplumunun dini ve
içtimai inançlarıyla oynayarak Türk Milleti’ne ait olan inanç biçimlerini dejenere
etmişlerdir. Yüzyıllar boyu, kendi inançlarıyla ve kendi kararlarıyla ayakta
kalmış, pek çok devlet ve imparatorluklar kurmuş olan milletimiz, adım attığı
her coğrafyaya hoşgörüyü, mimariyi ve sanatı taşımıştır.
Özellikle Türklerin Müslüman olmasından sonra, Türklerin
dünya siyasetinde öncü rol oynaması Hıristiyan âlemini endişelendirmiştir.
Avrupalılar, Türklerin ilerleyişini önleyebilmek için dünya devletlerinden
oluşan kalabalık ve güçlü bir haçlı ordusu oluşturmuştur. Haçlı orduları,
Anadolu’ya Türklerin girişini engellemek için Selçuklularla Malazgirt’te (1071)
savaşmış ancak Muvaffak olamamıştır. Osmanlı dönemlerinde de Türkleri tarih
sahnesinden silmek için tarihin kayıt edebildiği on yedi haçlı seferi
düzenlenmiş, ama yine Türklerin ilerleyişine engel olamamışlardır. Batılı din
ve siyaset adamları, savaş yoluyla Türkleri durdurmanın imkânsız olduğunu fark
edip, farklı stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. Konuya ışık tutacağını
düşündüğüm tarihi bir olayı aktarmakta fayda görüyorum.
Siz içeriden, biz dışarıdan yıkmaya çalışıyoruz ama…
Sultan Abdülaziz, Paris’te açılan 1866–1867 sergisi
münasebetiyle yaptığı seyahatte Keçeci-zade Fuat Paşa’yı refakatine almıştı.
Seyahat sırasında Compte de Montauban de Palitan Üçüncü Napolyon’un başvekili
idi. Üzerinde seraskerlik vazifesi de vardı. Üçüncü Napolyon, Süveyş Kanalı’nı
açtırmak, Girit’i Yunanistan’a bağlamak istiyordu.
Compte de Montauban de Palitan ile Fuat Paşa arasında mühim
siyasi görüşmeler yapıldı. Nihayet bu konuşmalar sırasında bir gün Compte de
Montauban, Keçeci-zade’ye şöyle demiştir: “Neye beyhude ısrar ediyorsunuz?
Hangi kuvvetinize güveniyorsunuz? Osmanlı Hükümeti’nin ne derece zaafa
düştüğünü görmüyor musunuz?”
Fuat Paşa derhal karşılık verdi: “Hayır Kont! Osmanlı zaafa
düşmemiştir. Bütün kuvvetini muhafaza ediyor ve edecektir. Osmanlı en kuvvetli,
en duyarlı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz de içeriden
yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” Fuat Paşa’nın bu
cevabı karşısında Fransız başvekil ister istemez kahkaha attı. Girit meselesi
bir nükte ile böylece halledilmiş oldu.
Bu tarihi vakıa, politik bir vakıadır. Osmanlı,
topraklarının büyük bölümünü politik oyunlarla, bir kısmını da haçlı
saldırıları sonucunda kaybetmiştir; ama bu tür girişimler Türk Milleti’ni tarih
sahnesinden silmeye yeterli olamamıştır. Avrupalılar, bu necip milleti
yeryüzünden silebilmek için onların dini ve milli inanç sistemlerini yok ederek
amaçlarına ulaşmayı planlamışlardır. İşte, misyonerleri vasıtasıyla yaptıkları
yozlaştırma çalışmalarından bazı örnekler:
1-) Üzümünü ye, bağını sorma: Bu sözü enine boyuna
analiz ettiğimizde şu çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor.
a-) İkiyüzlü olmamız isteniyor,
b-) Hırsızlığa davetiye çıkartıyor,
c-) Kul haklarını ortadan kaldırıyor,
2-) Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Bu sözün
analizini yaptığımızda da şu sonuçları elde ediyoruz.
a-) Misyonerler, doğru söyleyenlerin başlarına türlü
belaların geleceğini ileri sürerek; yalan söylemenin en meşru yol olduğuna
insanlarımızı inandırmışlardır.
b-) Yalan söylemek genellenmiştir. Sır doğrular ile sıradan
doğrular birbirine karıştırılmıştır. Amaç; toplumun ahlak, yardımlaşma, hoşgörü
ve birbirine olan güven duygularını ortadan kaldırmaktır.
