ŞARK MESELESİ ÜZERİNE
Şark Meselesi tabirinin ilk kez 1815’te Viyana Kongresinde
dile getirildiğini ve bunun Osmanlı Devletinin toprak bütünlüğünün korunması
ile parçalanması noktasında ele alındığını görmekteyiz.
Bilindiği üzere Osmanlı Devletinin 19. asrın başında dağılma
sürecine girmesi, kendi kendini koruyamayacak bir hale düşmesi, bu geniş
ülkenin paylaşılması ve zenginliklerine sahip olma meselesi, Avrupa
devletlerini karşı karşıya getirmiş idi. Esasında hiçbirisi Osmanlı
memleketinin bölünmesine hazırlıklı olmadığından dolayı, başlangıçta Rus
emellerinin önünde İngiltere gibi ülkeler, Osmanlı Devletinin toprak
bütünlüğünün korunması yolunda tavır takınırken, 19. yüzyılın sonlarıyla, 20.
asrın başlarında büyük devletlerin kendi aralarında vardıkları anlaşmaların
neticesinde, Osmanlı’nın parçalanmasına karar vermişlerse de, o zamana kadar
İngiltere, Fransa ve Rusya’nın dışında duran Almanya’nın güçlenmesi ve Şark
Meselesine müdahil olması bütün dengeleri alt-üst etmişti.
Umumiyetle 19. yüzyılın başına konulan bu mesele hususunda
birtakım tarihçiler daha erken devirlere kadar gitmektedirler ki, bunda da
haklı tarafları vardır. Belki isim olarak geç bir zamanda ortaya çıkmıştır ama,
Şark Meselesinin başlangıcı Türk-Hun ordularının Avrupa’yı fetihleri, Roma’nın
ikiye ayrılması dönemine kadar götürülebilir. O çağa kadar Avrupa, karanlık bir
âlem içerisinde, özellikle kilise ve feodal idarelerin etrafında oluşan güç
birliktelikleri şeklinde, insanların köle misali yaşamaya zorlandığı bir
ortamda idi. Türklerin gelmesiyle, kurulu düzen ve çıkar ilişkilerinin
tepe-taklak olduğu bir gerçektir. Bu yüzden Avrupalılar kendilerine yabancı,
çok dinamik ve bütün işlerini bozan bu millete karşı bir nefret duymuşlar;
Avrupa kıtasına ayak bastıkları günden itibaren Türkleri geldikleri yere geri
göndermek için elbirliği yapmışlardır. Dolayısıyla Şark Meselesi bazılarının
dediği gibi İslam-Hrıstiyan çatışması değil, belki de İslam nazarında
Türk-Avrupa savaşıdır.
Türk tehlikesiyle yüzyüze gelene kadar birbirlerini
boğazlayan Avrupalılar, Türklere karşı ortak bir cephe oluşturmuşlar, önce
başlarının belası Attila (Ata İllig) Hunlarının zayıflığından yararlanarak,
onları bir katliama tabi tutup, bir müddet rahat nefes almışlardı. Fakat 10.
asrın sonlarıyla, 11. yüzyılın başlarında Avrupa ve Hrıstiyan dünyasınca Şark
Meselesinin ikinci ayağı zuhur etti. Bu kez Türkler, Hazar’ın hem kuzeyinden
hem de güneyinden olmak üzere Roma ile Arap topraklarına hızla daldılar. Ancak
bu, daha öncekilerden çok farklı bir hareketti. Hazar’ın kuzeyinden Doğu Avrupa
ve Balkanlara inen ve buralara hâkim olan Peçenek ile Kumanların bir din
kaygısı olmamakla beraber, onlar çok kısa zamanda Balkanlarda hâkimiyeti ele
geçirerek, üstünlük sağladılarsa da, milli hassasiyetten yoksun olduklarından,
az bir vakit sonra Bizans’ın entrikalarına maruz kalarak, birbirlerini
öldürmeye başladılar. Bizans imparatorluğu kendi kardeşleri Kuman-Kıpçakların
eliyle Peçenekleri katlettirirken, onları Hrıstiyanlaştırıp, erimelerinin de
yolunu açtı.
Fakat Hazar’ın güneyinden Ön Asya’ya ve Orta Doğu’ya doğru
gelen Türklerin konumu çok değişikti. Onlar Müslümanlığı benimseyerek,
kendilerini Türk’ün adaletini ve Tanrı’nın adını yaymaya vazifeli görüyorlardı.
İşte bu noktada belki de Şark Meselesinin din boyutu da önem kazanmaktadır.
Zaten bu sırada Arapların, dünyadaki fütuhat faaliyetleri de sönmüş, Sicilya ve
İspanya’dan kovulmuşlar, Doğu Roma eski topraklarının büyük bir kısmını geri
kazanmıştı. Ama son Roma 1071’de Türk askerleri önünde büyük bir yenilgiye
uğruyorken, Şark Meselesinde, doğudan gelip, kendilerine yeni bir yurt arayan
ve Allah’ın adını her tarafa hâkim kılmaya çalışan bu ırk yeni bir sayfa açıyor
ve uzun yıllar sürecek Haçlı Seferlerini başlatıyordu. Avrupalılar arasında çok
derin mezhep ayrılıkları olmasına rağmen Türkleri Anadolu’dan ve Orta Doğu’dan
atmak emelleri çerçevesinde birleşmeyi başarmışlar, hatta bir aralık Türkleri
Anadolu’da çok zor durumlara da düşürmüşlerdi. Gerçekte bugün de yapmak
istedikleri bundan öte bir şey değildir.
İşte tam bu esnada ortaya çıkıp, bütün Türklerin temsilcisi
olma vasfına erişen Osmanlılar da işleri bozdu. Hele Osmanlı Türklerinin
Hrıstiyanların doğudaki son kalesi, Bizans’ı ele geçirmeleri meseleye tuz-biber
oldu. Buna binaen Avrupalıların intikam alacakları büyük Roma’nın Ata İllig
(Attila) tarafından dize getirilmesi, Malazgirt’te Alp Arslan’ın ayaklarını
öpmelerinden sonra bir olay daha ortaya çıkmıştı ki, o da İstanbul’un fethidir.
Kendilerini bir şekilde Bizans’ın devamı olarak gören Avrupalılar, 1071 ile
1453’teki o acı yenilgileri asla unutamadıklarından, her durumda ve ortamda
bunun intikamını almak için fırsat kollamaktadırlar.
Ne yazık ki, bir müddet sonra Osmanlı kendini bilmez, devlet
işlerinden bihaber ve kadınlar tarafından idare edilen padişahlar ile dönme
paşaların oyuncağı haline geldi. İşler ters gitmeye başladı. Önce bir duraklama
devri ve arkasından parçalanma yaşandı. Avrupalılar, Türk hezimetinin sebebi
olarak geri kalmışlıklarını görüp, reform ve rönesans hareketlerini
gerçekleştirirken, Osmanlı Devleti çöküşünü halâ Tanrı’nın takdiri şeklinde
algılıyordu. Bırakın diğer hususları, kendisini dünyada üstün kılan ordusunun
yenilenmesi gerektiğini, artık ihtiyaca cevap veremediğini bile aklına
getirmedi. Hrıstiyanlar Osmanlı’yı Avrupa’dan atmak için neredeyse 16. yüzyılın
sonuna kadar beklediler. Bu yüzyılla beraber toprak kaybeden Türklerden
öçlerini hem de çok kanlı bir biçimde aldılar.
Şark Meselesinin başlangıcında Avrupalıların amacı Türkleri
batıya sokmamak iken, daha sonra bu Türkleri Avrupa’dan çıkarmak şekline
dönüştü. Bunun için de çeşitli stratejiler geliştirdiler. Evvela Osmanlı
Türkiyesi’ndeki Türk olmayanlarla işbirliği yaparak, Türkleri zor duruma
düşürmeyi hedeflediler. Bu işte baş rolü Rusya oynamakla beraber diğer Avrupa
devletleri de ona yardımcı oldular. Önce Osmanlı sınırları içindeki gayr-i
Müslim ve gayr-i Türk tebanın bağımsızlığı sağlanacak, bilahare Arap kıtası
vasıtasıyla Türkler kıskaç altına alınacaktı. Zaten kuzeyden ve doğudan Ruslar,
Türkiye’yi çoktan kuşatmışlardı. Bu düşünceleri de gerçekleştikten sonra
Türklerin kafasına öldürücü darbe vurulabilir, İstanbul ve Kudüs
kurtarılabilir, Türkler geldikleri yere yollanabilirdi. Ancak Osmanlı
Devletinin bulunduğu mevki o kadar mühimdi ki, Avrupalıların hiçbiri diğerinin
kendisinden fazla bir şey koparmasına göz yumacak gibi değillerdi. Bu sebepten
Şark Meselesinin bir dönemini teşkil eden, Avrupa’da “Hasta Adam” olarak
görülen Osmanlı bir müddet daha yaşatıldı. Bunun için I. Dünya Savaşına kadar ülkeler
bekledi.
Aslında Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti tarihçileri, I.
Dünya Harbi çıkmadan daha evvel büyük Avrupa devletlerinin Osmanlı ülkesi
üzerine gizli planları ve andlaşmalarının mevcut olduğunu çok iyi bilirler.
Savaşın arifesinde Osmanlı devlet adamlarının Rusya ve diğer Avrupa ricaliyle
yaptığı görüşmeler ve bunlardan bir sonuç çıkmadığı ortada iken; bugün
bilip-bilmeden herkes harbe girmenin suçunu Enver Paşa’ya atmakta ve ona
insafsız bir şekilde saldırmaktadır.
Harp öncesi Osmanlı Devletinin genel durumuna şöyle bir
bakacak olursak; Osmanlı memleketi 93 Harbi, Trablusgarb ve Balkan Savaşları
gibi peşi sıra ortaya çıkan savaşlardan yenik, perişan ve bir o kadar da toprak
kaybıyla ayrılmıştı. Türk ordusunun elinde doğru dürüst silah kalmadığından
başka, Osmanlı iktisadi ve siyasi açıdan da bir karmaşa yaşıyordu. Hakikatta
Avrupa’nın gözünde “hasta adam” vaziyetindeki bu devletin sonu hakkında bir
takım tereddütler vardı. Kimi tamamen ortadan kaldırılarak topraklarının
paylaşılmasını düşünürken, kimisi de biraz daha yaşaması taraftarıydı.
Bunlar bir yana zaman zaman ileri Avrupa devletleri düzeyine
ulaşmak için bazı adımlar atılmaya çalışılmış ise de, Türkler o denli
geriydiler ki, kısa bir süre de Avrupa’yı yakalamaları imkânsız gibi
görünüyordu. Dolayısıyla Osmanlı Devletinin zayıflığının sebebi esasında bu
idi.
Netice itibarıyla I. Dünya Savaşının patlak vermesi
kaçınılmazdı ve harbin büyük bir kısmının Osmanlı Devletinin toprakları
üzerinde olacağı da aşikârdı. Çünkü o zamanki dünyayı incelediğimizde ne
Fransa’nın, ne de İngiltere’nin ham madde açısından bir üstünlüğü yoktu. Aynı
durum Almanya için de söz konusuydu. Böylece zengin Osmanlı topraklarının
birtakım saldırılara uğraması, o dönemin şartları göz önüne alınınca gayet
normaldir. Bu da demektir ki, Türk ülkesi bölünecekti. Ama mesele bu paylaşımda
kime ne düşeceğiydi. İşte bu noktada Almanya ile diğer Avrupa devletleri
anlaşamıyordu. Yeni yeni güçlenen ve sanayileşme atılımı içindeki Almanya’yla,
eski dünyanın hâkim kuvvetleri Fransa, İngiltere ve Rusya gibi ülkeler karşı
karşıya gelmişti. Amaçları da bir yeraltı ve yerüstü serveti halindeki Osmanlı
memleketine sahip olmaktı. Hele yüzyılın sonuna doğru vazgeçilmez bir enerji
kaynağı olarak ortaya çıkan petrol herkesin iştahını kabartmış, ağızların suyu
akarak Osmanlı Devletinin topraklarına göz dikilmişti.
Elbette Osmanlı devlet adamları tehlikenin farkındaydı ve
Avrupa’nın en önemli silahlı gücü vaziyetindeki Rusya ve İngiltere ile ittifak
yapma yollarını aradı. Fakat bu ülkeler onunla anlaşma yapma niyetinde
değillerdi. Zaten ikisi de Osmanlı arazisini nasıl ele geçiririz rüyalarını
görüyordu. Bu yüzden Osmanlı Devleti, Almanya’yı tercih etmek zorunda kalmıştı.
Hem Avrupa ülkeleri arasında Osmanlı’dan tek toprak talebinde bulunmayan devlet
de Almanya idi. Buna rağmen Osmanlılar arayışlarını sürdürdüler. Ancak iktidarı
elinde tutanların Türk ülkesini iyi yönetemeyeceklerini düşünen İngiltere,
gelen elçilere pek yüz vermediği gibi, onları devamlı atlattı.
İngiltere’nin yanı sıra Osmanlı dışişleri görevlileri Fransa
ile de ikili görüşmelerde bulundu. Bu arada Rus çarına da ittifak teklifi
götürüldüyse de, her yerden eli boş dönüldü. Bütün bunlara karşın Osmanlı
devlet adamları son ana kadar Almanya ile bir anlaşmaya varmadılar. Nihayet
Avrupa’da savaş çıkınca onlar da 2 Ağustos 1914’te Almanya ile bir ittifak
imzaladılar. Osmanlı’nın hali, denize düşen adamın yılana sarılmasına
benziyordu.
Bu anlaşmaya göre Rusya, Almanya’ya savaş ilan ederse,
Türkiye Almanya’nın yanında yer alacak, buna karşılık Almanlar da Osmanlı
Devletinin toprak bütünlüğünün korunmasına uğraşacaktı. Henüz harbe hazır
olmadıklarını düşünen Türkler, sonuna değin Almanya ile işbirliğini gizli
tutmaya çalıştılar Bu sırada Osmanlı Devleti İngiltere’den adları Reşadiye ve
Sultan Osman olan ve paralarını da peşin ödediği iki gemi sipariş etmişti.
Fakat İngilizler bunlara el koyarak, düşmanlıklarını göstermekten çekinmediler.
Ama bu arada Almanlar, Türkleri kendi saflarında harbe girmeleri için
sıkıştırmaya başladılar. Daha sonra Wangenheim, Osmanlı Hükümetinin savaşa
katılmasını sağlamak için Tarabya’daki Alman Sefaretine öğle yemeğine Sadrazam
ve Hariciye Nazırı Sait Halim, Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver,
Bahriye Nazırı ve 2. Ordu Kumandanı Cemal Paşalarla, Dahiliye Nazırı Talat ve
Meclis-i Mebusan Reisi Halil Beyler gibi ileri gelenleri davet etmişti.
Tedbiri elden bırakmayan Enver Paşa, her şeye rağmen 5
ağustosta Ruslarla yeniden anlaşmak için irtibata geçti. O, Kafkasya’daki Türk
askerini çekeceğini, Balkan ülkeleriyle Rusya arasında bir savaş çıkarsa,
Ruslara yardım edeceğini ve Almanları Türk topraklarından uzaklaştırabileceğine
dair teminat veriyordu. Buna karşılık Trakya ile Adalar Denizi’ndeki bazı
yerleri istedi. Bu sırada İngiltere’yle tekrar anlaşma zeminleri arayan Cemal
Paşa’nın çabaları da boşa çıktı. Almanya’nın dışındaki hiçbir ülke Türklerin
dostluk elini sıkmamıştı.
İşte bu şartlar içinde Türkler savaşa girmekten başka çıkar
yol bulamayınca, 29 Ekim 1914’te Goben ve Breslav adlı iki Alman harp gemisine
Türk bayrağının çekildiğini ve Karadeniz’deki bazı Rus limanlarının topa
tutturulduğunu görüyoruz. Bir an önce Türklerin savaşa girmesini isteyen
Almanya bu hale çok sevindi. Çünkü birkaç cephede çarpışan Almanların başı
dertte idi ve iyice bunalmışlardı. Bu durumda Türkler, Ruslara karşı bir cephe
açarlarsa, Rus kuvvetlerinin büyük bir kısmı doğuya kayacak, bu suretle batıda
Almanya ile Avusturya rahat bir nefes alabilecekti. Süveyş Kanalının müdafaası
ve Arap yarımadasındaki mücadele yüzünden de İngilizler mühim bir askeri gücü
bu cepheye kaydıracak ve buna binaen de Almanlar İngilizlerle daha fazla
uğraşacaklardı.
Tabi bu arada Müslüman dünyasının göz bebeği Osmanlı
Devletinin birtakım Hrıstiyan ülkeler tarafından saldırıya uğraması, İngiltere
ve Rusya gibi imparatorluklar dâhilinde külliyetli bir İslam nüfusu barındıran
devletler için hiç de iyi değildi. Her ne kadar I. Dünya Harbi esnasında
Müslümanlar ortak hareket edememişse de; bilhassa Rusya’daki 1916 yılı
ayaklanmaları ve Hindistan’daki Müslüman nümayişleri her iki devletin de başını
ağrıtmaya yetmiştir.
Bilindiği üzere, neticede Osmanlı Devletiyle aynı safta
savaşa katılan ülkeler teslim olunca, Türkler bir başına harbi
sürdüremeyeceklerini anladılar ve onlar da silahlarını bıraktı. Birinci Cihan
Harbinin ilginç taraflarından birisi de, bütün cephelerde zaferler kazanan
İngiliz kuvvetlerinin en büyük yenilgileri Türkler karşısında almış
olmalarıydı. Harbin uzamasına neden olan Türklere bunun hesabını ödetmeyi
kafaya takan galipler, işte bu sırada Şark Meselesinin başka bir ayağı olan ve
halâ üzerinde çalıştıkları Sevr’i Türklerin önüne koydular.
Türkiye’nin parçalanarak, dağıtılmasını amaçlayan ve
Türkleri Anadolu Yarımadasından sürüp, çıkarmayı hedefleyen Sevr Andlaşması
(1920) İstanbul hükümetince imzalanmasına rağmen, bilindiği üzere Türkiye
Türkleri hiçbir zaman buna razı olmamış, Mustafa Kemal’in önderliğindeki bir
yükselişle, Sevr müsveddelerini tarihin karanlığına atmışlardır.
Türkiye’nin son yıllarda hem bir bocalamaya girmesi, hem de
kabuğunu yırtarak, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Orta Doğu, Kafkasya
ve Asya coğrafyasında etkili bir konuma gelmesinin önünün alınması amacıyla,
Sevr’in eski hamileri yeniden bu andlaşmayı tuvalet çukurundan çıkararak, biraz
temizleyip, biraz da süsleyerek Kurtuluş Savaşı’nda ve Lozan’da üstü çizilen
hükümleri Türk milletine zorla da olsa kabul ettirmeye çalışıyorlar. Bunu
gerçekleştirmek için Türk milletinin ve devletinin çok daha kötü durumlara
düşürülmesi kararlaştırılmış ve bu yüzden de birtakım aracı etkenlerin
kullanılması yoluna gidilmiştir ki; bunlardan birisi Kürtçülüğü kaşımak (tıpkı
Musul’un elimizden koparılışı sırasında çıkarılan Şeyh Sait ayaklanması gibi),
biri Ermeni soy kırımı yaptıkları yolundaki iddialara Türklerin sahiplenmesini
sağlamak ve büyük Ermenistan için Türklerden toprak istemek (ki, büyük
Ermenistan’ın yaratılmasında Azerbaycan ve Türkiye taraflarında ancak yayılma
gerçekleşebileceğini herkes bilmektedir), birisi de bugün Anadolu’da çok az
sayıda olan Ortodoks Hrıstiyan cemaatinin diriltilerek, Türkiye içerisinde
otonomik haklar vermektir. Bunlar ta 19. asrın başlarında yürürlüğe konan
planlardı.
Nitekim 21. yüzyılın ilk çeyreğinde Ermenilerden özür
dilenmesi, dini azınlıkların vakıflarının iadesi, Tevhid-i Tedrisat Kanununa
aykırı olarak, azınlıklara birtakım ayrıcalıklı eğitim hakkı verilmesi batı’nın
adım adım Türklere Sevr’i kabul ettirdiklerinin göstergesidir.
Birinci Dünya Harbinden sonra Şark Meselesine ABD de dahil
oldu. Bugün Türkiye’nin zayıflatılarak, Anadolu topraklarının bölünmesi
gündemdedir. Başta Amerika ve Avrupa Birliği Orta Doğu, Kafkasya ve Asya’yı
yüzlerce yıl hiçbir sorun çıkmadan yönetebilmeyi düşünüyorlar. Bunun adımları
yavaş yavaş atılmaktadır. Afganistan’a nüfuz edilmesi, Irak’ın işgali, Suriye
ve İran’ın da dize getirilmesinden sonraki hedef Türkiye’dir. Ama, Amerika
Birleşik Devletleri ne Dünya Savaşlarında ne de değişik bir yerde Türkiye ile
birebir sıcak çatışma içerisine girmediğinden dolayı halâ Türkiye’den ürküyor.
Bunun için de, Türkiye’nin kendi kendine tasfiyesi hususunda bütün gizli
planlarını ve imkânlarını seferber etmiş durumdadır. Amerika’nın geçmiş
yıllardan hatırlandığı üzere önce Taliban’ı desteklemesi, şimdi Kürtlere siyasi
bağımsızlık sözleri vermesi ve onları yönlendirmesi, Ermenistan’ın
genişlemesine ve ekonomik olarak rahatlamasına çalışması, Karadeniz, Adalar
Denizi ve Akdeniz’de Rum nüfuzunu artırma gayretiyle, Türkiye’nin elinin
kolunun bağlanarak, ABD’ye muhtaç duruma getirilmesinin altında, gerçekte dünya
hâkimiyetinde Batı ve Hrıstiyan dünyasının öne çıkarılmasından başka bir şey
yoktur.
Bugün Türkiye, Önasya’da Hrıstiyan Ortodokslar, Arap ve Fars
milliyetçileriyle, Rus şovenizminin baskısı altında kaldığı gibi, son
zamanlarda ABD’nin Irak’ı işgali ve buraya tamamen nüfuzuyla beraber, güneydeki
Kürtleri kullanması suretiyle kıskaça alınmış vaziyettedir. Yarın-birgün üç
tarafı deniz olmasına rağmen, Türkleri buralara bile çıkarmama durumu
doğabilir. Bu yüzden başta Türk Cumhuriyetleri olmak üzere, bölgede
güvenebileceğimiz devlet ve topluluklarla siyasi münasebetlerin
kuvvetlendirilmesi gerekiyor. Tehlike, Türkiye’nin kapısını çalıyor. Esasında
aynı trajediyle Türk Cumhuriyetleri de karşı karşıyadır. Herne kadar Asya’nın
ortasında stratejik bir konumda bulunuyorlarsa da, coğrafi olarak
kuşatıldıkları gibi, hiçbir açık denizle de bağlantıları yoktur. Türkiye onlar
için her bakımdan bir müttefiktir. Dolayısıyla Şark Meselesini veyahut da bugün
adına ne deniyorsa Türklerin aleyhine yürütülen planları boşa çıkarmak için
sadece Türkiye’nin değil bütün Türk Dünyasının gözlerini çok iyi açması
gerekiyor.
[publicize twitter][publicize facebook][category araştırma]
[tags ARAŞTIRMA DOSYASI, PROF. DR., SAADETTİN GÖMEÇ, ŞARK
MESELESİ]