FİLOZOFİ KÜRSÜSÜ:
“ÖLÜME FELSEFİ BAKIŞLAR”
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU, Nihat BEHRAM, İ. Hamit Hancı
Gönderen: Ali Aslan Dumanol (stratejik danışmanlık & Strategic
Consultancy)
KORKMA
Dün sabah işe giderken
Ölümü gürdüm ölümü
Ansızın kesti yolumu
Usulca tuttu kolumu
Korkma dedi
Bedri Rahmi EYÜPOĞLU
ÖLÜMDEN BAHSETMEK İÇİN ÖNCE HAYATI BİLMEK LAZIM.
Dünyada hayatın 3,8 ile 4,5 milyar yıl önce başladığı
sanılmaktadır. İlk yaşam belirtileri tek hücreliler 680 milyon yıl, ilk
omurgalı 450 milyon, ilk insansa 14 milyon yıl önce ortaya çıkmıştır.
Amin Maalouf’a göre; “Yaratılıştan bu yana geçip giden binlerce
yıl olmasaydı, yaşadığımız dakikaların hiçbirini yaşayamazdık ve atalarımızın
ardından gelenlerin rastlantıları, vaatleri, kutsal birliktelikleri ya da
günahları olmasaydı kalp atışlarımızdan hiçbiri olmazdı”. Ve Gaarder'in dediği
gibi, “hayatta oluşumuz tek ve çok uzun bir rastlantılar zinciri. Bu zinciri
geriye doğru ta bölünüp çoğalan ilk canlı hücreye kadar izleyebilirsiniz. Benim
zincirimin üç dört milyar yıllık süre boyunca herhangi bir anda kesintiye
uğramamış olma ihtimali, gözümüzde canlandıramayacağımız kadar küçük. Ama ben
aradan sıyrılmışım işte. Karşınızda duruyorum. Ve bu gezegende sizinle
birlikte yaşamamı sağlayan şansın akıl almaz bir şey olduğunu biliyorum.
Dünyadaki en küçük kurtçuklann bile ne kadar şanslı olduklarını düşünüyorum. Ya
şanssız olanlar. Yok ki olanlar. Hiç doğmadılar. Yaşam, sadece kazanan numaraların
görebildiği muazzam bir piyango. İnsan nasıl bu gezegendeki yaşam karşısında
gözlerini yumar ya da onu olağan sayabilir. Nedense dünya bir alışkanlık haline
gelmiştir birçoğu için. Hâlbuki küçük çocuklar gördükleri şeylerden öyle
etkilenirler ki gözlerine inanamazlar. Oysa yetişkinler için gerçeklik olağan
bir şey olmuştur. Bu dünyanın kavranılmaz bir mucize olduğunu fark etmek önemli
olan. Bunun farkına varmak, işte bu bir doğum günüdür. Zaten bir kez doğmak
yetmez insana”.
Sokrat; Yaşam ve dünya hakkında daha fazla bir şey
bilmediğini düşünerek acı çekmiştir. Sokrat ile diğerleri arasındaki fark,
ötekilerin ondan daha fazla bir şey bilmedikleri halde, o azıcık bilgileriyle
gayet memnun yaşayabilmeleriydi.
Milattan önceki çağlarda küpün içine gömerlermiş ölüleri.
Biz buna bu gün “Hoker tipi gömülme” diyoruz. Küp rahim şeklindeymiş ve ölüm
anne rahmine dönüş kabul edilmekteymiş.
Ölüm nedir sorusuna, kısaca yaşamın sona ermesidir diye
cevap vermek mümkündür.
Aslında düşünmediğimiz düşünmek istemediğimiz bir
gerçekliktir öIüm. İtalyan şair ve filozofu Dante “La Divina Commedia ”sında
“yaşayanlara, yaşamın ölüme doğru bir koşu olduğunu öğret” der.
Acaba bize ne zaman “ölü” derler ya da ne zaman ölü
sayılırız. İnsanların doğal olarak ölebildikleri ve ölümün ne olduğunu açıkça
bildiklerinden emin olabildikleri günler artık geride kalmıştır. Bize ölümün ne
olduğunu söylemesini tıptan bekliyoruz; çünkü giderek daha çoğumuz hastanelerde
ölüyoruz.
Ölüm tanımı tarihsel süreçte değişikliklere uğramıştır.
Ölümün tanımının sorgulanmasına neden olan iki temel gelişmeden birincisi,
organ aktarımı; ikincisi ise, insanın yaşamsal işlevlerini yapay olarak
sürdüren yaşam destek sistemlerinin ve bu sistemlerin etkinliğini artırarak
destek veren farmakolojik maddelerin geIişmesidir.
Geleneksel olarak ölümün ortaya çıktığı zaman hep beIli bir
an olarak ele alınmıştır. Bu bakış açısı bazı durumlarda örneğin hukuk
açısından doğru gözükebilir. Çünkü hukuk açısından ölüm için kesin bir zamana
başka bir deyişle bir “an” a ihtiyaç vardır.
Oysa ölümün olduğu an kavramı göreIi bir kavramdır.
Hukukçular, filozoflar, biyologlar, din ve tıp adamları için farklı anlamları
vardır.
Biyolojik açıdan olaya yaklaştığımızda ölümün bir anda
oluşmadığı ve vücutta belli aşamalarda meydana geldiğini görürüz. Gerçekte
parça parça ölmekteyiz.
Ölüm anı, ancak yaşayan kişide geri dönüşümsüz olarak
canlılık aktivasyonunun kaybolduğu kabul edilen olarak tanımlanabilir. Solunum
ve dolaşım durması sonucu beyin ölümünün gerçekleşmesine somatik ya da
fizyolojik ölüm denilmektedir. Bu aşamada vücut dokularının büyük çoğunluğu
canlılığını halen korumakta, oksijensizliğe dayanma sürelerine göre yavaş yavaş
canlılıklarını yitirmektedirler. Hücre düzeyindeki ölüme ise, hücre ölümü
(biyolojik ölüm) denmektedir. Somatik ölüm ve hücresel ölüm arasındaki sürede
hücreler canlı oldukları için organ nakli yapılabilmektedir.
Ölüm basit ve kolay anlaşılır bir olay değildir.
Anlaşılabilmesi için anlamaya çalışmak gerekir.
Paulo Coelho: Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum Ağladım
isimli kitabında ölümün var olmadığını; yaşamın, biz doğmadan önce var
olduğunu, biz bu dünyadan ayıldıktan sonra da varolmayı sürdüreceğini ileri
sürer.
Ölüm sonrası vücutta geç dönemde de bazı fiziksel
değişiklikler oluşmaktadır. Öncelikle ceset soğumaktadır. Ölümden hemen sonra
izlenen birincil kas gevşemesini takiben tüm kaslarda bir sertleşme olmaktadır.
Ortalama 3-6 saatte oluşan ölü katılığı yaklaşık 36 saatte kokuşmanın başlaması
ile çözülmektedir.
Özel bir durum ölü sıkışmasıdır (Kadeverik Spazm): Moleküler
ölüm sırasında aktif kas gevşemesi meydana gelmeyip kasın ölüm anında kasılı
kalmasıdır. Daha çok bazı ihtiyarlarda, savaşta ve bazı boğuşmalı ölümlerde
görülmekte, kişi öldüğü pozisyonda kalmaktadır.
Ölü lekeleri: Kan dolaşımı durduktan sonra, yer çekimi
etkisiyle kan cesedin alt bölümlerine doğru birikmeye başlar. Deride önceleri
küçük noktacıklar şeklinde başlar, giderek yayılarak tüm cildi kaplar. Basıya
uğrayan bölümlerdeki kılcal damarlar kanla dolamayacağından bu bölümlerde ölü
Iekesi gelişmez. Ölü Lekeleri genellikle koyu mor renktedir.
Kokuşma-Çürüme: Ölüm sonrası cesetteki bakterilerin
salgıladıklan enzimler ve diğer enzimlerin etkisiyle dokuların gazlar, sıvılar
ve tuzlara dönüşmesidir. 15 -20°C '
de açık havada optimal koşullarda kokuşma 36-48 saat içinde başlamaktadır. Bu
durum sıcak havalarda 24, daha serin havalarda 72 saat olabilmektedir. Kokuşma;
ilk renk değişikliği genellikle karın bölgesi sağ alt yanında (ilioçekal bölgede)
el ayası büyüklüğünde yeşil görünümle başlamaktadır. Bu bağırsaklarda üreyen
bakterilerin açığa sülfürle meydana gelen sülfhemoglobin nedeniyledir. Suda
boğulma, güneş çarpması, menenjit, elle, iple boğma ve asılarda ise genellikle
çürüme baş bölgesinden başlar. Daha sonra tüm cilt yeşil mavi, daha sonra da
giderek yeşil siyaha bir renk alır. Organların erimesi ve mikroorganizmaların
üremesi dokularda bir taraftan kıvam değişikliklerine neden olurken diğer
tarafları kokuşma gazlarının meydana gelmesine neden olmaktadır. Sonuçta gaz
bülleri ve kötü koku oluşmaktadır. Açığa çıkan gaz, sindirim sisteminde
bağırsakların şişmesine ve bu nedenle cesedin karın bölgesinin şiş görünümüne
neden olmakta, diğer taraftan da bu gazlar mideye doğru basınç yaparak içeriğini
daha yukarılara doğru itmektedir. Aynı gaz basıncı nedeniyle bağırsaklarda var
olan gaita anüsten dışarı atılmaktadır. Cildin gazlar nedeniyle şişmesi kişinin
normal yüz fiziğini değiştirmekte, bir süre sonra gözleri şiş burnu hafif
kalkık ve dudakları şiş, dili dudakları arasından dışarı çıkmış zenci yüzü
görünümünde bir yüz meydana gelmektedir.
Hint Mitolojisinde Garuda, Tanrı Vishnu'yu taşıyan, kuşların
kralıdır. Garuda'nın maskesi denilen büstünde, kuşun gagasının çürümüş insan
vücudundaki dil ve dudaklara benzer şekilde çıkıntı yaptığı görülmektedir. Bu,
ölümden sonra başka bir yaşam olduğuna inanılan Budist inanışı ile
ilişkilidir.
“Shokowa” veya “Yama” büstü ise 1251’de yapılan Enohji
Tapınağı'nda (Ka-makura, Japonya) bulunmakta ve ulusal hazine olarak
gösterilmektedir. Yama, Yunan Mitolojisi’ndeki ölüm tanrısı Hades'in yargısı
olarak bilinir ve bir Çin yargıcı gibi değerlendirilmiştir. Çin'den gelen
Budizm ile Japonlarca tanınmıştır. Yama hakkında Hindistan'daki eski dilde
yazılmış öykülerde Yama vakur görünüşlü ve cildi soluk mavi ya da yeşil olarak
tanımlanır. Bu idolun rengi, ölüm sonrası değişiklikler sonucu yeşil görünen
ölü vücutla benzerlik göstermektedir, gözlerde benzer şekilde ileri
fırlamıştır.
Ciltte değişik büyüklükte içlerinde kokuşma gazları bulunan
büller ortaya çıkmaktadır.
Gaz basıncının etkisiyle 2-3 haftada karın patlamaktadır. Bu
gürültülü bir olaydır. Hatta sessiz ortamlarda mezarda meydana gelen bu
patlamanın sesinin dışarıdan duyulduğu belirtilmektedir. Karın patlayınca karın
ve göğüs çöker. Tüm organlar çamur kıvamı alır. Giderek kaslarda erimeye
başlar. Yaklaşık 5 yılda ceset tamamen iskelet kalır.
Bazı özel durumlarda kokuşma gerçekleşemez. Sabunlaşmada;
Nemli ortamlara gömülen ya da sıvı ortamda kalan cesetlerde deri altı yağ
dokusundan zengin bölgelerde yağlar enzimlerin etkisiyle suda erimeyen Ca ve Mg
sabunları meydana getirdiği saptanmıştır. Sabunlaşmaya uğrayan vücut bölgesi
yapısal özelliklerini yıllarca korur. Mumyalaşma' da; ölümden sonra dokular ve
organlar su kaybederek kurumaktadır. Çöl kumu gibi sıcak ve kuru zeminlere
gömülen ya da benzeri ortamda bırakılan cesetlerde meydana gelir. Bir kez
meydana geldikten sonra da yıllarca bu özellik kaybolmaz. Mumyalaşma meydana
gelen cesetlerde kimlik saptamada yararlı ipuçları alınabilir.
Tarih boyunca ölüm hep merak konusu olmuş ve hakkında çok
şeyler söylenmiştir. Gılgamış Destanı'nda Utnapiştim, Kızgın ölümün insanı
sinsi sinsi hep arkadan izlediğini, ölümün biçiminin çizilemediğini söyler.
Roma'da ölenlere Agate Tuke “uğurlar olsun” denildiği anlatılır.
Tarihte ilk kez otopsi yaparak ölüm sonrasını araştırmak
isteyenler Morti Docentus Vivi, yani “ölüler yaşayanlara öğretir'' sözcüğünden
destek almışlardır.
Aslında insanlar gerçek olarak ölümde eşittir. Bir acem
şiiri şöyle der: “Ölüm adildir. Aynı haşmetle vurur şahı fakiri”.
Gılgamış Destanı'nda Utnapiştim, Gılgamış'e 4000 yıl önce
şunları söyler:
Yoksullarla soylu, kaderin isteğine yaklaştıkça
Bir örnek olurlar değil mi?
Büyük filozof Sokrat, idama mahkûm edildiği zaman, ölüm
hakkında şöyle konuşur: Ey hâkimler, beni ölümle korkutamazsınız. Çünkü ölüm
söylendiği gibi derin ve sürekli bir uykuysa bu uykunun bir geceliğine bile
hasret nice hükümdar vardır. Yok, eğer ölüm ebedi bir hayata geçiş, bir uyanış
ise benden evvel giden sevgili dostlarımla buluşacağım için çok mutluyum. Her
iki halde de ben kazançlı çıkacağım.
Romalılar için ölüm pek korkulan bir kavramdı. Özellikle
yoksul kişiler, gerektiği gibi gömülmeyenlerin yalnızlık içinde ve mutsuz bir
ruh olarak sonsuza dek acılar çekeceğine inanırlar ve ölümden fazlasıyla
korkarlardı. Yaşamı süresince her Romalı, ruhunu böyle bir sondan kurtarmak
için, para biriktirirdi. Zengin Romalılar kendilerine anıt hazırlatırlardı.
Oysa köleler ve yoksullar ihmal edilirler, genellikle bir fıçının içinde toplu
mezarlara gömülürlerdi. Cesetler, kent dışında açılan büyük çukurlara hiçbir
tören yapılmadan doldurulurdu. Böylesi bir dehşetten kurtulmak isteyenler her
türlü özveride bulunmayı göze alırlardı. Bu bakımdan, yeterince zengin olmayan
Romalılar için tek çare, gerektiği gibi gömülmek için para biriktirmek ve bir
Gömü Kolejine üye olmaktı.
Roma yasalarını içeren 12 broz tablette yer alan bir
maddede; Deorum manium iura sancta sunto “Ölülerin hakları kutsaldır”
denilmektedir.
Zerdüştlükte ise ölü gömme geleneği yoktur. Birçok
kötülüklere bulaşan insan cesedinin toprağı kirletmesinden kaçınılır. Bu yüzden
ölüler kutsal sayılan akbabaların yememesi için “Sükûn Tepesi” denen yüksek dağ
doruklarına bırakılır.
Kasım ayında ölüm oranı çok yüksek olduğundan İtalya'da 2
Kasım ÖIüler Günü olarak saptanmıştır.
Yunan Mitolojisinde ölüm ülkesi'nin adı dite' dir.
Esnasında insanlığın kabul edemediği bir olgudur ölüm.
Yunus'a “Onlar ki çoktur malları
Gör nice oldu halleri
Sonucu bir gömlek giymiş
Onunda yok yenleri” dedirtendir.
Âşık Veysel’ce “Var mıdır dünyaya gelip de kalan
Muradu maksudu hepisi yalan
Gülüp baştanbaşa muradın alan
Ölümü dünyada hakikat gördüm” diye anlatılan hakikattir.
Sabahattin Eyüboğlu ise şöyle demektedir: “İnsan, ölüm
üstünde durmadan yaşamının tadına varamaz. Yalnız ölümün ne olduğunu bilen,
yaşamanın nasıl olduğunu da bilir''.
Büyük İskender’in Mezar Taşı’nda “Bir zamanlar dünyayı
sığmazdı, şimdi şu küçük mezarda yatıyor” yazılıdır.
Amerika kıtasında Siyu Yerlileri savaşa giderken “Ölmek için
güzel bir gün” derlerdi.
Anadolu’da ölüme ilişkin birçok gelenek ve inanışlar vardır.
Bazı bölgelerde Baykuş ötmesi, köpek uluması, ayna kırılması ölümü düşündürür.
Bir mahalle evden ölü çıktığında o mahalledeki su dolu kaplar “Azrail parmağını
batırmıştır ya da bıçağını yıkamıştır'' diye dökülür. Cenaze geçerken “üstüne
ölüm uykusu çökmesin” diye uyuyanlar uyandırılır. Ölü evinden çıkan “ölümün
ağırlığı taşa geçsin” diye taşa oturur. Mezara toprak atanlar ard arda ölümler
olmasın diye kazma küreği elden ele vermeyip toprağa koyarak başkasına
iletirler. Bazı yörelerde ölünün ardından kırk gün yas tutulur, kara yazma
bağlanır.
Bilindiği gibi, Anadolu folklor kültüründe ‘Lokman Hekim’in
önemli bir yeri vardır. Söylenceye göre bulduğu ölümsüzlük otunu suya
düşürdüğünde kendisi de ölmüştür. “Sayrılığı sağaltan çiçekler / Dile gelirmiş
/Lokman Hekim / Çıkınca kırlara... / Çukurova'da bulmuş / Ölümsüzlük otunu / Giz
olmuş / Ceyhan Köprüsü'nden / Düşürünce sulara...”.
Yalancı Ölüm denilen bir durumda; Kalp ve solunum işlevleri
geçici olarak durmakta ya da ileri derecede yavaşlamaktadır. İşlevler fark
edilemeyecek kadar zayıf olduğundan kişi ölü zannedilmektedir.
Afşar Timuçin; “Zamansız ölüm yoktur, erken ölüm vardır”
der. “Ölüm ölümdür, şu ya da bu biçimde oluşu pek bir şey değiştirmez. Yaşamı
savunmak gerekir, ancak ölmeyi bilmek de bir şeydir. Bazen ölüm bizi yakalar,
bazen biz ölümü yakalarız elimizle. ...Her şey insana ölümü
düşüründürebilir, olumsuz şeyler kadar olumlu şeyler de.”
İnsani korkulardan biridir ölüm korkusu. Düşünmediğimiz, Can
Yücel'in dediği gibi “ölümü unutarak” yaşadığımız doğru. Bize ölümü hatırlatmak
ise sevdiklerimize, akrabalarımıza düşüyor genellikle. Bir yakınının ölümü
yakıp yıkıyor insanı.
Ölüm olayına pek çok kişinin ilgisiz kalması, hatta inkâra
sapması kendi şuur altlarındaki ölüm korkusundan ileri gelmektedir. Freud bu
korkuya ''Tha-natos'' adını vermektedir.
Ölüm, doğumdan farklı bir şeydir, yok oluştur ve kabul
etmesi zor bir olgudur. İnsana ölümün sevimsiz yüzünü çok erken fark etmiş,
doğada bunu gözlemlemiştir. Son ana kadar hayatiyeti olan vücudun birdenbire
cansızlaşması ve daha kötüsü bozulup, yok oluşunu insanoğlu dehşetle
izlemiştir. Bu son o kadar korkutucu olmuştur ki, insan çabasını ölümsüzlüğü
elde etmeğe yöneltmiştir. Babil’lilerin ulusal destanında Gılgamış, ölümsüzlüğü
elde etmek için yeraltından ölümsüzlük otunu çıkarır. Ancak bir fırsatını bulan
yılan bunu yer. Yılanın çok yaşayan hayvan olması bundandır. Ayrıca bu nedenle
yılan: suyun, yaşamın ve sağlığın tanrısı olan Ningişzida’nın da simgesidir.
Eski Yunanlılarda yılanı tıbbi bitkilerin özlerini bilen bir cadı gibi
düşünmüşler, onu tıpta bir sembol olarak kullanmışlardır. Ortaçağ Avrupası’nda
yılana özel yılan figürlü paralar basılmıştır. Bunların arka yüzünde “Yılana
bakan yaşayacaktır” cümlesi yazılıdır. Yılan, özelIikle zehirli yılan ölüm
sembolüdür. Ancak ölümün zıddı olan hayatı hatırlatmaktadır. Dolayısıyla hayat
ve sağlığı sembolize etmek için kullanılan bir motif kimliği kazanmaktadır.
George Thomson ''Ölülerin yılanlarda cisimlenmesi,
insanlığın ortak kalıtı olan bir inançtır. Yılan deri değiştirerek yeniden
canlılık kazanır ve böylece ölümsüzlüğün ve yeniden doğma gücünün bir simgesi
olup çıkar” der.
İnsanoğlu varoluşundan beri ölümsüzlüğün sırlarını aramış ve
aramaktadır. Bir çok hastalıklara çare aranması ya da DNA şifrelerine dışarıdan
müdahalelerle yaşam süresinin uzatılmaya çalışılması, biyolojik açıdan bir
ölümsüz arayışının sonucudur. Esasında ölüm sayesinde biyosfer, genişlemeyen
bir gezegende kendine yer bulabilmektedir. Biyolojik evrim de ancak ölümle
sağlanabilmektedir.
Çeşitli mitolojilerde ölüm-yaşam döngüsü ele alınarak
ölümsüzlüğe olan özlem simgeleştirilmiştir. Ana tanrıça İştar'ın (Babil'lilerin
Venüsü) sevgilisi Temmuz yazın ölen bitkilerle cehenneme gider, bütün ülkede
onun için yas yapılır. İştar 2 ay sonra onu cehennemden çıkarıp yeryüzüne
getirir. Bu döngü her sene gerçekleşir. Yunan mitolojisinde, kızı Persephone,
ölülerin yer altı tanrısı Hades tarafından kaçırılan bereket tanrıçası Demeter
dünyaya küser ve kıtlık başlar. Araya Zeus girer ve Persephone’nin yılın
yarısında annesinin, yarısında kocasının yanında kalması kararlaştırılır.
Annesinin yanına döndüğü bahar aylarında bolluk bereket ve şenlikler olur.
Mısır mitolojisinde de Tanrı Set'in öldürdüğü kardeşi Osiris, eşi İsis
tarafından canlandırılır.
Birçok felsefi görüş, ölümsüzlüğü insanlığa bir takım
eserler verebilmek olarak görmektedir. Adlarını ölümsüzleştirenler tüm çabalarını
ve gelecek kuşakları mutlu etmeğe, onlara daha insancıl bir dünya sağlamaya
sarf etmektedirler. “Hayat da masal gibidir; ne kadar uzun olduğu değil ne
kadar iyi olduğu önemlidir” der Seneca. Thomas Campbell ise şöyle demektedir:
Geride bıraktıklarımızın kalplerinde yaşamak, ölmemektedir. Barış Manço'ya
göre; “İnsanın adı en son ne zaman anılırsa o zaman ölmüş olur”. Goethe bu
konuya “Faydasız hayat bir erken ölümdür” sözleriyle katkıda bulunmaktadır.
Eski Mısır dininde Maat doğruluğun ve adaletin tanrıça’sıdır. Güneş Tanrısı
Ra'nın kızı ve bilgelik Tanrısı Tot'un karısıdır. Ölüm Tanrısı Osiris'in
ölüleri yargılama töreninde, ölen kişinin yüreğinin, bir kafesinde Maat'ın (ya
da onu simgeleyen devekuşu tüyünün) bulunduğu terazide tartılarak sınandığına
inanılırdı.
Eski Mısır geleneklerine göre ölüden bahsetmek onu yaşatmak
demektir. Mumyalanmış olarak gömülen bir bilgenin mezarında ziyaretçilere şöyle
hitap edilir: “Yeryüzünde olan ve şu kabrin yanından geçen siz yaşayanlar,
yaşamı seven ve ölümden nefret eden sizler, adımı telaffuz edin ki yaşayayım,
bu sözleri benim için okyun”
“Nasıl öldüğümüz, kim olduğumuzu gösterir. Hayatı ölüm
tanımlar... Ölümlerimiz hayatlarımızı aydınlatır. Ölümlerimiz anlamdan
yoksunsa, hayatlarımız da yoksun demektir. Her birimiz aradığı ölümü ölür,
kendi için hazırladığı ölümü'' der Octavio Paz.
Albert Einstein olaya farklı bir boyuttan yaklaşmış ve
“Barış gibi inandığımız bir dava uğruna ölmek, savaş gibi inanmadığımız bir şey
uğruna acı çekmekten daha iyi değil midir?” sorusunu sormuştur.
Ünlü Rus ozanı Yesenin 1925'de bileklerini kesti ve kendi
kanıyla şu dizeleri yazdı “ölmek yeni bir şey değildir bu dünyada, ama yaşamak
da yeni bir şey değildir.
Ölüm yaşamının bir parçasıdır. Yaşamdan soyutlanamaz,
yaşamın içindedir. Yaşıyorsak öleceğiz de. Ancak, Aziz Nesin'in dediği gibi
ölümü hak etmek, Iazımdır.
Sokrat, masum olduğu halde ölümü kabullendiği için üzülen
bir dostuna, şöyle der: Yoksa suçlu olarak mı ölmemi isterdin benim.
İlhan Selçuk, ölen dostunu anarken “Utangaç sevdalılar gibi
hiçbir zaman çıplak gerçeğiyle dile getiremediğimiz ölüm, tüm yaşamda kafamızın
içinde, bilincimizin gizeminde, dilimizin ucundadır. Oysa insan, ölümünü de
hayatında yaşamalı!.. Ölüm, yaşamın kapsamına alınırsa güzelleşir, benimsenir,
özümsenir... İnsan sapına dek özgürleşmeli... Aşkta da... Ölümde de.'' demekte.
İnsan hayatı için hiçbir umut yokmudur. Hayatın bir anlamı
yok mudur? Vardır, diye yanıtlar Heidegger: Mutlak ölüm gerçeği vardır ve bu
gerçek, bu hayatta yaşanacak en değerli şeyin tek ilham kaynağı ve bu gerçeğe
erişmenin yüce güdülenimi olmuştur ve hala da böyledir.
Birçok insan için bu önerme tamamen çelişkilidir. Hepimizin
özlemini duyduğumuz şey unutuş iken, hayatın bu anlamı nasıl olabilir? Durum
buysa, insan başkalarının ihtiyaçlarına nasıl ilgi gösterebilir. Nasıl kendini
feda edebilir ya da nasıl “ahlaklı” olmaya çalışabilir. Tennyson'un dediği
gibi, şayet “ölüm her şeyin sonu ise” yiyebildiğimiz kadar yiyelim, içelim
keyfimize bakalım, zira ne dürüstlük ne adalet, ne de yetenek ve fırsat
eşitliği vardır. Russel'ın dediği gibi, “insan dehasının gündüz görülen bütün
parlaklığı güneş sisteminin büyük ölümünde yok olmaya mahkûm” ise, deha olmuş
olmamış ne fark eder? Eğer insan ırkının bütün yaratıcı ve entelektüel
yaratımları eninde sonunda varlıklarını tümden yitirecekse çabalamak niye? Eğer
“geriye kalan sükûnetse”, önceki şamataların ne anlamı var?
Heidegger bize yukarıda özetlediğimiz tutumun tersi bir ölüm
tezi sunar. O ölümü ve ölümün kaçınılmazlığı yüzünden zihinlerimizdeki endişeyi
bütün yaptıklarımızın asli güdüleyici unsuru olarak görüyordu. Ona göre “endişe
olmadan yaratıcılık olmaz” “Bizi bir şey yapma gayretine sokan tek şey, var
olma süremizin kısa olduğu bilgisidir. Bu bilinç yoksa varoluşumuz sonu gelmez
bir erteleme süreci olurdu. Eğer bundan kuşku duyarsanız, kendinize şu soruyu
sorun. İlelebet yaşayacağımız ve ölüm diye bir şeyin olmadığı gibi kesin bir
bilgiye sahip olsaydık, kendimiz herhangi bir şey yaratmak için zorlar mıydık?
Düşünün ki sizin ve benim önümüzde uzanan sonsuz bir hayat var. Bu makaleyi
yazar mıydım şimdi? Siz onu okuma zahmetine katlanır mıydınız? Belli ki
önümüzde bir sonsuzluk olduğu sürece, böylesi uğraşları yarına, gelecek yıla ya
da bir milyon yıl sonrasına erteleriz. O zaman bilinen atasözünü yeniden şöyle
yazabilirdik (Yarına bırakabileceğin bir işi asla bu gün yapma).
Edebiyat elimizde oldukça hiçbir şeyin önemi
kalmayacaktır''.
“Her türden eylemimize, fikrimize ve ilişkimize aciliyet
duygusu ve anIam veren şey, yalnızca mutlak ölüm gerçeği ve hayatın görece
kısalığıdır. Eğer hayat ilelebet devam edecek olsaydı, ne yaratım ne gelişme
olurdu. Everest çıkılmadan kalacak ve bitmeyen Senfoniye hiç başlanmayacaktı.”
Heidegger'in uyarısına göre birlikte yaşamamız geren
trajedi; ölüm tek tek her insanın gerçeği iken hiç kimsenin kendi ölümünü
yaşamayacak olmasıdır. Bu deneyimi göçüp giden değil başkaları paylaşacaktır.
Ölen artık yoktur. Ölümün getirdiği acı, ölünü değil yaşayanın acısıdır.
Herkesin bildiği fakat hiç kimsenin yaşamadığı bir olay
şekIinde tanımlanan ölüm için bir ozan şöyle der “ölmek değildir ömrümüzün en feci
işi, müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi''.
Ölüm seni yanıltmasın
Usanma hayata yaraşan sesi aramaktan
Her kuşun palazladığı bir yuva vardır
Her dal güneşin ve rüzgârın avuçlarında
Kendi hevesince boyanır
Çünkü yaşaması gerekiyor bir şeylerin
Bir şeylerin, bir şeylerin senin olan
Nihat Behram
KAYNAK:
0I- Jostein Gaarder İskambil Kâğıtlarının Esrarı
02- 0rhan HançerIioğlu: Felsefe Sözlüğü Remzi Kitabevi
03- Orhan Hançerlioğlu: Toplumbilim Sözlüğü
Remzi Kitabevi
04- N.Yasemin Oğuz Ölüm, nesin sen? (Bilim ve Ütopya)
Mayıs 1997, pp. 18-19
05- Oğuz Polat. Ölüm nedir? Bilim Ütopya Mayıs 1997
pp.20-21
06- Ölüm. 1. Basamakta Adli Tıp Uzmanları Derneği
-Türk Tabipleri Birliği
07 - Paulo Coelho: Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum
Ağladım
08- Amin Maalouf: Tanios Kayası çeviren: Esin Talu
Çelikkan
09- Christian Jacq. Ramses
10- Tom Holland: Çölde Uyuyan Sır.
11- Gılgamış Destanı. Cumhuriyet Kitapları. Çev.
Muzaffer Ramazanoğlu
12- Afşar Timuçin. Kaan'ın bıraktığı. Papirüs
Yayınları
13- Ali Haydar Bayat. Tıp ve Eczacılık Sembolü Yılan.
İzmir Eczası Odası Bülteni Mart 1983.
14- Çağatay Üstün. Tıp sembolünde bir başyapıt yılan
15- Christian Jacq. Çöl Yasası
16- Büyük Larousse Ansiklopedi
17- Eren Akçiçek. ERENCE, İzmir. 1999
18- İlhan Selçuk. Cumhuriyet Haziran 2000
19- T. Watanabe. Adli Tıp Atlası.
20- R.Bilington Felsefeyi Yaşamak (Ahlak
Düşüncesine Giriş) (LivingPhilosophy: An introduction to Moral Thought 1995)
21- Paulİne Gedge. Pramitlerin Kızı. (Child of The
Morning)
***
İ. Hamit Hancı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder