ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜ "VEHBİ SINMAZ" DİYE GÖRÜNDÜ!...
Vehbi SIMAZ, 1934 yılında, Manisa İli’nin Alaşehir ilçesinde
doğdu. Eğitimini Alaşehir’de tamamladı. 1959’da “Fena İtiyatlarla Mücadele
Cemiyeti’ni” kurdu. Kurucusu ve Kurucu Başkanı olduğu Cemiyette: Özelikle ve
başta gençlik olmak üzere, tüm insanların kötü alışkanlıklardan kurtulması
uğrunda yoğun bir gayretle, ağılıklı mücadele verdi.
AKTIF POLITIK YAŞAM
Aktif siyaset öncesi (muhtemelen plân, proje, hedef ve düşüncelerini millete iletmek, ilân etmek, tıpkı bir misyoner gibi yaymak, açıklamak ve bildirmek amacıyla olsa gerek) Düşünce Dergisi’ni çıkarttı.
Bir dönemlerin en cesur, her çıkışında gündem yaratan, güncel hayat ve siyasette belirleyici etkisi olan Mehmet Şevket Eygi’nin (Ulusal) Bugün Gazetesinde uzun bir
süre çalıştı, haber, yorum ve makaleler yazdı.
1969 yılında Manisa’dan Adalet Partisi (AP) Milletvekili seçilerek Parlâmentoya
girdi. 1971'de AP içinde başlayan "72'ler hareketi"nin baş aktörleri içinde yer aldı ve bu süreçte Demokratik Parti'nin kurucuları arasında en ileri saflarda idi. Bahusus 14. Dönem Milletvekilliği süresince, çok aktif bir mücadele sürecine
imzasını attı. 12 Mart gibi, Tarihte iz bırakan bazı önemli olaylara taraf,
icabında muhatap, aksiner ve şahit oldu.
1972 yılında, profesyonel politikacı kimliğini bıraktı. Daha
çok bir gönül adamı (Yunuslardan bir Yûnus) sıfatıyla: İlim adamı, Fikir adamı, Kanaat Önderi ve
Düşünür olarak çalışmalarını yılmadan sürdürdü.,
1990 yılında İnsan ve Kültür Ocağı Derneğini ve 1994 yılında
da İnsan ve Kültür Vakfı’nı kurdu. Kadim Konya Milletvekili, İçişleri ve Sağlık
Bakanlığı’nın yanı sıra Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı da yapan Dr.
Faruk Sükan’ın Şeref Başkanı olduğu:, Taner Bilen, Av Hami Müftüoğlu, Mustafa
Nevruz Sınacı ve Prof. Dr. Abdurrahman Güzel’in de Genel Başkanlık yaptığı “İnsan
ve Kültür Ocağı Derneği ile İnsan ve Kültür Vakfı”nın uzun süre Genel Başkanlık
görevini yürüttü.
Şu anda İstanbul ve Çanakkale arasında mekik dokuyan Vehbi
Sınmaz, biri kız diğeri erkek iki çocuk babası. Halen “tarihi ve ilmî” bir
günlük tutmakla meşgul olan ve kitap yayın hazırlığı yapan Vehbi Sınmaz, pek
çok konferans vermiş, makaleler yazmış, haber ve makalelere konu olmuş.; Zaman
zaman radyo ve televizyon programlarında konuşmalar yapmıştır.
**
SAKLAMBAÇ
Gündüzle gece birleşince
Saklambaç yahut maç oynamişlardi
Gündüz gecede, gece gündüzde saklanmişlardi
Gündüzü gece ,gece gündüzü aradı
Bulamayınca şafak atıverdı
Yakalandım diye birdenbire,
kendınden geçiverdi
Gün, birden geceyi yuttu
Günü ameliyat, yapınca heyhat
Gece dogdu, gündüzü bogdu
Gece,gebedir derlerNe olduysa oldu
Gündüz geceden, Gece, gündüzden dogdu.
Vehbı Sınmaz, 1963
Saklambaç yahut maç oynamişlardi
Gündüz gecede, gece gündüzde saklanmişlardi
Gündüzü gece ,gece gündüzü aradı
Bulamayınca şafak atıverdı
Yakalandım diye birdenbire,
kendınden geçiverdi
Gün, birden geceyi yuttu
Günü ameliyat, yapınca heyhat
Gece dogdu, gündüzü bogdu
Gece,gebedir derlerNe olduysa oldu
Gündüz geceden, Gece, gündüzden dogdu.
Vehbı Sınmaz, 1963
**
AYNA
Beni cogalttınız aynalar
Kurtuldum yalnızlıktan
Beni bana tanıttınız
Sizden iyi olmasin, fakat
İki benin arasina kendinizi kattiniz
Çıkın aradan
Ben ayna ve aksim
Üç kişiye taksim
Ben aksime, aksim bana,
Sen yalniz kaldin ayna
Ama ben varim karşinda
Benim karşımda da birisi
Birisiyle ben, arasında sen
Kara kedi Çıkın aradan
Kalsin Yaradan
İstesem de ben yalnız kalamam
Vehbi Sinmaz, 1965
Beni cogalttınız aynalar
Kurtuldum yalnızlıktan
Beni bana tanıttınız
Sizden iyi olmasin, fakat
İki benin arasina kendinizi kattiniz
Çıkın aradan
Ben ayna ve aksim
Üç kişiye taksim
Ben aksime, aksim bana,
Sen yalniz kaldin ayna
Ama ben varim karşinda
Benim karşımda da birisi
Birisiyle ben, arasında sen
Kara kedi Çıkın aradan
Kalsin Yaradan
İstesem de ben yalnız kalamam
Vehbi Sinmaz, 1965
***
4.Dönem Milletvekili Vehbi Sınmaz'dan ÇOMÜ (Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitsi) Kütüphanesi'ne Kitap Bağışı (09.09.2013)
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nin (ÇOMÜ) başlattığı
“Şehitler İçin 1 Milyon Kitap” kampanyasına bağışlar tüm hızıyla devam ediyor.
Geçtiğimiz aylarda kendi özel koleksiyonundan oluşan 1100
adet kitabı ÇOMÜ Kütüphanesi’ne bağışlayan 14.Dönem Manisa Milletvekili Vehbi
Sınmaz, bugün de yaklaşık 100 adet kitabını ÇOMÜ Kütüphanesine bağışladı.
Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ) Rektörü Prof. Dr.
Sedat Laçiner'i makamında ziyaret eden, ÇOMÜ Fen Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Cahide Sönmez’in babası Vehbi Sınmaz, herkesin
bu anlamlı kampanyaya destek olması gerektiğini ifade etti.
Rektör Laçiner ise katkılarından dolayı Sınmaz'a teşekkür
ederek, kendisine hediye takdim etti.
**
Yûnus'lardan bir Yûnus "VEHBİ SINMAZ"
TÜRKİYE'DE BİLGİ Mİ EKSİK? İRADE Mİ?..
Nazif GÜRDOĞAN, YENİ ŞAFAK
“Değerli arkadaşlarım, (*)
İnsan ve Kültür Vakfı eski kurucusu ve yöneticisi olmam sıfatıyla biraz önce Ali Naili Erdem beye de takdim ettim, bir kitap neşretmek istiyoruz.
İnsan ve Kültür Vakfı eski kurucusu ve yöneticisi olmam sıfatıyla biraz önce Ali Naili Erdem beye de takdim ettim, bir kitap neşretmek istiyoruz.
O kitabın ismi de şu:
"Türkiye’de eksik olan bilgi mi, irade mi?"
Bilgi niçin oluşmuyor, nasıl oluşur?
İrade eksikse şayet iradeyi tahrif eden unsurlar nelerdir? Korku mudur, menfaat midir, yoksa fakirlik midir, yoksa bunların hepsi midir?
Fakirliği de ikiye ayırıyorum, bir ekonomik fakirlik, iki kültürel fakirlik.
İkisi bir araya gelince de felâket fakirlik oluyor.
Bu milleti bu hale getirenlerle mücadeleye hazır mıyım?
Değilsem, başkalarını ilgilendirir bu konu.
Geçenlerde Recep Yazıcıoğlu bir yerde konuşuyordu, sözünü bitirdikten sonra söz istedim dedim ki:
“Geçenlerde ben hastalandım, doktora gittim, doktorun dövmediği kaldı beni. “bilmiyor musun hastalanmak suçtur, bu suçun iki cezası vardır, birisi ağrı, sızı ıstırap çekersin, ikicisi de bu ıstırabı çektiğin yetmiyor muş gibi, elini cebine sokup, doktora para cezası ödersin” onun için koruyucu hekimlik esastır. Sağlığı korumak esastır.
“Ben hastalanayım da, sonra çaresini düşünürüz” demek hakkına sahip değiliz.
"Türkiye’de eksik olan bilgi mi, irade mi?"
Bilgi niçin oluşmuyor, nasıl oluşur?
İrade eksikse şayet iradeyi tahrif eden unsurlar nelerdir? Korku mudur, menfaat midir, yoksa fakirlik midir, yoksa bunların hepsi midir?
Fakirliği de ikiye ayırıyorum, bir ekonomik fakirlik, iki kültürel fakirlik.
İkisi bir araya gelince de felâket fakirlik oluyor.
Bu milleti bu hale getirenlerle mücadeleye hazır mıyım?
Değilsem, başkalarını ilgilendirir bu konu.
Geçenlerde Recep Yazıcıoğlu bir yerde konuşuyordu, sözünü bitirdikten sonra söz istedim dedim ki:
“Geçenlerde ben hastalandım, doktora gittim, doktorun dövmediği kaldı beni. “bilmiyor musun hastalanmak suçtur, bu suçun iki cezası vardır, birisi ağrı, sızı ıstırap çekersin, ikicisi de bu ıstırabı çektiğin yetmiyor muş gibi, elini cebine sokup, doktora para cezası ödersin” onun için koruyucu hekimlik esastır. Sağlığı korumak esastır.
“Ben hastalanayım da, sonra çaresini düşünürüz” demek hakkına sahip değiliz.
VEHBİ SINMAZ, 14. Dönem Manisa Milletvekili
Ama oldu bir defa düştük eline doktorun.
Arkasından doktorun para aldığı yetmiyormuş gibi bir de benim kanımı istemez mi? “Etme, gitme doktor; paramı aldın kanımı mı alacaksın” dedim, “evet” dedi “kanını alacağım, kan tahlili yapacağım.”
Arkasından doktorun para aldığı yetmiyormuş gibi bir de benim kanımı istemez mi? “Etme, gitme doktor; paramı aldın kanımı mı alacaksın” dedim, “evet” dedi “kanını alacağım, kan tahlili yapacağım.”
Değerli arkadaşlar,
Fertler böyle ise, zaman zaman toplumlarda hastalanabilir.
Toplumun hastalanması da bir suçtur belki.
Ama, yarım doktor candan, yarım imam imandan eder derler.
Toplumun hastalanması da bir suçtur belki.
Ama, yarım doktor candan, yarım imam imandan eder derler.
İşte bizi yöneten yarım doktorlar bu milleti canından da
edeceğe benziyorlar.
Şimdi ben diyorum ki: Nasıl ben doktora tahlil yaptırmak
için kan verme mecburiyetini hissediyorsam, eğer bu millet kendi çıkarı,
sağlığı ve menfaati için, kan vermemek de ısrar ederse, vallahi de, billahi de,
bu milletin kurtuluşu yoktur.
Öyle bedava kurtuluş yoktur.
Hepinizi hürmetle selâmlıyorum.” (*) 14 Mayıs 2002, İstanbul,
Öyle bedava kurtuluş yoktur.
Hepinizi hürmetle selâmlıyorum.” (*) 14 Mayıs 2002, İstanbul,
İnsan ve Kültür Ocağı Derneği ile İnsan ve Kültür Vakfı
Kurucu Genel Başkanı
İrade bilgiye dayanarak eyleme geçecek gücü doğurur
Toplumlar varlıklarını tehlikeye düşürecek bir tehditle
karşılaşmadan, ciddi bir değişim sürecine girmezler. Toplumların dönüşüm süreci
bilgi, irade ve eylemin karşılıklı etkileşim içinde elele vermesiyle hız ve
yoğunluk kazanır.
"İnsan ve Kültür Vakfı"nın Başkanı Vehbi Canbilen,
verilen cevapları ileride kitaplaştırmak üzere "Türkiye'de eksik olan
bilgi mi, yoksa irade mi?" diye soruyor. Vakfın kurucusu bilgi ve eylem
aşığı Vehbi Sınmaz, ankete el yazısıyla ilave iki soru düşmüş: "Bilgi
eksikse niçin oluşmuyor? İrade eksikse, iradeyi tahrip eden unsurlar
nelerdir?"
Toplumları harekete geçirecek irade, derin ve sağlıklı bir
bilgiye dayanmadan, kendinde eyleme geçecek güç ve cesareti bulamaz. Çünkü
Bacon'ın dediği gibi: "Bilgi güçtür." Bilgi gibi, zaman da güçtür.
Güç olmadan eylem olmaz. Bilgi toplumların dönüşümünde sürükleyici güç olduğu
için, İslam dünyasında bilgiye pasaport sorulmaz. Bilgiyi üretenin vatanı olur,
bilginin olmaz.
Toplumların değişiminde evrensel bilgi çelikten iradeye
dönüşerek, kitleleri harekete geçirecek gücün ana kaynağı olur. Bilgi ve
eylemle güçlenen irade, toplumun ortak değişim talebiyle örtüşerek, kendisiyle
birlikte çevresini de değiştirir.
"Acı insanı olgunlaştırır."
"Acı insanı olgunlaştırır."