Sonuç olarak;
Doğruları konuşmak, hak ve adaletin tecelli
etmesi bakımından çok önemlidir. Ancak doğrular, doğru ortamlarda doğru
kişilere söylenmelidir. Aksi halde toplumda fitnelerin çoğalmasına sebebiyet
verir.
3-) Bal tutan parmağını yalar: Bu söz üzerine biraz
dikkat kesilip, düşündüğümüzde; bu sözün ardında buram buran menfaatçiliğin
yattığını rahatlıkla görebiliriz. Bizler, bu sözden şu sonucu çıkarabiliriz:
Çıkar elde edebileceği bir işte çalışan bir kişinin, kamu menfaatlerini ikinci
plana atıp, yaptığı bu işten önce kendine pay çıkarmalıdır. Faziletin
kaybolmasına sebebiyet verecek bu söz kesinlikle bize ait değildir. Kabul
edilir ki; İslam inancıyla yaşayan Müslümanlar, yaptığı işi devleti ve milleti
adına yaparlar. Her ne kadar kaynağın başında otursalar da asla o kaynaktan sebeplenme
hakkına sahip değillerdir. İslam inancı, inananlarını fedakâr olmaya
yöneltmiştir. Devlet kaynaklarının yetişmediği dönemlerde, görev yapanların da
fedakârlık yapmasını istemiştir.
4-) Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: İlk bakışta pek
zararlı gibi görünmeyen bu söz üzerinde biraz düşünülürse; yine buram buram
fitne ve felaket koktuğunu anlayabiliriz. O felaketlerden bazıları:
a-) Toplumda dayanışmayı yok etmek,
b-) Şer işlerle iştigal edenlerin işlerini kolaylaştırmak,
c-) Toplumda korkuyu ve baskıyı hâkim kılmak,
5-) Her koyun kendi bacağından asılır: Asırlardır,
yaşam tarzımızda varlığını kuvvetlendirerek sürdüren bu fitne sözün kısa bir
analizini yaptığımızda kafamızda şu düşünceler oluşuyor: İnsanların işlediği
suçların cezasını sadece kişinin kendisi çeker. Bu haliyle çok masum gibi
görünüyor; ancak suç işleyenler, bizim akraba veya komşumuz olabilir. Bu
durumda, atasözüdür diyerek yapılan yanlışların seyircisi olamayız. Her aile,
kendi yakınının yanlışlarını düzeltmekle mükelleftir. Çünkü toplumda düzen
ancak bu şekilde sağlanabilir. Şunu da akıllardan uzak tutmamak gerekir ki;
kişilerin işlediği suçların bedelini toplum olarak hepimiz çekmekteyiz.
6-) Merhametten maraz doğar: Bu yanlış söz için şu
tespitlerde bulunabiliriz: Merhamet, acıma duygusudur. İyilik yapmak,
saygıdeğer bir davranıştır. Zor durumda kalan bir insanın yardımına koşmak
insana manevi bir haz verir. İnsanlar, birbirlerine iyilik yaparken kesinlikle
menfaat peşinde olmazlar. Aksi halde, karşılık beklenerek yapılan yardımlar,
yardım olmaktan çıkar, çıkar ilişkisine dönüşür.
Şimdi merhametten maraz çıkacağını düşünerek müşkül durumda
bulunan insanlara yardımcı olmaz isek, gün gelip bizlerde müşkül durumlara
düşünce, tutunacak bir dal, bir dost eli aramaz mıyız? O zaman mı anlamalıyız
bu sözün yanlış ve maksatlı olduğunu? Yardım ile merhameti birbirinden ayrı
tutmak asla mümkün olmamıştır. Zaten yardım etmekten kaçınan bir kişide
merhamet duygularının olmadığı çok açıktır.
Merhamet, yardım duygusunu beraberinde getirdiği için bir
toplumda asla vazgeçilemeyecek bir kaynaşma ve yardımlaşma kaynağıdır.
Merhamet, bir toplumun her türlü zorluğa karşı dimdik ayakta kalmasını sağlayan
ahlaki prensiplerdendir.
Merhamet ve yardımlaşma duygusunu yitirmiş toplumlar, en
ufak bir sarsıntıda yerle bir olmaya mahkûmdur. Bizler, dini ve milli
inançlarımızın gereklerini yerine getirmekten büyük onur duymaktayız ve bizi
biz yapan inançlarımızdan asla ödün vermemeliyiz.
Bu sözü, toplumsal yardımlaşma ve merhamet duygularımızı
tamamen ortadan kaldırmak isteyen misyonerlerin ortaya attığını rahatlıkla
söyleyebilirim. Bu sözün hamisi olanlar, bir gün başları sıkıştığında; “Sakın
bana merhamet etmeyin, maraz doğar” diyerek, kendisine uzanacak yardım elini
geri çevirebilecekler mi acaba?
Son söz olarak gerçek Atasözlerimiz için şu bilgileri ilave
edebiliriz: Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri
söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın
vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır.
Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine
çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat
bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel
denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz
tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır.
Bize ait olan atasözlerinin özellikleri; değiştirilmeden bir
kalıp olarak kullanılması, kısa ve özlü olmaları dikkat çeker. Diğer yönüyle
baktığımızda, yaşanan olaylar karşısında Türk insanının ileri görüşlülüğü,
çevik bir zekâya sahip olması, hayal kurma kabiliyeti ve ince bir espri
yeteneğine sahip olmaları yönüyle Türklerin kültürel zenginliğini ortaya
koymaktadır. Bu bakımdan bize ait olmadığı hemen anlaşılan fitne atasözlerini
bir an evvel hayatımızdan kaldırıp atmalı, bize ait olan atasözlerimize kültür
mirasımız olarak sahip çıkmalıyız. Aksi halde yozlaşmalarla birlikte toplumsal
çözülmeler kaçınılmaz olacaktır.
Yazar Hakkında
1960 yılında Kırıkkale’de doğdum. İlk ve ortaokulu Kırıkkale’de,
liseyi de Ankara’da tamamladım. Üç çocuk babasıyım. Okumayı, araştırmayı, yorum
ve eleştiri yapmayı severim. Bu birikimlerimden faydalanarak “Mevtadan Mektup
Var! isimli birde kurgu romanım yayınlanmıştır. Roman sevenlere tavsiye
ediyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda oluşturduğum arşivimden ve günümüz
teknolojisinden faydalanarak bu sitede makale yazmaya başladım. Amacım; makale severlere
doğru bilgiye dayanan yazılar hazırlamaktır. Bilgi birikimlerimi kişisel dünya
görüşümle harmanlayıp, okuyucusu ile buluşturmaktır. Okuyucularımdan beklentim
şudur; yazdıklarımı beğenin veya beğenmeyin, lütfen yorum yapın, beğenip
beğenmediğinizi belirtin. Çünkü; sonuçta yazarlarda insandır, yanılabilir.
Hatalarımı göstermeniz dileğimle, hepinize saygılarımı ve selamlarımı
sunuyorum.
E-mail: atessbeyy@mynet.com
Allah’a emanet olunuz…
((Gönderen: Makine Yüksek Mühendisi, Gazeteci – Yazar Ahmet
YALVAÇ (Yalavaç))
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder