10 Aralık 2016 Cumartesi

ATASÖZLERİ HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR & Halit DURUCAN

ATASÖZLERİ HAKKINDA DOĞRU BİLDİĞİMİZ YANLIŞLAR
Halit DURUCAN 
Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır. Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır…
Öteden beri, devletimizi ve milletimizi bölmek ve parçalamak amacıyla pek çok ülkenin ülkemize misyonerlerini sızdırdığını biliyoruz. Dış güçler, misyonerlerini gerek “İslami” konularda, gerekse “Türk Sosyal Yapısı” anlamında çok iyi yetiştirmiştir. Türk toplumunda görev alan veya ferdi olarak faaliyet gösteren devşirme din ve siyaset adamları, saf Türk toplumunun dini ve içtimai inançlarıyla oynayarak Türk Milleti’ne ait olan inanç biçimlerini dejenere etmişlerdir. Yüzyıllar boyu, kendi inançlarıyla ve kendi kararlarıyla ayakta kalmış, pek çok devlet ve imparatorluklar kurmuş olan milletimiz, adım attığı her coğrafyaya hoşgörüyü, mimariyi ve sanatı taşımıştır.
Özellikle Türklerin Müslüman olmasından sonra, Türklerin dünya siyasetinde öncü rol oynaması Hıristiyan âlemini endişelendirmiştir. Avrupalılar, Türklerin ilerleyişini önleyebilmek için dünya devletlerinden oluşan kalabalık ve güçlü bir haçlı ordusu oluşturmuştur. Haçlı orduları, Anadolu’ya Türklerin girişini engellemek için Selçuklularla Malazgirt’te (1071) savaşmış ancak Muvaffak olamamıştır. Osmanlı dönemlerinde de Türkleri tarih sahnesinden silmek için tarihin kayıt edebildiği on yedi haçlı seferi düzenlenmiş, ama yine Türklerin ilerleyişine engel olamamışlardır. Batılı din ve siyaset adamları, savaş yoluyla Türkleri durdurmanın imkânsız olduğunu fark edip, farklı stratejiler geliştirmeye başlamışlardır. Konuya ışık tutacağını düşündüğüm tarihi bir olayı aktarmakta fayda görüyorum.
Siz içeriden, biz dışarıdan yıkmaya çalışıyoruz ama…
Sultan Abdülaziz, Paris’te açılan 1866–1867 sergisi münasebetiyle yaptığı seyahatte Keçeci-zade Fuat Paşa’yı refakatine almıştı. Seyahat sırasında Compte de Montauban de Palitan Üçüncü Napolyon’un başvekili idi. Üzerinde seraskerlik vazifesi de vardı. Üçüncü Napolyon, Süveyş Kanalı’nı açtırmak, Girit’i Yunanistan’a bağlamak istiyordu.
Compte de Montauban de Palitan ile Fuat Paşa arasında mühim siyasi görüşmeler yapıldı. Nihayet bu konuşmalar sırasında bir gün Compte de Montauban, Keçeci-zade’ye şöyle demiştir: “Neye beyhude ısrar ediyorsunuz? Hangi kuvvetinize güveniyorsunuz? Osmanlı Hükümeti’nin ne derece zaafa düştüğünü görmüyor musunuz?”
Fuat Paşa derhal karşılık verdi: “Hayır Kont! Osmanlı zaafa düşmemiştir. Bütün kuvvetini muhafaza ediyor ve edecektir. Osmanlı en kuvvetli, en duyarlı devletlerden biridir. Üç yüz senedir siz dışarıdan, biz de içeriden yıkmaya çalıştığımız halde bir türlü yerinden sarsamadık!” Fuat Paşa’nın bu cevabı karşısında Fransız başvekil ister istemez kahkaha attı. Girit meselesi bir nükte ile böylece halledilmiş oldu.