Değişimle gelen ödüller öncülere toplumun dönüşüm yolunda
katlandığı acılara verilmiş birer ilahi armağandır. Dostoyevski'nin vurguladığı
gibi: "Acı insanı olgunlaştırır." Acıyla yoğrulmadan kişinin
kendisiyle birlikte toplumu da değiştirmesi mümkün değildir. Çünkü yeri ve
zamanı gelince kendisini değiştirmesini bilmeyenler, toplumu değiştirecek yolu
hiçbir zaman açamazlar.
Bilgi ve eylem arasında diyalektik bir ilişki vardır. Bilgi
eylemi, eylemde bilgiyi gündüzün geceyi, gecenin de gündüzü içinde taşıdığı
gibi taşır. Nasıl gündüzde gece gecede gündüz varsa, bilgide eylem, eylemde de
bilgi vardır. Eylem gücü, güç de iradeyi ayakta tutar. Bilgiye dayanmayan bir
eylem, kitleleri peşinden sürükleyemez
Tarihin her döneminde toplumları peşlerinden sürükleyenler,
güçlerini insanlığın bilgi birikiminden yararlanarak büyüten irade, misyon ve
vizyon sahibi öncüler olmuştur. Yakın tarihte Özal o öncülerden biriydi.
Cumhuriyet'in başlangıcında Türkiye'yi kuran irade tercihini
İslam kültüründen yana değil de, seküler, pozitivist kültürden yana yaptı. Bu
temel tercihin sonucu, devlet örgütünde normatif iz taşıyan herşey bütünüyle
yok edildi. Türk toplumunun ekonomik siyasal, sosyal ve kültürel sorunlarının
çözümü pozitivist kültürde arandı.
Türkiye'deki tıkanmanın kaynağında, devlet örgütüyle toplumu
birbirine yabancılaştıran, pozitif alana verilen öncelik vardır. Bunun sonucu,
Türk toplumu kendisi olmaya değil, başkası olmaya zorlanmıştır. Kendisi olmayı
bırakıp da, başkası olmaya çalışanların, sağlıklı bir ekonomik yapıya ve
dengeli bir kültürel dokuya kavuşmaları mümkün değildir.
İster normatif, isterse pozitif olsun, bilginin
gelişmesinde, süreklilik ve bütünlük vardır. Bilgi'nin ana kaynağı Kutsal
Kitap'lardır. Bilgiyi eyleme dönüştüren araçlar zamanla değişir ve gelişir,
ancak ulaşılması çok zor olan amaçlar kolay değişmez.
Bilginin zamanla büyüyen gücünden yararlanamayanlar,
değişmeyen amaçlarla değişen araçlara egemen olacak iradeyi oluşturamazlar.
***
ÇANAKKALE İÇİNDE; DÜNYA DİLİ TÜRKÇE
Mehmet Cemal ÇİFTÇİGÜZELİ
Bir yazı çalışmasında benim için en zor olanı zaman zaman
başlık vermektir. Bu defa daha fazla düşündüm başlık için. Kafamın içinde bir
Çanakkale Savaşı Türküsü dolanıp durdu, beni saatlerce yalnız bırakmadı.
Çanakkale’ye doğru yola çıktım ya sanırım ondan. İsmi bile heyecanlandırıyor
Çanakkale’nin.
Çanakkale içinde vurdular beni,
Ölmeden mezara koydular beni!…
Çanakkale Köprüsü dardır geçilmez,
Al kan olmuş suları bir tas içilmez!…
Çanakkale içinde bir dolu testi,
Analar babalar ümidi kesti!…
Çanakkale’den çıktım yan basa basa,
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa!.
Çanakkale içinde sıra sıra söğütler,
Altında yatıyor aslan yiğitler!…
Çanakkale’den çıktım başım selamet,
Anafartalar’a varmadan koptu kıyamet!…
8. DÜNYA DİLİ TÜRKÇE ULUSLARARASI SEMPOZYUMU’na bu defa da
konuk olacağım. Yoksa Çanakkale görmediğim bir kent değil. Defalarca gittim,
ailemi götürdüm, çocuklarım dağ, tepe demeden şehitlikleri dolaştılar. Hatta
bir defasında oğlum Burkan Çanakkale Savaşları’nda patlamamış bir mermi
ve gaz maskesi bularak getirdi kaldığımız misafirhaneye. Annesi uzaktan
görünce patlamamış mermiyi hop oturdu hop kalktı heyecandan “Ya Patlarsa” diye.
Burkan ise Çanakkale Savaşı hatırasını bütün ikazlara ve tehlikelere rağmen bir
türlü bırakmak istemiyordu. Sonunda suhuletle anlaşmaya vardık. Bulunan mermi
yerine konulacaktı. Gaz maskesi ise hatıra olarak kalabilecekti. Burkan
bisikletine atlayarak mermiyi bulduğu yere bıraktı, biz de rahat ettik
Çanakkale’de.
Bu defa uluslararası bir sempozyuma gidiyorum Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi Türkçe Öğretimi Araştırma ve Uygulama
Merkezi’ne. Yazının başlığını buldum galiba dedim kendi kendime kafamın
içinde sürekli çalınan Çanakkale Türküsü’ne paralel olarak ÇANAKKALE İÇİNDE;
DÜNYA DİLİ TÜRKÇE dedim. Galiba da tam yerine oturdu.
Elimi cebime götürüyorum, bir şey eksik. Kalemlerim, param,
kartlarım, kâğıtlar, hüviyetim hepsi var. Otobüsle, sonra metrobüsle Avrupa
Yakasına geçiyorum. Sabahın erken saatinde bile araçlar ve yollar kalabalık.
Beşiktaş’ta araç değiştirerek Şişli Nişantaşı Otobüsüne biniyorum. Teşvikiye’de
inince eve haber edeceğim “geldim” diye telefonumu aradım. Bulamadım. Evet
eksik olan akıllı telefonumdu. Evde unutmuştum. Eksik olan da böyle ortaya
çıktı. Buluşacağımız noktaya geldim artık.
Sabah saat 07.30’da Tataristan’ın Başkenti Kazan’dan 4 ilim
adamı arkadaşımız İstanbul Atatürk Havalimanına gelecek. Hele bir tanesi var ki
benim 25 yıllık aziz dostum, hocam. Her Kazan’a gidene halimizi hatırımızı
soruyor, selam gönderiyordu; Prof. Dr. Ferit Yusuf!… Diğer Kazanlı konuklar
Çanakkale’ye tarifeli uçak 17 saat sonra ve Sabiha Gökçen’den havalanacak.
Onlar Atatürk havalimanına inmişlerdi Kazan Uçağı’ndan. Bir o kadar da
Çanakkale uçağı için yol kat edilecekti. Vazgeçmişler. Metro ile geldikleri
Otogardan otobüsle Çanakkale’ye gitmeye karar vermişler. Kim bu akademisyenler:
Prof. Dr. Elvira Denmöhemmetova, Prof. Dr. Leyla Davletshina, Prof. Dr. Alfiya
Yusupova, Prof. Dr. Gülşat Galiullina, Prof. Dr. Ence Kadirova, Prof. Dr.
Halisa Kuzmina, Prof. Dr. Gülnaz Mugtasimova, Prof. Dr. Zoya Kirilllova, Prof.
Dr. Gülfiye Hadiyeva.
Kazanlı misafirlerimizi İstanbul’un Avrupa tarafında oturan
arkadaşımız Seyran Yağlı Bey karşıladı, sabah kahvaltısında konuk etti.
Kâğıthane’deki Yunus Gösteri Merkezi’nin sahibi ve yönetici olan Seyran Yağlı
dostumuzun eşi de Kazan Tatarı, Prof. Dr. Ferit Yusuf Beyin Kızı Feride’nin
arkadaşı. Sabah saat 10.00’da ise Nişantaşı Abdi İpekçi’de buluştuk. Kaptan
Nevzat Gökalp’in Citroën’inin masrafı ve yaşı fazla ama yeni bakımdan çıkmış;
gıcır gıcır. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş, Prof. D. Ferit Yusuf ve bendeniz “Ver
elini Gelibolu” diyerek Çanakkale’ye “vira bismillah” deyip selam gönderdik. Bu
tür seyahatlere ve birlikteliğe çok alışığım. Sohbetler balından yenmez oluyor
dostlarla, bilge insanlarla, akademisyenlerle, memleketseverlerle, ustalarla,
sanatçılarla, kültür adamlarıyla beraber olunca. Kazan’dan İstanbul’a henüz
gelmiş olan Prof. Dr. Ferit Yusuf 8 saattir uykusuz olmasına rağmen dinç
görünüyor. Sohbeti Sibirya’dan açıyor. Benim aklım ise İzlanda’yı bir sıfır
yendiğimiz maçta takılı kalmış vaziyette. İçim içime sığmıyor 2016 Fransa’daki
Dünya Futbol Müsabakası’na katılmamız garanti olmuş artık. Çünkü Kazakistan da
Letonya’yı yenerek adeta Türkiye’ye ciddi katkı verdi. Grupta en iyi üçüncü
olarak Fransa’ya gidiyoruz. Yaşasın!…
Prof. Dr. Yusuf Ferit anlatıyor, araçtaki herkes pür dikkat
dinliyor. Çünkü Ferit Bey, Rusya’nın 8 federal bölgesinden biri olan
Sibirya’dan da yeni gelmiş. Üç gün üç gece Kazan’dan trenle Sibirya’da
Novosibirsk’e-Sibiriskiy’e gitmiş. Kazan Federal Üniversitesi’nde hâlâ hocalık
yaptığı için de kendisini yetkililer karşılamış. Ferit Yusuf Bey bölgedeki
Sibirya Tatar Türklerini araştıracak.
Sibirya Federal Bölgesi 5 milyon kilometrekareyi aşkın bir
fiziki mekâna sahip. Ancak nüfusu 25 milyon kadar. 2002 nüfus sayımına göre
20.062.938. Bölgede Türk ve Moğol gibi Rus olmayan özerk devletler bulunuyor.
Burada çok zengin yeraltı ve yerüstü zenginlikleri mevcut… Sibirya altında
bölgedeki Rus olmayan okrug oluşturularak (Bazı Avrupa ve Slav ülkelerinde
idari birimlere verilen ad. Kuşatılmış manasında da kullanılıyor)cumhuriyetlerin
ayrılmasının önüne geçilmiş. Rusya’ya bağlı olarak devam edecekler.
Sibirya’da Altay (Başkenti Gorno-Altaysk), Buryat
(Ulan-Ude), Tuva(Kızıl) ve Hakasya (Abakan) Cumhuriyetleri, Altay (Barnaul),
Çabaykalskiy (Cita) ve Krasnoyarsk -(Kranoyarsk) Krayları-bölgesi/eyaleti,
İrkutsk (İrkutsk) ve Kemerovo (Kemerovo), Novosibirsk (Novosibirsk), Omsk
(Omsk), Tomsk (Tomsk), Oblastıları (eyalet/bölge) mevcut.
Kray ve Oblastı, Slavca bir kelime, eyalet, bölge anlamında
kullanılıyor. Kray Rusça’a kırmızı, kızıl olarak sözlüklere girmiş. Türkler bu
kelimeye ”yar” ekleyerek kızılyar biçiminde kullanıyorlar.
Rusya verilerine göre (2002) Sibirya’daki nüfus dağılması da
dikkat çekici:
Ruslar 17.5 milyon % 87.38,
Buryatlar 428 bin % 2.13,
Ukraynalılar 373 bin % 1.86,
Almanlar 309 bin % 1.86
(Hitler zamanında Rusya’ya esir düşerek bölgede kalanların
devamı)
Tatar Türkleri 253 bin % % 1.26,
Tuva Türkleri 240 bin % 1.2,
Kazak Türkleri 124 bin% 0.62,
Beyaz Ruslar 83 bin % 0.41,
Hakas Türkleri 74 bin % 0.36,
Altay Türkleri 66 bin % 0.33.
Bu yapılanma ile Sibirya Federal Bölgesinde yaşayan Türkler
iyice azınlık durumuna düşürülmüştür. Bölgede yeraltı kaynakları açısından
altın, gümüş, bakır, nikel, molibden ve kömür yatakları, yerüstünde ormanlık
alan açısından çok zengin…
Batılı bir Türkoloğun yaptığı çalışmaya göre Rusya’da
yaşayan Türklerin (Azeri, Çuvaş, Kazak, Kırgız, Saka, Özbek, Tatar, Tuva,
Uygur) birbirleriyle anlaşma yüzdeleri de şöyledir. Bu tablo Dünya Dili
Türkçenin önemini daha bir ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir. Çünkü
dünyada değişik şive ve lehçelere rağmen 300 milyon kadar insan Dünya Dili
Türkçe konuşuyor.
Birbirleriyle iyi anlaşanlar:
Tatar-Başkurt % 94.9
Kazak-Kırgız % 92
Uygur-Özbek % 86.3
Türkiye-Azerbaycan % 86
Ortalama olarak diğerleriyle daha fazla anlaşanlar:
Kırgız % 73.7
Tatar % 72.9
Kazak % 72.8
Uygur % 72.2
Diğerleriyle daha az anlaşabilenler:
Çuvaş %55.9
Saka % 57.3
Tuva % 59.1
Türkiye Türk’ü %62.9
Böylesi çalışmaların artması gerek. Özellikle Yunus Emre
Vakfı’nın bu tür çalışmaları da artırarak sürdürmesi çok faydalı olacaktır.
Büyük Türk Yazarı Kırgız Cengiz Aytmatof Türk Dünyasının ortak lehçesinin
İstanbul Türkçesi olduğunu anlatıyor. Dilerim Dünya Dili Türkçe Uluslararası
Sempozyumlarında bu konuda uygulanabilir görüşler hayata geçirilir.
Prof. Dr. Ferit Yusuf Sibirya Tatarları üzerinde yaptığı
çalışmaları anlattı. Dilerim yayınlanınca daha fazla aydınımıza ulaşır ve
gereği yapılır. Batı Sibirya Tümen eyaletine gitmiş. Yalutor Rayonunda Yana
Atyal Köyü Tatarlarıyla da birlikte olmuş. Ferit Yusuf Bey’e göre Sibirya
Tatarlarının nüfusu sürekli azalıyor. Tatar köylerinde sadece çok az sayıda
yaşlı insanlar bulunuyor. Gençlerin çoğu değişik vilayetlere çalışmak üzere
ayrılmışlar. Çoğu da köyüne dönmüyor, dönmeyi de düşünmüyor.
- Ben Sibirya’daki gittiğim Tatar Köyü’nde bir yaşlı Tatar
Hanımın evinde kaldım. Zaten köyde öyle kalacak otel, misafirhane, konukevi
falan bulmak mümkün değil.
- Moskova bölgeye demek yeterli hizmeti götürmemiş.
- Otel değil, yiyecek bile bulmak zor. Öyle market falan da
yok. Ancak şehirlerden getiriliyor.
- Siz ne yaptınız?
- Ben de yanımda getirdiğim yiyecekleri misafiri olduğum
soydaşım hanım ile paylaştım. Hatta kendim yemek yaptım, birlikte yedik.
- Kadının hali vakti nasıl?
- Perişan ve yaşlı. Köyünde beslediği birkaç tavuk varsa
onun yumurtası ve eti en büyük yiyecek. Hastalandığında bakacak doktor yok.
İnsanlar kendileriyle kendileri ilgilendiği kadarıyla sağlıklı ve mutlular. Zaten
aylarca kış olması başlı başına tedbir alınmasını gerektiriyor.
- Sibirya’da kış çok uzun. Allah’tan petrol ve doğal gaz
zengini Rusya bu sorunu çözmüştür.
- Sibirya’da doğalgaz yok. İnsanlar odun sobası yakarak
ısınıyorlar. Yemeklerini odun ateşinde yapıyorlar. Yol da yok. Tatar
soydaşlarımızla birlikte olduğum Yalutor Reyonu Yana Atyal Köyünün yolu anayola
yola 91 kilometre .
Hepimiz hayretler içindeyiz. Bu şartlarda yaşayan bir grup
Tatar Türkü… Prof. Dr. Ferit Yusuf devam ediyor;
- Doktor da yok… Okul da yok… Neva Sibirski bir eyalet
başkenti üstelik.
HAMMER’İN OSMANLI TARİHİ, RADLOF’UN TÜRKOLOJİ ÇALIŞMALARI
Alman Türkolog ve doğu bilimci Vasili Radlof (1837-1918) Sibirya’ya giden ilk bilim adamı. 1859’da Sibirya’ya gitmiş ve 12 yıl kalmış. Bunun için de ayrıca Rusça öğrenmiş. Hatta Rus tabiiyetine geçmiş. Rusya’da önemli makamlara Alman asıllı vatandaşları oturuyor hala. Bunda 2. Cihan Savaşı sonrası Rusya’da esir olarak kalan çok sayıda Alman nüfusunu da hesap etmek gerek.
Alman Türkolog ve doğu bilimci Vasili Radlof (1837-1918) Sibirya’ya giden ilk bilim adamı. 1859’da Sibirya’ya gitmiş ve 12 yıl kalmış. Bunun için de ayrıca Rusça öğrenmiş. Hatta Rus tabiiyetine geçmiş. Rusya’da önemli makamlara Alman asıllı vatandaşları oturuyor hala. Bunda 2. Cihan Savaşı sonrası Rusya’da esir olarak kalan çok sayıda Alman nüfusunu da hesap etmek gerek.
Prof. Dr. Ferit Yusuf her şeye rağmen Vasili Radlof’tan daha
şanslı. Orta Asya ve Sibirya dillerini inceleyen Valisi Radlof “Yeryüzünde hiç
bir dil ailesi Türkçe gibi geniş bir alana yayılmamıştır. Asya, Afrika ve
Ortadoğu’da konuşuluyor. Hele İslamiyeti kabul ettikten sonra da Türkçe
rengârenk üzeri yamalı bir elbise gibidir” diyor. Manas Destanı üzerinde de
çalışan Vasili Radlof gerçekten Türkoloji’nin önemli bir yapı taşıdır.
Hammer’in Osmanlı Tarihi gibi Radlof’un Türkoloji çalışmaları da Türk dünyası
için önem arz ediyor. Vasili Radlof’un çalışmalarının yeniden tıpkıbasımı da
gerçekleştirilmiş.
Prof. Dr. Ferit Yusuf’un Sibiryadaki çalışmaları Vasili
Radlof’ten sonra yapılan önemli bir gelişme olacak Türkolojimiz için. Buara
Prof. Dr. Ferit Yusuf serzenişte bulunuyor arabamız hızla yoluna devam ederken:
“Sizler ne kadar şanslısınız, Türkçe okuyor, Türkçe konuşuyor, Türkçe anlaşıyor
ve Türkçe yazıyorsunuz.”
“-Sizler öyle değil misiniz?” diye soramıyoruz. Öyle
değiller çünkü. Ana dillerini yeteri kadar kullanamıyorlar. Hele resmi yazışmalarda
Rusça mutlaka olacak.
Prof. Dr. Ferit Yusuf Sibirya’daki incelemelerini Salgır ve
Tarmalı köylerinde de yapmış. Bazı çalışmasına Elazığ Fırat Üniversitesi’nden
bir değerli akademisyen Prof. Dr. Ercan Alkaya da iştirak etmiş. Tatar
Türklerinin aynı zamanda eniştesi olan Prof. Dr. Ercan Alkaya’nın “Kuzey Grubu
Türk Lehçelerinde Edatlar; İki Dillilik ve Rusçadan Tatar Türkçesi’ne geçen
Kavram Tercümeleri; Sibirya Tatar Türkçesi’ndeki Uzun Ünlüler Üzerine Bir
değerlendirme; Sibirya Tatar Türkleri ve Dilleri; Sibirya Tatar Türkçesi’yle
Güney Sibirya (Altay, Hakas, Tuva) Türk Lehçeleri Arasındaki Ortak Unsurlar;
Sibirya’da 18.Yüzyılda İslam’a Karşı Saldırılar ve Tatarların Zorla
Hıristiyanlaştırılması; Sibirya Tatar Türkçesi’yle, Türkiye Türkçesi Ağızlarındaki
Benzerlikler Üzerine; Tatar Türkçesindeki Fonotik ve Morfolojik Değişiklikler
ve Mişer Tatar Türkçesi” adlı çalışmaları mevcut. Bu çalışmaların tanıtımı için
de Sibirya’ya yol gözüküyor. Ercan Alkaya yaz tatillerinin bir bölümü de
Tataristan ve bölgede geçirerek akademik birikim ve tecrübesini artırıyor.
Benim Çiçek Hanım diye hitap ettiğim Prof. Dr. Flora
Seyfulina 23 yıl Sibirya bölgesinde hizmet vermiş, iki binli yılların sonlarına
doğru birkaç sene önce ancak başkent Kazan’a taşınıvermiş. Bu defa Çiçek Hanım
gelmemişti Dünya Dili Türkçe Uluslararası Sempozyumu için Türkiye’ye. Keşke
gelebilseydi.
Hava çok güzel o gün. Bastırma yazı gibi bir şey. Ancak
trafik yoğun… Çok iyi bir gelişme şehirlerarası yollarda denetim artırılmış,
trafik polisleri görevlerini sıkı tutuyor. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş,
Citroen’i 90 kilometreye fiksledi. Sürati seven Nevzat Gökalp’in sesi çıkmıyor,
gözü yolda.
- Siz Balet Nureyev’in Kazan Tatarı olduğunu biliyor
muydunuz?
Bunu Prof. Dr. Ferit Yusuf sordu. Hiç de yol yorgunu gibi
gözükmüyordu doğrusu. Hepimiz aynı cevabı verdik: Evet. Rus değil, Rusya
vatandaşı ama Tatar Türkü’ydü.
Kapalı gişe oynayan gösterilerin baleti Rudolf Nureyev
(1938-1993). Bir zamanlar Sovyetlerin ünlü baletiydi Daha üniversitede talebe
iken bile Genç Komünistler Birliği’ne girmeyi reddediyor. Buna rağmen Moskova
zorlamıyor, çünkü Sovyet ideolojini sanat yoluyla yaymak da programları içinde.
Gel gelelim evdeki hesabı çarşıya uymuyor. Gösterilerinde uzun sıçramaları ve
hızlı dönüşleriyle ünlü Nureyev, Kirov Balesi’yle Paris’e gittiğinde gösteri
sonunda iltica ettiğini açıklıyor. Bittabi bütün dünya gazetelerinde manşet…
Üstelik daha 23 yaşında.
Rudolf Nureyev evrensel boyutları olan Kuğu Gölü’nde
alkışlanmadı sadece, Romeo ve Juliette’nin kareografisini yaptı, Fındıkkıran’ı
sahneye koydu, Valentino filminde oynadı, Donkişot filmini yönetti. Amerika’da
gösterilerde bulundu. Fransa’da Legion d’Honneur nişanı aldı, Avusturya
vatandaşı olarak 55 yaşında da vefat etti. Ama film, video ve CD’leri hala
pazar bulan bir sanatçı.
Laf lafı açıyor seyahat sırasında, bir zamanlar sporda da
iddialı olan SSCB’deki çok sayıda madalyalı sporcuların da Türk olduklarını
hatırlatıyoruz. Abdülmalik Kerimov güreşte Avrupa şampiyonu. Halterde ise ilk
akla gelen isim de Naim Süleymanoğlu oluyor.
- Türkiye’ye gelmekten, gezmekten, görmekten çok
hoşlanıyorum. Sizler çok şanslısınız. Türkiye’nin her taşı toprağı görülmeye
değer.
Prof. Dr. Ferit Yusuf çok mutlu… Bize keyifle tanıdığı
Türkiye’yi anlatıyor.
Tekirdağ’a vardığımızda Namık Kemal’i konu ettik. Bölgedeki
üniversiteye adını vermiş bir edebiyatçı. Yolda bir eski büyük uçağın lokantaya
çevrildiğini görüyoruz. Karnımız acıkıyor. Özcanlar’ı geçtiğimizden yemek için
Namık kemal Yayla Tesisleri’nde soluklanıyoruz. Namık Kemal’in kocaman bir
anıtı var. “İşte Namık Kemal” diye gösteriyoruz Ferit Yusuf Bey’e. Dizeleri
aklıma geliyor biranda:
“Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini,
Yok mudur Kurtaracak Bahtı Kara Maderini?!…”
diyen Namık Kemal’e Mustafa Kemal aynı dizelerle şöyle
sesleniyor:
Vatanın bağrına Düşman Dayasın Hançerini,
Bulunur elbet Kurtaracak Bahtı Kara Maderini!
Nitekim öyle de oluyor. Namık Kemal’in heybetli heykeli bize
bakarken bir başka dizesini hatırlıyorum;
Felek Her Türlü Esbabı Cefasın Toplasın Gelsin,
Dönersem Kahpeyim Millet Yolunda Bir Azimetten!
Çok seviyorum bu dizeleri. Öyle ki daha lisede iken Kilis’te
bastırdığım kartvizitime bu dizeleri almıştım. İlk yolladığım kişi de bir
bayram tebriki olarak Kimya öğretmenimiz veteriner şair Seyfettin Başçılar
olmuştu. Ferit Yusuf Bey de beğendi Namık Kemal’in şiirlerini.
Tam bu sırada biz lokantaya girerken, Çanakkale’ye gitmek
üzere İstanbul’dan yola çıkan Kazanlı diğer akademisyenler de karınlarını doyurmuş
halde otobüslerine biniyorlardı. Selamlaştık. Yusuf Ferit Bey bir ihtiyaçları
olup olmadığı sordu bizimle beraber. Daha sonra onları yolcu ederken Tekirdağ
köftesi ve fasulye pilakisi yemek üzere bu defa lokantaya girdik. Self servis
biraz canımızı sıktı. Kasadaki adam yardımcı olacağını belirterek suratsız bir
garson görevlendirdi. Prof. Dr. Ferit Yusuf sohbetini yemekte de sürdürdü:
- Sizin zeytinyağlarınız nefis… Biliyor musunuz çok da
sağlıklı. Tataristan’da zeytin yetişmediği için, siz bu bakımdan da
şanslısınız.
- Siz zeytinyağını kullanıyor musunuz?
- Kullanıyoruz. Hem de çok. Rusya’ya zeytinyağları
İspanya’dan ihraç ediliyor. Bunun yanında sofralık siyah ve yeşil zeytinler ve
sabunlar da ihraç ediliyor. Türkiye ve Yunanistan zeytinyağlarının daha meşhur
olduğunu biliyorum.
- Size Kazan’a dönerken zeytinyağı verelim.
- Uçaklar almaz ki sıvı malzemeleri.
Sohbetimiz koyulaştı. Rusya’daki Müslümanların sayısının 25
milyonu geçtiği konuşuldu. Başta Moskova olmak üzere açılan yeni camiler
anlatıldı. Türkiye’deki gibi özellikle bayram ve Cuma namazlarında sokaklara
kadar taşan medyadaki fotoğrafları hatırlattık. Prof. Dr. Nevzat
Yalçıntaş araya girdi:
- Rusya İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatına girmek
istiyordu. İstanbul’da olağanüstü büyükelçi statüsündeki Popov beni aradı. Bu
teşkilata girmek istediklerini söyledi. Ben de “Elbette 25 milyonu aşkın
Müslüman bir topluluğunuz var. Sanırım müşahit olarak girebilirsiniz. Gerekli
müracaat ve işlemler yapıldıktan sonra gerçekleşebilir. Neden olmasın?” dedim.
O sıralarda Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül de destek verdi. Malezya’daki
toplantıda Rusya müşahit sıfatıyla İslam Konferansı İşbirliği Teşkilatı’na
girdi.
TROİA AGORA BENZİNCİSİ
- Moskova’da da çok Müslüman var.
- Var ama Moskova’ya yerleşmek için mutlaka bir Rus ile
evlenmeniz gerekiyor. Ruslar başka milleti kabul etmiyor ve içlerine
sindiremiyorlar.
- Ya öyle mi?
- Evet öyle… Dahası var Rus bürokrasisinde yükselmek
istersen, önemli bir kamu görevi yüklenirsen ya Rus olacaksın, ya da bir Rus
ile evleneceksin.
Ben hayretler içerisindeyim. Ama yeni bilgiler ediniyorum.
Bir bomba haber!
- Özerk Cumhuriyet Tataristan’da Latinceye geçme kararını
Putin yönetimi Anayasa Mahkemesine götürerek reddettirdi.
Hafızamızdan silinmiş bu gelişmeyi konuşulunca hatırladım.
İşte bağımsız devlette bunlar olmaz. Yüce meclisin aldığı kararı yetkililer
hayata geçirir. O kadar.
- Başkurtlar eğer doğru ise “Tatarlar niçin özerklik
isterler ki?” diye soruyorlarmış taaccüp içinde. Bu duyum doğru mu?
- Doğru… Devlet olmak farklı bir şey… Yaşanmadan anlaşılmaz.
- Tataristan’da Sovyetlerin dağılmasından sonra Tatar Milli
Mekteplerinin Ruslar tarafından kapatıldığı doğru mu?
- Tataristan’da 248 Tatar Milli Mektebi kapatıldı. Bunun
sebebi de sessizce asimilasyon politikası uygulamaktır. Daha önceki gelişmeleri
yeniden hatırladım bu sohbetle.
- Tatarların kimliği onların çözülmesine mani oluyor. Hem
Müslüman ve hem de Türk olmaları önemli bir kimlik. Unutmuyorlar,
unutturmuyorlar. Ayrıca Kuran-ı Kerim’de demiyor mu “Onlar çok oyunlar yaparlar,
ancak sonunda Allah’ın oyunu galip gelir.” Diye? Bu inanç önemli ve Tatarları
diri tutuyor. Bu hatırlatmayı da üzerine basa basa Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş
yaptı.
Sohbetimiz sürerken Gelibolu’ya olan yolumuz da sürekli
kısalıyor. Tekirdağ’dan sonra her lokantada neredeyse aynı isimle köfteci var;
tümünün adı Tekirdağ Köftecisi. Kavun, karpuz ve üzün çiftçinin iddialı
ürünleri. Hayvancılık, et, süt ve süt ürünleri de öyle.
Duble yollarımız gerçekten nefis… O da ne bir at arabası
ters yöne girmiş yük taşıyor!… Etrafına bakmadığı gibi, hiç bir şeyi de
umursamıyor. Aman Allah’ım. Trakya’da da ne kadar artmış AVM sayısı?!.. Yeşil
alanlar, ormanlar yol boyunca bizi takip etti. Nefis manzaralar. Ekili tarlalar
içimizi açtı. Seralar sonra. Ceviz tarlaları daha değişik… Demek bölgede su
bol, kullanımı rahat… Çoğu İngilizce veya uydurmaca yahut yerel lüks
restoranların levhasına bakarken bir başka işaret levhası “Kurudağ Villaları”nı
gösteriyordu. O da ne benzincinin levhası “TROIA AGORA” diye göz bebeklerime oturdu.
Bir yaşıma daha girdim. Özel kahvaltı yaptıran yerlerin de sayısı bir hayli
fazlaydı yol boyunca. Van Kahvaltısı buralara kadar gelmiş.
ÇANAKKALE GÖRÜNDÜ
Gelibolu Tersanesi gururlandırdı beni. Hiç aklımdan bile
geçmezdi Gelibolu’da bir gemi inşa sanayi olması. Hepimizin gözünün önünde
Çanakkale Savaşı sanki… Gelibolu’daki mayınları İngilizler, Fransızlar başta
yedi düvel geçemedi. Oh olsun batılı bu işgal kuvvetlerine. Gelibolu’yu henüz
geçmiştik ki Akbaş Şehitliği’ne geldik. Bombardımanda ve hastanede ölen
şehitlerimiz burada yatıyor. Tertemiz, bakımı sürekli yenilenen bir anıt
mezarlık… 1999 yılında inşa edilmiş. Şehitlerimiz gül bahçesi içinde. Dualar
ettik.
Tünelden geçtik. Çanakkale görünüyor artık. Karşı yakada
biblo gibi duruyor. Çanakkale Şehitleri Anıtı da öyle… Feribot hazırdı. Hemen
girdik. Çanakkale Boğazının iki yakasını izledik güverteden. Selfie çekiyor
akıllı telefonu olanlar. Tankerler ve dökme yük gemilerinin biri giriyor,
ötekisi çıkıyordu. Çanakkale’de yıllar önce bir aziz dostumuz vardı 18 Mart
Üniversitesi’nin genel sekreteri Hulusi Altınyurt. Anadolu içlerine doğru
birlikte seyahatlerimiz olmuş, etkinliklere katılmıştık. Dua ettik merhuma,
mekânı cennet olsun inşallah.
Uluslararası sempozyumlarının kaynak ve kadronuz olsa dahi
hangi zorluklarla hazırlandığını çok iyi bilirim. Kaynaksız ve kadrosuz 13
uluslararası etkinlik düzenlediğimden mevcudu ve sonrasını çok iyi
hatırlıyorum. Bizi epeyi bir süre bekledikten sonra, sempozyumun lokomotifi
Hayrettin Parlakyıldız karşıladı. Çok yoğun ve yorgun… Hava akşama doğru iyice
serinledi, hafiften yağmur yağıyordu. Heyetimizden bazılarımız merkezdeki Kolin
Otel’e yerleşti. Kolin’in manasını merak ettim, kimse bilmiyordu. Fransızcada
tepe anlamındaymış ama sanırım ismi konumu dolayısıyla vermemişlerdi. Çünkü
sahildeydi. Aynı gün İstanbul Açı Okulları da Çanakkale’deki tarihi yerleri
gezmek için gelmiş, Kolin’de kalıyorlardı. Bu etkinliğe sevindim. Özellikle
gençlerin bu bölgeyi gezmesi ve bilmesi gerekir diye düşünüyorum.
Prof. Dr. Ferit Yusuf ve diğer Tataristan heyeti ile
birlikte Çınarlı’daki Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Dardanel Yerleşkesi Resort
Otel tesislerine yerleştik. Şehre 12
km kadar uzaktayız. Ancak belli saatlere kadar dolmuş ve
otobüsler çalışıyor. Bazı konuklar 15 km uzaklıktaki Truva Kentini soruyor Daha
önce gördüğüm için hiç ilgilenmedim bile. Ege ve Marmara’nın zarif maviliği ile
İda’nın zümrüt yeşilinin buluştuğu Dardanos’tayız artık. Karşı yakadaki
Şehitler Anıtı’nın da tam karşısında. Orman içinde manzarası muhteşem bir yer.
Yaz kış sivillere de açıkmış. Birbiri ardından gelen yerli yabancı konuklarla
karşılaşıyoruz. Her saat başı yeni misafirler geliyordu Dünya Dili Türkçe için.
Tesisin lokantasındaki soframızda Mannheim Üniversitesinden
Prof. Dr. Heinz A. Richter de vardı. Bu özel konuk “İtilaf Devletlerinin 18
Mart 1915’te Çanakkale ve Boğaza Taarruzunu ve Sonuçlarını yansıtan bir tebliğ”
sunacakmış. Tanıştık böylece. TRT Haber Spikeri ve dönem arkadaşım Şener
Mete’nin de Ankara’dan iştirak ederek sektörel bir konuşma yapacağından haberim
olmuştu. Sevindim. Bekledim gelmedi!… Ancak gece yarısına doğru arabasıyla
teşrif etti. Ankara’dan tek başına aracıyla seyahat kararı vererek, hayata
geçirmiş! Hiç de yol yorgunu gibi görünmüyordu. Uzun süre sohbet ettik. Sonra
sigara içilmeyen müstakil odalarımıza çekildik. Dışarıda yağmur yağıyordu.
Soğuk da kendisini iyice belirtti. Balkon keyfi yapamayacağım. Bu yazlık
tesiste klima olması büyük bir nimet… Çünkü aynı zamanda duş almak için de
gerekli bu duyarlı günlerde. Engelliler için de her şey düşünülmüş. İşte bunu
daha fazla tuttum.
TURŞUSUYA LAHANA KARIŞMIŞ?!
Sabahleyin nefis manzaralı tesislerde bir klasik kahvaltı
yaptık. Otelimizin lokantası iyice doldu, birbirini tanıyanlar hasret gideriyor
kahvaltıya rağmen. Çayı soğuyor umursamıyor bile, dostluk ve muhabbet ağır
basıyor konuklar için. Sonra misafirleri Çanakkale 18 Mart Üniversitesi 8.
Uluslararası Dünya Dili Türkçe Sempozyumu’na götürecek araçlara bindik. 10
dakikalık bir yolumuz var. Çevre yoluna çıktık. Araçlar vızır vızır geçiyor.
TIR ve otobüsler dikkat çekecek kadar fazla. Sonra kamyonlar. Sağımız solumuz
inşaat. Müteahhitler yeşil alanlara ve ormanlara niçin acımazlar ki?
Üniversitenin yeri de şehre tepeden kuşlar gibi yüksekten
bakıyor. İyi bir yer seçilmiş. Dünya Dili Türkçe sempozyumunun açılışının
yapılacağı merkeze gelince otobüslerden indik. Binanın üzerinde MO Korfmann
Troia Kültür Merkezi yazıyordu. İlk sürprizi böylece yaşadım. Uluslararası
Dünya Dili Türkçe Sempozyumunu Türkçe isimli olmayan bir yerde başlatacağız!…
Böylesi çelişkili bir duruma, kısa adı BAL-TAM olan Balkan Ülkeleri Türkoloji
Merkezi’nin bir başka etkinliğinde, Kosova illerinden Prizren’de
karşılaşmıştım. Türk Dil Kurumu hem sponsor olmuş ve hem de katılımcıydı.
Sempozyumun adı da Güney Doğu Avrupa Ülkeleri Türkoloji Kongresi” idi.
Organizasyonun başında da çok değerli bir akademisyen ve dost Prof. Dr.
Nimetullah Hafız vardı. Kısa adı Bal-Tam olan Balkan Türkoloji Araştırmaları
Merkezi birçok ülkeden Türkologları konuk etmişti. Eleştirdim tabii bu
yanlışlığı. Çünkü AB ve NATO gibi kuruluşlarla batılı diplomatlar bölgede
Balkan demenin İslam ve Türk’ü hatırlattığı için “güneydoğu Avrupa” diyorlardı.
Bu tuzağa düşmemek gerek. Her ne ise… Çanakkale’de ise toplantının yapılacağı
salonlarının isimleri çok ise şık: Mustafa Kemal, Anafartalar, Mehmetçik, 57.
Alay, Seyit Onbaşı Salonu gibi. Bu adlandırmalara bayıldım ve kutladım
Hayrettin Parlakyıldız’ı.
Otobüsler birbiri ardından konuklarını sempozyumun
gerçekleştirileceği yere getirince kalabalıklar arttı. Kayıt için kuyruklar
oluştu. Genç öğrenciler yardım için koşturup durdular ama yoğunluk hiç de
eriyecek gibi değildi. Türkiye’de onlarca böyle uluslararası toplantı
yapılmasına rağmen ilk gün böylesi zorluk yaşanıyor. Bunda biraz da gönüllü
bulmanın zorluğu yaşanıyor galiba. Oysa bu tür etkinler için okullar var.
Sanırım Hacettepe Üniversitesi’nde bir fakültede büro yönetimi öğrencisi
yetiştiriyordu. Batıda bunun çok sayıda örneği mevcut. Dolayısıyla böylesi
sıkıntı çekilmiyor. İşletme, Hukuk, İktisat fakülteleri mutlaka bağlı olduğu
her üniversitede böyle bölümlerini hayata geçirmiş. Mekanizma tıkır tıkır
işliyor. Bizde teori ile pratik hala örtüştürülemiyor. Oysa öğrenciler için
böylesi toplantılar çok önemli. Çünkü aynı zamanda birer staj ve denemedir.
1960 ve 70’li yıllarda sendikalar güçlüydü. Sendika, sözleşme, grev, lokavt,
yürüyüş, kınama gibi konularda dersler verilirdi. Günümüzde sendikalar eskisi
kadar güçlü değil. Her ne ise…
BİR ÂLİM KURUCU REKTÖR HOCA
Sempozyumun moderatörlüğünü güzel Türkçesi ile yine genç bir
akademisyen Gökhan Bayram yaptı. Kutladım kendisini. Çanakkale Savaşlarının
100. Yılı ve üniversitenin yeni açılış dönemi dolayısıyla KKTC Cumhurbaşkanı
Mustafa Akıncı da üniversitede. Ancak bizim toplantımızda yok bir başka amfide
konuk ediliyor.
Üniversite üç gün sürecek uluslararası bir sempozyum
yapıyor, çok sayıda yabancı ülkelerden konuk gelmiş; Çanakkale Valisi Hamza
Erkal da, Belediye Başkanı Ülgür Gökhan da mazeretleri ne kadar makul olursa
olsun misafirlere gelip de bir “merhaba” demek nezaketini göstermediler.
Temsilci de göndermediler. Rektör Prof. Dr. Yücel Acer ise kapanışta bir
selamlama konuşması yaptı. Ancak önemli bir jesti de var Prof. Dr. Yüksel
Acer’in. Üniversitenin kurucu rektörü Prof. Dr. Abdurrahman Güzel’i ısrarla
arayarak Çanakkale’ye davet etmiş. Görevden ayrıldığı günden itibaren 18 yıl
kadar uzun bir süre Çanakkale’den hiç aramayan, hal hatırı bile sorulmayan
Prof. Dr. Güzel de bu jeste karşılık vermiş. Üniversitelerin kuruluşunun
yükünün bütün hamallığını yıllarca ilk rektörler çekmişti. Yer sorundu,
tesisler problemdi, talebe ve öğretim üyesi yeterli değildi, kaynak ve kadro
yoktu vs. Bugünkü yönetimler üniversitelerimizin ballı yıllarını yaşıyorlar
tespitinde bulunmak abartma olmaz.
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel yıllar sonra geldiği Çanakkale
ve üniversitesini özlediğini belirtti. Dedi ki: “Her meslek erbabı her şeyden
önce Türk’tür. Türkçeyi bilir. Çanakkale aynı zamanda Türkçenin savaşını yapan
bir ilimizdir. Türkiye’de İngilizce eğitim olmaz. Olmamalı. Ama öğretilebilinir.
Mesleğimiz ne olursa olsun Türkçe savaşımızı hep birlikte götürmeliyiz. Bu
başarıyı göstermek gerek. Türkçe bizim her şeyimizdir. Sovyetler zamanında esir
kamplarında Türküler Türkçe idi. Karşı yakada 253 bin şehidiniz yatıyor.”
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nin aynı zamanda isim babası
olan Prof. Dr. Güzel hem duygusal ve hem de ufuk açıcı bir konuşma yaptı.
Üniversite açıldığında Çanakkale’nin nüfusu 30 bin imiş, bugün ise yani 18 yıl
sonra 120 bin. Ayrıca 40 bin üniversite öğrencisi. Bir hatırlatması da
hepimizin dikkatini çekti, o da şöyle; “Peygamberimizin Türkçe bir mektup
yazdığı bilgisini de araştırıyoruz!” Kolay gelsin.
Abdurrahman Güzel Hoca, Türkçeye karşı Milli Eğitim
Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurumu YÖK’ün duvar çektiğini savundu ve ilk
mektepten itibaren Türkçe öğretmeni ve uzmanı yetiştirilmesi gereği üzerinde
durdu. Şöyle devam etti: “67 Milli Eğitim Bakanı geldi, 75 reform yaptı. Hiç
bir şey değişmedi. 135 ülkenin üniversitesinde Türkoloji bölümü var. Bunun
kıymetini bilmek lazım. UNESCO listesinde konuşulan ana dil olarak 3.
sıradayız. Kullanmada ise 6. sırada bulunuyoruz. Bir Kosovalı dostum bana
Başkentleri Priştina’da şöyle dedi “Balkanlarda Türkçe biterse, İslam da gider”
Türkçemizi yaşatalım, bu kervanı iyi götürelim.”
Her sempozyumda ev sahibi tebliğ sunuculara ve konuklara
içinde kitapları ve değişik hediyeleri olan birer çanta verir. Bu defa da öyle
oldu. “Anafartalar’da Her Sabah Erken” adlı Ahmet Kaşıkçı’nın bir romanı ile
Üniversitenin kendi yayını olan Ömer Gözükızıl’ın “Çanakkale Halk Kültürü” adlı
bir çalışması vardı. Bu sempozyuma Ankara Keçiören Belediyesi de sponsorluk
yapmış. Prof. Dr. Abdurrahman Güzel’in itibar baskılı, ansiklopedi boyutunda
“Yaşayanların ve Savaş Meydanlarını Görenlerin Kaleminden Çanakkale” adlı dev
çalışması da bu çerçevede verildi. Büyük bir emekle hazırlanan eserde çok
sayıda da resim vardı. Açılışın ilginç bir yanı Temizlikçi Hayriye kadının
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel ile 18 yıl sonra karşılaşması oldu.
KEYİFLİ ve BİLGİ DONANIMLI BİR AÇILIŞ
Doçent. Dr. Abdullah Şahin de TÖMER ile 11 ülkede 107
merkezde isteyen herkese ve yabancılara Türkçe öğretildiğini açıklaması en
fazla alkış alan konuşmacı oldu.
250 milyon insanın Türkçenin değişik şive ve lehçelerini
konuştuğunu hatırlatan Keçiören Belediye Başkanı Mustafa Ak’tan sonra,
Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mirza Tokpınar da
şunları söyledi:
- Türkçeyi kaybedersek, istiklalimizi kaybederiz. Bir gence
önce kendi ana dilini, sonra diğerlerini öğretmeliyiz. Dil fetihtir. Öğrenciler
de Türk Dili ile kültür fethi göreviyle yükümlüdürler.
Hocaların Hocası olan akademisyenlerimizden biri de Prof.
Dr. Ahmet Bican Ercilasun ile çok defa birlikte olduk değişik uluslararası
sempozyumlarda. O da şöyle dedi 3 dakika ile sınırlanan konuşmasında: “Nereye
giderseniz gidiniz Türksünüz ve Türkçesiz kalmazsınız. Yemen’de bile Türkçe
sözlük yazılmış ve yayınlanmış. Türkçe bölgemizin ortak dilidir.”
Benim 1969’lu yılından bu yana Erzurum’dan bir aziz dostum
var ve yine hocaların hocası olan Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, “Türkçe kanıma
girdi. Sevgi halesiyle kucaklıyor ve kucaklaşıyoruz. Bu duygu seli devam edecek.”
Ortalık bir anda duygusallaşıyor. Bana göre damgayı Fırat
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Buran dostumuz vurdu “Dil ülke sınırı
tanımaz. Kullanılırsa Dünya dili olur. Türkçe sadece Türkiye Türkçesi demek
değil. Türkçe Dünya Dili Türkçe demektir.”
“Uluslararası Dünya Dili Türkçenin bir yenisi yani
dokuzuncusu nerede olacak?” sorusunun cevabı da bu toplantıda alınıyor. 9 Eylül
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Şerif Ali Bozkaptan İzmir’e davet etti. Üstelik bu
ikinci defa olacak Güzel İzmir’de.
Şener Mete arabasıyla gelince Ankara’dan, Çanakkale’de de
her yere bu araçla gittik. Sürücülüğüne güveniyorum arkadaşımın. Öğle yemeğini
sıraya girerek Öğrenci Sosyal Etkinlik Merkezi ÖSEM’de yedik. Peynir tatlısı
süperdi doğrusu. Hava güneşli. Kafası bulutlu olanlar sigara molası için dışarı
çıkıyor. Dışarıda bir kaç stant açılmış. Biri takı diğeri ise kitap ve
kırtasiye… Öğrenciler her ikisine de müşteri. Ayrıca alış verişlerde ıskontolu
ve kredi kartı da geçiyor.
SİBİRYA TATAR TÜRKLERİ İÇİN ALARM
İlk takip ettiğimiz etkinlik “Ağız Araştırmaları” konusunda
TÖMER katındaki Mustafa Kemal Salonunda oldu. Ancak TÖMER’i öğrencilerden kimse
bilmiyor. Kime sorulsa aynı cevabı alıyoruz. “Bilmiyorum… Duydum ama
bilmiyorum.” Sonra levhalara bakarak bulduk. Elazığ’dan Prof. Dr. Ercan Alkaya
Finliler ile ortak yaşayınca etkilendiklerini belirterek ortak 133 kelime
olduğunu söyledi. Bölgede en büyük etki de Rus Dilinden.
Kazan Federal Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ferit Yusuf da
Baraba (Sibirya) Tatarlarının Ruslarla ilişkilerinin sınırlı olduğunu, bölgede
sadece emekli insanların oturduğunu hatırlatarak şöyle dedi “ Sibirya’da
Tatarlar ve bölgedeki diğer Türk boyları da böyle devam ederse dilleriyle
birlikte kaybolacaklardır.” Bu bir alarmdı esasında. Başta UNESCO olmak üzere,
Türkoloğların daha fazla iyi düşünmesi ve eyleme geçmesi gerek.
Fırat Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet Buran ise aynı
konuyu biraz daha ileri götürerek dilendirdi: “UNESCO’nun tespitine göre Çin’de
yaşayan Kırgız Türkleri de Sibirya’da Yaşayan Tatar Türkleri gibi ilgisizlikten
dolayı aynı akıbeti paylaşacak gibi görünüyor. Hurafeler ve folklorik öğeler de
bunda çok etkili oluyor.”
Tataristan’dan Prof. Dr. Zoya Kirillova da ülkesinde
Müslüman iken Rusların baskısıyla din değiştirip kendisi gibi Hıristiyan olan
kreşin Tatarlarının dilini hala Türkçe kelimeler oluşturduğunu, Müslüman
Tatarlarla da ortak bir hayatı paylaştıklarını anlattı.
Prof. Dr. Ence Kadirova (Kazan Federal Üniversitesi) 1581
yılında Tataristan’da Arapça-Türkçe Sözlük bulunduğunu, açıklamalarının da
büyük bir kelime zenginliği içinde Osmanlı Türkçesi ile yapıldığını bildirdi.
Aynı konuya, aynı yaklaşımı Prof. Dr. Leyla Devletshina da gösterdi. Kazan
Üniversitesi Rusya’nın St Petersburg’dan sonra bir zamanlar ikinci büyük
akademisiydi. Lenin de buradan mezun olmuştu.
Böyle toplantılarda hangi tebliği dinleyeyim diye çok kafa
yoruyorum. Hepsi birbirinden değerli ve ufuk açın görüşler. Türkçenin
Anadolu’da edebi bir dil oluşunu anlatan tebliği izleyemedim üzüldüm.
Türkistanlı Ceditçi Şair Abdullah Avlani’nin “Dilde, Fikirde, İş’de Birlik”
gayesiyle Türk halkları arasında İstanbul Türkçesi merkezli müşterek Türkçe
oluşturma girişimi ve bunun şiirlerine yansıması tebliğini sunan Prof. Dr.
Elmurod Kholmatov’u keşke dinleyebilseydim. İnşallah yayınlanınca okuyacağım.
Tebliğlerde Cengiz Aytmatov da vardı. Kitabı Gürcüceye çevrilen Orhan Kemal de.
Arada çay molası verilince Pamukkale Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nergiz Biray
Hanım ile karşılaştık. Süpriz oldu benim için. Kazakistan’da beraberdik bu
değerli genç akademisyenimizle.
DÜNYA DİLİ TÜRKÇE ve ŞENER METE
Sempozyum kitapçığımdan hangi salona ve hangi tebliği
dinlemek üzere seçmeye başlıyorum. Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş da katılıyor
görüşüme. Ayrıca eski genel müdürümüz. TRT duayen Habercisi Şener Mete’nin “Spiker
ve muhabirler Türkçeyi herkesten güzel konuşmalıdır” konulu tebliğini dinlemek
üzere 57. Alay salonuna geçtik.
Şener Mete sundu biz dinledik. Hem de üstelik ayakta,
üstelik grafiklerle ve yine üstelik izleyicilerin tümünün anlayabileceği bir
anlatım ile. Dedi ki:
- 1980’li yıllarda özel radyo ve televizyonlar hayata
geçmişti. Ancak ekrandan veya mikrofondan izlediğiniz kanalın hangisi olduğunu
herkes bilirdi. Çünkü TRT en güzel Türkçeyi konuşurdu. Duyarlıydı ve hayata
geçiriyordu.
Gerçekten öyleydi. Hatıralarıma döndüm. Türkiye’nin Sesi
Radyosu Kısa dalgadan yayın yapardı. Dinlenmesi kolay değildi. Zaman zaman
parazitler oluşurdu. Spiker Hayat Akar rahmetli tane tane okurdu, 15 dakikalık
bültene birkaç haber sığdırırdı. Merhum Şenel Kıran ise tam tersiydi. Hızına
kimse yetişemezdi. Hedef kitleyi çok iyi ayarlarlardı izleyiciler daha fazla
haber izlesinler diye. Taşkent’e gittiğimizde (1991) ziyaret ettiğim Özbekistan
Televizyonu Genel Müdürü bana ‘TRT Televizyon yayını buradan izleniyor ve çok
büyük bir alaka var. Ancak spikeriniz haberi tane tane ve yavaş yavaş okusa
tümünü anlayacağız” demişti.
Şener Mete tebliğini özetle; “Yayıncı toplumun gerisinde
kalmamalı” deyince sataştım: “Bakanlar, milletvekilleri, üst bürokratlar,
akademisyen ve de televizyon genel müdürleri ile çalışanları dahil herkes
diksiyon dersi almalı.” Bu konuda mutabakata vardık Şener Mete ile. O tebliğini
sunmayı sürdürdü.
- Bölgesel teleffuz yanlışlıkları ortaya çıkarılmalı.
- Torpille veya yandaş olduğu için sokaktaki adamı kamu televizyonuna
alırsanız Türkçeyi katledersiniz. Nitekim öyle de oluyor.
- TRT Türkçe eğitim merkezi kurdu.
Şener Mete Konuşturan Sözlük, Telaffuz Sözlüğü ve Okunuşlar
adında çok önemli araştırmalar yapmış ve yayınlamıştı. “Anlam ve Okunuşlarıyla
KISALTMALAR SÖZLÜĞÜ” adlı 256 sahifelik bir çalışmasını TRT yayınlamış. İyi de
olmuş. Şener Mete bu yayınlarıyla üniversitelerin ancak bir heyetle yapacağı
bir çalışmayı başarı ile gerçekleştirmiş. Bütün yüreğimle kutladım. Nevzat
Yalçıntaş sordu Şener Mete’ye sordu güncelliğinden ötürü “PYD’nin açıklanması
nedir?” diye. Şener Mete hemen buldu çalışmasından ve açıkladı: “PKK Terör
Örgütünün Suriye Kolu Demokratik Birlik Partisi.” Kutlamaları katladık ve bu
yeni kitabı imzalattık Şener Mete’ye.
Şener Mete’nin tebliğindeki ana vurgusu şöyle: “Açık,
anlaşır ve duru bir Türkçeyi duymak da ana dili bilincine sahip
vatandaşlarımızın en doğal hakkıdır. Yayıncının özgür yayıncılık yapma hakkının
olduğu kadar halkımızın da doğru Türkçe dinleme hakkı olduğunu rahatlıkla ifade
edebiliriz. Kuralsız, tutarsız ve içi boş sözlerle dolu bir yayın, dinleyen ve
izleyenlere hiç bir şey vermemekte, tersine zamanı boşa harcamak gibi olumsuz
etkileri yanında dildeki yanlışların yerleşmesine de sebep olmaktadır.”
Dahası var özetin. O da şöyle:
- Kitle iletişim araçlarının yönlendiricilik özelliği
dikkate alındığında, çocukların ve gençlerin yanlış kullanılan bir dilde,
giderek yanlış bir eğitime yönelecekleri çok açıktır. Kitle iletişim
araçlarının okul ve hatta ailenin önüne geçerek kişileri yönlendirmesi, talep
yaratma özelliğiyle kişilerin dilini değiştirebilmekte ve dilimizi başka
dillerin etkisi altına koşabilmektedir.
Keşke RTÜK, MEB ve YÖK de böylesine duyarlı olabilse.
Şener Mete’ye de söyledim, samimi fikrim de bu
“Sempozyumlarda tebliğ sunanlara da ders verilmeli. Öyle çıkıp yazdığını
okumakla olmuyor. Hem irticalen, ancak gerektiğinde bakabildiği tebliğini
resim, film, grafiklerle yansıtmalı, bunda da inandırıcı olmalı. Bu da en fazla
öğretmen ve öğrencilere gerekli sanıyorum.
NESİLLER ARASINDAKİ MAKAS AÇILIYOR
Uluslararası sempozyumlarda süre az, dolayısıyla sorulara
cevap vermek için de zaman yok. Keşke tebliğler daha önce yayınlansa,
katılımcılar okusa, üzerinde çalışarak sorular çıkarsa, sonunda tartışılarak
sıcak tutulsa. Bazı gelişmiş batılı ülkelerde böylesi toplantılardan ayrıca
ücret alınıyor.
İlk günkü oturumlar geç de olsa bitti. Akşam 20 km kadar şehir dışında
deniz kıyısındaki Güzel Yalı İris Otele gideceğiz. Sezon dolayısıyla oteldeki
doluluk oranı beklenildiği gibi değil. İris Otel sahibi de sempozyuma katkı
veren hayırsever bir müteşebbis. Salonda bir piyanist piyanonun tuşlarına
vurarak yemek müziği çalıyor. İris Otel’in değişik bir mimarisi var. Geniş bir
alana kondurulmuş; yeşili, çiçeği bol, doğayı yaşayabileceğiniz bir mekân. Mini
bir hayvanat bahçesi de mevcut.
Şener Mete iyi bir sigara içicisi olduğundan salondan
ayrılıp oteli ve çevresini şöyle bir dolaşıyoruz, o da bol bol tütün üflüyor.
Dünyanın hiç bir yerinde Türkiye’deki gibi binlerce konuğun bir anda orucunu açmak
için, aynı masa etrafında toplanıp iftar programlarını karşılayacak bir işletme
yoktur ve zor bulunur. Bu defa da öyle oldu. Birkaç otobüs konuk birbiri
ardından otele gelince bir anda bütün masa ve sandalyeler doldu. Servis
başlarken genç Tuğçe hafif müzikten başlayarak piyano eşliğinde değişik
parçalar aktardı. İris Oteli sahibi Yüksel Ergen selamlama konuşması yaptı
Hayrettin Parlakyıldız’ın davetiyle. Entelektüel yaklaşımları var konuşmasında.
7 yaşından beri doğanın içinde ve 70 bin fidan dikmiş. İnsanların doğadan ve
hayvanlardan çok öğrenecek şeyi olduğunu anlatıyor.
Bir yandan müzik dinliyor, yemek yiyor, öte yandan da masa
sohbetlerimizi derinleştiriyoruz. Türkiye’deki Tataraloji gibi Türk Dünyası
bölümlerine ilgi gerektiği kadar değil. Talebesi az, mezunları iş bulmakta
zorlanıyor. Türk dünyasının ailevi sorunları arasındaki babaanne ve torun
arasındaki makas gittikçe açılıyor. İki ayrı nesil ancak sözlükle
anlaşabiliyor. Böyle giderse facia olacak. Bazı Türk lehçeleri ve boyları da
tükenmek üzere… Rusya’da eskiden kalma küçük milletleri koruma kanunu sayesinde
bazı boylar yaşamasını ancak sürdürebiliyor. Protestan Hıristiyanların daha
dindar, Slavların daha milliyetçi olduğu Rusya’da herkes soyu sopu ne olursa
olsun Rusça bilmek mecburiyetinde. İslamiyet de Rusya’da 25-30 milyon
nüfusuyla güç olduğunu ortaya koyunca, Moskova Müslüman din adamalarını kendisi
yetiştirmek için Suudi Arabistan ile anlaşarak bu ülkeye genç imam adaylarını
göndermeye başladı. Eskiden bu açık Türkiye’de eğitim görenlerce
karşılanıyordu. Rusya bir genelge ile hutbelerin de Rusça okunması konusunda
emir yayınladı. Türkiye ile Rusya arasında yaşanan olumlu veya olumsuz her
gelişme Rusya Müslümanlarını da etkileyebiliyor.
Üniversite hocaları her nedense siyasi konulara pek girmek
istemiyor. Ancak dinliyor. Üniversitedeki gençler de öyle. Politikadan çok
uzaklar. Bu pek hayra alamet değil. Sanki 12 Eylül darbesi üniversitelerimizi
apolitik yapmış, hiç konu bile edilmiyor. Dünya politikası da öyle… Bu hoş
görülü olmak değil. Yahut “uzmanlığında çok iddialıyım” demek hiç değil. Keşke
olsa. Fikir üretememek analiz kabiliyetini kaybetmek, ufuk gösterememek manası
da taşıyor. Üretmeye de hiç kimse talip değil. Öğrenciler hiç değil. Nasıl olsa
akıllı telefonlar her şeyin üstesinden geliyor. Okullarımıza da MEB Fatih
Projesi kapsamında nasıl olsa tabletler dağıtıldı, onların da ders çalışmasına
hiç gerek yok.
Akşam geç vakitte otellerimize döndük.
FİKİR FUKARALIĞININ GİDERİLDİĞİ YERLER
Dardanos’ta güneşin doğuşunu seyretmek benim için bir
ayrıcalık oldu. Boğazın sularının yeşil ile mavi arasındaki renkle kıyıya
vurması tasavvuf halkasındaki zikri anımsattı bana. Kahvaltıdan sonra TROİA
Kültür Merkezi’ne döndük. Hava soğuk değil, yağmur yok. Gençler ceket ile
dolaşsa da her yaşa göre değil bu donanım. Bugünkü oturumlara dilerim
gelmeyenler olmaz. Gelip de şehri gezmeye gidenler de olmaz. Gelip de tebliğini
vermeyenler de olmasın diye geçiriyorum içimden. Daha da önemlisi tekrar tebliğ
verenlere yakıştıramıyorum akademisyenliği. Her yerde aynı sunumu yapıp
duruyorlar. Olmamalı.
Üniversite kampüsünde Mehmet Akif Ersoy anıtını gördüm.
Üstad Çanakkale Boğazına bakıyor. Gözleri Şehitler Abidesinde. Dikkatini
Anafartalar’a vermiş gibi hissediyorum. Yanında da Çanakkale Destanı “Ey
Şehitoğlu şehit…” diye başlayan. İlerdeki Cemil Meriç amfisi de görülmeyecek
gibi değil.
Her saat diliminde bir tebliğ için değişik salonlara
gidiyorum, yeni fikirler ediniyor, hatta bazılarında notlar alıyorum. İşte
bunlardan bazıları:
* Arnavutça da 4813 Türkçe kelime var. Halkın % 85’i
Müslüman… Protestan ve Katolikler arasında da dil birleştirici bir unsur.
* Almanya’da tek dillilik, iki dillilik, yarım dillilik ve
dil körelmesi yaşanıyor. Almanya dil konusunda tutucu. Almanya’da ilk
emekçilerimiz gittiğinde yayınlanan 197 eserden 23’ü Türkçe iken, son yıllarda
bu sayı; yayınlanan 485 eserden 59 eser Türk Diline ve yazarlarına aitmiş.
Almanya, resmen kabul ettiği Diyanet İşleri Başkanlığı’nın temsilcisi
konumundaki DİTİP’e kreş ve okul açma izni vermiyor. Bilim adamları bunu “en
iyi entegrasyon asimilasyon” biçiminde yorumluyorlar.
* Azerbaycan şiirine bağımsızlığı kazandığı 1992’den bu yana
yeni bir ruh, konu, heyecan ve ruh girdi. Özgür kelimesi Azeri Türkçesinde yok.
Bizdeki gibi aynı manada ve bağlamda kullanılıyor. Cumhurbaşkanları Ebülfez
Elçi Bey Dünya Dili Türkçeye sahip çıktı, Haydar Aliyev de korudu. Hatta “Biz
iki devlet, tek milletiz” dedi. Ancak “Biz ayrı devletiz” yeni bir tartışma
ortaya çıkardı. Güney Azerbaycan’da çocuklar Türkiye Türkçesi konuşuyor. Bunda
televizyon yayınlarının da etkisi fazla…
* Şemsettin Sami Beyin sözlüğünde olmayan kelimeler
Cumhuriyet dönemine aittir. Dilde sadeleştirme adı altında Türkçe perişan
edildi. Ticaret Liselerindeki “Şirketler Muhasebesi” kitabının adına
“Sosyeteler Sağışı” denilerek öğrenciler ikilemde bırakıldı.
* Türkiye Türkçesi dünyada etkili olmaya, Türk dünyası ve
İslam coğrafyasında büyük alaka görmeye başlandı. Yurt dışındaki Türk
okullarının ve yatırım yapan Türk müteşebbislerin bu konuda çok faydası
görüldü. Moskova, Rusça kelimelerin Azeri Türkçesi karşılığı için yeni
kelimeler üretti. Soyadı kanununda değişiklikler yapılarak soy isimlerin sonuna
eva, of, yeva gibi ekler istenmezse kullanılmayacak.
* Kazakistan’da Türkiye Türkçesi ile izlenilen filmler rahatlıkla
anlaşılabiliyor. Hele gelenekleri, örfleri konu alan, evlenme, kız isteme,
düğün, askere gitme gibi belgesellere alaka çok daha fazla.
* Hindistan’da İngilizce hâkim olmasına rağmen 29 yerel dil
kullanılıyor. Dolayısıyla ciddi sorunlar yaşanılıyor. Yeni Delhi’deki Millia
İslam’a Üniversitesi Türkoloji bölümünde 32 öğrenci Türkçe eğitim görüyor.
Burada konuşma, okuma, yazma, anlama, dinleme, kelime eksikliği, imla,
dilbilgisi, alfabe değişikliği, cümle yapısı ve teleffuz öğretiliyor.
* Türkçe öğretmenleri mutlaka bir yabancı dil de bilmeli.
İletişim sorunu yaşanmamalı. Türkçe öğretimi için görsel ve işitsel araçlar
kâfi değil. Türk edebiyatından seçme bir kütüphane yabancılara Türkçe öğretilen
yerlerde kurulmalıdır.
* Belarus’ta zorunlu bilinmesi gereken ikinci yabancı dil
arasında Türkçe de var.
* Üniversiteli bir Türk gencinin hiç olmazsa 6000 kelimeyle
Türkçeyi kullanması gerekiyor.
“TÜRKİYE’DE BİLGİ Mİ İRADE Mİ EKSİK?” (VEHBİ SINMAZ)
Bir sürpriz oldu benim için Vehbi Sınmaz’ı toplantıda görmek. Vehbi Sınmaz ile uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var. 14. Dönem Manisa Milletvekilliği yaptı. İstanbul’da birlikte olduk. Sonra Ankara’da. Başkent’te İnsan ve Kültür Ocağı Derneği’nin kurdu. İnsan ve Kültür Vakfı’nı da… Öyle etkinlikler yaptı ki kendisini dinleyen kim olursa olsun ayrıldıktan sonra “Bu adam ne demek istedi?” diye sizi düşünmeye sevk eder. Mesela sorar size “Türkiye’de bilgi mi noksan yoksa irade mi?” Haydi bu sorunun cevabını verin bakiyim. Emekli olduktan sonra kısmen İstanbul ve kısmen de Çanakkale’de yaşıyor. Üniversite ile de sıkı işbirliği içinde. 1200 kitabını bağışlamış buraya. Ayaküstü muhabbet ettik. Eşi dostu sordu. Sonra anlattı:
Bir sürpriz oldu benim için Vehbi Sınmaz’ı toplantıda görmek. Vehbi Sınmaz ile uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var. 14. Dönem Manisa Milletvekilliği yaptı. İstanbul’da birlikte olduk. Sonra Ankara’da. Başkent’te İnsan ve Kültür Ocağı Derneği’nin kurdu. İnsan ve Kültür Vakfı’nı da… Öyle etkinlikler yaptı ki kendisini dinleyen kim olursa olsun ayrıldıktan sonra “Bu adam ne demek istedi?” diye sizi düşünmeye sevk eder. Mesela sorar size “Türkiye’de bilgi mi noksan yoksa irade mi?” Haydi bu sorunun cevabını verin bakiyim. Emekli olduktan sonra kısmen İstanbul ve kısmen de Çanakkale’de yaşıyor. Üniversite ile de sıkı işbirliği içinde. 1200 kitabını bağışlamış buraya. Ayaküstü muhabbet ettik. Eşi dostu sordu. Sonra anlattı:
- Türkiye’de yeni bir aydın hareketi başlatmak gerek. Durum
öyle hiç de iç açıcı görünmüyor. İstanbul’da Sezai Bey’e (Karakoç) uğradım.
Yüce Diriliş mesajı önerdim.
Buyurun durum size.
Birkaç gün daha Vehbi Sınmaz ile görüşeceğiz.
ÇANAKKALE’DE BİR CUMA GÜNÜ
Bilgisayar mühendisi, uzay bilimleri ve teknolojileri uzmanı
Yusuf Mete Elkıran arabasıyla bizi götürdüğü Şehitler Camii’nde Cuma namazını
eda ettik. İmam odasında oluşan bir halka içinde de epeyi bir süre sohbet
yaptık. Cami avlusunda ceviz, hurma, kestane ve bal satılıyor. Hayırseverler
bütün cemaate avluda dev kazanlarda pişen etli pilav ve nohut ikram ediyorlar.
Hicri yılbaşlarında bu etkinlik bütün köylerde de yapılıyormuş. 10 Ağustos
Kabatepe emri dolayısıyla bu hayratlar artıyormuş. Conkbayırı’nda hafızlar
Kur’an okuyor, dualar ediliyormuş. İşadamı İbrahim Bodur’un hayırseverliği çoğu
yerde görüldüğü gibi, bu cami ve etrafında da hissediliyor. Cami bahçesinde
kahveler var. Şadırvanda ise su üzerine tekerlemeler yazılmış. Cami minberinde
Türk Bayrağımız asılı.
Buradan Çanakkale Boğası ve çevresi kuşbakışı izlenebiliyor.
Yaz aylarında aşırı kalabalıklar oluyormuş. Şimdi sadece “âşıklar tepesi”
olarak görev yapıyor. Zaten birkaç âşık çift de birbirlerine sarılarak rüzgara
mani olmaya çalışıyor ve orada manzara seyrediyorlardı. Belediye bu rüzgarlı
tepeyi önce 0-3 yaşındaki bebeler için çocuk parkı, sonra rüzgar öfke ve
tepkisi gelince “özgürlük parkı” yapmış.
Bölgede en fazla anlatılan ve bizim de duyduğumuz anekdot
Mustafa Kemal Paşa’nın “Size ölmeyi emrediyorum” dediği olayın arka planı “
Türk askeri süngü hücumuna kalkıyor. Az sonra şehit oluyor. Onun arkasındaki
askerimiz de öleceğini bile bile koşarak düşmanın üzerine atılıyor.” Ya İngiliz
komutanın itirafları “Çanakkale’den keşke kaçışımızı görmeseydim!” Gerçekten
ayaküstü de olsa koca bir tarihi az bir zaman dilimi içinde yaşadık. Göğsümüz
kabardı, gururlandık.
Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş bu kutlamalardan ve tarihi
günleri yeni nesillere tanıtmaktan mutluydu. Gördükleri bir de hatırlatmayı
peşinden getirdi:
- Mirliva Halil Paşa komutasında Kut’ül Ammare’de
İngilizleri büyük bozguna uğrattık.(1916) Dicle kenarındaki Kut’ül Ammare
kentindeki savaş son temel muharebelerimizden biridir. 13 General, 481 Subay,
13.300 İngiliz askeri teslim alındı. İngilizler 30 bin askeri de zayiat verdi.
İngilizler bu mağlubiyete “en aşağılık şartlı teslim” derler. Bunun için de
NATO’ya girerken Kut’ül Ammare Zaferini kutlamama şartı ileri sürüldü. Bu
şarttan başka bir de 16 Mart İstanbul Şehzadebaşı Baskını anmamızı istemediler.
Bu baskında nöbetçiler dışındaki yatakhanede karakolda uyuyan askerlerimizi
şehit etmişlerdi.
-Bu konuyu gündemde sıcak tutmak gerek… İnşallah Mehmet
Niyazi Ağabey başladığı bu Kut’ül Ammare romanını bitirir, yeni nesiller farkı
fark ederler.
Adı ne olursa olsun ister özgürlük, ister çocuk parkı, ister
âşıklar tepesi rüzgarlı tepedeki gönderde asılı dev Türk bayrağının yanına
kadar gittik, “Dur Yolcu!..” diye başlayan o muhteşem şiiri içimize sindire
sindire defalarca okuduk.
YARINI GÖREBİLMEK ve SEÇİCİ OLABİLMEK
Yağmur bir çiseliyor, bir kesiliyor. Yusuf Mete
Elkıran heyetimizi yeniden Üniversite kampüsünde götürdü. Kaldığımız yerden
toplantıları takip etmeye başladık. Uluslararası Dünya Dili Türkçe
Sempozyumunda Prof. Dr. Sevim Buluç ODİTORYUMU’nda sıralara yerleştik. Niçin
“salon” dememişler bu yere de Latince kelimeyi tercih etmişler anlamadım. İlk
fırsatta eğer görebilirsem Çanakkale 18 Mart Üniversitesi rektörleri eski-yeni
Abdurrahman Güzel, Ali Akdemir, Mete Tunçoku, Ramazan Aydın, Sedat Laçiner ve
Yücel Acer hocalarımıza soracağım nedenini ve niçinini?
Sempozyumdaki konularda daha seçici olunabilinirdi, dikkat
ettim lokal temalar da vardı. Niçin Sinop gazetesi, üzüm ve üzümle tedavi,
dilencilerin söz varlığı, Hatay’da iki dillilik, Konya’da sözcüklerde
hapsedilen kelimeler vs. Bunlar olmasın değil olsun ama yeri burası değil
sanırım. Toplantıda bazı tebliğ konularını görünce acaba Kilis 7 Aralık
Üniversitesi yapacağı bir uluslararası sempozyumda Kilis’in birkaç tarihi
gazetelerini Genç Kilis, Kent ve Huduteli, Kör Elif Düğünleri, Şıhefendi’nin
tekkesi, Nuri’nin Kahvesi, kemreli kavunlar, bebeklere ad verme vs bal gibi
konu edebilir.
Çocuk edebiyatı metinleri üzerine yapılan toplantıda bir
genç akademisyen hanım TRT’nin yayınladığı çocuk dergisi Pepe’nin taze beyinler
üzerinden yaptığı tahribatla alakalı olarak aktardığı araştırmayı dinledim dehşete
düştüm. Bundan hala çoğu kimsenin haberi yok. Madem devlet yayınladı, doğrudur
şartlanmışlığı mevcut ya, gerekli tepki gösterilmiyor. Bu zarar TRT eski genel
müdürü, yeni Samsun Valisi İbrahim Şahin’i ne kadar ilgilendirir bilemiyorum.
Hemşehrimiz Hüseyin Polat da sempozyumda bir bildiri sundu.
Kendisi önce Kilis 7 Aralık Üniversitesi’nde Kütüphane Müdürü olarak görev
yaptı. Çok ciddi olarak yurtdışı tecrübesi olan Hüseyin Polat, Rusça ve Arapça
dillerine hâkim bir aydınımız. Hala Gazi Üniversitesi görev yapıyor, ancak
sempozyum kitabında Gaziantep Üniversitesinde görevli olduğu yazılı. Her ne
ise.. Diyor ki Hüseyin Polat: “Divan-u Lügat’it Türk Türkçenin yabancılara
öğrenimi konusunda ilk eserdir. Daha sonra Memluklular döneminde bu konuda
eserler yayınlandı ve hazırlıklar yapıldı. Ancak Türkçe öğrenimin ivmesi SSCB
dağılmasıyla arttı.” Hüseyin Polat grafiklerle anlattı bu gelişmeleri. Başarılı
bir sunumdu.
SONA DOĞRU
Bir başka tebliğ konusu da çocuklarımıza isim vermek
konusuydu. Bir zamanlar genelde erkek çocuklara dede, kızlara da babaannenin
isimleri verilirdi. Şimdi ise bu genelde tarihten alınıyor. Sonra masal,
komutan, uysal hayvan ve meyve, adları çocuklara isim olarak veriliyor. Dahası
var kaya, taş, mineral, volkan, tepe, ova, mağara, kıyı, körfez isimlerinden de
vazgeçemiyoruz. Türkiye’de en fazla verilen isimler de son istatistiklere göre
kızlarda Zeynep ve erkekte Doruk imiş.
İyi düşünmek gerek. Keşke alıntı ve istatistiklere yorum ve
analizler de getirilebilseydi.
Genel Değerlendirmeyi bir duayen üniversite hocası heyecanla
ve duygusallıkla Hayrettin Parlakyıldız yaptı. Genelde başarılı bir etkinlikti.
Üstelik her babayiğidin üstesinden geleceği gibi hiç değildi. Önce
teşekkürlerini sıraladı ve sonra dedi ki;
- Bu şarkı bitmez. Çünkü içinde Dünya Dili Türkçe var.
Mustafa Kemal var. Allah hırsımızı, harsımızı bozmasın.
Kapanışa Rektör Prof. Dr. Yücel Acer de geldi. Sempozyumun
diğer aksakalları çağrıldı sahneye. Azerbaycan’dan Prof. Dr. Mehebettin Mirza
Liyavo Çanakkale’deki sempozyumun Türkçe ve Türkçe sevenleri bir araya
getirerek genç akademisyenlere ilham kaynağı olduğunu söyledi.
Ukrayna’dan Doç. Dr. Nariye Seydametova ülkesinde Türkçenin
yabancı diller bölümünde tercih edildiğini belirterek, Türkiye’ye gelmenin ve
bulunmanın bir ayrıcalık olduğuna işaret etti.
Arnavutluk’tan Cemile Abdiv ise Uluslararası Çanakkale 8.
Dünya Dili Türkçe sempozyumunda önemli bilgi alış verişi yapıldığını
belirterek, “Bilimi ve gelişmeleri paylaştık. Ortak geçmiş ve kültürümüzü
yeniden hatırladık” dedi.
Prof. Dr. Altınsaç Kurmanali de “Çok mutluyum. Toplantıda
değerlendirdiğimiz dil Türkiye Türkçesi değil Dünya Dili Türkçedir. 10. Dünya
Dili Türkçe Uluslararası sempozyumu neden Kazakistan’ın başkenti Astana’da
olmasın ki? 2017 yılında ülkemize bekliyoruz” biçiminde konuştu.
Tataristan’dan gelen Prof. Ferit Yusuf ise “Dünyanın en
güzel şehirlerine geldik. Burası ayrıca şehitler yatağı. Çok duyguluyum ve
mutluyum” derken toplantı alkışa boğdu konuşmacıyı.
Doç. Dr. Turgut tok bir öneri getirdi “Bu toplantı yurtdışına
açılmalı! Dünya Dili Türkçe diye hep birlikte haykıralım.”
Bir davet de Elazığ Fırat Üniversitesi öğretim Üyesi Prof.
Dr. Ercan Alkaya’dan geldi; “Bize buyurun!” Prof. Dr. Pervin Çapan da: “Yüce
gönüllü insanlar yüce şeyler yapıyorlar. Burada samimiyetler ve gönüller de
yenilendi. Çanakkale gibi Türkçe de geçilmez.”
Prof. Dr. Mustafa Cemiloğlu bilgilerin ve gelişmelerin
paylaşıldığını anlatırken, Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş da “Üniversitelerimizin
Türk Dünyasına hizmeti sevindiricidir. Çanakkale 18 Mart Üniversitesi
Dünya Türklüğünü kucakladı. Türkçe bayraktır, dalgalandıkça Türklük
yükselecektir” diye konuştu. Hocaların hocaları konuşmalarını sürdürdüler.
Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun da “Türkçe, Türk gibi konuşmak, Türk gibi
yaşamak demektir. Biri Türkçe konuşsa Türkiye onun Türk olarak kabul eder.”
şeklinde aktardı görüşlerini. Bir de tatlı serzenişte bulundu “Bu işlere emekli
hocaların yanında, gençlerle de devam edecek diye ümitleniyorum ve görüyorum.”
Bir başka hocaların hocası Prof. Dr. Saim Sakaoğlu öğrencisi
rektörleri gördükçe gururlandığını belirtti, Prof. Dr. Nuri Yüce de şöyle dedi:
Çanakkale’de bizi gören ve duyan ruhlarla birlikteyiz. Üniversite gençliğimizi
Türk Töresi ve İslam Ahlakı üzere gördüm. Sevindim. Aksakallarımızı, yani
hocaların hocalarını da aramızda görmek ne güzel…”
Sempozyumun kapanışına iştirak eden genç Rektör Prof. Dr.
Yücel Acer de bir konuşma yaptı. Şöyle dedi:
- Türkçe ustalarının yanında konuşmak zor. Kurucu rektörümüz
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel’i yeniden aramızda görmek bir mutluluk.
Üniversitemizin kuruluşunda harcı bulunan Prof. Dr. Nevzat Yalçıntaş için de
öyle. Katılımcılar üniversitemizi onurlandırdılar. Dolayısıyla kendimi şanslı
hissediyorum. Heyecan içindeyim. Türkçe büyük Türk’ün de büyüklüğünü
gösteriyor. Dünyada en fazla konuşulan 5. Dil Türkçeyi gençlerimiz devam
ettirecek. Zoru başardık, gururluyum.
GÖRÜŞLER VE ÖNERİLER
Üniversitenin kurucu rektörü Prof. Dr. Abdurrahman Güzel son
konuşmacı oldu. Dedi ki: “Türkçeye sahip çıkarsanız, Türk’ü ve Türkiye’yi yaşatırsınız.
18 yıl sonra geldiğim Çanakkale’de bir ezberi de bozmuş oldum. Sevgili gençler
Gelibolu’ya abdestsiz gitmeyin. Her yan şehit dolu. Bu milletin birliğine,
dirliğine, kültürüne, diline hizmet edenlerin dilerim tırnağına taş bile
değmesin.”
Çanakkale Üniversitesi 8. Dünya Dili Türkçe Uluslararası
Sempozyumunun nihai bildirisinde de dikkat çeken hususlar şöyle oldu:
* Dünya Dili Türkçe gücünü evrensel boyutta
hissettirmelidir.
* Türk soylular için Türkçe iletişim dili olmalıdır.
Türkçenin yaşayan değişik lehçe ve şiveleri bağımsız olarak aynen devam
etmelidir.
* Dünya Dili Türkçe için üniversite öğrencilerinin değişimi
teşvik edilmeli, cazip hale getirilmelidir.
* Dünya Dili Türkçe için alfabe birliği sağlanmalıdır.
* Dil bilimi konusundaki yabancı eserler tercüme
edilmelidir.
* Türkçe bölümünden mezun olan gençlerin donanımı ve iş
bulması konusunda yardım edilmelidir.
* Dünya Dili Türkçe Sempozyumlarına daha fazla öğrencilerin
katılımı sağlanmalıdır.
* Türkçe, Türk’ün yaşadığı her yerde hayat bulmalı,
sosyalleşmede tercih edilen dil haline getirilmelidir. Gözler Türkçeyi iyi
görmeli, diller Türkçeyi gerektiği gibi kullanmalı, kulaklar Türkçeyi iyi
duymalıdır.
Bol bol resimler çektirildi konuklarca, katılımcılarca.
Hediyeler verildi ve alındı. Akşam da sahil kenarındaki Balıkçı Yaşar’da veda
gecesi yapıldı, Türk sanat müziği ile gönül telleri titretildi, oyunlar
sergilendi, plaketler dağıtıldı. Keşke bu plaketlerde de Türk Süsleme Sanatları
örnekleri olsaydı. Balıkçı Yaşar’da eski Çevre Bakanı Hamdi Üçpınarlar ile aynı
masayı paylaştık. Hiç değişmemiş. Ankara hatıralarını tazeledik birlikte.
Gecenin en üzgünleri ülkeleri Rusya tarafından ilhak ve işgal edilen
Kırımlılardı. Allah kimseye böyle acı göstermesin. “Bu da geçer yahu” deyip dua
etmekten başka bu aşamada zaten elimizden bir şey gelmiyordu.
ESKİ SOVYET AHLAKI SÜRÜYOR MU?
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel ile masa sohbeti yaptık
çupralarımızı temizlerken. Hoca, Türkmenistan’ın en önemli şairlerinden
mutasavvıf Mahdumkulu (1733-1797) için ansiklopedik 5 cilt kitap çalışması
yaparak yayınlamış. Firaki mahlasıyla şiirler yazan ve halkın kendisine “haktan
içen şair” dediği Mahdumkulu 18. Yüzyılın içtimai ve politik yanlarını da
ortaya koyar. Dini motifler, peygamber sevgisi, sosyal dengesizlik, toplumsal
olaylar, Türkmenlerin birlik, dirlik ve beraberliği, insanların iyiliğe ve
doğru yola sevk edilmesi, bayrak ve devlet gibi konuları işlemiştir. Adına
enstitüler vardır.
Prof. Dr. Abdurrahman Güzel bu 5 ciltlik muhteşem eserini
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan ile Türkmenistan
Cumhurbaşkanı Sayın Kurbankulu Bedirmuhammedov’a bizzat iletmiş. Türkmenistan
yetkililerinden hiç ses soluk çıkmamış. Abdurrahman Güzel hoca çok üzgün. Belki
üzüntüsünü paylaşabilirim diye bir olay anlattım:
-Yavuz Bülent Bakiler hayatını Türk dünyası ve Türklük için
vakfetmiş bir Müslüman Türk aydını. Türk dünyasını özellikle kitaplarına ve
çalışmalarına alıyor. Eserleri bir milyon okuyucuya ulaşan bir şair…
Türkmenistan için de bir kitap hazırlamak istedi. Vize için müracaat etti 80
yaşını aşkın bu aksakalımız. Bekledi. Cevap gelmeyince yeniden müracaat etti.
Bir sene, derken ikinci sene de geçti. Niçin vize vermediklerini öğrenmek için
mektup yazdı. Yine cevap alamadı. Çok üzüldü. Üzüntüsü hala devam ediyor. Acısı
gittikçe de büyüyor. Kendisi anlattı:
- Hem TRT Televizyonu ve hem de Üsküp’ten Kosova’ya adlı
kitap çalışmam için Balkanlarda çekimler yaptık. Film ve kitabım yayınlandı.
Sovyetler Birliği zamanıydı. Yugoslavya daha dağılmamıştı. Ankara’da Yugoslavya
Büyükelçisi beni aradı. “Yavuz Bey ülkemize gelmişsiniz. Ancak Yugoslavya’nın
tümünü gezememişsiniz. Ülkemizde sizi bir uçtan diğer uca götürüp,
değerlerimizi tanıtmak için yeniden davet ediyoruz. Lütfen kabul buyurun. Sizi
Yugoslavya’da ağırlamak bizim için onur olacaktır” dedi. Ama ben gitmedim. Bana
vize vermeyenler galiba komünistlerin de çok gerisindeler.
TUT ELİMİ İSTANBUL
Zaman zaman böyle kötü örnekleri yaşıyoruz. Komünizm
ahlakı öyle hemen kolay geçmiyor, Bir yandan bulaşmışlık oluyor mutlaka. Hatta
daha da gerisinde olarak… Sabır edeceğiz.
Bilmem Prof. Dr. Abdurrahman Güzel hocamızın üzüntüsü
giderilmiş oldu mu? Maalesef bunlar bizim insanlarımız, ata dedelerimiz ve
kelam-i kibarlarımız ne güzel belirtiyor “Aşağısı sakal, yukarısı bıyık”. Hiç
birinden vazgeçemeyiz.
Hayırsever Hüseyin Akif Terzioğlu, Çanakkale 18 Mart
Üniversitesi kurulması için arsasını verdiğinde acaba aklına “orada ikinci bir
Çanakkale kurulacağı” gelir miydi? Çanakkale yavaş, üniversitesi daha hızlı
büyüyor.
Uluslararası toplantılarda son gün mutlaka bölgeyi gezmeye
ve tanıtmaya ayrılır. Çok defa gidip geldiğim bölgedeki gezi programına
katılmadım. Geldiğimiz heyet ile birlikte feribotla önce Eceabat’a geçtik.
Kilitbahir’i dolaştık. Sonra Gelibolu üzerinde İstanbul’a doğru yola revan
olduk. Tekirdağ’a doğru Seymenli Benzinliğinde Erciyesli Mehmet’in Yeri’nde
soluklandık, sonra ver elini İstanbul.
***
“NE OLACAK BU
MİLLETİN HALİ?”HASTALIĞININ TEDAVİSİ RİSALE-İ NUR
YAYINCI VE YAZAR:
HALÛK İMAMOĞLU
HALÛK İMAMOĞLU
21.09.2015
Bâbıâli Sohbetleri’nde konuşan yayıncı yazar Haluk İmamoğlu,
günümüzdeki problemlerin ve sıkıntıların çözümünde, kardeşlik kavramının
yanısıra ihlas kavramının da büyük önem arz ettiğini söyledi.
Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nde
Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemin nasıl aşılabileceği konusu
görüşüldü. Yayıncı ve Medeniyetimiz.com Sitesinin Genel Yayın Yönetmeni Fatma
Ersem Yargıcı’nın takdimini yaptığı sohbet toplantısında, insanlarımız
arasındaki huzur, sevgi, barış ve kardeşlik ruhunu, yazar ve radyocu Haluk
İmamoğlu kendine has, samimi ve candan üslubu ile anlattı.
Timaş Kitapkahve’de düzenlenen “Bâbıâli Sohbetleri”nin
konuğu olan Haluk İmamoğlu, “Bireysel olarak bize düşen ne?” sorusuna cevap
aradı. İmamoğlu, geçmişin enerjisini geleceğe nasıl taşıyacağımızı düşünmenin
herkesin vazifesi olduğunu, geçmişin dünyasını iyi bilebilirsek geleceğin
enerjik ve dinamik Türkiye’sini de oluşturabileceğimizi belirtti.
Yozgat Akdağmadeni’nde geçen çocukluğunda anlamadığı halde
dedesinin Sebilürreşad dergilerini okutturduğunu, lise yıllarında ise
Rasim Özdenören, Bugün gazetesi,
haftalık İstiklâl gazetesi, Kimya Öğretmeni Turgut Teberdağ’dan
etkilendiğini, Fethi Gemuhluoğluyla tanıştığını, İskenderpaşa Cemaat Hocası
Mehmet Zahit Kotku Hazretleri’ni tanıma şerefine de nail olduğunu anlatan
İmamoğlu, 1968’lerde “Doğacak yıldızların her biri güneş çıkana kadar güneş
olmaya adaydır. ” cümlesinden nasıl etkilendiğini anlattı. İmamoğlu konuşmasına
şöyle devam etti:
“Bu sözü 19 yaşımda Vehbi Sınmaz ağabeyimizden duymuştum. 50
yıldır bu söz bana rehber olmuştur. Artık televizyon, radyo açamaz olduk.
Aldığımız kötü haberler bizleri fazlasıyla üzüyor. Biz işte bugün bu kötü
durumdan nasıl kurtulabiliriz, bunun cevabını arayacağız. ”
1967’de Risale-i Nurlarla tanışan İmamoğlu, gençlik
yıllarında, “Ne olacak bu devletin hâli?” sorusunu çokça kendine
sorduğunu ama aslında devleti, milleti, ümmeti değil de kendimizi düşündüğümüzü
yıllar sonra fark ettiğini ve bu hastalıkların tedavisinin de Risalelerde
olduğunu ifade etti. İhlas Risalesi’nin kısa izahını yapan İmamoğlu,
bütün işlerimizi ihlaslı ve rızâ-ı ilâhiye uygun bir şekilde
yapmamız gerektiğini söyledi. İmamoğlu, çevremizdeki kişileri eleştirmememiz,
ayrıca onların gıpta damarlarını da tahrik etmememiz gerektiğini söyledi. Haluk
İmamoğlu, “Eğer biz ihlasla hareket edersek evliya-yı kiramın, mânâ
âleminin manevi büyüklerinin himmeti de üzerimizden eksik olmayacaktır. ”
dedikten sonra konuşmasına şöyle devam etti:
“Kardeşimizin nefsini kendi nefsimize dört şeyde tercih
etmemiz gerekiyor. Bunlar makam, şeref, maddi menfaat ve teveccühtür.
İnsan başkasını değil de önce kendisini eleştirmeli ve mümin
kardeşinin güzel vasıflarını ön plana çıkarmalı, onları takdir etmelidir.
Müminin mümini tenkit etmemesi lâzımdır. Herkesin farklı meziyeti vardır.
Birbirimizin hünerlerine sahip çıkmalı takdir etmeliyiz. Zira müminler bir
binanın taşları gibidir. Harcın kuvvetli olması içinihlas önemlidir. ”
“Kendi bedenimize çok iyi bakıyoruz peki kardeşlerimizden oluşan şahs-ı
maneviye ne kadar bakıyoruz?” sorusunun da sorulup buna cevap arandığı
toplantıda “Kardeşlerimizin meziyetlerini bulup onları sadece yüzüne karşı
değil de arkalarından da takdir edebiliyorsak o zaman demek ki güzel bir iş
yapıyoruz. ” denildi.
İmamoğlu “İşte toplumuzun derdi bu, evvela bunu
yapmalıyız. ” dedi ve Veda Hutbesi’ni hatırlatarak dinimizde de
kimsenin kimseden üstün olmadığını, Allah indinde üstünlüğün ancak takva ile
olduğunu, olaylara bu gözle bakarsak daha kazançlı olacağımızı belirtti.
Toplantının ilerleyen bölümünde Fatma Ersem Yargıcı, Vehbi Sınmaz Bey’i de
masaya davet etti. Sınmaz, söze ilk yazarın kim olduğunu sorarak başladı.
Yazdığı ilk eseri, söylediği ilk sözü hoş bir üslupla anlattı. İlk yazarın
Allah olduğunu ve onun eseri insanın doğru bir şekilde okunması üzerinde duran
Sınmaz’ın çok etkileyici bir konuşmasının ardından salonda bulunan Bestami
Yazgan ve Yusuf Dursun, dostluğu ve takdir etmenin inceliklerini canlı olarak
gösterdiler. Kalabalık bir izleyici topluluğunun dikkatle takip ettiği program
sorular ve fotoğraf çekimi ile sona erdi.