Bu tarihi vakıa, politik bir vakıadır. Osmanlı, topraklarının büyük bölümünü politik oyunlarla, bir kısmını da haçlı saldırıları sonucunda kaybetmiştir; ama bu tür girişimler Türk Milleti’ni tarih sahnesinden silmeye yeterli olamamıştır. Avrupalılar, bu necip milleti yeryüzünden silebilmek için onların dini ve milli inanç sistemlerini yok ederek amaçlarına ulaşmayı planlamışlardır. İşte, misyonerleri vasıtasıyla yaptıkları yozlaştırma çalışmalarından bazı örnekler:
1-) Üzümünü ye, bağını sorma: Bu sözü enine boyuna analiz ettiğimizde şu çarpıcı sonuçlar ortaya çıkıyor.
a-) İkiyüzlü olmamız isteniyor,
b-) Hırsızlığa davetiye çıkartıyor,
c-) Kul haklarını ortadan kaldırıyor,
2-) Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar: Bu sözün analizini yaptığımızda da şu sonuçları elde ediyoruz.
a-) Misyonerler, doğru söyleyenlerin başlarına türlü belaların geleceğini ileri sürerek; yalan söylemenin en meşru yol olduğuna insanlarımızı inandırmışlardır.
b-) Yalan söylemek genellenmiştir. Sır doğrular ile sıradan doğrular birbirine karıştırılmıştır. Amaç; toplumun ahlak, yardımlaşma, hoşgörü ve birbirine olan güven duygularını ortadan kaldırmaktır.
Sonuç olarak; 
Doğruları konuşmak, hak ve adaletin tecelli etmesi bakımından çok önemlidir. Ancak doğrular, doğru ortamlarda doğru kişilere söylenmelidir. Aksi halde toplumda fitnelerin çoğalmasına sebebiyet verir.
3-) Bal tutan parmağını yalar: Bu söz üzerine biraz dikkat kesilip, düşündüğümüzde; bu sözün ardında buram buran menfaatçiliğin yattığını rahatlıkla görebiliriz. Bizler, bu sözden şu sonucu çıkarabiliriz: Çıkar elde edebileceği bir işte çalışan bir kişinin, kamu menfaatlerini ikinci plana atıp, yaptığı bu işten önce kendine pay çıkarmalıdır. Faziletin kaybolmasına sebebiyet verecek bu söz kesinlikle bize ait değildir. Kabul edilir ki; İslam inancıyla yaşayan Müslümanlar, yaptığı işi devleti ve milleti adına yaparlar. Her ne kadar kaynağın başında otursalar da asla o kaynaktan sebeplenme hakkına sahip değillerdir. İslam inancı, inananlarını fedakâr olmaya yöneltmiştir. Devlet kaynaklarının yetişmediği dönemlerde, görev yapanların da fedakârlık yapmasını istemiştir.
4-) Bana dokunmayan yılan bin yaşasın: İlk bakışta pek zararlı gibi görünmeyen bu söz üzerinde biraz düşünülürse; yine buram buram fitne ve felaket koktuğunu anlayabiliriz. O felaketlerden bazıları:
a-) Toplumda dayanışmayı yok etmek,
b-) Şer işlerle iştigal edenlerin işlerini kolaylaştırmak,
c-) Toplumda korkuyu ve baskıyı hâkim kılmak,
5-) Her koyun kendi bacağından asılır: Asırlardır, yaşam tarzımızda varlığını kuvvetlendirerek sürdüren bu fitne sözün kısa bir analizini yaptığımızda kafamızda şu düşünceler oluşuyor: İnsanların işlediği suçların cezasını sadece kişinin kendisi çeker. Bu haliyle çok masum gibi görünüyor; ancak suç işleyenler, bizim akraba veya komşumuz olabilir. Bu durumda, atasözüdür diyerek yapılan yanlışların seyircisi olamayız. Her aile, kendi yakınının yanlışlarını düzeltmekle mükelleftir. Çünkü toplumda düzen ancak bu şekilde sağlanabilir. Şunu da akıllardan uzak tutmamak gerekir ki; kişilerin işlediği suçların bedelini toplum olarak hepimiz çekmekteyiz.
6-) Merhametten maraz doğar: Bu yanlış söz için şu tespitlerde bulunabiliriz: Merhamet, acıma duygusudur. İyilik yapmak, saygıdeğer bir davranıştır. Zor durumda kalan bir insanın yardımına koşmak insana manevi bir haz verir. İnsanlar, birbirlerine iyilik yaparken kesinlikle menfaat peşinde olmazlar. Aksi halde, karşılık beklenerek yapılan yardımlar, yardım olmaktan çıkar, çıkar ilişkisine dönüşür.
Şimdi merhametten maraz çıkacağını düşünerek müşkül durumda bulunan insanlara yardımcı olmaz isek, gün gelip bizlerde müşkül durumlara düşünce, tutunacak bir dal, bir dost eli aramaz mıyız? O zaman mı anlamalıyız bu sözün yanlış ve maksatlı olduğunu? Yardım ile merhameti birbirinden ayrı tutmak asla mümkün olmamıştır. Zaten yardım etmekten kaçınan bir kişide merhamet duygularının olmadığı çok açıktır.
Merhamet, yardım duygusunu beraberinde getirdiği için bir toplumda asla vazgeçilemeyecek bir kaynaşma ve yardımlaşma kaynağıdır. Merhamet, bir toplumun her türlü zorluğa karşı dimdik ayakta kalmasını sağlayan ahlaki prensiplerdendir.
Merhamet ve yardımlaşma duygusunu yitirmiş toplumlar, en ufak bir sarsıntıda yerle bir olmaya mahkûmdur. Bizler, dini ve milli inançlarımızın gereklerini yerine getirmekten büyük onur duymaktayız ve bizi biz yapan inançlarımızdan asla ödün vermemeliyiz.
Bu sözü, toplumsal yardımlaşma ve merhamet duygularımızı tamamen ortadan kaldırmak isteyen misyonerlerin ortaya attığını rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sözün hamisi olanlar, bir gün başları sıkıştığında; “Sakın bana merhamet etmeyin, maraz doğar” diyerek, kendisine uzanacak yardım elini geri çevirebilecekler mi acaba?
Son söz olarak gerçek Atasözlerimiz için şu bilgileri ilave edebiliriz: Her toplumda olduğu gibi, Türk toplumunda da atasözleri söylemlerindeki güzellik, yüklendikleri kavram zenginliği ile milli yapımızın vazgeçilmezleri arasında yerini almıştır.
Atasözlerimizin geçmişi, Türk milletinin tarih sahnesine çıkışına kadar uzanmaktadır. Bu yönüyle atasözlerimiz, Türkçe ile hayat bulmuştur. Eski Türk medeniyetlerinde atasözlerine sav, Osmanlılarda mesel denilmiş; cumhuriyetimizin kurulmasıyla birlikte atasözleri olarak toplumumuz tarafından sevilerek kullanılmaya başlanmıştır.
Bize ait olan atasözlerinin özellikleri; değiştirilmeden bir kalıp olarak kullanılması, kısa ve özlü olmaları dikkat çeker. Diğer yönüyle baktığımızda, yaşanan olaylar karşısında Türk insanının ileri görüşlülüğü, çevik bir zekâya sahip olması, hayal kurma kabiliyeti ve ince bir espri yeteneğine sahip olmaları yönüyle Türklerin kültürel zenginliğini ortaya koymaktadır. Bu bakımdan bize ait olmadığı hemen anlaşılan fitne atasözlerini bir an evvel hayatımızdan kaldırıp atmalı, bize ait olan atasözlerimize kültür mirasımız olarak sahip çıkmalıyız. Aksi halde yozlaşmalarla birlikte toplumsal çözülmeler kaçınılmaz olacaktır.
Yazar Hakkında
1960 yılında Kırıkkale’de doğdum. İlk ve ortaokulu Kırıkkale’de, liseyi de Ankara’da tamamladım. Üç çocuk babasıyım. Okumayı, araştırmayı, yorum ve eleştiri yapmayı severim. Bu birikimlerimden faydalanarak “Mevtadan Mektup Var! isimli birde kurgu romanım yayınlanmıştır. Roman sevenlere tavsiye ediyorum. Ortaokul ve lise yıllarımda oluşturduğum arşivimden ve günümüz teknolojisinden faydalanarak bu sitede makale yazmaya başladım. Amacım; makale severlere doğru bilgiye dayanan yazılar hazırlamaktır. Bilgi birikimlerimi kişisel dünya görüşümle harmanlayıp, okuyucusu ile buluşturmaktır. Okuyucularımdan beklentim şudur; yazdıklarımı beğenin veya beğenmeyin, lütfen yorum yapın, beğenip beğenmediğinizi belirtin. Çünkü; sonuçta yazarlarda insandır, yanılabilir. Hatalarımı göstermeniz dileğimle, hepinize saygılarımı ve selamlarımı sunuyorum. 
E-mail: atessbeyy@mynet.com
Allah’a emanet olunuz…
((Gönderen: Makine Yüksek Mühendisi, Gazeteci – Yazar Ahmet YALVAÇ (Yalavaç)) 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder